Aziz, sıddık, bahtiyar kardeşim Süleyman Rüşdü!
Seni ve kardeşin kahraman Burhan’ı ve senin iki mübarek, masum evladını ve senin hane halkını, Risale-i Nur namına ve umum şakirdler hesabına, ruh u canımızla sizi tebrik ediyoruz. Böyle kudsî ve daimî sevap kazandıracak uhrevî bir hizmete muvaffakıyetinizi, Isparta ve bu memleket istikbalde alkışlayacaktır. Size çok hayırlı duaları kazandıracak. İnşâallah, Zülfikar gibi daha çok emsaline muvaffak olursunuz. Bu acib şerait içinde bu fevkalâde muvaffakıyet hem Zülfikar’ın hem sadakatinizin bir kerametidir.
Çok mübarek olan senin rüyan ki emr-i İlahî ile Kur’an’ı Hazret-i Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma vermek, Hazret-i Cebrail’in vazifesinin bir cilvesidir. İşarettir ki bu hizmetiniz hem rıza-yı İlahiyeye hem rıza-yı Peygamberîye (asm) muvafıktır. Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi, Mu’cizat-ı Ahmediye vasıtasıyla ümmet-i Muhammediyeye (asm) tebliğ etmek manasıyla senin rüyan tabir edilir.
Nasıl bir küçücük cam parçasında güneşin bir timsali, ziyasıyla o elindeki camı tutanla münasebettar olur; bir nevi muhabere eder. Öyle de hususi bir tecelli ile rüyalarda –selef-i salihînde bu çeşit rüyalar görülmüş– makbuliyet ve rıza alâmetidir. Hazret-i Peygamber’in (asm) yanında gördüğün adam da Nur ve Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsidir.
***
Vazifemiz, ihlas ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile “sırran tenevverat” irşad-ı Alevî’yi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir. Yoksa muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş etmek değil. Muvaffakıyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise vazife-i İlahiyedir. Vazifemizi yapıp vazife-i İlahiyeye karışmamak gerektir diye hem bana hem sizin bedelinize teselli buldum.
…
O beş Ahmed’den Safranbolu’da Hasan Feyzi’nin tam yerine geçen tam vârisi Safranbolulu Ahmed Fuad’ın gayet samimi ve fedakârane mektubunda, benim bedelime, aynen Hasan Feyzi, Hâfız Ali gibi; bâki kalan hayatını bana verip benden evvel berzaha gitmek için dua ediyor. Halbuki şimdi Nurlara onun hayatı daha ziyade faydalıdır. Bana nisbeten genç, faal bir kardeşim, benden sonra, kardeşlerim gibi vazife-i Nuriyemi yapıyorlar diye kemal-i istirahat-i kalple ecelimi beklerim.
Cenab-ı Hak, onun gibi çok fedakârları Nurlara kavuştursun.
…
Hem çok eski hem çok sadık hem çok muktedir, sebatkâr Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz Ahmed’in o medresenin üstadı olan merhum Hacı Hâfız’ın kerametli vefatına dair güzel, hazîn mektubunda, o Medrese-i Nuriye’nin şakirdlerinin, o merhum üstadlarına karşı gösterdikleri dindarane vaziyet ve yağmurun zahmet vermemek ve onları ıslatmamak ve üşütmemek için durması, iş bittikten sonra başlaması, o merhum zatın ruhuna büyük rahmetlerin nüzulüne emare…
Cenab-ı Hak o rahmet katreleri adedince ona ve onlara rahmet etsin, âmin!
***
Kastamonu’da sekiz sene mübarek mahdumu ve merhum refikasıyla Risale-i Nur’a fevkalâde bir sadakatle çalışan ve kalemiyle Risale-i Nur’a çok hizmet eden ve çokları Nur dairesine getiren ve hapishanede kendi gibi kahramanlardan olan Sadık Bey’le hem istirahatime hem Nur şakirdlerinin tesanüdüne ehemmiyetli hizmet eden ve Feyzi ve Emin ve İhsan ve Ahmedler gibi has kardeşlerimizle yine Kastamonu’da Nurlara hizmet eden “Küçük Şeyh” namında Hilmi Bey bana mektubunda, Nurcu olan refikasının vefatını bildiriyor. O merhume hakkında medar-ı şükrandır ki bir iki aydır, dualarımda Zehralar dediğim vakit, Hacerler de derdim; içinde o merhumeyi de niyet ediyordum. Vefatını bilmiyordum.
Cenab-ı Hak ona binler rahmet eylesin ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan etsin, âmin!
…
Risale-i Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan hocalardan ve Konya hocalarından başka sair hocalara, bugünlerde tashihat yaparken şiddetli bir hiddet bana geldi. Çünkü Arabî okumayan Nur şakirdlerinin fedakârları, Arabî bilmemesinden sehivler, hatalar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime hem şimdiki Ankara’da ve İstanbul’daki resmî hocalara bağırarak dedim:
“Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz hem medresenin mahsulü hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz. Belki de sizin lâkaytlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. İmam-ı Ali’nin (ra) âhir zamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz.” diye dehşetli bir itiraz kalbe gelirken birden kalbini bozmayan hocaları müdafaa etmek için üç mana ihtar edildi:
Birincisi: Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile hoca kısımlarının Risale-i Nur’dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla bîçare hocaları dairelerine çekip Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil; belki derd-i maişet veyahut o heyet-i ulemadaki büyük hocalara itimat edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayt kalıp ruhsatla amel etmeye kendine fetva buluyor.
İkinci Mana: Bu kadar dehşetli bir hücum ve tazyike maruz kalan Risale-i Nur şakirdlerini, evham yüzünden, güya Menemen ve Şeyh Said vakıaları gibi bir hâdisenin ihtimali var diye iki defa imha için hem perde altında eskiden beri düşmanlarım hem resmen kanun ve idare ve siyaset cihetinde merhametsiz bir surette bazı erkân-ı hükûmetin bizi iki defa hapis ve ittiham etmesi ve resmî ve gayr-ı resmî propagandalarla herkesi bizden ve Nurlardan ürkütmesiyle elbette hassas ve bir derece zayıf hocalara ehemmiyetli bir korku verip bir mazeret olur. Onun için ekseriyet değil; belki yalnız fevkalâde bir cesaret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar, Nurlar dairesine girip girmeyenleri de bir derece affettirdiler.
Üçüncü Mana: Şimdilik tehir edildi. Bazı hocalar “Minare kadar yüksek bir adamı” hem “Alnında okunacak bir yazı bulunacak.” hem “Birden eli bir su ile delinecek.” gibi hakikatin perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor; ona daha yanaşmıyor.
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nur’da buldukları öyle bir hakikattir ki hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat içine girmeyecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak; dünya maksatları ona karışmayacak tâ ki uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sadık nâşirlerine tam itimat edip imanlarını, zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.
Evet o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu hakikati, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksat taşımıyorlar; elbette o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır ve “İslâmiyet’te bir hakikatsizlik mi var?” diye daha evhama düşmeyecekler.
İki defadır, himmeti uzun, eli kısa Abdurrahman Salahaddin, Asâ-yı Musa’yı ve Zülfikar’ın bir kısmını Camiü’l-Ezhere göndermek istemiş, hilaf-ı me’mul olarak o lüzumlu ve ehemmiyetli yere bazı esbaba binaen gitmemiş. اَلْخَيْرُ فٖى مَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ kaidesince, belki ben o iki nüshaya bakmadığım ve tashih edemediğim için; o inceden inceye her şeyi tetkik eden ulema heyetine, tam bir tashih gördükten sonra hem tam Zülfikar ve Asâ-yı Musa beraber olarak gitmek münasiptir diye kalbime geldi. Belki ehemmiyetli ve ulemanın itirazını celbedecek sehivler içinde var. Onun için o iki risaleyi Salahaddin bana göndersin ki ben bakacağım. Sonra inşâallah hem tam Zülfikar’ı hem Asâ-yı Musa ile hem Tılsım mecmuası ile ehemmiyetli bir beyanname ile beraber göndereceğiz.
…
Üstadlarımdan birisi olan Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin (ks) mensuplarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllatif’in mektubundan anlaşılıyor ki bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet edecektir. Zaten ben bekliyordum ki Mevlevîlerden bazı Nur kahramanları çıksın. İnşâallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususi mektup yazmaya halim müsaade etmediği için gücenmesinler. Orada, Sabri ve mahdumları ve Nur şakirdlerine ve başta Hoca Vehbi Hazretleri olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.
***
Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeye ve مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmaya dair bir Nur şakirdi sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız.”
Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakiki ve hakikatli vârislerin eline bu malım geçse dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre her birisi maldan bir kısmına hakiki mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse emval-i uhrevî gibi her birisi umum o mala, o nur lambasına derecesine göre mâlik sayılır; her birisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur.
Mesela o emval, emval-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa binler Nurculara tevziatta, taksimatta yirmişer, yüzer altın düşebilir. Fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binaen her birine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.
Yine o şakird dedi ki: “Her bir has şakirdin, senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki o koca malı bütün birden alsın?”
Ben de dedim ki: İnşâallah tesanüdün sırr-ı azîmi ile –ki üç elifi tesanüdle yüz on bir kuvvetinde gösterdiği gibi– has şakirdlerin mabeynindeki tesanüd-ü hakikinin verdiği kuvvet, benim gibi bir bîçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlığından geri kalmayacaktır inşâallah.
***
Sava Medrese-i Nuriye kahramanlarından Mehmed Çavuş, benim için yazdığı Zülfikar’ı emniyet müdürünün elinde görmüş, demiş: “Benimdir, veriniz.” O da demiş ki: “Hoşuma gitti, bir iki hafta okuyacağım.” O da demiş: “Kalsın.”
Eğer münasip görseniz benim tarafımdan o emniyet müdürüne ve alan komisere deyiniz ki: Said size selâm edip benim hattım güzel olmadığı için o zat, benim için yazmış.
Ben Isparta’yı toprağıyla, taşıyla, bütün ahalisiyle mübarek gördüğümden oradaki hükûmete, hususan zabıtasına ciddi dost nazarıyla bakıyorum. Hususan çok tecrübelerle ve üç vilayet zabıtasının itirafıyla ve üç vilayet mahkemesinin müttefikan beraet kararıyla ve üç cemiyet-i ilmiyenin ve ehl-i vukufun tahsin ve takdirleriyle sabit olmuş ki Risale-i Nur eczaları ve şakirdleri, emniyet müdürünün ve zabıtanın vazifeleri olan asayiş ve idare ve inzibat ve ahlâksızlığa karşı, komiserlerden ziyade, serkeşleri itaate getirmek ve asayişi temin etmekte, manevî ve tam tesirli manevî inzibat memurlarıdır. Onun için zabıta, evhamla değil; kemal-i takdirle, emniyet müdürünün bakması gibi bakmalıdır. Çünkü o Zülfikar hakkında demiş: “Çok güzel, sevdim, okuyacağım; hoşuma gitti.” Her ne ise… Siz, daha ne münasip görürseniz öyle yaparsınız.
Hem emniyet müdürüne deyiniz ki kardeşimiz Said diyor: Eğer o Zülfikar tam hoşuna gitmişse o benimdir, ona hediye ediyorum. Hem onun gibi mühim olan Asâ-yı Musa’yı da ona hediye edeceğim.
Denizli’den ve Tavas’tan gelen güzel mektuplarına hususi cevap vermeye kat’iyen vaktim ve halim müsaade etmediğinden, hususi cevap vermediğimden gücenmesinler. Çakır Yusuf’un mektubundan tam ciddiyeti ve tam Hasan Feyzi’nin bir vârisi olduğunu gösteriyor.
…
Kardeşimiz ve Nur’un kumandanlarından Isparta Hulusi’si Re’fet Bey’in mübarek masumunun dokuz yaşında iken –bu derece– Risale-i Nur’dan Birinci Söz’ü yazması gösteriyor ki o mübarek Hüsnü, Safranbolu’nun on bir yaşındaki Hüsnü’sü gibi dahi masumların küçücük bir kahramanı olmaya namzettir. Cenab-ı Hak onu Nurlara bağışlasın ve muvaffak eylesin, âmin! İnşâallah yazdığı nüshayı sonra tashih edip göndereceğim.
***
Evvela: Eski Dâhiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umumîsi Hilmi Bey! Yirmi sene zarfında bir tek istida dâhiliye vekili iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski dâhiliye vekili hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir defa yine hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.
Sâniyen: Şimdi partinin kâtib-i umumîsi itibarıyla size bir hakikati beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur:
Sen kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyet-perverleri ve milliyet-perverleri, her şeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.
İkinci cereyan: Âlem-i İslâm’daki müstemlekatlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adâvete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa bu dehşetli planı değiştirip hariçteki âlem-i İslâm’ı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa hem o da çok istifade eder hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.
Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyet-perver, milliyet-perver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp üç dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehitlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılabcı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç dört adama verilse o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.
Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile ruh ve kalp ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfürû etse de kalben bağlanmaz.
Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum. Bu asrın Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.
Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları –hususan an’ane-i diniye hakkında– tamire çalışsanız hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyet-perver, hamiyet-perver namına müstahak olursunuz.
Râbian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir, yüz bin hamiyetçilik ve dünya-perestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez. Ve madem Kur’an, o idam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş. Ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları imana getiriyor. Ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur’u tahsin ve tasdik ve takdir edip iman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî olduğuna, Türk milletinden hususan mektep görmüş gençlerden yüz bin şahit gösterebilirim.
Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.
Küçük bir hâşiye:
Hilmi Bey! Tâli’in var. Ben, hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduayı niyet ettim, Hilmi Bey namında benim bir kardeşim ve Nur’un has bir şakirdini her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi Bey ismi âdeta şefaatçi oldu, beni men’etti; ben de o niyetten vazgeçtim. Senin beni tazip eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip o bedduadan vazgeçtim. Çok defa hayret ediyordum, bana bu kadar sebepsiz azap vermekle beraber sana hiddet etmiyordum. Demek, en sonunda seninle dost olacağız diye o hiss-i kable’l-vuku ile kalbe gelmiş.
Bu istida, yirmi seneden beri hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet zamanında bir defa olarak beni tazip eden dâhiliye vekili Hilmi’ye hitaben yazılmış, bera-yı malûmat Afyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Manasız, lüzumsuz dört beş defa bana sıkıntı verdiler. “Senin yazın böyle değil, kim sana böyle yazmış?” diye resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim: Böylelere müracaat edilmez, yirmi sene sükûtum haklı imiş.
***
Ey Emirdağ hükûmeti ve zabıtası! Bu hasbihali bir sene evvel yazmıştım. Fakat vermedim, sakladım. Şimdi beş cihetle kanunsuz, beni hususi ikametgâhımda bir hizmetçimi de men’ ve müdahale etmeleri gibi dünyada emsalsiz bir tarzda beni istibdad-ı mutlak altına alıyorlar. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, insafa gelmek fikriyle izhar ediyorum.
Dâhiliye Vekili ile hasbihalden bir parçadır
…
Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle kanunsuz bir gadre ve tazyike hedef olmuşum. Şöyle ki:
Hem şiddetli sû-i kasd eseri olarak zehirlenmeden hasta hem gayet zayıf, yetmiş bir yaşında ihtiyar hem kimsesiz, acınacak bir gurbette hem palto ve fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden fakirü’l-hal hem yirmi beş sene münzevi olmasından, binden ancak tam sadık bir adam ile görüşebilen bir merdüm-giriz, mütevahhiş hem yirmi sene hayatını ve eserlerini üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufu inceden inceye tetkikten sonra bi’l-ittifak beraetine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir masum hem eski harb-i umumîde ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlad-ı vatan hem şimdi bu milleti, bu vatanı, anarşilikten ve ecnebi ifsadlarından kurtarmak için meydandaki tesirli âsârıyla bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyet-perver; ve mahkemede yetmiş şahitle ispat edildiği gibi yirmi beş senede bir gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene Harb-i Umumî’ye bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini ispat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam hem âhiretine ve ihlasına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü âmmeden kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından ve medihlerinden çekinen, beğenmeyen bu bîçare Said’e; başta Dâhiliye Vekili olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ Zabıtasını musallat edip her gün bir ay haps-i münferid azabını çektirmek ve tecrid-i mutlak içinde tek başıyla bir haps-i münferidde durmaya mecbur etmek, hangi maslahatınız iktiza eder, hangi kanun bu dehşetli gadre müsaade eder diye hukuk-u umumiyeyi muhafaza eden adliyenin yüksek dairesi vasıtasıyla dâhiliye vekiline beyan ediyorum.
Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen
Said Nursî
***
Bu yakınlarda Üstadımızın yanına ehemmiyetli iki miralay (ikisi de jandarma kumandanlarından) bir de ehemmiyetli bir mebus (partinin müfettişlerinden) Üstadın yanına geldiler. Uzun bir sohbetten sonra, üçü de kemal-i teslimiyetle Üstada dostluğa karar verdiler. Ve birisi şimdiden Risale-i Nur talebesi olmuş. O mebus (müfettiş-i umumî) Eski Said’in dostu imiş. Gittikten sonra haber aldık ki bu zatın vasıtasıyla eski dâhiliye vekili ve şimdi partinin kâtib-i umumîsi olan Hilmi Bey, bilhassa hususi olarak Üstadın ziyaretine gelecek ve dostane bir surette görüşecek. Onun için Üstad da size gönderdiğimiz bu sureti aynen onun eline vermek, o mevzuda konuşmak için kaleme alınmış. Daha o gelmeden bera-yı malûmat size göndermeye Üstad bize izin verdi.
Hem Re’fet Bey’in mübarek mahdumu Hüsnü’nün küçük risalesinin âhirine duasını yazdı, onu da leffen gönderiyoruz. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki hem Nurcu hem ciddi dost hem mütedeyyin bir kaymakam, şimdi buraya kaymakam olmuş. Eskide size gönderilen “Dâhiliye Vekili ile Bir Hasbihal” namındaki parçayı dahi gönderiyoruz. Onu da Üstad ona okuyacak.
***
Kahraman Nazif’in ve Yakub Cemal’in, şimal-i garbîde üç devletin Kur’an’ı kabul etmesi Zülfikar’ın intişarına tevafuku ve geçen sene, Zülfikar çıkarsa dâhilen ve haricen büyük fütuhata vesile olacak hükmünü tasdik etmesi büyük bir fâl-i hayırdır diye biz de o iki kardeşimizin kanaatine iştirak ediyoruz. Bu fırtınalı ve ilhadlı asırda, biri gizli Alman, üçü aşikâr devletlerin, beşerin bu asırda Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmesi ve bilfiil kabul etmesi büyük bir hâdise-i Kur’aniyedir. Değil üç devlet belki yalnız on meşhur adam, on feylesof dahi –birden– uzak memleketlerde Kur’an’ı tasdik etmesi, bizlere ve âlem-i İslâm’a büyük bir müjde ve avam-ı ehl-i imana büyük bir kuvve-i maneviye temin eder.
Risale-i Nur’un Yirmi Dokuzuncu Mektup’unda Hücumat-ı Sitte ve Zeyli ve İşarat-ı Seb’a ve Telvihat-ı Tis’a gibi risalelerin rumuzat-ı Kur’aniye ve tevafukat-ı Nuriyeye karışık bir surette bulunmasının hikmeti, mahkemeler ve ehl-i vukufun susturulmasına ve bizi onlarla mes’ul etmemesine bir vesile olmaktı. Güya o rumuzat, o derin ince meseleler, lisan-ı hal ile onlara demiş: “İnsaf ediniz, Kur’an’ın bu derece esrarına çalışanlara ilişmeyiniz!” Şimdi ise o karışık vaziyeti hiç münasip değil. Çünkü o rumuzat ve tevafukata, yirmiden ancak birisi muhtaç olur, anlar. İçindeki öteki risalelere yirmiden on dokuzu muhtaç olup anlayabilir.
…
Buradaki Nur şakirdleri diyorlar ki: “Mu’cizeli Kur’an’ımıza üç sene Denizlili kardeşlerimiz baktılar; onlar müsaade etsinler, biz de üç ay bakacağız. Hem buradan İstanbul’a muhabere edip fotoğrafla Hizb-i Nuriye, Hizb-i Kur’aniye gibi tabına çalışacağız.”
***
İstanbul’daki Amerika sefiri vasıtasıyla Amerika’daki Müslüman heyetine Zülfikar’ı ve bir Asâ-yı Musa’yı göndermesini isteyen o dostumuz ve kardeşimize deyiniz ki:
Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika, buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde; buranın en büyük bir hâdisesi olan Risale-i Nur’u elbette arayacaktır.
Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.
Umum kardeşlerimize binler selâm ve selâmetlerine dua eden ve dualarını isteyen kardeşiniz…
***
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyoruz ki Medresetü’z-Zehranın erkânları, hakiki bir tesanüd ve sarsılmaz bir ittihat kerametiyle, bütün müşkülata ve manialara galebe edip Nur’un elmas Zülfikarlarını ve hârika mu’cizatlı hüccetlerini muhtaçlara yetiştirmeye muvaffak oluyorlar. Bu neticeye mukabil çektiğimiz zahmet bin derece ziyade olsa da ucuzdur, ehemmiyeti yoktur.
Kardeşimiz Re’fet’in mektubunda Münevvere, Nazmiye, Saim namında üç masumun üç ayda eliften başlayıp Kur’an-ı Hakîm’i hatmetmeye muvaffak olmalarından ve Kur’an dersiyle beraber Nur hakikatlerini ve hakaik-i imaniyeyi masumane, müştakane dinlemeleri için onları ve üstadlarını ve peder ve validelerini tebrik ediyoruz. Münevvere ve Nazmiye, Abdülbâki ve Mehmed Celal’in Nur hizmetinde noksan kalan vazifelerini inşâallah tekmil edecekler.
Bizi ve Risale-i Nur’u çok minnettar eden kahraman Burhan’ın mektubunda yazılan hastaya Cenab-ı Hak şifa versin ve kardeşimiz Zekâi’nin vefat eden validesine çok rahmet eylesin, âmin!
Nur’un erkânından ve hocalar kısmının yüzünü ak eden Nur’un santralı Sabri’nin mektubunda, merhum Hâfız Ali, Hasan Feyzi ve onların halefi ve vazifelerini gören Ahmed Fuad’ın, ihtiyar ve vazifesi bitmek üzere olan bu bîçare üstadlarına bedel ömrünü feda etmek, onun yerinde çabuk berzaha gitmek gibi; Sabri kardeşimiz de dördüncü olmak üzere ve ömrünü kabilse bana vermek, nefis ve kalbini ikna edip bana yazıyor. Ben, bu pek eski ve sarsılmaz ve Nurlar için hayatı çok faydalı kardeşime binler bârekellah deyip bana verdiği ömrünü kabul edip –ona aynen Ahmed Fuad gibi– o bâki kalan iki ömrümü, o iki kardeşime ve o iki yeni Said’e emanet verip benim bedelime hizmet-i imaniyede ve Nuriyede hizmet etsinler.
Ve onun mektubunda, Barla medrese-i Nuriyenin başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik’in halka-i tedrisinde Sıddık Süleyman’ın mahdumu Yusuf ve merhum Mustafa Çavuş’un ve Ahmed’in oğulları gibi Kur’an dersiyle Kur’an yazısını ve Nurları öğrenmesi ve Hulusi ve Hâfız Hakkı’nın Nurları şevk ile yazmaları, Barla’ya karşı benim ümidimi kuvvetlendirdiler ve derince bir ferah ve sürur verdiler. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin, âmin! Ve Tevfik’e tevfik refik eylesin, âmin!
Sabri’nin mektubu içinde, ben Barla’da iken bana çok hizmet eden ve çok defa hatırıma gelen Sıddık Süleyman’ın hemşirezadesi Hüseyin’in mektubu beni çok sevindirdi. Hem onun hakkındaki merakımı izale eyledi. Mâşâallah, tam Sıddık Süleyman’ın mahiyetinde eski alâkadarlığını muhafaza ediyor.
Hem Sabri’nin mektubuyla beraber Eğirdir Cire köyü Risale-i Nur talebelerinden Şükrü, Süleyman, Osman Çavuş’un samimi ve ciddi alâkalarını Nurlara karşı gösteren mektuplarına karşı “Bârekellah, Cenab-ı Hak sizleri muvaffak etsin.” deriz.
Kastamonu’nun Hüsrev’i ve Rüşdü’sü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in gönderdikleri benim Kastamonu’da kalan bir kısım risaleler emanetlerini aldım. Size gönderdiğim Asâ-yı Musa’nın lügatnamesini hasta olduğu halde çok güzel ve âlimane yazan, lügatnamenin başında güzel bir fıkra derceden ve bana da ayrı mektup yazan Risale-i Nur’un sır kâtibi Mehmed Feyzi’nin oraca çok müşkülat ve manialara rağmen, hârika sadakatini ve Nurlara faik alâkasını, sarsılmadan imana hizmetini birkaç cihette yapması gösteriyor ki o, küçük bir Hüsrev olduğu gibi tam bir Hasan Feyzi’dir.
Fakat ben orada iken çok ehemmiyetli ve enaniyetli bir sofi-meşrep eski memurlardan bir zat ve gayet mühim malûmatlı, dünya ile çok alâkadar ve siyasî ve tüccar bir hoca, bana karşı ilişmedikleri için ben de onları daire-i Nur’a celbetmeye çalışmadım, onlara da ilişmedim. Şimdi Mehmed Feyzi ise Kastamonu’yu onların nüfuzundan kurtarıp Denizli gibi muvaffak olamıyor. Hilmi, Sadık ve Ahmed Kureyşî gibi Nur’un kahramanları da köylerde bulunduğundan Feyzi’nin hizmeti bir derece hususi kalıyor. İnşâallah bir vakit tam muvaffak olurlar.
Kastamonu’nun Zehraları, Hacerleri, Lütfiyeleri, Ulviyeleri, Necmiyeleri başka bir sahada –hanımlar âleminde– Nur hizmetinde Feyzi’ye arkadaşlık ediyorlar.
Feyzi’nin mektubunda Risale-i Nur şakirdlerinin teşebbüsüyle resmî Kur’an mektebi açılıp en evvel Nur’un masumları ve hususan Emin’in mahdumları en evvel mektebe girip en evvel onlar Kur’an’ı hatmederek kısmen hıfza başlamaları cihetinde, onları ve pederlerini ve oradaki şakirdleri tebrik ediyoruz ve o masumlara binler bârekellah deriz.
İki defa Nur’un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra’nın Medresetü’z-Zehranın kâğıt masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrevler, Feyziler, Ahmedler bulunduğunu gösteriyor.
Kastamonu’da, Hâfız İhsan’ın imzasıyla ve Nur kahramanlarından Hilmi Bey ve Emin’in müşterek mektubunu aldım. Ben, bu iki eski ve kıymetli ve sarsılmaz ve metin o kardeşlerime ve İhsanlara ve oradaki Nur şakirdlerine çok hasretler ve iştiyaklarla selâm ediyorum. Ve hapiste bizimle beraber ve bize hapiste çok hizmet eden İhsan nerededir, merak ediyorum.
Safranbolu havalisi, hakikaten Mustafalar ve Ahmed Fuad (rh) ve Hıfzı (rh) ve Rahmi gibi hârika sadakat ve alâkadarlıkla; Kastamonu’daki sekiz sene bizim Nur hizmetimizin akîm kalmadığını ve Safranbolu da parlak bir medrese-i Nuriye olacağını maddeten ispat ediyorlar. Bu defa Mustafa Osman’ın mektubunda iki saat yakınındaki Karabük fabrikalar şehrinde bulunan yüzer genç ve işçilerde Nurlar fütuhat yapacağını bildirmekle, ehemmiyetli bir müjde telakki ediyoruz.
Nur’un küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin güzel mektuplarında, onların köylerinde Ahmed Fuad’ın ciddi gayretiyle ders vermesi ve Eflani nahiyesinin, Barla nahiyesi gibi bir medrese-i Nuriye hükmüne girdiğini ve ora ahalisi iştiyakla Nurları dinlemesi ve yeniden iki genç muallim daha eski yazı ile Nurlara girmesi ve çocukların huruf-u Kur’aniyeyi öğrenmeye başlaması ile Risale-i Nurları da yazmaya girmeleri, büyük bir fâl-i hayırdır. Cenab-ı Hak o masumları muvaffak etsin ve onların üstadları ve peder ve validelerinden razı olsun. Onlar, duada masumlar dairesine girdiler. Başta Ahmed Fuad, Mustafa ve Rahmi olarak, Eflani nahiyesini tebrik ediyoruz.
Nur’un küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda, eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel “Meyve”nin On Birinci Meselesi Hâtimesi ile ve Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harfle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri; hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.
…
Edhem Hoca namında Balıkesir’de muhacir ve Celaleddin-i Rumî’nin mensuplarından, yirmi seneye yakın köy hocalığı ve çocuklara Kur’an okutmakla meşgul ve şimdi de tam Risale-i Nur’a Balıkesir ve Kırkağaç havalisinde hizmet eden ve uzun mektubuyla korkak hocaları Nurlara davet eden ve cesaret veren ve “Balıkesir, Kırkağaç havalisi Nur şakirdleri namına, Sandıklı Alamescid Köy imamı İbrahim Edhem” imzasıyla yazdığı mektupta, çok ehemmiyetli ve güzel fıkraları var ve korkak hocalara tokatları var. O zatı cidden tebrik ediyorum. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. Hem ona hem mektubunda isimleri bulunan yeni ve çok Nurculara selâm ediyorum.
Onun uzun mektubunu, hastalığımdan tashih ve ıslah ve ta’dil edemedim. Hakkımda pek ziyade senalarını ya kaldırmak ya ta’dil etmek lâzımdır. Lâhika’ya girmek için suretini size gönderiyorum. İnşâallah Hasan Feyzi, Ahmed Fuad, muallimleri Nurlara sevk ettikleri gibi; bu gayretli kardeşimiz de hocaları Nurlara sevk edecek.
Ben Denizli Otelinde iken bana mahdumuyla ara sıra ekmek, ateş cihetinde hizmet eden ve Tahir Çavuşla bana mektup gönderen ekmekçi Mustafa’ya da selâm ediyorum.
Umuma binler selâm ve selâmetlerine dua ederiz.
***
Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’î kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?
Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyetine bakıp makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’î hüccetlerine dayanıp şahsımın maddî ve manevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor.
Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.
Bu hakikat için hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakiki, dinî makam ise Mektubat’ta İkinci Mektup’un âhirindeki kaideye göre “Şahsıma verdikleri manevî hediye olan kemalâtı, eğer hâşâ ben kendimi öyle bilsem olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.
Bir şey daha kaldı ki “Dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa daha iyi tesir eder.” denilebilir. Bunda da iki mani var:
Birisi: Faraza velayet olsa da bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafîdir. Nübüvvetin vereseleri olan sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.
İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.
Fakat bir nokta var ki mûcib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp, enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar. Güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur’an güneşinin menbaından nurları alıyor.
***
Alamescid köyü Hocası İbrahim Edhem’in hâlisane mektubuyla, ehemmiyetli ve Nur’un masum şakirdlerinin o mübarek hocanın dersinden tam hisse alan ve Nur dairesine giren altı küçücük masumların kendi kendilerine düşünüp hocalarına söyleyerek, altı pusula kendi kalemleriyle yazarak, bu ihtiyar, hasta Said’e, o masum mübarekler, ömürlerinden her biri bir kısmını vermesi, hakikaten gayet medar-ı hayret ve takdir bir hâdise-i Nuriyedir. Ben dahi o masumların o mübarek hediyelerini kabul edip yine o küçücük Saidlere hediye ederek, benim yerimde çalışmak için bağışlıyorum. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin. O küçücük Saidler ise işaretlerinden: İbrahim dokuz yaşında, Mustafa on bir yaşında, Halil İbrahim on iki yaşında, Emin Yılmaz on dört yaşında, Mehmed on bir yaşında, Abdullah on iki yaşlarındadır.
Medrese-i Nuriye kahramanlarından ve o medresenin üstad-ı mübareği merhum Hacı Hâfız’ın mahdumu ve vârisi Hâfız Mehmed’in, o medresenin umum şakirdleri namına yazdığı mektubunda “Nur’la iştigalin, ölümden başka her belaya, hastalıklara bir ilaç olduğu gibi; dehşetli ölümü de cennetin kapısı gösterip ehl-i imanı heyecanla şevke getiriyor.” diye fıkrası hakikat olduğuna pek çok hâdiseler var. Masum mahdumu da hâfızlığa başlaması, inşâallah muvaffak olacak; ceddinin ve pederinin mübarek hâfızlık unvanlarını daimleştirecek.
Medrese-i Nuriyenin elmas kalemli kahramanlarından Mustafa Yıldız’ın, sureten kısa ve manen uzun ve kıymetli mektubunda, Medrese-i Nuriyenin kahramanlarına havale edilen Sikke-i Gaybiye’nin yağlı kâğıda yazılmasını, üç dört hüdhüdün manen alkışlaması gösteriyor ki inşâallah Sikke-i Gaybiye medrese-i Nuriyede parlak bir tarzda çıkacak ve güzel fütuhat yapacak.
***
Kahraman Tahirî’nin gönderdiği kısa münâcat, sıhhatlidir. Fakat yalnız baştaki kısmın tercümesi var. Şimdi tam tercüme etmeye halim müsaade etmiyor, aynen yazılsın. Bu kısacık münâcat gösteriyor ki enaniyet-i nefsiye ve hissiyat-ı hayatiye, Risale-i Nur’un telifi zamanında hükmetmemişler, Nurların ihlas ve safiyetini bulandırmamışlar. Eski Harb-i Umumî’de daima şehit olmaya muntazır olduğumdan, İşaratü’l-İ’caz tefsiri tam hâlis yazıldığı gibi; bu münâcattaki tam rabıta-i mevtin kuvvetli tezahürü dahi Nurların safi ve hâlis bir mahiyet almasına vesile olmuş. İnşâallah hissiyat-ı nefsaniye karışmamış.
***
Nurların birinci medresesi olan ve ben ruhen çok alâkadar olduğum Barla’nın ehemmiyetli genç şakirdlerinden, aynen Denizli’den bana gelen Ahmed gibi Mehmed gibi bir Ahmed ve Mehmed buraya geldiler ki o eski zamanda en ziyade alâkadar olduğum ve bana sekiz sene sadakatle hizmet eden muhacir Hâfız Ahmed, Mustafa Çavuş hesabına merhum Mustafa Çavuş’un mahdumu Ahmed merhum pederi hesabına ve berber Mehmed ise kayınpederi merhum Muhacir Hâfız Ahmed bedeline ve Barla’daki Nur şakirdleri namına yanıma geldiler. Hakikaten ben Barla’ya ve o zamana gitmiş kadar sevindim. Mâşâallah Barla, birinci medrese-i Nuriye olduğunu hissetmeye başlamış. Ciddi bir intibah, bir alâkadarlık gösteriliyor. Hattâ eskiden Onuncu Söz’ü tabeden Hacı Bekir, benim orada oturduğum odayı, her bir masrafını deruhte edip satmaktan men’etmiş. Nur şakirdlerinin bir misafirhanesi hükmünde muhafaza edilmesini Barla’ya haber göndermiş.
Nur Santralı kardeşimiz Hoca Sabri’nin, eskiden beri onun gibi Nurcu refikasının ve mübarek mahdumu Nureddin’in (Yaşar) küçük bir mektuplarını aldım. Cenab-ı Hak, onlara sıhhat ve âfiyet ve saadet ihsan eylesin, âmin!
***