(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Sevgili Üstadım!
Bu fakir talebenize teselli veren mektubunuzu aldım ve ba’de’t-takbil okudum. Ruhumda hasıl olan manevî yaraların ızdırapları ile çok müteellim olurdum. Her şeyden ziyade hürmet ettiğiniz ve ehemmiyeti dolayısıyla pek fazla itina ettiğiniz şeair-i diniyemize ve sizi severek, hâhişle fîsebilillah emirlerinize itaat ederek, size koşan talebelerinize set çekmek suretiyle yapılan denâete ruhum sabredemiyordu. Bir an evvel Hâlık’ına ulaşmak isteyen ruhumda, azîm bir galeyan hissediyordum. Diğer taraftan da sizden malûmat alamadığım için ızdırapların altında fevka’l-had eziliyordum. Zalimlerin kahrı için dergâh-ı İlahîye iltica etmekle teselli bulmak isterken işte bu mektubunuz, kaza ve kadere razı olmak suretiyle teselli ihsan ediyordu. Ben de سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyerek kahr talebinde bulunmayı bırakıyorum.
Ey sevgili ve müşfik Üstadım! Her an duanıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem ruhen bir parça istirahat ediyorum. Fakat Üstadım ve kardeşlerim hesabına düşünürsem ızdırabım, yeisim birden bine çıkıyor. Ruhum feveran ediyor. Yine Cenab-ı Hak hesabına itaat etmek istemiyor.
Aziz Üstad! Âlem-i İslâm’a indirilen o azîm darbeler, âlem-i İslâm hesabına sizin omuzlarınıza isabet ettiğini biliyorum. Böyle olmakla beraber, ulvi ruhunuz, âlî hamiyetiniz, hadden efzûn sabrınız, daha pek çok ve pek güzel hasletleriniz üzerinde en bâriz izleri gözüken şefkatiniz, zalimler hakkında da hayır dua etmek oluyor.
Talebeniz Ahmed Hüsrev
***
(Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır.)
Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin, Cibril-i Emin vasıtasıyla, âhir zaman nebisi Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’e gönderilen ve bugüne kadar muhafaza edilen Kur’an-ı Hakîm’i hakikatiyle ve hak sözler ile Hakk’ın yaratmış olduğu kullarına tercümanlık eden ve Hakk’ın rızası için gece ve gündüz dua eden, hakiki saidden bir muhabbetname aldım ki o da Üstadım Efendimin mektubudur.
Ciddi ve samimi dostumuz ve kardeşimiz bulunan Âsım Bey’e vardığımda müjdeledi. Beş dakika kadar görüştüm. Ve göndermiş olduğunuz emanetleri alırken öyle sevindik ki bülbülün gül dalında seher vaktinde aşkından ağzından çıkarmış olduğu nağmeler gibi işittik. Onun için birbirimizle ne konuştuğumuzu bilemedik. Bildiğim şu kadar ki: Yalnız ayrılırken çok şükür Cenab-ı Allah’a, böyle envar-ı Kur’aniyeyi neşreden bir Üstadımız varken hiçbir vakit saadetimizden mahrum kalmayız diye bildik.
Babacan
***
(Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır.)
Aziz ve sevgili Üstadım!
Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki size mektup yazamadım. Her zaman olduğu gibi şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gelmiyormuş gibi bu hafta içinde işittiğim pek acı, elîm bir haber, bir sâıka gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki Üstadım yılanların hücumuna maruz kalmış.
Âh Üstadım! Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız? Bu mülhid mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır.
Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatin zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki tahribat ve istibdat haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. “Büyük felaketler, güler yüzlü intibahlar doğurur.” derler ki pek musîb bir söz. Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler istiklalini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû edecek.
Aziz Üstadım! Nâkıs kalemim, âciz lisanım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor. Hamdolsun, damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve imandan, irsen intikal etmiş bir mayadır.
Sevgili Üstadım! Öyle anlar geliyor ki hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müthiş zamanında hastalanan insaniyeti, manevî ilaçlarla tedavi etmeye çalışırken bize musallat olan hainlere mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma set çekmek için çekilecek mezahim ve meşakk-ı hayatın ind-i İlahîde makbuliyeti için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek… Bu fikir, fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.
Sevgili Üstadım! Şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi birkaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi dallı budaklı olarak işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek.
Sevgili Hocam! Siz herkes için beşeriyet için zararlı olan tahribat ve âfatın önünü almak için gece gündüz çalışınız, kendinizi tehlikeye atın da acı acı tahkirata maruz kalın. Hayır aziz Üstadım, hayır! Yüce dâhî, hayır! Sizin nasibiniz bu değil. Size verilecek mükâfat, bu olamaz. Bu haletler olsa olsa üç beş dinsizin, birtakım cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hale sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesbediyorsunuz. Siz aslâ ve kat’â müteessir olmayın. Ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan manevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün tâ nâmütenahî yürüyün. Gittiğiniz yerlerde, uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zayıf, pür-kusur, kemter bîçareler için de müebbed bir istirahat ve saadet yatağını hazırlayın.
Zekâi
***
(Zekâi’nin fıkrasıdır.)
Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasıl ki yaz günlerinin sıcak demlerinde bilumum nebatat yağmura ihtiyaç hissederse Zekâi de Üstadımın nasihatlerine ve telkinlerine öylece müştak ve muhtaçtır.
Üstadım, eyyam-ı mübareke pek çabuk gelip geçti. Benim gibi manevî yaralarından mecruh bîçareler, böyle mübarek günlerde, elbette kusurlarının affını ve meşru emellerinin husulünü, Hallak-ı âlem’den temenni ve niyaz etmişlerdir. Cenab-ı Allah mâh-ı gufranın kudsiyeti hürmetine kusurlarımızı aff u mağfiret eylesin, âmin!
Sevgili Üstadım, bu defa üç gün izinle Atabey’e gidip ebeveynimi ve âhiret dostlarımızı ziyaret ettim.
Âh Üstadım, bazen zahirî hâdisat insanı çok düşündürüyor. Gayr-ı ihtiyarî, ruhu garib ve rikkatle karışık bir ızdıraba düşürüyor. Bu anlarda hayatın kararsızlıklarından mütevellid yeis, bizi müteessir ediyor. Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.
Üstadım! Öyle zannediyorum ki âcizleri, hayatın ihtilata mecbur eden ahvalinden uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamayacak. İnşâallah duanızın himmetiyle, o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zâid değil midir?
Aziz Üstadım! Emsal-i kesîresiyle Üstadımızın riyaseti altında müşerref olmaklığımızı dilediğim iyd-i fıtrınızı tebrik vesilesiyle takdim-i ihtiramat eyler, muhterem ellerinizden ve ayaklarınızdan öperim, sevgili Üstadım.
Günahkâr talebeniz Zekâi
***
(Âhiret hemşirelerimden Müzeyyene’nin fıkrasıdır.)
Sevgili Üstadım!
İki aya yakın zamandan beri, gelen âhiret kardeşlerle selâmınızı alıyorsam da benim gibi âcize bir talebenin, sizin her vakit nurlu nasihatlerinizi dinlemeye ihtiyacı olduğundan dolayı, haftaları bütün mahzuniyetle geçiriyorum. Evet, zaman oluyor ki gözlerimden dökülen yaşları, nurlu risaleleri okumakla teskin ediyorum. Zaman oluyor, kalbim mütemadiyen ağlıyor. Hele şu mübarek ramazan, birkaç müfsidin kalbimize saldığı hançerin acısını kalben, bütün gün için için ağlamakla geçiriyoruz.
Nihayet aldığım bir haber üzerine, yine eskisi gibi âhiret kardeşlerimizin sizi ziyaret etmekten mahrum olmadıklarından memnun oldum. Yalnız mübarek ibadethanenin ve bütün ehl-i iştiyakın sizin duanızdan mahrum kaldığına çok acıyorum. Hattımın noksanlığı ve zayıflığı dolayısıyla risaleleri yazamadığımdan beni affediniz.
Şu zamanlarda dünyayı sevmez olduğumuz halde, kurtulamadığımıza çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, kimsesiz yerler ruhumuzun meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyoruz. Evet, bir şey arıyoruz. Heyhat!.. Aradığımız gün hem çok uzak hem çok yakın görülüyor. Daha ne kadar bu hal içerisinde çırpınacağız, diye feryat eden kardeşlerimizin hissiyatına bu âcize, bu fakire iştirak ediyorum.
Âcize talebeniz Müzeyyene
***
(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Senelerden beri zalimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu bîçare Müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu hücra köşelerde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallukatınızdan mahrum bir vaziyette, teali ve terakkisi için çalıştığınız cemiyet-i İslâmiye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azîm bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbimden yükselip gelen bir ses “Ağla hem çok ağla! Belki rahmet-i İlahiyenin nüzulü ve âlem-i İslâm’ın saadet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla!” diyor.
Bu anda kalp gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor.
Âh, sevgili Üstadım! Ehl-i gaflet gülerken, ehl-i ilhad nefsî müştehiyatları arkasında koşarken biz ne acı hayatlarla karşılaşıyoruz. Âh, sevgili Üstadım! Cenab-ı Hak bize saadet vermeyecek mi? Acaba bu gün daha çok uzayacak mı? İhtiyarsız kendime sorduğum bu suallere yine kendim cevap verirken, teenni ve sabır tavsiye ediyorum. Ve Sırr-ı İnna A’tayna tebşiratıyla müteselli oluyorum.
Ey kıymettar Üstadım! Sizin hüznünüze, huzurunuzda olduğum halde iştirakimi istiyordum. Öyle hissediyorum ki ruhen hiç de uzak değilim. Bazen kendimi unutuyorum. Güya kanatsız tayeran ediyor, koca çınar ağacının arasından girerek meclisinize dâhil oluyorum.
Sevgili Üstadım! Hâlık’ımdan ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Bey’le takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ’caz-ı Kur’an’ın sahifelerini açtıkça hakir talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat ve selâmet ve muvaffakıyetiniz için dua ederek el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Talebeniz Ahmed Hüsrev
***
(Sabri Efendi’nin fıkrasıdır.)
Dün Eğirdir’e gittim. Hulusi Bey’in ihlaslı ve sadakatli mektubunu getirdim. Nurani kalp ve ruhtan cûş eden şu mektubun muhteviyat ve münderecatını bu fakir de tekrar ederim. Kendi hesabıma takdim ediyorum. O muhterem kardeşime bedel fakire, mademki Üstad-ı Muhteremim sânî-i Hulusi ismini vermiş. O hâlis imza sahibinin halfinde bu fakir de görünse ifadatına iştirak etse irsiyet-i maneviyesi daha iyi, sabit ve zahir olur, emel-i âcizanesini esas gaye ve maksat bildim efendim.
Âciz talebeniz Sabri
***
(Aydınlı İsmail’in fıkrasıdır.)
Sizin tatlı Sözlerinizi yazmaya başladım ve yazmaya doyamıyorum. Ve sizin tatlı Sözlerinizi yazmaya başladığım anda, ruhumda bir ferahlık hissediyorum. Aynı zamanda sizi hiçbir türlü unutamıyorum. Ve daima sizin mektubunuzu yazmak istiyorum.
Talebeniz İsmail
***
(Aydın’da Doktor Şevket’in fıkrasıdır.)
Üstad-ı A’zamım Efendim!
Nurani ve çok kıymettar eserlerinizi okuduk. Nurlu ve feyizli eserlerinizin tesiriyle parlayan kasvetli kalplerimizle, siz Üstadımıza ebediyen minnettar ve medyun-u şükran bulunduğumuz gibi; risaleleri bizlere okutturmaya ve yazdırmaya sebep olan Hâfız Zühdü Efendi kardeşimizi de daima hayırla yâd etmekten kendimizi alamıyoruz. Kendilerine fiyat takdir edilemeyecek derecede kıymete mâlik bulunan muhterem risalelerinizi yazıp ikmal etmemize, Cenab-ı Hakk’ın bizi muvaffak kılması için Üstad-ı Ekremimizin dua ve himmetlerine muhtaç bulunuyoruz.
Talebeniz Doktor Şevket
***
(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Sevgili, müşfik Üstadım Efendim Hazretleri!
Arz-ı hürmet ve iştiyakla el ve ayaklarınızdan öperim. Hulusi Bey’in suallerine verilen cevaplara ait cihan-değer kıymetli, nurlu, feyizli sözlerinizi iki gün evvel aldım. Suallerin cevapları o kadar latîf idi ki ne okumaya doyabildim ve ne de idrakim kadar olsun hakkıyla kavrayabildim.
Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin makbulînden olduğu halde, hatasının ve her kitabında mühdî olamamasının esbabı, o kadar amîk bir şekilde ve o derece ince bir tarzda izah buyuruluyor ki bu âlî dersinizi sair kardeşlerimle beraber okudum. Dedim: “Aziz kardeşlerim, bu âlî dersten istifade ediyor, mühim bir şey anlıyorum fakat zübde edemiyorum, zihnimde toparlayamıyorum, siz ne dersiniz?”
Hazırûn dersimizin yüksekliğine işaret ederek İslâmiyet’in ardı ve arkası kesilmeyen hücumlara maruz kaldığı bir zamanda, bu nurlu eserlere kavuştuğumuzdan dolayı, binler teşekkür ettik. Bilhassa doktora verilen son cevap hâşiyesinin letafeti yüzümüzde âsârını göstermişti.
Bir taraftan hınzır etinin hurmeti esbabı, illeti gayet güzel bir surette izah edilmiş, diğer taraftan da âlî müfekkirenizden parlayan nurlarla hem de pek yakında dünyanın ufuklarında İslâmiyet’in güneşinin parlayacağına işaret buyuruyorsunuz. Cenab-ı Hak sizden hadsiz hesapsız razı olsun.
Sevgili Üstadım, âciz talebeniz bu aczi ile manevî himmetinize iltica ediyorum. Ve öyle ümit ediyorum ki Hallak-ı Kerîm’im beni ihtiyarım olmayarak istihdam ettiği bu vâdide, duanız himmeti ile inşâallah bir idrak ve bir kabiliyet ihsan buyuracaktır.
Hakir talebeniz Ahmed Hüsrev
***
(Said’in bir fıkrasıdır.)
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık, fedakâr ve vefadar kardeşim Kürt Bekir Bey!
Maatteessüf bilmecburiye nâhoş ve malayani sayılacak bir bahis söyleyeceğim. Fakat bu bahsim, hakiki hamiyet-perver Türkçülere karşı değil belki Frengîlik hesabına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecavizlere karşı söylüyorum. Şöyle ki:
Mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal ettikleri bir silahı şudur ki diyorlar: “Said Kürt’tür, bir Kürt’ün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.” Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine karşı değil belki safdillerin temiz kalpleri bunların sözleriyle bulanmamak için diyorum ki:
Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin evladına hizmetkâr etmiş ki dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur.
Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim.
Evet ben, bin gafil ve âmî Kürt’ü bir Türk olan Hulusi’ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürt’ü birer Türk olan Âsım ve Re’fet’e mukabil göremediğimi ve bir genç olan Hüsrev’i bin âmî Kürt’le değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvalime muttali olanlar tasdik ettikleri halde; Frengîlik namına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyet-perverlik suretinde ve hodfüruşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki: Ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi, binler Türk şahittirler. İşte bana Kürt diyen ve ittiham eden, zahir hamiyet-perverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler.
Bu firavuncukların enaniyetini kabartan mahviyetkârane söz söylemek caiz olmadığından bilmecburiye o mütekebbirlere karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izharı münasip olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenab-ı Hakk’ın affına güvenerek izhar ettim.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Said Nursî
***
(Zekâi’nin fıkrasıdır.)
Aziz Üstadım!
Bu elîm hâdisat hususunda sabır ve tevekkülden bahsetmek bilirim ki zaiddir. Esasen bizim gibi hayatın cüz’î ızdırabından âh u enîn eden kemterlere, sabır ve tevekkül gibi define-i saadet ve necatın kıymetini siz öğrettiniz. Hamdolsun, günden güne bu kelimelerin mefhumunu daha iyi kavrıyoruz ve takdir edebiliyoruz. İlk zamanlarda yani Nurlara çok uzak olduğumuz gaflet zamanlara, hayatta, hâdisatta, her şeyde (sabır ve tevekkül) bizlere zahiren acı ve kabil-i hazım değil gibi geliyordu, öyle görüyorduk. Fakat bu hususatı bihakkın telkin ve tenvir buyuran Üstadımızın irşadı, bizim nazarımızda sathî ve zahirî şeyleri silmektedir. Bu fakirin ve günahkârın en ziyade medar-ı süruru olan bir şey varsa o da ancak akıl ve fikir ve bahr-i muhit-i kebirden bir katre nisbetinde kalp gözüyle hakiki nurları görüp muvakkat bir an ve zaman için mütelezziz olmasıdır.
Sevgili Üstadım, hamdolsun kardeşlerimiz fikren ve ruhen hal-i terakkidedirler. İnşâallah, manen ve nazar-ı İlahîde de terakki ediyorlar. Yirmi Yedinci Mektup gittikçe coşan berrak bir şelale gibi çağlamaktadır. Yegâne arzum ve emelim tarîk-ı selâmet sâliklerinin kesretini ve elimizdeki mecmua-i hakaikin daha çok kıymetli ve temiz ellerde dolaştığını görmektir. İnşâallah zaman bu mukteza-yı hak ve hakikati icra edecektir. Âcizleri bu ümit ve intizar ile hayırlı âkıbeti Cenab-ı Hak’tan temenni ediyor ve şimdilik gayyur, sadık, müttaki ağabeylerim ve kardeşlerimin meziyetleriyle ve temiz kalpleriyle ve hüsn-ü niyetleriyle iftihar ediyorum.
Nurlarla, projektörlerle, semavî yıldızlarla ezelî bir iman gibi manevî toplarla mücehhez olan sefine-i maneviyemizin şu zamanın dalgalarından, kasırgalarından âzade kalmasını Cenab-ı Hallak-ı âlem’den yalvarırken müteveccih olduğumuz, hilkat-i âlemlere bâis ve bâdî olan iki cihan serveri, âcizlerin senedi Cenab-ı Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin ve etbaı ervahının sefinemizin erkân ve etbaıyla müttefik olduğu ümit ve imanını besliyorum.
Âcizleri ise manen her an zarar ve ziyan içinde bir taraftan ıslah-ı hal edememiş, hasara uğrayan mukaddes bilgilerin tashih ve takviyesine muhtaç, diğer taraftan nefsin hücumuna maruz ve huzuzatına müptela, öbür taraftan günahlarına mukabil olmayan cüz’î bir ubudiyetin saadet-i ebediyeyi bihakkın temine kâfi gelemeyeceğinden korkup kusurlarımın cezasının tahayyülünden an be-an müzmahilim. Bizler kendi ubudiyetimiz ve bu nâkıs hizmetimizle bize delil bir mürşid ve bir şefî olmadıkça saadet-i ebediyeye vâsıl olmak ne kadar uzak. Heyhat! Hayat-ı dünyeviye dümdüz değil. Hissiyat-ı beşeriye tebeddüle pek müstaid.
Aziz Üstadım! Mademki bizi talebeliğinize ve kardeşliğinize, hattâ kabule lâyık olmayan vatandaşlarınızı ve mecruhları huzurunuza ve arkadaşlığınıza kabul buyurdunuz. Ve bizim yaralarımıza deva olacak semavî eczahane-i kudsiyeden ilaçları bize gösteriyor ve istimal ediyorsunuz. Lütfen şu âciz talebelerinizin feryatlarına acıyarak bir an evvel bizi tedavi edin de yaralarımız kabuklansın, kurusun. Ondan sonra esas mühim vazifelerimizi îfa etmeye başlayalım. Bizim yaralarımıza deva olacak iksirler ve tiryaklar sizde mevcud iken, şifayı ve delâlet-i âliyelerini zat-ı fâzılanelerinden umarız.
Sefine-i maneviyenizin ilanat müvezzii talebeniz Zekâi
***
(Galib’in Farisî fıkrası. Keramat-ı Gavsiye münasebetiyle yazmış.)
كٖيسْتَمْ مَنْ چُو يَكٖى عَاجِز و بٖى تَاب و زَبُونْ § دِلْ حَزٖينْ سٖينَه پُرْ اٰلَام و سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ
اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارْ بَسٖى پُويَنْدَمْ § كَسْ نَمٖى بُودْ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهْنُمُونْ
سَالْهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرْ پَرٖيشَانْ بُودَمْ § نَه يَكٖى يَارِ مُوَافِقْ نَه يَكٖى جَامِ سُكُونْ
رَاهِ بِهْبُودِئِ مَنْ گُمْ شُدَه بُودْ اٰنْ بَاٰنْ § دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَب و رُوزْ فُزُونْ
عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُودَمْ شُدْ § هِمَّتِ زُمْرَۀِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَه نُمُونْ
چِه نَوَازِشْ كِه : دِلَمْ يَافْتَه دَرْ سَايَۀِ پٖيرْ § شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْ دَوْلَت و لُطْفَشْ مَاْمُونْ
بَخْتِ نَاسَازِ مَرَا سَازِئِ اِقْبَالْ رَسٖيدْ § دِلِ بٖيچَارَۀِ مَنْ شُدْ زِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ
نٖيسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَهْ لَعْل شَوَدْ دَرْ پٖيشَشْ § نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اٖينْ نَه فِسَانَه نَه فُسُونْ
دَرْ زَمٖينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِ تَجَلَّاىِ خُدَاسْتْ § پٖيشِشَانْ مَاضٖى و اٰتٖى هَمَه يَكْ نُقْطَۀِ نُونْ
اٰنْچِه مَاضٖيسْتْ بِخٰوانَنْد بَدِلْ هَمْچُو كِتَابْ § حَال و اٰتٖى هَمَه يَكْ شٖيوَه شَوَدْ كُفّ و كُمُونْ
دِلِ شَانْ اٰيٖينَۀِ اٰيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ § زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلِ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ
اٰنْچِه دٖيدَنْد و بِگُويَنْدْ خُدَا اٰمُوزَدْ § اٰلَت و قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ
هَانْ دَرْ نُسْخَۀِ تَوْرَاتْ ثَنَاىِ مَحْمُودْ § هَانْ دَرْ لَوْحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسٖيحَا اَفْزُونْ
وَصْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنْجٖيلَسْتْ § اٖينْ چِه بٖينِشْ هَمَه اَزْ وَحْىِ خُدَاىِ بٖيچُونْ
بَازْ دَرْ اَهْلِ وَلَايَتْ تُو بٖينٖى اٖينْ رَازْ § دَادَه اَزْ خَبَرِ اٰتٖى پَيَامِ مَقْرُونْ
خَبَرِ گُلْشَنٖى مٖى دَادْ جَلَالِ رُومٖى § شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرٖى دِهَدْ اَمْرِ يَكُونْ
اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقٖى خَبَرْ § مَنْ كُدَامَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادْ فُزُونْ
هَرْ يَكٖى گُفْتَه خَبَرْ رَمْز و اِشَارَتْ كَرْدَنْدْ § پٖيشِيَانْ اَزْ پَسِيَانْ دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ
بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَۀِ كُنْ فَيَكُونْ
پَسْ اِشَارَتْ دِهَدْ اَزْحَالَتِ اٰتِىِ جِهَانْ § هَرْ چِه دٖيدَسْتْ بِگُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ
گُفْت دَرْ نَظْمِ تَجَلّٰى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرٖيدْ § اَزْشَرّ و فِتْنَه نِگَهْبَانِ مُرٖيدَمْ مَاْمُونْ
كَرْدَه اَزْ فِتْنَۀِ جَنگٖيز و هُلَاگُو اِخْبَارْ § بِنْگَرَدْ لٖيكْ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ
خَبَرِ فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْرِ زِنُطْقَشْ پَيْدَا § يَافْتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَابِ يَقٖينْ سَرْ فُزُونْ
فِتْنَۀِ دَوْرِ كُنُونْ چُونْكِه زِحَدْ اَفْزُونَسْتْ § زِشِرَارِ شَرّ و فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ
اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْ جَيْبِ قَبَا مٖيكَرْدَنْدْ § عَرْصَۀِ دٖينْ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالٖى مَشْحُونْ
دٖيدَۀِ دَهْرْ نَدٖيدَسْتْ بَدٖينْ دَغْدَغَه هٖيچْ § مٖى رَوَدْ رُودِ فِرَاتْ خَلْق هَمَه تَشْنَه نُمُونْ
دَرْ هَمَه هٖيچْ عَصْر فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْر نَبُودْ § اَكْثَرِ خَلْق شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ
مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبْ اٖيجَادِ فِتَنْ مٖى كَرْدَنْدْ § زَهْرِ خَنْد نَكُنَدْ بَلْكِه بِگِرْيَدْ مَجْنُونْ
بَرْ بَدٖينْ فِتْنَه و شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعٖيدْ § جَبْهَه بِگِرِفْتْ خُوشَا مَرْدِ سَعَادَتْمَقْرُونْ
تٖيغِ سَرْ تٖيزْ شُدَه دَرْ كَفِ اُو چُونْكِه قَلَمْ § كِلْكِ اُو زُمْرَۀِ اِلْحَادْ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ
هَيْبَتِ دٖينْ زِگُفْتَارِ خُوشَشْ پَيْدَا شُدْ § هَرْكِه اٖينْ نُورْ نَبٖينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشْ دُونْ
كِلْكِ اُسْتَادْ اَزْ لَدُنْ بَسْطِ حَقَائِقْ مٖيكَرْدْ § تَا اَبَدْ اَزْ فَيْضِ عَيَانَشْ هَمَه جَانْ نُورِ عُيُونْ
بِفَرْمُودْ مَگَرْ حَضْرَتِ غَوْثْ § دَرْحَقِّ حَضْرَتِ اُسْتَادْ شَوَدْ اَصْلِ مُتُونْ ( لَا تَخَفْ قُلْهُ )
حَبَّذَا رَمْزِ كِه گُفْتْ حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § نِعْمَ ذَا نُطْقِ كِه كَرْدَسْتْ سَعٖيدْ سَعْدِ نُمُونْ
اٰنْ كِه دٖيدَسْتْ پَسَنْدَسْت بَيَانْ مٖى كَرْدَسْتْ § حَقْ پَسَنْدَسْت شَوَدْ تَشْنَۀِ فَيْضَشْ اَفْزُونْ
بَعْد زٖينْ غَالِبِ بٖيچَارَه دُعَا مٖى گُويٖيمْ § بَادْ رَاضٖى زِسَعٖيدْ ذَاتِ خُدَاىِ بٖيچُونْ
هِمَّتَشْ عَالٖى و فَيْضَشْ هَمَه اَعْلَا بَادَا § بِدِهَدْ حَضْرَتِ حَقْ نَشْئَۀِ غَيْرِ مَمْنُونْ
تَا فَلَكْ دَائِر و اٖينْ اَرْضْ هَمٖى شُدْ سَائِرْ § عَظَّمَ اللهُ لَهُ الْاَجْرَ وَ قَرَّتْهُ عُيُونْ
غَالِبْ
***
(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)
Otuz Birinci Mektup’un Dördüncü Lem’a’sı olan Minhacü’s-Sünne, elhak çok kıymettar ve emsali bulunmayan bir risale-i şerifedir. Takdir ve tahsine bihakkın elyak, medh ü senaya şayeste olup ne kadar medhedilse yine azdır. Her gören ve her okuyan ve dinleyen meftun oluyor. Hattâ meşrepçe Alevîlik, Sünnîlik cihetinde müfrit olanlar bile son derece takdir etmektedirler. Müfrit meşreplerin birbirine karşı adamları dahi hiç itiraz edemeyip münakaşa kapısı açamıyorlar.
Âsım
***
(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin meşrebini izah edip noksaniyetini beyan eden nurlu beyanatınızdan çok istifade ettim. O meseleye ait evvelki dersinizden anlayamadığım cümleler ve karanlık noktalar, bu defa başka bir tarza çevrilerek karşıma çıktığını hissettim. Ve güzel yüzlü hakikatlerini görmeye başladım. Elhak pek çok tefeyyüz ettim. Kardeşim Re’fet Bey’le beraber okuduk. Üstadımıza minnettarane teşekkürler ettik. Cenab-ı Hak, size lâyık olduğunuz ecr-i kesîri ihsan etsin, âmin!
Ahmed Hüsrev
***
(Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır.)
Ey benim ruh-u canım Üstadım Hazretleri!
Size karşı hakkıyla talebelik vazifesini îfa edemiyorum ve Risale-i Nur’a tam hizmet edemiyorum. Çünkü Risale-i Nur’la tezahür eden kuvvet ve kudret, zekâvet, esrar ve envarı düşündükçe, tefekkür ettikçe kendimden geçip bîhuş kalıyorum. Öyle yüksek yerlere çıkamıyorum. İnşâallah Cenab-ı Hakk’ın izniyle, kullarına bahşetmiş olduğu en kıymettar cevahirden bin kat ziyade kıymetli bulunan Kur’an-ı Hakîm’in sırlarını izhar eden risalelerden gücüm yettiği kadar istifadeye çalışacağım. Gündüz derd-i maişetle vakit bulamadığımdan gecenin bir kısmını o Nurlarla ışıklandıracağım.
O Nurları yazdıkça kalemim ve kalbim gayet şirin ve ruhanî bir sevinç hissediyorum. Cenab-ı Hakk’a nasıl hamd ve şükredeceğimi bilemiyorum. Bazen o Risale-i Nur’un envarına karşı ihtiyarım elimden gidiyor. Gafletli geçmiş zamanımı düşündükçe mahzun ve mükedder bulunuyorum. Bu Nurları bulduktan sonra istikbalimi gördükçe kahkaha ile gülüyorum, ferah oluyorum ve müferrah oluyorum. On beş senedir böyle bir hizmeti arzu ediyordum. Dünyanın çok safahat-ı hayatını ve zevkiyatını gördüm. Bu ebede karşı arzuyu tatmin ve işbâ etmiyordular.
İşte tam o arzuyu tatmin ve temin edecek gıdayı Risale-i Nur’da buldum, elhamdülillah. Şimdiye kadar nefsim dünyanın zahirî zevklerine kapılmış ve beni diğer bir âlemin zindanlarına kadar sevk etmeyi kurmuş ve bir derece muvaffak olmuştu ve bana binmişti. Şimdi وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ olan Cenab-ı Mevla ve Takaddes Hazretlerine hadsiz hamd ve şükrediyorum ki Said isminde bir zatın vasıtasıyla esrar-ı Kur’aniyeyi benim imdadıma yetiştirdi. Nefs-i emmarenin o beliyyesinden kurtuldum.
On beş senedir hakikate giden yolu aramak için çok kapılar çaldım. Çoklarında dünyaya ait ziynetleri gördüğümden geri çekildim fakat lillahi’l-hamd tam bir kapı buldum. Cenab-ı Hak beni o kapıya tam hizmetkâr yapıp sebat versin. Bu zulmetli asırda hakaik-i imaniyenin envarını neşreden Risale-i Nur, ne derece parlak olduğu ve herkese menfaatli bulunduğu inkâr edilmez. İnkâr edilse bilmemezlikten ve anlamamazlıktandır. “Anlayana sivrisinek saz gelir, anlamayana davul zurna az gelir.” Cenab-ı Hak gözlerimizin perdelerini kaldırsın, hakaiki hakkıyla bize göstersin, âmin!
Babacan Mehmed Ali
***
(Binbaşı Âsım Bey’in fıkrasıdır.)
Muhterem Üstadım Efendim!
Her defa olduğu gibi bu kere de nâmüstehak olduğum halde hakk-ı fakiranemde lütuf ve ibzal buyurulan iltifatat-ı bînihaye bu fakiri mest ediyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Ancak Cenab-ı Lemyezel Hazretlerinin lütuf ve kerem ve ihsanına hamd ve şükür ve sena ederek risale-i şerifelere sarılıyorum. Ve lezzet alıp siz Üstadımı karşımda ve yanımda bulup mütehayyir ve mütefekkir olarak bahr-i sürura dalıp gidiyorum. Ve bu halin devam ve tezyidini eltaf ve inayet-i Sübhaniyeden niyaz ediyorum.
Nasıl etmeyeyim? Yâ Hazret! Fakire bunca iltifattan başka hele bu defaki lütufnamelerinin başına birçok tavsiften sonra “Hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli arkadaşım ve tarîk-ı Hakta ve ebed yolunda enis yoldaşım” kelimat-ı latîfesi, bu cihan-kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bir kardeşinize karşı ibzal ve himmet buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretlerinin teveccüh, dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl iman etmeyeyim?
Nasıl ki bu defa Gavs-ı A’zam’ın ihbarat-ı gaybiyesi risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı A’zam, a’zam-ı aktab olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken bu defa bu kanaat, bu muhabbet tasdikimi kat-ender kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyh’e iman ve muhabbetimi habl-i metin ile bağladı. Nasıl bağlanmayayım? Bu keramet ve ihbar-ı gaybiyesi ki hakikat fışkıran ve ruha hayat bahşeden Sözler’i söyleyen, haber veren öyle bir sahib-i menba-ı keramat ve hakikat olan Hazret-i Gavs-ı A’zam, Üstadımın üstadıdır.
İşte bu keyfiyet, Üstadıma olan incizab, merbutiyet ve teslimimi bir kat daha tarsin etti ve yıkılmaz ve tahrip edilmez bir kale hükmünü aldırdı. Madem bu fakir, bu muhkem kaledeyim, hariçten ve hiç kimseden pervam yok. Ve haricin taarruz ve kıyamına da mukabil taarruz ve hücumlar his ve kuvvetini elde ettim. Lütuf ve inayet-i Bâri ile Gavs-ı A’zam’ın teveccüh ve duasıyla siz Üstadıma kavuştum. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
Bâri-i Teâlâ ve Takaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz eylerim ki âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endaz olayım ve buyurulduğu gibi “Sıddık, fedakâr, hakiki âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli arkadaşınız ve tarîk-ı Hakta ve ebed yolunda enis yoldaşınız” olmaya bihakkın kesb-i istihkak ve liyakat edeyim. وَ مِنَ اللهِ التَّوْفٖيقُ
Yâ Üstad-ı ekremim! Size yani Risale-i Nur’a hüsn-ü hat ve daha doğrusu tazim, tekrim, hürmet, samimiyet, muhabbet ve teslimiyetimin binde birini takdim edemiyorum. Âciz kalemim ve lisanım, hissiyat ve ruhumun tercümanı olamıyor.
Ruhumun siz Üstadıma karşı incizab ve meclubiyeti, yüzde beş şahsınıza karşı ise doksan beşi neşr-i envar-ı hakikat ve dellâllığında bulunduğunuz Kur’an-ı Hakîm şerefine tazim ve tekrimdir. Öyle kanaat ve imanım var ki sizin nur ve hakikat fışkıran Sözleriniz, Kur’an-ı Hakîm’den muktebes tefsiridir. Takdir, tahsin, medih ve sitayiş etmeyen ve muhabbet ve merbutiyet beslemeyen insan değildir ve daha doğrusu merdud-u İlahî ve Peygamberî olanlardır. Cenab-ı Hâlık-ı Lemyezel Hazretleri bu gibilere de tarîk-ı hakkı nasibedar eylesin, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.
Sevgili Üstadım! Hemşirenizin hastalığının had devresi geçmiş. Evvelce arz etmiştim, yüzde yirmisi mevcuddur. Henüz yataktan kalkmadı. Kuvvet ve iktidarı yok. Namaz kılabiliyorsa da vücudu titremekte ve ara sıra arızaya maruz kalmaktadır. Lehü’l-hamdü ve’l-minne, çok şükür Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremine ve bugününe. Mazinin sıkıntı ve elemi geçti. Hal-i hazırına şükür ve istikbale tevekkülle meşguldür.
Ve siz Üstadıma dualar ediyor ve diyor ki: “Şu nur ve hakikat-i Kur’aniye risale-i şerifeleri imdadıma yetişti.” Hele Otuz Birinci Mektup’un İkinci Lem’a’sındaki sabır ve tahammül ve şükür bahsine o kadar bağlanmıştır ki mezkûr risale-i şerifeyi evvel ve âhir ve bilhassa hastalığı sırasında müteaddiden fakire okutmuş ve Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena etmiş ve diğer Üçüncü Lem’a’yı ve sair risale-i şerifeleri okutup dinlemekte ve gözyaşları dökmektedir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
Bunlar ve diğer risale-i şerifeler hakikat fışkıran, nurlar saçan bir feyizdir. Şu kadar diyebilirim ki ehl-i dalalet ve bid’aların en ileri gidenleri ve mülhidlerin en şenîlerini bile imana getireceğine kanaatim var. Yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin.
Çok şükür sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena’im oluyoruz. Hele Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî Hazretlerinin keramat ve ihbarat-ı gaybiyesini hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup “Yâ Abdülkadir-i Geylanî! Yâ Veysel Karanî, meded!” diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa keramat ve ihbarat-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu. Bu risale-i şerife, fakire de ziyadesiyle tesir etti ve sürur gözyaşlarını akıttı ve akıtmakta. Sa’y ü gayret, mahmidet ve şevkimi artırdı. Şükrümü nasıl îfa edeceğimi bilemiyorum.
Hâlık-ı Lemyezel Hazretlerine karşı vazife-i ubudiyetim noksan, iki cihan serveri Seyyidi’l-mürselîn Fahr-i Âlem (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Efendimize karşı ümmetlik vazifesinde kusur ve noksanım ziyade ve hizmet-i Kur’aniyeye karşı bihakkın sa’y ü gayret ve çalışmakta kusur ve noksanım çok olmakla beraber, fakiri siz Üstadımla beraber bulundurup hâdim-i Kur’an kardeşlerle birleştirip hizmet-i Kur’aniyeden –velev ki bir bahr-i ummandan bir katre olsun– fakire hisse verilse kendimi mesud ve bahtiyar addederim. Hamd ü sena ve şükrüme hadd ü pâyan göremem.
Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin ve tasdik ediyorlar ve kanaat-i kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur’an’a şevk ve gayretleri tezayüd ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıpta ediyorlar. Cenab-ı Hâlık ümmet-i Muhammed’in kalplerine ilham versin, ruhlarını nurlandırsın, saadet-i dâreyn ihsan buyursun.
Kardeşiniz, fakir ve muhtaç Âsım
***
(Vezirzade Mustafa’nın fıkrasıdır.)
Üstadım!
Beş vakit namazdan sonra, hakk-ı fâzılanelerinize duacıyım ve duanızı rica ediyorum. Mesleğinize ve neşrettiğiniz Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı, dilimle beyan edemiyorum. Ben ümmiyim, sair kardeşlerim gibi ifade-i meram edemem. Fakat felillahi’l-hamd, kalp ve ruhum Risale-i Nur’un tesiratıyla intibaha gelmişler. Kalbimin intibahını rüyalarımla anlıyorum. Zaten bu gaflet ve zulmet zamanının yakaza âlemini, ağır bir uyku âlemi ve uyku âlemini ise bir derece yakaza âlemi görüyorum. Onun için siz Üstadıma karşı rüyalarımla size arz ediyorum.
İşte bir rüyamın hülâsası şudur ki: Bir camide sizinle beraber bulunuyoruz. Avlusunda bazı talebe arkadaşlarımla temizlik yapıyoruz. Bir otomobil zuhur etti. Mescidin yakınında duruyor. İçinde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bulunuyor. Sonra bir dere açıldı, fâsıla verdi. Tabirini siz Üstadıma havale ediyorum.
Yalnız ben bundan hissediyorum ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesini ihyaya çalışan ve neşreden Risale-i Nur, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın takdir ve tahsinine mazhar olmuş ki imdad-ı ruhanî ile camimiz olan bu vilayete manevî teşrif etti. Fakat ehl-i dalalet desiseleriyle, sünnet-i seniye hizmetkârlarını müşevveş ediyorlar. Üstadlarıyla görüşmemek için maniler teşkil ediyorlar.
İkinci rüyamın hülâsası şudur ki: Bir mezaristanın nihayetlerinde kesretli harmancıların buğday savurduğunu ve ileride iki kapılı muhkem bir kale gibi yapılmış bir saray içinde Hazret-i Gavs-ı Geylanî oturmuş, gayet kalabalık insanlar varmış, gördüm. Ziyaret ettim.
Tabirini siz Üstadıma havale edip fakat bundan hissediyorum ki mezaristan geçmiş zamandır. O harmanlardaki kesretli buğdayları savuran, bu zamandaki Risale-i Nur’un nâşirleri ve talebeleridir ki ruhların manevî rızkını yetiştiriyorlar. Hakikat tanelerini evham ve hayalat samanlarından tasfiye ediyorlar. Bu talebelerin üstadının en mühim bir üstadı olan Hazret-i Gavs-ı Geylanî, muhkem kale gibi bir sarayda oturduğunu ve onlara üstadlık ettiğini ve o etrafındaki kalabalık da ve kendi fazla meşguliyeti, keramet-i Gavsiyesiyle izhar ettiği gibi Risale-i Nur talebelerine karşı himmet ve duasıyla fazla meşgul olduğunu fehmediyorum.
Ümmi talebeniz Mustafa
***
(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)
Muhterem Üstadım!
Birinci, İkinci Sözler çok ellerde dolaştıkları için okunmaz bir halde idiler. Keza istinsah ettim. Kalbime geldi ki: “Acaba şu İslâm ve iman hücceti olan Sözler’de bir sırr-ı tevafuk var mı?” diye baktım, gördüm اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى dedim. Anladım ki risalelerde umumiyetle bir kitle-i i’caz ve Şems-i Sermedî’nin sönmez bir ziya-yı hakikati görünüyor.
Nasıl ki Kur’an-ı Hakîm bütün dünyaya, ins ve cinne bin küsur seneden beri nida edip düşmanlarını iskât ve dostlarını müferrah edip hükmü kıyamete kadar bâkidir. Öyle de Kur’an-ı Hakîm’in hakiki müfessiri olan Risale-i Nur ve eczaları, bu zulümatlı perdelerin altından kendilerini gösterip neşr-i envar ettikleri gibi inşâallah bir zaman olacak zulümat perdelerini yırtarak, bütün dünyaya hitap edip Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mu’cize-i bâhiresini ispat edecektir. Cenab-ı Hak ilâ yevmi’l-kıyam neşr-i envara hizmet eden hâdimlerinin teksirini ihsan buyursun.
Hâfız Ali
***