Hidayet-i Kur’aniyenin şuâından
Zerre
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Her şeyin bâtını zahirinden daha âlî, daha kâmil, daha latîf, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavî, şuurca daha tamdır. Ve zahirde görünen hayat, şuur, kemal vesaire ancak bâtından zahire süzülen zayıf bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın camid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur.
Evet, karnın (miden) evinden; cildin, gömleğinden ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakış ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Binaenaleyh âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefis ile baktığı için zahiri hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi; meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâni’in muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâni’in Vâhid-i Ehad olduğuna delâlet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muhtar’ın ihtiyarıyla, bir Mürîd’in iradesi ile, bir Alîm’in ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalatın en acibidir.
Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahî nişanlar dercedilmiştir ki göz ile okunur da nazar ile yani akıl ile görünmez.
İnsan nevinde şu tehalüf ile beraber buğday, üzüm, arı, karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığı güneş gibi aşikârdır. Mademki kesretin böyle uzak, ince, geniş ahval ve etvarında da tesadüfün müdahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak bir Hakîm’in kasdı ve bir Muhtar’ın ihtiyarı ve Semî’, Basîr bir Mürîd’in iradesinin daire-i tasarrufundadır.
“Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:
“Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelî’nin nakşı, mülkü olmuş olsa idi bu kadar miskin, bîçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâni’in kalemi çalışmış olsaydı bu kadar cahil, yetim, miskin olmazlardı.” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytan-ı insî!
Cenab-ı Hak, her şeye lâyıkını veriyor ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, in’amı bu kaideden hariç olsa idi senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.
Demek her şeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir. Kader, her şeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak’tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir.
Malûmdur ki dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile, hâkimiyet-i esmanın nizam ve tekabülüyle feyiz alınabilir. Maahâzâ şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâni’in gayet hakîm olduğuna yaptığı vuzuh-u delâlet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsulüdür ki istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor. Öyle bir in’am ve ihsanın kesifidir ki bütün hâcatına vâkıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki bünyesine lâzım ve münasip şeyleri bilir.
Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik’inden nasıl tegafül eder ve bütün cinayetlerini bilen, hâcatını gören, vaveylâlarını işiten Semî’, Basîr, Alîm, Mücîb olarak üstünde bir Rakib’in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?
Ey nefs-i emmare! Ne için kendini hariç tevehhüm ediyorsun? Eğer evamire imtisal dairesinden çıkarsan ya herkesin ayağını öpercesine müraat ve ihtiram etmeye mecbur olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek “zalim-i ale’l-küll” olacaksın. Bu yük ağırdır, taşıyamayacaksın. En iyisi, ecnebi olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki rahat edesin. Ve illâ sefineye binip yükünü arkasına alan ebleh adam gibi olacaksın.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir insanı yaratan Hâlık’ın, âlemi müştemilatıyla beraber yaratmasında bir bu’d, bir garabet yoktur. Zira bir insanın yaratılışı, içerisinde bulunan eşyanın yaratılmasından ibaret olduğu gibi âlemin de yaratılışı müştemilatının yaratılışından ibarettir. Ve keza insan, âleme bir enmuzec ve küçük bir fihristedir. Çünkü kavunun hâlıkı, çekirdeğinin hâlıkından başkası olması mümtenidir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdud, ömrünün günleri ma’dud ve her şeyin fânidir. Öyle ise şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki bâki kalsın.
Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler, iska edilip muhafaza edilirse ilâ-mâşâallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezalik senin o yüz senelik ömrün de şeriat suyu ile iska ve âhirete sarf edilirse âlem-i bekada ile’l-ebed semerelerinden istifade edeceksin.
Binaenaleyh semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa o adam, Hutame’ye (cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Evham, şübehat, dalalatın menşe ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlahiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fena olur. Sonra başlar bazı teviller ile o şeyi de Allah’ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o masuma da aksettirir.
Hülâsa: Nefs-i emmare, deve kuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya sofestaî gibi münakaşa edenleridir ki vekilleri birbirini reddeder. تَعَارَضَا تَسَاقَطَا kabîlinden “Hiçbirisi de hak değildir.” diye hükmeder.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silah vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır.
Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi görünmüyorlarsa da hayattadırlar diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor.
Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: “Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faydaları vardır.” diye müteselli oluyor. Mesela, ilim gibi “Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faydası vardır.” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.
Hülâsa: Nefis, deve kuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Halk-ı eşya hakkında “mûcibe-i külliye” sadık olmadığı takdirde “sâlibe-i külliye” sadık olur. Yani ya bütün eşyanın hâlıkı Allah’tır veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir. Çünkü eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak; tecezziyi kabul etmez bir külldür, bazıyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veya sâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhî hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh edna bir şeyde hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.
Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur. Zira Sâni’ vâhid-i hakiki olmazsa kesîr-i hakiki olacaktır. Kesîr-i hakiki ise gayr-ı mütenahîdir.
Maahâzâ nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, icab ettirenin vücubsuz olması muhaldir.
Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsan edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sâni’i gayr-ı kâmil olduğunu telakki etmek muhaldir.
Ve keza ayn’ı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek ancak basar ve basîretten mahrum olan adamın işidir.
Maahâzâ masnudaki kemalât, tamamen Sâni’deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman “Bu, kuş değildir.” der. Çünkü sinekteki şeyler onda yoktur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyle ise ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir zatın zikrine devam eyle ki devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesîm-i zikrine beden ol ki hayattar olasın. Esma-i İlahiyeden birisinin hayt-ı şuâıyla temessük et ki adem deryasına düşmeyesin.
Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zat-ı Kayyum’a dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da onun hazinesine at ki rahat olasın.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen kendi vücudunu yapmaya kādir değilsin. Ve elin onu icad etmekten kāsırdır. Başkaları dahi o işten âciz ve kāsırdırlar. İstersen tecrübe et bakalım. Şecere-i kelimat denilen bir lisanı veya muhaberat ve ezvak santralı olarak bir ağzı yap. Elbette yapamayacaksın. Öyle ise Allah’a şirk yapma! اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ
İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen âlem, İlahî bir dükkân ve bir mahzendir. İçerisinde envaen türlü türlü mensucat kumaşlar, me’kûlat yemekler, meşrubat şerbetler vardır. Bir kısmı kesif bir kısmı latîf, bir kısmı zâil bir kısmı daimî, bir kısmı katı bir lüb bir kısmı mayi ve hâkeza her çeşit bulunur. Lâkin bir kısmı icadî bir nescdir. Bir kısmı da tecelliyata bir nakıştır. Bir kısım felasifenin dalaletince, “İcad ile nakış birdir ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır.” derler, dalalete düşerler.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şirkine inkılab eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse tatile yani hâlıksızlığa incirar eder. El-iyazü billah!
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın hilkatinden maksat, mahfî hazine-i İlahiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî’ye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nurani olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir âyine olmaktır. Hakikaten semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan, hamlettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünkü o emanetin mazmunlarından biri de insanın sıfât-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir.
İnsanın hilkatinden maksat bu gibi şeyler olduğu halde, kısm-ı ekserisi perde olurlar, set olurlar. Vazifesi fetih ve açmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşir iken söndürüyor. Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Ve keza nur-u imanla Allah’a bakıp mülkü ona teslim etmekle itikaden mükellef iken “ene” rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ
İ’lem eyyühe’l-aziz! Ey nefis! Eğer takva ve amel-i salih ile Hâlık’ını razı etti isen halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âciz kullardır.
Maahâzâ ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafî olduğu gibi tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Vâcibü’l-vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi ef’alinde de benzemiyor. Çünkü Vâcibü’l-vücud’un kudretine nisbeten yakın uzak, az çok, küçük büyük, fert nevi, cüz küll aralarında fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-vücud’un ef’alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, mesela letafetine dikkat edilirse yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik insanın da istidadına bakılırsa vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi, ruhanî ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse en evvel insan bu âlemden daha latîf bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır.
Ve keza insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki insanlardan bir çekirdek var ki Cenab-ı Hak, şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki nev-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-enam Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Siyah ve beyaz nakışlar ile nakışlı bir amâme ile küre-i arzın kafasını saran, semavat ve arzın nâzım ve hâlıkı olan Allah’ın uluhiyetine lâyık mıdır ki âlemin bazı safahatını, miskin bir mümkine tevdi ve tefviz etsin. Arşın sahibinden maada, arşın altındaki şeylere bizzat tasarruf eden imkân dairesinde kimse var mıdır? Kellâ. Çünkü o kudret kısa ve kāsır olmayıp muhit bir kudret olduğundan açık bir yer, bir delik kalmıyor ki gayr müdahale etsin.
Maahâzâ ceberutiyet ve istiklaliyetin izzeti ve kendini sevdirmek ve tanıttırmak muhabbeti, gayra müsaade etmiyor ki arada ibadullahın enzarını kendine celbeden ismî bir vasıta bulunsun.
Maahâzâ küll ile cüzde, nevi ile fertte yapılan tasarrufat, birbirinin içinde mütedâhil ve yekdiğerine mütesanid olduğundan, o tasarrufları ayrı ayrı fâillere vermek mümkün değildir. Mesela, âlemin nizam, intizam ve tasarrufunda arzın tedbiri dâhildir. Arzın tedbirinde insanın da tedbiri dâhildir. Ve aynı zamanda bu tasarrufat yapılırken başka nevilerin de şuunatına bakılır. Ve hüceyrat-ı bedeniye ile zerrat dahi yaratılıyor. Ve hâkeza bütün bu tasarrufat bütün safahata aynı kudretle yapılır. Nasıl ki şemsin nurundan katre ve kabarcıklara varıncaya kadar hiçbir şey hariç kalmıyor. Bütün eşya o nur ile tenevvür ediyor.
Kezalik bütün tasarrufat, kudret-i ezeliyeye aittir. Başka bir şeyin müdahalesi yoktur. Küreden zerreye varıncaya kadar o kudretin tasarrufundan hariç değildir.
Hülâsa: Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden zat, senin ef’al ve a’malini mühmel, başıboş, hesapsız, kitapsız bırakmayarak “İmam-ı Mübin”de yazar. Ona göre muhaseben olacaktır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Her bir masnuda, her bir zerrede görünen tasarruf-u mutlak, kudret-i muhita ve hikmet-i basîrenin delâlet ve şehadetleriyle sabittir ki bütün eşyanın Sâni’i; vâhiddir, şeriki yoktur. Ne kudretinde inkısam var ne iktidar ve ihtiyarında tecezzi vardır. Binaenaleyh Sâni’ ancak Vâcibü’l-vücud olacaktır ki kaderin mizanıyla yürüyen kudretine bir nihayet yoktur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Sinek, örümcek, pire gibi küçük hayvanlar; fil, camus, deve gibi büyük hayvanlardan daha zeki, hilkatçe daha güzel, sanatça daha tam oldukları halde bunların ömrü kısa onlarınki uzun, bunların zahiren menfaatleri yok onlarınki var. İşte bu hal, hilkat-i eşyada Sâni’in külfeti olmadığına ve her şeyin vücuda gelmesi ancak “Kün” emriyle olduğuna bâhir bir bürhandır. يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ ۞ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
İ’lem eyyühe’l-aziz! وَ اللّٰهُ مِنْ وَرَٓائِهِمْ مُحٖيطٌ Evet Allah; ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir. Daire-i ihatasından hariç bir şey yoktur. Fakat insan cüz’î ve kısa zihniyle Allah’ın azametine ve şemsin etrafında seyyaratı tedvir ettiğine bakarken mesela, arı gibi küçük hayvanlar ile iştigal etmesini uzak görüyor. Çünkü Vâcibü’l-vücud’u, mümkine kıyas ediyor. Halbuki bu kıyasa göre küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünkü onlar da وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ kaziyesince Hâlıklarını tesbih etmekle, Allah’tan maada kimseyi Rab tanımıyorlar. Binaenaleyh büyüğün küçüğe tekebbür etmeye hakkı yoktur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Umumî olan bir in’am ile inayet-i şahsiye arasında münafat yok. Mesela, bir ziyafete yapılan umumî bir davet altında şahıslar da davet edilmiş olur. Yani bu ziyafet umumî olduğundan davet umumiyette kalır, şahıslar nazara alınmıyor, denilemez. Binaenaleyh Allah’ın nimetleri vakıf malı veya nehir suyu gibi umumî olup in’amında şahıslar kasdedilmemiş değildir. Ancak o umumiyette hususiyet de maksuddur. Binaenaleyh eşhas, o umumî in’amda kasdedilmediklerinden o nimetlere karşı şükretmeye mükellef olmadıklarına zehab etmek hatadır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Yarın seni zillet ve rezaletlere maruz bırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetini, bugün kemal-i izzet ve şerefle terk edersen pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü o, seni terk etmeden evvel sen, onu terk edersen hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet makûse olursa kaziye de makûse olur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanları da o çamur ile telvis ediyor. Ezcümle: Riyayı şan ve şeref ile telvis etmiş. İnsanları da o pis ahlâka sevk ediyor. Hakikaten insanlar o riyaya öyle alışmışlar ki şahıslara yaptıkları gibi milletlere hattâ unsurlara bile yapıyorlar. Gazeteleri o riyaya dellâl, tarihleri de alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “hamiyet-i cahiliye” unvanı altında unsurî hayatlara feda edilmektedir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) ispat eden delillerden biri de tevhiddir. Evet, meratibiyle tevhid bayrağını kâinatın en üst tepesi üstünde dikmiş olan ve enzar-ı âleme karşı makamlarıyla beraber tevhide dellâllık eden ve enbiyanın mücmel bıraktıkları hakaiki tafsilatıyla beyan eden ve açıklayan ancak ve ancak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Binaenaleyh tevhidin hakikat ve kuvveti nisbetinde nübüvvet-i Ahmediye (asm) hak ve hakikattir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, ziynetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni’inin celaline, Mâlik’inin iktidar ve kemalâtına intikal ile onun azametine secde-i hayret etsin.
Bu vazifeyi îfa edecek insandır. Çünkü insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma öyle bir istidadı vardır ki âleme bir enmuzec ve bir numune olmaya liyakati vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen küllî bir nevi şuur sahibi olur ki Sultan-ı ezel’in azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.
Evet maşukun hüsnü, âşığın nazarını istilzam ettiği gibi Nakkaş-ı Ezelî’nin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin. Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.
Kezalik bu âlemi şu kadar ziynetler ile nakışlar ile tezyin eden Mâlikü’l-mülk, elbette ve elbette o hârika, antika, mu’cize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâlî bırakmayacaktır.
İşte câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşya arasındaki tevafuk, Sâni’in Vâhid, Ehad olduğuna delâlet ettiği gibi aralarında bulunan muntazam tehalüf de Sâni’in Muhtar ve Hakîm olduğuna şehadet eder. Mesela, hayvanların bilhassa insanların esas azalarındaki tevafuk, bilhassa çift azalardaki temasül, Hâlık’ın vahdetine bürhan olduğu gibi keyfiyetler ve şekillerdeki tehalüf de Hâlık’ın ihtiyar ve hikmetine delâlet eder.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir. Ve keza hayatın icadında ille-i gaiyenin yalnız hayat olduğunu bilir. Cenab-ı Hakk’ın icad ettiği “hay”larda hedef ittihaz ettiği binlerce hikmetlerinden haberi yok.
Acaba imkân ve ihtimalden hariç midir ki âlemde görünen şu eşya-yı hârika daha garib, daha hârika ve daha mu’cize melekûtî, berzahî, misalî şeylere bazı numune ve bazı esaslar olmasın?
İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hak kâinatı teşkil eden zerratı, şeriat-ı fıtriyesine musahhar ve mutî ve evamir-i tekviniyesine de münkad ve mümtesil kılmıştır. Bir arı “Kün” emrine imtisalen matlub bir şekle girdiği gibi herhangi bir hayvan da aynı emre imtisalen irade edilen vaziyetlere girer.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Şems, kamer, yıldız, arz gibi ecramı kabzasında tutan kudret, o ecramı öyle bir suhuletle tanzim etmiştir ki dağılan tesbih tanelerini ipe dizen adam gibi ne bir acz görmüştür ve ne başkasının yardımına ihtiyaç olmuştur.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir katre su, bir deniz suyu ile müttehiddir. Çünkü ikisi de sudur. Nehir suyu ile de müttehiddir. Çünkü ikisinin de menşeleri semadır. Ve keza bir küçük balık, balina balığı ile müttehiddir. Çünkü unvanları birdir.
Kezalik esma-i İlahiyeden bir hüceyreye veya bir mikroba tecelli eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmaları birdir. Mesela, bütün kâinata taalluk ve tecelli eden Alîm ismiyle bir zerreye taalluk eden Hâlık ismi, müsemmada müttehiddirler. Hurma ağacına taalluk eden Musavvir ismiyle de semeresine taalluk ve tecelli eden Münşi ismi, müsemmada müttehiddirler. Zaten en büyük şeye tecelli eden isim ile en küçük bir şeye de tecelli etmemesi muhaldir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Mümkin unvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri, halleri değişir. Binaenaleyh mümkin olan bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atalette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü o şeyin istikbal halleri ademde kalır, yol bulup vücuda gelemez. Adem ise büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.
Binaenaleyh faaliyette lezzet olduğu gibi ahval ve şuunatta da bir tebeddül olup bu tahavvül ve tebeddülden neş’et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet, bir şeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasında gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücud da teceddüd eder.
***