Sekizinci Kısım
1950’den sonra
Üstad Said Nursî, Afyon Hapishanesinden 1949’da bir eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Yanında hizmetine bakan talebeleri de vardı.
Üstadın Afyon hapsinden sonraki hayatında ve hizmet-i Nuriyesinde şu surette bir inkişaf görünür:
Bu tarihe kadar Üstad, evinde geceleri hiç kimseyi bulundurmazdı. Akşamdan tâ kuşluk vaktine kadar kapısı kilitli olarak kalırdı.
Afyon hapsinden sonra ise sadık talebelerinden bazıları hususi hizmetinde kaldı. Üstadın odası daima ayrı idi. Ancak bir hizmet olduğu vakit yanına gelinebilirdi.
Afyon hapsinden sonra Üstad –kendi tabirince– bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu. Çünkü bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti, küllî bir inkişaf olacaktı. Üstadın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için yanına gelenler, bilhassa mektepli gençlerdendi. Rahmet-i İlahiye Afyon hapis musibetini çok cihetlerle rahmete çevirmişti.
Bir vech-i rahmet şu idi: Mahkeme günlerinde muhtelif vilayet ve kazalardan gelen Nur talebeleri birbiriyle tanışarak hem Üstad hem Risale-i Nur hem hizmet-i Nuriye hususunda malûmat sahibi olurlar ve uhrevî ve imanî olan ve rıza-yı İlahî uğrundaki Nur’dan kopup gelen samimi bir uhuvvet ile bir kuvve-i maneviye elde ederlerdi. Mahkeme günleri Üstad ve talebelerinin kahramanlar kafilesi olarak saf halinde mahkemeye gelişleri, mü’minlerin kalplerinde Allah için sonsuz bir muhabbet ve yakınlığa vesile oluyordu. Bu mahkemeler, iman ve İslâm davasına hizmet için medar-ı teşvik hükmüne geçiyordu. Din düşmanlarının rağmına olarak bu musibet, Risale-i Nur hizmet-i imaniyesini deruhte edecek ve onunla gaye-i hayat edecek fedakârları, kahramanları netice verdi. Yeni ve münevver Nur talebeleri meydana çıktılar.
Hapisten tahliyeden sonra, Üstadın evinin kapısı önünde bir iki polis daimî nöbet bekler ve yanına kimseyi sokmazlardı. Zaten hapis müddetince halka dehşet verecek şekilde yalan yanlış propagandalarla, Bedîüzzaman’ın imha edileceği gibi haberler etrafa yaydırılmıştı.
Üstad, Afyon’da iki ay kadar ikametten sonra Emirdağı’na geldi. Emirdağı’nda birçok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebeler îfa ettiler.
Afyon hapsinden sonra hizmet-i Nuriye nasıl cereyan etti?
Isparta’da teksir makinesiyle Nur mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti vechile tashihat ile meşguldü. Yalnız hapisten sonra hizmet-i Nuriye birkaç kısma inkısam etmişti yalnız teksir ile ve el yazısı ile neşre münhasır olmuyordu. Bu zamanlardaki hizmet safhaları şu suretle ifade olunabilir:
1- Muhtelif vilayet, kasaba ve köylerdeki Nur talebeleri, bulundukları muhitlerinde Nurları okumak, yazmak, okutmak ve neşrine çalışmak.
2- Isparta ve İnebolu’da, teksir makinesiyle Nur Risalelerinin mecmualar halinde teksiri ve etrafa neşri.
3- Ankara ve İstanbul’da, muhtelif halk tabakaları arasında, hususan üniversite ve diğer mektep talebeleri, gençler, memurlar ve hanımlar arasında Nurların yayılması, okunması, Risale-i Nur davasına çokların yakın manevî alâkaları. Bunlardan hâlis fedakârlar ve iman hâdimlerinin çıkması. Nur-u imanın, bu iki büyük merkezde hararetle inkişafı.
4- Kitapların iadesi ve yeniden bazı yerlerde Nurlara ve talebelerine ilişmek dolayısıyla resmî makamlarla münasebet. Risale-i Nur’un, vatan ve milletin nesl-i âtinin saadetine vesilesi cihetinin duyurulması, ispat edilmesi; yeni Türk Hükûmetinin, Kur’an’ın bu yeni ve ekmel nuruna takdirle bakması; en modern neşir vasıtasıyla hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâm’a ve insaniyete duyurulmasının temini.
5- Şark Vilayetlerinde Risale-i Nur’un intişarı.
İşte Said Nursî, Afyon hapsinden tahliye edilip Emirdağı’na geldiği zaman, nazarındaki hizmet safhaları bu surette idi ve merkez-i hükûmetle de hizmet itibarıyla alâkadardı. Bu zamana kadar Nur hizmeti ancak risalelerin yazılıp çoğaltılmasına münhasırdı. Üstad, tâ Barla’dan beri daima has talebeleriyle, Nurların neşrine çalışanlarla görüşmüş, onları hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşci etmişti. Bu tarihten sonra mektepliler ve memurlar Nurlara müteveccih oldular. Nur hizmetini hayatlarının gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, millet ve İslâmiyet’e en büyük faydayı temin eden talebeler meydana çıkarak hizmete başladılar.
***
Afyon Mahkemesinin Risale-i Nur’u müsadere kararını, Mahkeme-i Temyiz esastan bozdu. Bozma kararında ileri sürdüğü sebeplerden birisi: Kararnamede suç unsuru gösterilen risalelerin, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde beraet eden eserlerden olup olmadığının zikredilmediği; şayet beraet edip iade edilen eserlerden ise kararın yanlış olacağı hem Temyiz’in tasdikinden geçip kaziye-i muhkeme haline gelen bir davanın yeniden taht-ı muhakemeye alınışının kanuna uygunsuz olduğudur.
Temyiz’in bozma kararından sonra Afyon’da tekrar duruşma başladı. Bu şekilde mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti Hükûmeti, umumî af ilan etti. Afyon Mahkemesi de af kanununun daire-i şümulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı. (Hâşiye[1])
***
Afyon hâdisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi, Said Nursî’den iki takım Risale-i Nur eserlerini; bir takımını Diyanet İşleri Kütüphanesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hâdisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ’a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed Hamdi’ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı:
Muhterem Ahmed Hamdi Efendi!
Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zatınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tabi ve azîmet-i şer’iyeyi bırakan fikirlerine, benim fikirlerim muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara hem sana hiddet ederdim. “Neden azîmeti terk edip ruhsata tabi oluyorlar?” diye Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Üç dört sene evvel kalbime, size karşı tenkitkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:
“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ehvenü’ş-şer düsturuyla bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarf edip tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı ruhsatlarına ve kusurlarına inşâallah keffaret olur.” diye kalbime şiddetle ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakiki uhuvvet nazarıyla bakmaya başladım.
Onun için benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım, vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle Nurlara, benim bedelime hakiki sahip ve hâmi ve muhafız olacağınızı düşünerek ve üç sene evvel sizin ısrarla bir takım Risale-i Nur’u istemenize binaen vermek niyet etmiştim. Şimdi hem mükemmel değil hem tamamı değil, Nur şakirdlerinden üç zatın on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için şiddetli hastalığım içinde bir derece tashih ettim.
Bu üç zatın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim. Buna mukabil onun manevî fiyatı üç şeydir:
Birincisi: Siz –mümkün olduğu kadar– Diyanet Riyasetinin şubelerine, mümkünse eski harf, değilse yeni harf ile ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi otuz tane teksir ederek göndermektir. Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir.
İkincisi: Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası hem başları hem şakirdlerisiniz, onlar sizin hakiki malınızdır.
Üçüncüsü: Tevafuklu Kur’an’ımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tabedilsin ki tevafuktaki lem’a-i i’caziye görünsün.
Said Nursî
***
Bedîüzzaman Said Nursî’nin ve talebelerinin 1950’den sonra yazdığı mektuplardan bazıları
Demokratların Ezan-ı Muhammedîyi Arapça Olarak Okunmasına Müsaade Etmeleri Dolayısıyla Yazılan Bir Hasbihal
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvela: Hem sizin hem bu memleketin hem âlem-i İslâm’ın mühim bayramlarının mukaddimesi ve bu memlekette şeair-i İslâmiyenin parlamasının bir müjdecisi olan ezan-ı Muhammedînin kemal-i ferahla on binler minarelerde okunmasını tebrik ediyoruz. Ve seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran ramazan-ı şerifteki ibadet ve dualarınızın makbuliyetine âmin diyerek rahmet-i İlahiyeden her bir gece-i ramazan bir Leyle-i Kadir hükmünde sizlere sevap kazandırmasını niyaz ediyoruz. Bu ramazanda şiddetli zafiyet ve hastalığımdan tam çalışamadığımdan sizlerden manevî yardım rica ediyorum.
Said Nursî
***
Nur Kahramanı Hüsrev’in Bir Mektubudur.
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Âlem-i İslâm merkezlerindeki mübarek Müslüman kardeşlere!
Sizleri, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Eserleriyle fuhûl-ü ulemanın ve fuhûl-ü müfessirînin en yükseği olan Bedîüzzaman Hazretlerine, kıymettar ve mübarek bir mücahid âlim tarafından yazılmış olan bir tebriği takdim etmiştik.
Bedîüzzaman Hazretlerinin bizlere yazdığı cevabî mektuplarında o kıymettar, bînazir Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, sizleri binlerle tebrik etmiş ve Anadolu’da Kur’an ve iman kahramanlarının halefleri olan Nurcularla, Arabistan’daki hakikat-i Kur’aniyeye müteveccih İslâmları, iki kardeş olarak hizbü’l-Kur’an’ın dairesi içinde çok saflardan iki mütevafık ve müterafık saf teşkil ettiklerini müjdelemiş ve o mü’min kardeşlerimizin Risale-i Nur’la ciddi alâkalarıyla beraber, bir kısmını Arapçaya tercüme edip neşretmek niyetlerinizden fevkalâde memnun olduklarını ve mübarek İslâm cemaatlerinin Urfa’daki Nur şakirdleriyle ve Nur eczalarıyla himayetkârane alâkadar olmasını yazmaklığımızı bizlere emretmiş bulunuyorlar.
Ey aziz ve necip kavm-i Arab’ın nurani azaları! Tarihin a’makına gömülen ve maziden istikbale atlayan ecdadlarımıza, bu millet-i İslâm’ı parçalamak için bin dört yüz seneden beri hücum eden küffar orduları, en nihayet Birinci Harb-i Umumî’de emellerine muvaffak oldular. Türk ve Arap iki hakiki Müslüman kardeşin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok desiselerle, yalanlarla söndürdüler. Ehl-i İslâm’ın ve nev-i beşerin medar-ı fahri ve bütün mevcudatın sebeb-i hilkati ve bütün füyuzat-ı İlahiyenin mazharı o âlî Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’sına yüzler sürmek için pek büyük bir iştiyakı kalplerinde yaşattıklarına tahammül edemediler. O âlî Peygamber-i zîşanın küçücük bir iltifatına mazhar olmak için ruhlarına varıncaya kadar her şeylerini feda ettiklerini hazmedemediler. 1400 seneden beri zeminin yüzünde, zamanın sahifeleri üzerinde ve şehitlerin ve gazilerin beyaz kılınç kalemleriyle kırmızı mürekkebleriyle yazıp tarihe emanet bıraktıkları medar-ı iftiharları muhteşem yazılarını, Müslümanlara unutturmak istediler. Bu azimle yürüyen o amansız düşmanlar, pek acı işkenceler altında ezdikleri Türk ve Arap bu iki kardeşi, bir daha ittihat etmemek için en müthiş muahedelerin zincirleriyle bağladılar. Çelik zincirler altında senelerle inlettirdiler. Her türlü şenaati Müslümanlığa icra ettiler.
Heyhat! İnayet-i İlahiyenin tekrar yâr olacağını, Risale-i Nur gibi pek büyük ve pek hârika bir tefsir-i Kur’an’la ve onun âlî müellifi Bedîüzzaman’la, Müslümanlığın büyük zaferini bilemediler ve göremediler. O eserler ki vahdaniyet-i İlahiye ile risalet-i Muhammediyeyi (asm) ve hakikat-i haşriyeyi o kadar kuvvetli ve hakikatli bürhanlarla o kadar parlak bir surette ispat ediyor ki şimdiye kadar hiçbir feylesof, hiçbir âlim karşısına çıkıp itiraz edememiş.
Biz Türkler, seyyidleri kesretle içinde bulunan ve necip kavm-i Arap olan sizlere ve sizin ecdadlarınız olan sahabe-i güzine, Allah namına, Peygamber-i zîşan hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âlî Peygamber-i zîşan için ve onun âlî dini için başta ruhumuz ve her şeyimizi fedaya hazırız.
Cenab-ı Hakk’ın lütf u kereminden büyük bir ümit ile yalvarıp istiyoruz ki sevgili Üstadımız Bedîüzzaman Hazretlerinin verdikleri haber-i beşaretle, Türk ve Arap iki hakiki kardeş millet inşâallah yakın bir âtide ittihat edecek. Ve o ittihat sayesinde, o müthiş düşmanların Müslümanlar içine saçtıkları fesat tohumları kendi yüzlerine atılacak. Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile nev-i beşerin başına geçip sulh ve müsalemet-i umumiyeyi temin edecek, inşâallah.
Risale-i Nur’un âciz bir şakirdi
Hüsrev
***
Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için o surî konuşmak yerine bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.
Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum:
Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.
Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bi’l-misile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.
Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp masumları himaye için canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:
Mesela, bir hanede veya bir gemide bir masum ile on cani bulunsa hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için gemiye ve haneye ilişmemek lâzım tâ ki masum çıkıncaya kadar.
İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on cani yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahiyyenin celbine vesile olur.
Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakiki dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.
İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.
Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidane bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet olmaz, esasıyla de bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.
Şimdi Adnan Menderes gibi “İslâmiyet’in ve dinin icablarını yerine getireceğiz.” diye ve mezkûr iki kanun-u esasiyeye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.
Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak bir cani yüzünden kırk masumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.
İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp –evvelkisi gibi– bir cani yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara hem hükûmet aleyhine hem bîçare Türkler aleyhine hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakiki kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.
Mesela, İslâmiyet milliyeti ile dört yüz milyon hakiki kardeşin her gün اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ dua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine ırkçılık; dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana hem hükûmete hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatadan çekinirler.
Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsâr ile tahakkuk ediyor. Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’aniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi size de yükleyecekler. Hem size hem vatana hem millete telafi edilmeyecek bir tehlike olur.
Cenab-ı Hak, sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin, diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.
Üçüncüsü: İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatidir. Yani hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.
Hattâ en bedevî taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde o dâhildeki düşmanlığı unutup hariçteki düşman def’oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor.
Hattâ bir salih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük salih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.
Hem şimdi birisi hem ramazan-ı şerife hem şeair-i İslâmiyeye hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki küfre rıza küfür olduğu gibi dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir. Bu acib halin sırrını gördüm ki kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha cani görmek ve göstermek istiyorlar.
İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû-i kasd hükmündedir.
Daha yazacaktım fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.
Said Nursî
***
Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatin hâşiyesini takdim ediyoruz:
Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî Meselesi’ni, dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm’ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:
Ezan-ı Muhammedînin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve hâlen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilan etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahatleri onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.
Said Nursî
***
Ankara’daki Nur Talebelerinin Bir Mektubu
Aziz, sıddık kardeşlerimiz!
Mektubunuzdan, İslâm güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet aleyhine, İslâmiyet zararına mütecaviz fikir neşreden ehl-i küfrün tahriblerini tamir için ortaya atılan Risale-i Nur’un –sizlerin mektubunuzdan– gençlerin arasına yayıldığını sezdik. Ebedî hayat yolunun hakperest yolcuları, hayalî boş lafları terk edip Risale-i Nur’la küfür tohumlarını eriteceklerdir. Nur’un talebeleri, ehl-i kalp ve imanın hakiki kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektupları, bizlere hız veriyor ve verecek.
Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur, bize dalalette kalmanın ve küfürle mücadele etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor. Komünistliğin, anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur’a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. Bu en baş ve en ehemmiyetli en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek isteyen en ağır hücumlar dahi bizlerin hızını arttıracaktır.
Risale-i Nur bize öğretiyor ve ispat ediyor ki: Bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nisbette memnun edilirler. Demek ki şimdi en esaslı vazifemiz: Bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin; karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalplerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nur’un dellâllığını yapmaktır.
Bilhassa ve bilhassa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki en başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur’an ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o hârika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir. İşte bu nimet-i uzmaya nâil olan her genç ve herkes; bire yüz, bin kuvvetinde kendine, vatan ve milletine faydalı olur. Vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir.
Bunun için başta Hazret-i Üstadımız Bedîüzzaman ve onun hakiki ve ihlaslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki Risale-i Nur’un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım; dikkat, tefekkür ve ihlasla okuyalım. Kur’an ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım.
Risale-i Nur’un bu asırdaki makbuliyetine işaret eden deliller fazlasıyla mevcud olduğuna göre, insaf sahibi her mü’min kardeşimiz, onun tabiî bir yardımcısıdır.
Hem madem Risale-i Nur, bu asra has hususiyetler taşıyor. Hem madem binlerce âlimlerin takdirleriyle karşılanıyor. Hem madem Kur’an’ın dellâllığını yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakiki prensiplerle, bütün hayatını iman ve İslâmiyet’e vakfetmiş, dünyevî hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna çalışmıştır. Hem madem bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de iman ve İslâmiyet’e Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî menfaat peşinde değildirler. Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen ispat etmişler. Hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine hakiki, mantıkî cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar. Hem her ihtiyacımıza Kur’an cevap veriyor, onda lâzım olan her hakikat sarîh olarak vardır. Ve madem Kur’an en güzel şekilde ders veren Allah’ın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir.
Öyle ise bu hazine-i rahmeti ve menba-ı hakikati ders veren ve hakiki surette gençliğin ve avamın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nur’u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsait vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve yazmak, en büyük ibadet ve zevk kaynağıdır. Hal ve istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla alacağı gayet nâfi’ ve vâfi bir ilaç ve bir tiryaktır, bir manevî kurtarıcıdır. Bu kat’î hakikatler meydanda iken ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı Risale-i Nur’u tetkik etmemek, alâkadar olmamak ancak gafletin eseri olabilir.
Hem kim hakikat peşinde koşuyorsa Risale-i Nur’dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, hakiki saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derk edecektir diye biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur’an-ı Hakîm’in nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.
Madem İslâm âlimleri –hadîs-i şerife göre– dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça peygamberlerin en emin vârisleridirler. Biz de Risale-i Nur’u, onun tam vârisi biliyoruz. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, hakiki vâris olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Onun karşısına çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir. Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim ve hak erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerîm olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşâallah uzakta değil, yakında tahakkuk edecektir. Dünya, ekseri feylesofların ve âlimlerin dediği gibi yepyeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şairi Mehmed Âkif:
O nuru gönder İlahî asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin âfakı bir sabah ister.
diye, işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattir.
Aziz kardeşlerimiz!
Risale-i Nur’a lâyık olacak şekilde çalışmamız için bize de dua ediniz ki Ankara muhiti, bizi içine alıp eritmesin. Nur, her ne kadar karanlığı gideriyorsa da yine onu görecek göz, anlayacak kafa lâzım. Böyle bir muhitte, gözlerimize perde inmesin. Biz bîçarelere dua ediniz. Allah hepimizi Risale-i Nur’a sarılmakla aziz din-i mübinimize hizmet edenlerden eylesin, âmin!
Bir kardeşimiz dedi ki: Bugün sabah namazından sonra şu mısralar mülhem oldu, kardeşlerimize bildirelim.
Dinim İslâm, kitabım Kur’an, imanım haktır.
Bu uğurda can vermek, ebedî yaşamaktır.
Sizleri çok seven
Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri
***
Tahliller
Uzun bir ayrılıktan sonra
Belki yirmi yedi yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o, kalplerde yaşadığı için manevî varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nurani simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi.
Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Âkifler, Naimler, Ferîdler, İzmirlilerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur; onun konuşmasındaki celadet ve şehamet, bizi de heyecanlandırırdı. Hârikulâde fıtrî bir zekâ, İlahî bir mevhibe. En mu’dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’an. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi, bir sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda, Ömer’in şehameti var. Yirminci asırda devr-i saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min, bütün hedefi iman ve Kur’an.
İslâm’ın gayetü’l-gayesi olan “Tevhid” ve “Allah’a İman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.
Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’an hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahidlerin önünde, kılınç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman…
Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedai. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara ancak salah ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit bir şeydir.
Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddi eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.
Yapısı ufak tefektir fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâbân gibi nur saçar. Bakışları şahanedir. Maddeten belki dünyanın en fakir adamıdır fakat maneviyat âleminin sultanıdır.
Seksen küsur senenin âlâmı yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi, pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halîm ve selimdir. Fakat heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir şâhenşâh gibi konuşur.
En sevmediği şey siyasettir. Otuz beş senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuunu ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ferdası öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur.
Talebelerini de siyasetten şiddetle men’eder. Memleketin her tarafında altı yüz bini mütecaviz belki bir milyonu bulan talebeleri, memleketin en faziletli evlatlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şakirdleri pek çoktur, yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur talebesi yoktur ki sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde asayişi muhill hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur talebesi hükûmetin, nizam ve intizamın tabiî birer muhafızıdır; asayişin manevî bekçisidir.
İstanbul seyahatinden muzdarip olup olmadığını sordum.
— Bana ızdırap veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!
— Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu?
— Evet, büsbütün ümitsiz değilim.
…
Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.
Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.
Bana “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!
Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men’eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür, hiç ehemmiyeti yoktur. –Nitekim öyle oldu– Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said, bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.
İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin –Adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade– imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun.
Sonra ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.
Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lavlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelale gibi haşmetli zemzemelerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatip gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim.
— Mahkemede sıkıldınız mı? diye sordum.
…
Dinî tedrisata kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? “Kalbe gelen hakikat” gibi tabirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin manasını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.
Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.
1952
Eşref Edib
***
Said Nur ve Talebeleri
Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış… Allah’a!.. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine, onun büyük kitabına… Kur’an henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken insan, kendini âdeta asr-ı saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvi, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet!.. Ne büyük saadet!
Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta… Şark yaylalarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş. Başı, Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş… Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade… Şimşekler gibi bir zekâ… İşte Said Nur!.. Divan-ı Harpler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar… Onun için kurulan idam sehpaları… Sürgünler… Bu müthiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’an-ı Kerîm’de “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz.” (Âl-i İmran suresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecelli etmiş!
Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefis müdafaası değildir, büyük bir davanın müdafaasıdır. Celadet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…
Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak gerek.
O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde Medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı kātiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman abidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halîm selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler; din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdid ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç ihtiyar, cahil münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler; bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılaba, laikliğe aykırı hareket ediyor.” diye tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler, panzehir oldu. Zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’an’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâm’ı dolaştı.
Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi patırtısı, nutku, âlâyişi nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığıdır.
- Yüksel Serdengeçti
***
Bedîüzzaman’ı Zehirlediler
Bundan yedi sene önce kanunların çiğnendiği, beşer haklarının çarmıha gerildiği, hürriyetlerin hiçe sayıldığı, şahsî arzu ve ihtirasatın kanunlardan üstün tutulduğu bir devr-i rezilanede, Afyon vilayetinin Emirdağ kazasına seksenlik bir ihtiyar, bir din âlimi sürülüyor. Nüfus kütüğüne kaydettirilip burada ikamete mecbur ediliyor. Tek gayesi, Kur’an-ı Kerîm’in ahkâmını tebliğ, insanları doğruya, iyiye ve namusluluğa sevk etmek olan bir fikir adamı, nefyediliyor. Her cephesinde kan döktüğü kendi öz yurdunda, Engizisyon Mahkemelerinin dahi insanoğluna reva görmeyeceği zulme, işkencelere tabi tutuluyor. Sakalına, bıyığına, kılık kıyafetine karışılıyor; jandarma dipçikleri altında ölüme mahkûm ediliyor.
Sürgün olarak gönderildiği yerde dahi rahat bırakılmıyor. Ecdadından misafirperverliği; ihtiyarların, garib ve kimsesizlerin yardımına koşmayı miras alan her Türk gibi bu kaza halkı da ilmî eserleriyle, ef’al ve hareketleriyle müsellem olan bu zatın yardımına koşmayı vicdanî bir vazife telakki ediyor.
İslâm’ın ve ilmin izzet ü vakarını şerefle muhafaza etmesini bilen ve aslâ dünya zevkleri için mihnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle de kat’iyen alâkası yoktur.
Türkiye’de iman ve karakter sahibi her fikir adamına yapıldığı gibi bu kimsenin muhtelif defalar evi aranmış, mahkemelere verilmiş, bütün eserleri, mektupları en ufak teferruatına varıncaya kadar müsadere edilerek suçsuz yere hapishanelerde süründürülmüştür.
Evet, suçsuz yere diyoruz. Çünkü vali ve kaymakamından tutunuz da karakoldaki jandarmasına varıncaya kadar Üstada eza ve cefa etmek, hapishanelerde süründürmek bir vesile-i iftihar; şefin gözüne girebilmek, terfi-i makam edebilmek gibi süflî hırslarla yanıp kavrulanlar için ise bulunmaz bir fırsat olmuştur.
Bu zulüm, bu işkencenin sebeplerini, o devrin dine karşı olan temayülünde, vicdan hürriyetine ve İslâmiyet’e yaptığı baskıda aramak lâzımdır. Bu halin, o devirde hiç de acayip olan bir tarafı yoktur. Zira o devirde memlekette; dinsiz, materyalist, behimî hislerinin zebunu, köle ruhlu bir nesil yetiştirilmek istenirken, bu zatın kendi hayatını istihkar derecesinde ortaya atılıp hürriyetle, ahlâkla, imanla meşbu’, hayvanî hislerin esiri olmayan bir gençlik istemesi ve bu uğurda çalışması elbette hoş görülmezdi. Millet haklarını çiğneyip milyonların sırtından ahtapotlar gibi geçinmeyi şiar edinenler için korkulacak bir haldir bu.
Takipler, baskılar senelerce devam etti. Onunla konuşanların, mektuplaşanların, hizmetine koşanların evleri arandı, kendileri Afyon Hapishanesinde çürütülerek çoluk çocukları sokaklarda sürünmeye mahkûm edildi.
Onun el yazması Kur’an-ı Kerîm’i ile bunun tefsiri olan Risale-i Nur parçaları birer hıyanet-i vataniye evrakı imiş gibi müsadere edilip savcılıklara devredildi. Muhakemesine mevkufen devam edilerek, yirmi ay suçsuz yere hapishanede bırakıldı.
Öyle bir an geldi ki bu vak’aların cereyan ettiği Afyon Hapishanesi, Allah’a inanmaktan ve onun emirlerini yerine getirmekten gayrı hiçbir suçu olmayan masum vatandaşlarla dolup taştı. Onlara reva görülen zulüm, işkence, şeytanları bile dehşete düşürdü, ayyuka çıktı, vahşet halini aldı. Nasıl Kudüs-ü Şerif, Yahudilerin vahşetine ve peygamberlere yapılan zulümlere sahne olmuşsa Afyon şehri de insan haklarının çiğnenip vatandaş haklarının çarmıha gerildiği ikinci bir şehir oldu.
14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatoryası zîr ü zeber edilip, çatır çatır yıkılırken millet, kendi mukadderatına hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç içerisinde bayram ediyor.
…
14 Mayıs’tan sonra her şeyin değişeceğini beklerken yine görüyoruz ki vali ve kaymakamlar eski alışkanlıklarına devamdalar.
Taharri memurları yine konuşan iki üç vatandaşın peşinde ve yine Bedîüzzaman’ın evi tarassud altında. Öyle ki bir jandarma çavuşu bile elinde arama emri olmadan Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla müeyyed bulunan mesken masûniyetine tecavüz ediyor. Ve bu cüretkâr, bir türlü ceza görmüyor. Yine Üstadın kılık kıyafetiyle uğraşılıyor. Devr-i sâbıkta olduğu gibi, ziyaretine gelenler yine kaydedilip karakollara çağrılıyor.
…
Kendisini milletine hasreden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi, öldürülmek isteniyor hem de Ramazan Bayramı akşamı, iftar yemeğine zehir konulmak suretiyle.
Bu ne feci, bu ne tahammül edilmez bir haldir. Tecrit edilmiş, daimî bir tarassud altında, kapısında bekçi… O, içeride ölümle baş başa bırakılıyor.
Heyhat! Geliniz ey ehl-i İslâm! Hep beraber ağlaşalım. Hayır, hayır! Gözyaşlarıyla, feryat ile tedavisi mümkün değil bu derdin. Allah için uğraşalım.
Nihat Yazar
***
Bedîüzzaman Said Nur
Büyük ve dâhî adamların beşiği olan Türkiye, şimdiye kadar ne kadar mebzul mücahidler, müceddidler ve bütün manasıyla büyük insanlar görmüştür. Onların idrak ettikleri hayat şartları ve gördükleri itibar, buldukları ve mazhar oldukları hürmet, kadr ü kıymetlerine aslâ nakîse vermemekle beraber, yürüdükleri hak yolunda muhakkak ki kendilerine büyük kolaylıklar temin etmiştir.
Bu şartların makûs tecellisine ve zulmün en ağırına maruz kaldığımız şu geçmiş yirmi beş yıl, bize ağır mücadele ve mücahedeler içinde yoğrulmuş, davasının ve imanının azametinden ilham almış ve büyüklüğünü dünyanın en hücra köşelerine yaymış bir dâhî, bir nur ve fazilet timsali hediye etmiştir.
Nur’u, birçok muzlim vicdanları aydınlatmış; kudreti, birçok zayıf imanlı insanlara cesaret vermiş; dehası, birçok nasibsiz insanların ruhuna ilham serpmiş olan bu büyük adam, hiç şüphe yoktur ki Said Nur Hazretleridir.
Ondan fazilet ve fedakârlık dersi alan birçok yolunu şaşırmış insanlar, kendilerini mesud ve aydınlık bir sahranın ortasında bulmuşlardır.
Dehası ve celadeti kadar imanı da kuvvetli olan bu muhterem insan, yirmi beş yıllık istibdat ve zulme gözlerini kırpmadan göğüs geren ve onun korkunç işkence adaletsizliğine imandan doğan bir cüretle karşı koyan tek şahsiyettir.
Bütün Müslüman dünyası, bu kutbun cazibesinden kendisini kurtaramamıştır. Türkiye’nin ıssız ve tenha bir köşesinde doğan bu nur, ziyasını Pakistanlara, Endonezyalara kadar yaymış ve kendisiyle beraber milletimizin de şan ve şerefine hâleler eklemiştir.
Ne yazıktır ki bağrımızdan fışkırmış, bize şeref kazandırmış, kararmış gönüllerimizi aydınlatmış, dalalet yoluna sapmış insanları hak yoluna getirmiş olan bu muhteşem ve mübarek insan, bizden hürmet yerine sadece tazyik ve zulüm görmüştür.
Fakat o, bundan ne yılmış ne de yolunu değiştirmiştir. Bilakis o daha iyi biliyor ki mücadelesiz, fedakârlıksız, ızdırapsız hiçbir dava kök tutamaz.
Ne de olsa ne kadar biz bu güneşin ışığını söndürmek istesek de onun nuru karanlık gönüllerde birer meşale gibi yanıyor ve bizi aydınlatıyor. Bu, büyük insanın hakkı ve davasının meyvesidir. Ne mutlu kendisine!
Cevat Rifat Atilhan
***
Bedîüzzaman Said Nur
Güzel Türk vatanının yetiştirip bütün beşeriyete örnek insan olarak hediye ettiği büyük dâhî, büyük mürşid ve muhteşem bir insanın ismidir. Doksan yılı dolduran hayatının her günü birer nur hâlesi, birer fazilet ışığı, bir azim ve iman halkası halinde Türk nesillerinin ruhlarına ve dimağlarına girmiş ve bu nur, senelerle birçok karanlık ruhları aydınlatarak onları doğru, güzel ve ışıklı yollara sevk etmiştir.
İlahî bir zekânın remzi olan büyük Üstad Said Nur Hazretleri, Allah’ın müstesna bir lütf u keremi olan muhteşem dehasını mü’min bir azim ve celadetle bu aziz milletin hayrı, terakkisi ve yükselişi uğruna harcamış ve onun nuru Türk hudutlarından taşarak komşu memleketlere, Pakistan ve Endonezya’ya kadar yayılmıştır.
Bu nurun ışığı ve insanlara bahşettiği ahlâk ve fazilet şulelerinin tek bir kıymet ve takdir ölçüsünde toplanması mümkün değildir.
Ondaki azim ve irade, ondaki yüksek kanaat ve üstün insan vasfı, hepimiz için örnek teşkil edecek kadar büyüktür.
Yalnız biz değil, yalnız Müslümanlar değil, bütün insanlık bu büyük insanın şahsiyetinde asalet ve necabetin, ahlâk ve faziletin ve bilhassa yüksek imanın bütün göz kamaştırıcı enmuzeclerini temaşa edebilir. Bütün Türk çocukları, vatanlarının bu kadar İlahî bir zekâya, bu kadar muhteşem bir şahsiyete, bu kadar temiz bir insana beşik vazifesi gördüğüne iftihar edebilirler.
Evvelki gün onun bir mahkemesi vardı. Bu mahkemeden iki şey öğrendik:
Biri, asil ve genç Türk neslinin fazilet ve ulüvv-ü ahlâka, yüksek inanç ve iradeye olan derin saygısı ve yüksek alâkası…
Diğeri de lükslerini, zenginliklerini, rütbe ve mevkilerini ve bugünkü fâni ve sefil varlıklarını Türk milletinin sefalet ve geriliğinde arayan ve zehirli ilhamlarını ve direktiflerini ve kuvvetlerini milletlerarası gizli, devirici ve bozguncu Türk düşmanlarından alan bir soysuzlar ve nesebleri belirsiz insanların takındığı tavır.
Binlerce münevver Türk gencinin teşkil ettiği büyük topluluktan bir miktar irkilerek zehirli, mel’un ve müfsid kalemlerini korkak ve titrek dahi olsa sinsi sinsi aleyhte kullanan ve artık modası geçmiş olan palavralarla bu kıymeti küçümsemek isteyen güruh.
Şöyle bir mukayese yapabiliriz: Üstad-ı a’zamla (hâşâ mason üstadı değil) muasır olan büyük adam ve Hindistan’ın kurtuluş rehberi Mahatma Gandi. Biri, İngiliz ceberutuna, İngiliz emperyalizmine ve onun korkunç istila ve istismarına baş kaldırmış ve yıllarca büyük davasına hizmet ederek İngiltere’nin bütün haşmet ve kudretini, azîm iradesi önünde âciz ve meflûç bir hale getirmiştir. Bizim bu tipte yetiştirdiğimiz büyük insanın mücadele ve mesai hayatı ve şekli, birincisine çok benzemekle beraber; fazla olarak ona Cenab-ı Hakk’ın bahş buyurduğu Müslümanlık ve iman nuru da kendi ziyasını güneş gibi İslâm iklimlerine ve diyardan diyara aşırıp götürmüştür.
Arada sadece büyük ve şâyan-ı esef bir fark vardır.
Bu fark birincisine dört yüz milyona yakın bir insan topluluğunun gösterdiği sarsılmaz inanç, hürmet ve bağlılık… Bizimkine karşı da –mahdud bile olsa– bazı asalet fukarası soysuzların açığa vuran istihfaf ve sinsi hücumları.
Yâ Rabbi! Neden bizi böyle her kıymet ve fazileti paçavraya döndürecek kadar pespâyeleştirdin? Biliyoruz, sana karşı günahımız çok ve büyüktür. Yeter yâ İlahî, yeter bu sukut bize!
Cevat Rifat Atilhan
***
Bedîüzzaman Kimdir?
Bedîüzzaman, ma’hud ve mühlik uçurumlarla dolu olan içtimaî seyrimizi, manevî değerler bakımından bir nur-u imanî ve ziya-yı irşadî ile taht-ı emniyete almaya çabalayan ve bu hususta bilmenin, kendi kendini idare etmek; bilmemenin, körü körüne idare olunmak hakikatine vücud vereceğini halk kitleleri arasında temessül ettiren insandır.
Bedîüzzaman, ahlâkî kıymetler ve millî hasletlerin pozitif ilimlerle muvazi olarak kat’-ı mesafe edemediğini, bu mana ve şekil muvacehesinde yetişen çöl kadar kuru ve boş ruhlarla bulanmış gençliğin, istikbalde milletimizin rü’yet ufkunda bir kara bela olacağı hakikat-i kat’iyesini gözlere sokan ve çare-i halâsı da gösteren kimsedir.
Bedîüzzaman, Şark ve Garp arasındaki azîm müfarakatın, şahsiyet mefhumunun daralma ve genişlemesinden neş’et ettiğini gören ve asrın maymun taklitçiliğine varan şahsiyetsizliği önünde, şahsiyet mefhumunun İlahî yüksekliğini gönüllerin mihrak noktasında sembolleştirmeye tevessül eden âlimdir.
Bedîüzzaman, hür adamların hür memleketinin İlahî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır.
Bu necip millet, Bedîüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok ama çok muhtaçtır.
Hukuk Fakültesinden
Ziya Nur
***
Demokrat Kardeşlere Tavsiye
Diktatörler ve şefler idaresinde memleketin dinini, imanını, canını, hayatını kasıp kavuran merhametsiz eski devrin farmason kullarının şu can çekişme devrinde Demokratlara tevcih ettikleri silahların en tesirlisi, onu kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalışmalarıdır. Bir kısmı dindarlık perdesine bürünerek, Demokratların millete vaad ettikleri din hürriyetini temin etmeyeceklerini propaganda ediyorlar. Bir kısmı da irticayı himaye ediyor ithamıyla Demokratların din hürriyetine taraftarlık etmesini önlemeye; kendileri gibi Demokratları da dini, din müesseselerini tahrip etmeye, din ehline karşı şiddet göstermeye sevk ediyorlar.
Demokrat Partinin iktidarı ele alır almaz komünistlere karşı şiddetli davranması, diğer taraftan ezan-ı Muhammedînin serbestîsini temin etmesi, bu sebeple halkın muhabbetini kazanarak kendi kuvvetinden yirmi defa daha bir kuvvet elde etmesi Halkçıları müthiş endişeye düşürdü.
Eski devrin din ehline ve Kur’an ehli olan Nurculara karşı takip ettiği zalimane siyasetin onları bu hale düşürdüğünü Demokratlar idrak edecek bir seviyede oldukları için onların pusularına düşmeyeceklerine itimadımız vardır.
Eski devrin belli başlı şiarı malûmdur. Demokratlar, bekalarını temin etmek isterlerse tamamıyla bu şiara karşı bir siyaset takip etmeleri icab eder; bir taraftan komünizme karşı şiddet, diğer taraftan dini ve din ehlini himaye. Açıkça ve mertçe bu yolda yürümek mecburiyetindedir. Bu hususta göstereceği en ufak bir zaaf yahut en ufak bir samimiyetsizlik, onu Halkçıların çukuruna düşürür.
Biz Nur talebeleri, kat’iyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz, memlekette din hürriyetinin hakiki surette temini, dine ve din ehline ve Kur’an ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikin tamamıyla bertaraf olmasıdır.
Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz: Devr-i sâbıkın şeytankârane oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar; onların düştükleri dalalete düşmesinler. Milletin ruhunu ve iradesini onlar gibi istihfaf etmesinler. Komünizme ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler.
Nur talebeleri namına
Sadık, Sungur, Ziya
***
Bedîüzzaman
Bergson “Ahlâkla Dinin İki Kaynağı” adlı son kitaplarından birisinde; bilhassa ahlâkın, bir insan cemiyetinde alçalmış vak’a derekesinden ulvi mefkûre seviyesine ancak dindar ve temiz şahsiyetler sayesinde yükselebileceğini kaydeder.
Bu görüş, insanlık ve Müslümanlık tarihinde sayısız örneklerle her zaman tahakkuk eylemiştir. Zaten psikoloji ilmine dayanan terbiye sanatı –an’anevî yollarında– bu umdeye tutunduğu ve yeni bir istikamet verilecek nesilleri bu kabîl örnek insanları taklide sevk ettiği nisbette, bizden evvelki devirlerde, bizden çok mesud insanlar yetiştirmiştir.
Bedîüzzaman, hangi cemiyette ve hangi devirde yaşarsa yaşasın, işte bu işaret ettiğimiz örnek insan vasıflarını muhafaza eden temiz ve müstesna şahsiyetlerden birisidir. Türk milletini mahvetmek için casus ellerle perde arkasında yetiştirilmiş ve Türk milletini yalanla, dolanla her saniye aldatmayı kendine bir geçinme sanatı edinmiş bir sürü vatan haini ve millet düşmanı mahluklar, bu temiz şahsiyetin yıllardan beri hayatını cendereye sokmuştur.
Sorarız: (Fakat kime soracağız? Bu sorgudan da ne umacağız?) Bütün tarihimizde, her fırsatta, en korkunç ve amansız düşmanlığını ispat eden Fener Patrikleri, muhteşem saraylarında saltanat sürerken; bu aziz toprağın asırlardan beri tapusunu –en az bin senelik bir mülkiyet hakkıyla– etinde ve kalbinde taşıyan Bedîüzzaman, bu fesat ocağının bir kapıcısı kadar da mı yaşamak hakkından mahrum kalsın?
Hangimiz yaprakları arasında fikrî ve ruhî seyahatlere kalktığımız kitaplarımızın, ansızın mukaddes bilinen meskenimize tecavüz edilerek, odamızda baskına uğrayarak ellerimizden kapılıp gasbedilmesine tahammül edebiliriz? Böyle bir hareket –güya taklit edilen– çağdaş medeni cemiyetlerden en geri kalan İspanya’da da vuku bulamaz. Hele vukuundan sonra nâmütenahî aslâ tekerrür edemez.
Biz, Bedîüzzaman’ın ilim, ahlâk, fazilet ve edep sıfatlarıyla bezenen temiz ve yüksek şahsiyetine gösterilen ve hele son günlerde bütün bütün şiddetlenen kötü muamelelerden ve bu muameleleri ona reva görenlerden nefret ediyoruz.
Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu, Türklerin bu kadar karanlık günlerinde onun feyzini bir sır gibi kalpten kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.
اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ
Cevdet Sezer
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!
Risale-i Nur’u himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaf olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i a’zamı olduğunu, yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz.
Evet, Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki Risale-i Nur gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp tenvir ve irşad edecektir.
Risale-i Nur yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif edilmiştir. Bugün tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felaket içerisinde çırpınan beşeriyet için halâskâr olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nurani ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir.
Eğer biz muktedir olsak bu hakikati, kâinata nâzır bir mahalle çıkıp bütün kâinata ilan edeceğiz. Fakat mademki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur’un cihan-şümul kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz. Şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalât menbaı olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadî ve devamlı bir şekilde her gün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşâallah. Fakat her an bütün işlerimizde olduğu gibi bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle muvaffak olabileceğiz.
Hem şu hakikat zahir ve bâhirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir. Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatı’nı okumazsa büyük bir mahrumiyete düçar olur. Fakat biz idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halâskârı ve milyarlarca insanların fevkinde olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun olduğumuzu tarif edemiyoruz.
Yine dua ve himmetinizle idrak etmişiz ki Kur’an-ı Kerîm’in bir mu’cize-i maneviyesi olan hârika Risale-i Nur Külliyatı’nın bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için ancak Cenab-ı Hakk’a şöyle yalvarmaya karar verdik:
“Yâ Rab! Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp bâki ve sermedî bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zalimlerin ve düşmanların sû-i kasdlarından muhafaza eyle, Kur’an ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle, ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle!” diye dua ediyoruz.
Evet, Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmasına nâil olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahmin ile değil, tahkikî ve tetkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bedîüzzaman ortadan kaldırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.
Bizim bu kanaatimiz, safdilane veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid bir tahkik iledir. Bunun için muarız olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir.
Dua ve şefkat buyurun, Kur’an ve iman hizmetinde fedai olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlas-ı tamme muvaffak olalım.
Üniversite Nur talebeleri namına
Abdülmuhsin
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Çok mübarek Üstadımız Hazretleri!
Evvela: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı, Nur’un müştakları sürur içinde kaldılar. Nur’dan kısmeti olanlar, birer birer çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler مَنْ طَلَبَ وَ جَدَّ وَجَدَ hakikatince buluyorlar. Bu sefer Ziya kardeşimizin getirdiği otuz dört adet Sözler kapışıldı. Asâ-yı Musalar Ankara’ya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılıyor.
…
Risale-i Nur’un perde arkasındaki parlaklığını görmeyenler dahi ona taraftardırlar. Risale-i Nur’un Medresetü’z-Zehrası Anadolu çapında ve âlem-i İslâm ölçüsünde genişleyeceğini; Risale-i Nur’daki hakikatin yüksekliğinden ve dikkat ve tefekkürle okuyan mü’minlerin ve ehl-i ilmin arasında vücuda gelen sarsılmaz uhuvvet ve kardeşlikten anlıyoruz.
Medresetü’z-Zehranın bu muazzam faaliyeti, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlahî ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şaşaasız, gösterişsiz ve mütevazi ve fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir. Fıtraten acûl olan insanoğlu âlemde hâkim olan kanun-u İlahî’yi düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp büyük dairelere sapıyor.
Tohumları atılmış ve sümbül vaktine gelmiş olan Risale-i Nur’un yetiştirdiği hakiki imanlı zatlar, inşâallah yakın zamanda âlem-i İslâm’a birer numune-i imtisal olup nur-u hidayeti göstereceklerdir.
Ankara Üniversitesi Nur talebeleri namına
Abdullah
***
Ankara’da Nurları neşretmek nimet-i uzmasına nâil olmuş büyük bir âlim ve ehl-i kalp bir zatın Üstada yazdığı bir mektuptur
Sahibü’l-ihlas ve’n-nur ve’l-kemali ve’l-irşad mücahid-i ekber Bedîüzzaman Hazretleri!
Meydan-ı ibtila ve imtihana lillah ve fillah için atıldığınız andan bu ana kadar hukukullah ve hukuk-u ibadın müdafaa ve muhafazasına leyl ve nehar, Hak ve halk huzurunda, zatınıza has kudret-i ilmiye ve kemaliye ve nuriye ve irşadiyelerinizle fevkalâde ağır şerait dairesinde lâyenkatı’ denecek derece sa’y ü gayret ve himmetle çalıştığınıza; melek, felek, arş, kürsî, levh, kalem, arz, semavat, âlem-i kevn, ins ve cin ve hariçteki ehl-i insan ve İslâm ve bu abd-i âciz “Eşhedü billah ilâ âhiri’d-devran” şahid-i daimî ve ebedîyiz.
Sahibü’n-nur olan Bedîüzzamanımız! Zat-ı nuriyelerinizin, abd-i âciz can ü gönülden dostunuzum. Bu dostluğum gelip geçici, zevale mahkûm dostluklardan değildir. Âlem-i manada, bezm-i ezel-i elestüdeki fıtrat-ı zatiyelerimizden müntakil dostluk olduğu gibi âlem-i şuhudumuzda bir yarım asra takarrub buyuran etvar ve akval ve harekât ve sekenatınızdan ve bu müddet zarfında devr-i istibdat ve meşrutiyet ve cumhuriyette birbirinden beter ibtila ve imtihan ve çilelerinizden ve tevarih-i muhtelifede a’zamî ağır şerait dairesinde Divan-ı Harp ve sair muhakemelerinizden ve meydan-ı gazâlarda harb ve darbler ve meydan-ı ilimde akran ve emsalinize faik mübahasat ve münakaşat-ı ilmiye ve intişar buyuran âsâr-ı celile ve cemilelerinizden, ihlasa makrun a’mal-i saliha ve efkâr-ı nuriyelerinizden; cihad-ı asgar ve ekberlerinizin seyir ve temaşa ve tilavetinden aldığım ders-i ibret ve hikmetler, zat-ı ekmelinize olan kadîm dostluğumu her an arttırdı, son derece tarsin ve tahkim buyurdu; aşka, vecde getirdi.
Bu aşk ve şevk ile Sultan Hamid zamanından beri zatınızın ve Nur talebelerinizin hukuk-u umumiye ve hususiyelerinizin hasbeten lillah müdafaa ve muhafaza ve himayesi için yakından uzaktan, karınca kudretince, dostluk vecibelerini manen maddeten îfada kusur etmemeye a’zamî çalıştım, çalışıyorum ve çalışacağım. Bu halime Hak ve halk ve Nur talebelerinizin bir kısm-ı mühimmi âgâhtırlar.
İnşâallah avn-i Hak ve imdad-ı Muhammediye ile ve cihad-ı asgar ve ekberdeki fî zamaninâ bîmisal aşk-ı ihlasiyelerinizle, kariben hak galip, bâtıl mağlup olur. Âlem-i insaniyet, İslâmiyet’e inkılab ve medeniyet-i Muhammediye bütün şaşaasıyla tulû buyurur; ins ve cin, melek ve felek hep birlikte iyd-i ekber eyleriz. Hâssaten bu cihan-şümul bayramımızı doya doya ve kana kana kemal-i sıhhat ve âfiyetle seyir ve temaşalarınızı, rahmet-i İlahiyeden maa-aile duada berdevamız. Cenab-ı Hak,dergâh-ı uluhiyetinde dualarımızı Habib-i Kibriya hürmetine müstecab buyursun, âmin sümme âmin!
Pek mübarek kalbî, ruhî, sırrî dostum! Bilmem, abd-i âcizi hatırladınız mı? Her ihtimale karşı hatırlatayım: Yurdun her tarafında mücahede-i milliye devam ederken zat-ı hakîmanelerine, Ankara’da mücahede-i milliyeye birlikte devamı mutazammın, muhtelif eşhastan on sekizi mütecaviz davetnameler geldiği zaman, bu davetlere icabet edip etmemek hususunda İstanbul’da ikametgâhınızda beynimizde takarrur eden günde buluşarak istişare buyurduğunuz alay müftülerinden dost-u kadîminiz Ankaralı Osman Nuri’yim. Son zamanlarda Millî Müdafaa Vekaleti Müftülüğüne tayin olundum. Yirmi beş seneye karib burada müftülük yaptım. Üç sene evvel tekaüd oldum. Şimdi Ankara’da evimde ikamet ediyorum. Zatınıza ve ehl-i insan ve İslâm’a leyl ve nehar dua ile imrar-ı hayat eyliyorum. En büyük emelim ve arzum; ölmeden evvel, dünya gözüyle zatınızı görmek ve ziyaret etmek, hasbeten lillah bir sohbetinizde bulunmaktır. Bunu can ü gönülden arzu eyliyorum.
Azizlerin azizi azizim! Kemal-i tazimat ve tekrimatla zat-ı hakîmanelerinizi ve talebe-i nuriyelerinizi aşk ve şevk ile selâmlar ve hatırlar, iki cihanda aziz olmalarını ve olmanızı Hak Teâlâ ve Takaddes Hazretlerinden tazarru ve niyaz eyleriz. Pek mübarek ellerinizden hasret ve iştiyakla takbil eyler, dua-yı ihlasiyelerini ve cevab-ı savablarınızı bekler, Allah’a emanet eylerim, bizim bir tane Sahibü’n-nur ve’l-azm ve’l-irade ve’l-irşad Efendimiz Hazretleri.
اَلْبَاقٖى هُوَ اللّٰهُ
Yâr-ı gârınız, münteha-yı zirve-i hiçîde biricik abd-i gubar
Osman Nuri
***
Üstadın Emirdağ’a Gidişi
Üstad Said Nursî, Afyon Hapsinden tahliye edildikten sonra, yanındaki talebeleriyle beraber Emirdağ’a gitti. İki sene kadar Emirdağ’da kaldı. 1371 yılının muharrem ayında Eskişehir’e geldi ve bir buçuk ay kadar Yıldız Otelinde ikamet etti. Üstadın bu gelişi manidar idi. 1950’ye kadar nefyedildiği mahallerden hiçbir yere çıkmamıştı, esasen çıkmasına müsaade edilmemişti. Çok zaman, yakın bir köye dahi gidemiyordu.
Üstad, Eskişehir’de müştak talebeleri ile görüşmüş, Risale-i Nur’un yeni ve taze meyveleri olan genç Nur talebeleri ile konuşmuş, bir derece hayat-ı içtimaiye ile alâkadar olmuştu. Orada her sınıf halktan talebeleri kesretle bulunduğu gibi askerler içinde bilhassa havacılardan pek çok Nur talebeleri vardı. Bunların her birisi imanlı ve yüksek ahlâk sahibi olup şecaat-i milliye-i İslâmiye ile serefraz, ihlaslı, kalpleri muhabbet-i Nebeviye ve cihan-değer hizmet-i İslâmiye ve vataniye ile meşbu’ kimselerdi.
***
Bir müddet sonra Üstad, Eskişehir’den Isparta’ya gitti ve yetmiş gün kadar orada kaldı. Bu sırada İstanbul’daki faal talebeleri, Gençlik Rehberi’ni tabettirmişler, bu yüzden Üstad aleyhine dava açılmış ve Üstad mahkeme için İstanbul’a çağrılmıştı.
Üstad Isparta ve İstanbul’da iken “Nur Âleminin Bir Anahtarı” ismiyle neşredilen tevhid hakkındaki bahisleri yazmış ve mektup olarak talebelerine göndermişti ki bu bahisler çok kıymettar birer tevhid hazinesi hükmündedir.
***
***
İstanbul Mahkemesi
Bazı üniversiteli gençler, gençliğin iman ve ahlâkına hizmet maksadıyla Gençlik Rehberi’ni İstanbul’da bastırdılar. Bunun üzerine müddeiumumîlik tarafından, 163’üncü maddeye istinaden eser laikliğe aykırı olarak, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak maksadıyla yazıldığı, propaganda ve telkin mahiyetinde olduğu iddiasıyla Üstad, İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevk olunmuştu.
22 Ocak 1952 muhakeme günü olmak itibarıyla, Bedîüzzaman Said Nursî Isparta’dan İstanbul’a gelerek mahkemede hazır bulunmuştu. Üstadın talebeleri genç üniversiteliler, mahkeme salonunu doldurmuşlardı. Koridorlarda büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Evvela iddianame ve ehl-i vukuf raporu okunmuş, Üstadın isticvabı yapılmıştı.
Ehl-i vukuf raporunda: “Müellifin bu eserde din düşüncesini yaymaya çalıştığı, gençlere rehber olacak fikirler serdeylediği, müellifin tesettür taraftarı olduğu, kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının İslâmiyet’e aykırı ve kadının fıtratına zıt olduğunu beyan ettiği, kadını güzelleştiren şeyin terbiye-i İslâmiye dairesinde âdab-ı Kur’aniye ziyneti olduğunu söylediği, dinî tedrisat taraftarı olduğu, binaenaleyh devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istediği…” uzun uzadıya izah edilmiştir.
Bedîüzzaman Said Nursî’nin müdafaasını İstanbul avukatlarından Seniyyüddin Başak, Mihri Helâv ve Abdurrahman Şeref Lâç deruhte etmişlerdir.
Okunan iddianame ve rapor üzerine Üstad Said Nursî cevaben:
Otuz beş senelik hayatını misal göstererek siyasetle, dünyevî ve menfî cereyanlarla alâkadar olmadığını; kendisini meşgul eden ve nazarını çeken tek şey, hakaik-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye olduğunu, bütün kuvvetiyle imanı kurtarmak davasında gittiğini bildirir; müteaddid mahkemelerin beraet ve iade kararlarını zikreder. Gençlik Rehberi adlı eserinin üniversiteli gençler tarafından bastırılmasının büyük bir memnuniyeti mûcib olması lâzım geldiğini; içinde bulunduğumuz asrın menfî cereyanlarına, bilhassa içtimaî bünyemizi sarsan ahlâksızlık ve imansızlık salgınına karşı, Gençlik Rehberi gibi Risale-i Nur’un bütün eczalarının külliyetle intişarının, gençliğe ve masum evlatlara ve kadınlara umumen okutturulmasının, vatan millet saadeti nokta-i nazarından gayet elzem olduğunu beliğ bir surette ifade etmiş; mezkûr gayeler için kendi haberi olmadan genç üniversitelilerin tabeylediğini beyan etmiştir.
Mahkeme 19 Şubat 1952 gününe ta’lik edilmiştir.
İkinci mahkeme gününde, Risale-i Nur Külliyatı’ndan çok istifade eden birçok üniversite talebeleri ve ehl-i irfandan müteşekkil büyük bir kalabalık, mahkemeyi dinlemek üzere erkenden koridorları doldurmuşlardı. Üstad alkışlarla, üniversiteli Nur talebelerinin kolları arasında mahkeme salonuna girdi; maznun sandalyesine oturdu. Avukatlar da geldiler, yerlerini aldılar. Mahkeme salonunda müthiş bir izdiham vardı. Binlerce kişi mahkemeyi dinlemek üzere salona girmek istiyor, kalabalık; dalgalar halinde kapılardan taşıyordu. Bu hâdisenin zahirî heybet ve ihtişamının aksettirdiği mana, daha muazzam ve daha haşmetli idi. İslâmiyet nurunun mücessem bir timsal-i müşahhası olan Said Nursî’ye, dinî kültürden mahrum olarak yetiştirilen gençlik, tazim ederek minnettarlığını ifade ediyordu. Güya lisan-ı halleriyle:
Ey yirminci asrın zulümatını Kur’an’ın nuruyla yaran, ehl-i İslâm’a nurlu ve beşaretli ufuklar gösteren, insanlığı fıtratına münasip yüksek ve ebedî saadete davet eden büyük mücahid! İnsanlığa bâhusus bu vatan evlatlarına yaptığın büyük hizmeti, bizler şükranla karşılıyoruz. Ve istikbal dahi seni takdirle yâd edecektir. Sen manen ölüme yüz tutan bir nesli, maneviyat âb-ı hayatına kavuşturan bir hekim olarak çok kıymettar ve yüksek bir hizmet îfa ettin. Yokluğa, ebedî şakavete atılmak istenen bir milleti ve gelecek nesillerini, Kur’an’ın nuruyla ebedî saadete ulaştırmaya ve Allah’a kavuşturmaya çalıştığını ve hayatını bu uğurda feda ettiğini biliyoruz.
İmanlı nesiller seni takip edecektir
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir
diyorlar.
Salondaki kalabalığın fazla olmasından mahkemenin devamına imkân kalmamıştı. İntizamı temine tahsis edilen polisler, halkın tehacümüne mani olamıyordu. Nihayet mahkeme reisinin halka hitaben:
— Hoca efendiyi seviyorsanız biraz meydan veriniz ki mahkemeye devam edebilelim, demesi üzerine halk çekilmeye başladı. Bu suretle mahkemenin devamına imkân hasıl oldu.
Gençlik Rehberi’ni basan matbaacı ve sonra polisler dinlendi. Daha sonra Üstad, ehl-i vukuf raporuna karşı itiraz eyledi. İkindi namazı vakti geçmek üzere olduğundan Üstad, namaz kılmak üzere müsaade istedi. Mahkeme Reisi, Üstadın bu ricasını kabul ederek muhakemeye nihayet verdi.
Üstad, genç üniversitelilerin ve kendisini candan seven talebelerinin kolları arasında koridorlardan geçerken, binlerce halk tarafından alkışlanıyor, kendisi de iki eliyle sevgili talebelerini selâmlıyordu. Adliye binasının önünde üç dört bin kişi toplanmış, Üstadı görmek üzere bekliyorlardı. Üstad, binlerce halkın alkış tufanı arasında merdivenlerden indi. Bu arada heyecandan ağlayanlar da vardı. Bu izdiham arasında yaya yürümek kabil olmadığı için Nur talebeleri tarafından Üstad bir otomobile bindirilerek Sultan Ahmed Camii’ne gidilmiş ve cemaatle namaz kılınarak ikametgâhına götürülmüştü.
***
Üstad, 5 Mart 1952 son mahkeme günü, yine genç mekteplilerle halk tabakalarından müteşekkil binlerce kendisini sevenlerin arasında mahkeme salonuna girdi. Mahkeme salonundaki izdihamın geçen defaki gibi mahkemenin devamına mani olacak dereceye varmaması için müteaddid polis müfrezeleri adliye binasının merdivenlerini ve koridorları muhafaza altına almışlar, geçitleri kapamışlardı. Bununla beraber mahkeme salonu, kapılara kadar hıncahınç dolmuştu.
Mahkeme başladı. Şahit olarak Gençlik Rehberi’ni bastıran üniversite talebesi dinlendi. İfadesinde: Şark ve Garb’ın eserlerini okuduğunu, sonra Risale-i Nur eline geçtiğini; bu eserlerden aklı, fikri, ruhu ve kalbi son derece müstefid bulunduğunu, irade ve ahlâkı üzerinde mühim tesirler yaptığını; Gençlik Rehberi’nin, gençlerin iman ve ahlâkını temin ve muhafaza yolunda büyük tesiri olması dolayısıyla, bir hizmet-i vataniye yapmak emeliyle bastırdığını, suç mahiyetini haiz bir şey görmediğini söylemiştir.
***
Üstadın Müdafaası
— Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa maruzatta bulunacağım. Lütfen dinlemenizi rica ederim.
Mahkeme, Üstadın müdafaasını serbest ve rahatça yapmasına meydan verdi. Üstad da geniş ve ferahlı bir müdafaa yaptı.
— Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esası birkaç noktaya dayanır:
1- En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir.
Malûmdur ki her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metottan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’an ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.
Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıt ve muteriz bulundukları halde; o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.
Hazret-i Ömer, hilafeti zamanında âdi bir Hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki komünist olmayan Şark’ta, Garp’ta, bütün dünya adalet müesseselerinde cari ve hâkimdir.
Ben de din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’aniyeye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasa’nın hakiki ve samimi müdafaasını mı yapmış bulundum?
Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilakis muhalefet, meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.
2- Bana zulüm ve cefayı reva gören devr-i sâbıkın yaptığı isnadların ikincisi, emniyet ve asayişi ihlâldir. Bu vehm ü hayal ile bu düzme isnad ile yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Zindandan zindana attılar. Kimse ile görüştürmediler. Tecrit ettiler, zehirlediler, türlü türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki beş yüz bin fedakâr Nur talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve asayişin fahrî, manevî muhafızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zalimane ihanetlerde bulundukları halde; biz aslâ hislerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve asayişi temin yolunda, iman ve Kur’an’a hizmet yolunda, gafletle anarşiye sapanları, düştükleri fevza gayyasından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hâlî kalmadık.
Muhterem hâkimler, şunu kat’î olarak arz ederim ki bu, delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfa sahamız olan altı vilayetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve asayişi ihlâl yolunda hiçbir vukuat kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki Nur mekteb-i irfanının talebeleri, kalpler üzerinde işler, emniyet ve asayişin bekçisini kafalara, kalplere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan mektebi talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde, nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır.
Sebilürreşad’ın 116’ncı nüshasında “Hakikat Konuşuyor” başlıklı makalemde bu hakikatleri uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hattâ icab ederse hayatını, hattâ âhiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terk eden, müteaddid mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamayan, sekseni aşmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metaından hiçbir nesneye mâlik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında “Dini, siyasete âlet ediyor.” diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
Biz Nur mekteb-i irfanı şakirdlerinin Kur’an-ı Hakîm’den aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa adalet-i Kur’aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi, o gemiyi yakmayı men’ettiği halde; on masumu bir tek cani yüzünden mahv için o hane, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple asayişi ihlâl yolunda yüzde on cani yüzünden, doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı adalet-i İlahiye ve hakikat-i Kur’aniye şiddetle men’ettiği için biz, bütün kuvvetimizle bu ders-i Kur’aniyeye ittibaen asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz.
İşte bizi böyle haksız isnadlarla itham eden devr-i sâbıktaki gizli düşmanlarımız şüphe yok ki ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istediler yahut bilerek bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirmek gayretine düştüler. Görülüyor ki nizam ve intizamı bozan, maddî manevî memleketin emniyet ve asayişini ihlâl eden bizler değil, asıl onlardı.
Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle men’ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki bunun âhir zamanda “Ye’cüc ve Me’cüc” komitesi olduğuna Kur’an-ı Hakîm işaret buyurmaktadır.
İşte muhterem hâkimler! Yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada bulundular. Ve mahkemelerde savcılar bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Biz, bunların hepsine tahammül ettik. İman ve Kur’an’a hizmet yolunda devam ettik. Ve devr-i sâbık ricalinin bütün o zulüm ve cefalarını affettik. Çünkü onlar müstahak oldukları âkıbete uğradılar. Biz de hak ve hürriyetimize kavuştuk. Sizler gibi âdil ve imanlı hâkimler huzurunda söz söylemek fırsatını Allah bize bahşettiğinden dolayı şükrederiz.
هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
Said Nursî
***
Avukat Mihri Helâv’ın Müdafaasından Parçalar:
Risale-i Nur müellifi, bütün müellif ve muharrirlerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metaına arka çevirmiştir. Ne mal ne şöhret ne nüfuz… Bunların hiçbirisi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz. Gandi bile onun kadar dünyadan elini çekememiştir. Günde elli gram ekmekle ve bir çanak çorba ile tagaddi eden bu büyük adam, yaşıyorsa ancak Kur’an ve imana hizmet için yaşıyor. Başka hiç, hiçbir şeyin, onun nazarında kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Böyle iken, eserinin medh ü sitayişinde bulundu diye onu suçlandırmaya çalışmak, 163’üncü maddenin cürüm ağına sokmaya uğraşmak; hak ve adaletle, insafla, ilimle, insanî düşünce ile hukuk fikriyle, mantıkla, akıl ve fikirle kabil-i telif midir? Burası yüksek mahkemenin takdirine aittir.
…
Hükûmete muhalefet bahsi hakkında da birkaç söz söyleyerek maruzatımı neticelendirmek isterim. Karşınızda kemal-i saffet ve samimiyetle âdilane kararlarınıza intizar eden bu asırdîde zat, ömründe hiçbir defa hilaf-ı hakikat beyanda bulunmaya tenezzül etmiş bir adam değildir. İlk celse-i muhakemede, bugünkü hükûmetten memnun olduğunu ve muvaffakıyetine dua ettiğini, onun beğenmediği ve tenkit ettiği hükûmet, eski hükûmetler olduğunu alenen söylemiştir. Filhakika müvekkilim, bütün milletle beraber istibdada karşı mücadele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husule gelen muvaffakıyetten dolayı da memnun olmuştur.
Risale-i Nur’un gayesi de içtimaî nizam ve intizamı kalplere yerleştirmektir. Siyasî rical, siyasî sahada nizam-ı içtimaîyi, milletin hak ve hürriyetlerini temine çalıştıkları gibi Risale-i Nur müellifi de manevî sahada, kalplerde bunları yerleştirmeye çalışıyor. Gayeler müşterektir. Bir mekteb-i irfan olan Risale-i Nur’un müellifi ve şakirdleri asayişin, nizam ve intizamın fahrî ve manevî bekçileridir. Manevî sahada, kalplerde ve dimağlarda anarşinin, bozgunculuğun kalkmasına çalışmaktadırlar. Kemal-i samimiyetle, hiçbir ivaz ve garaz olmaksızın, hiçbir karşılık beklemeksizin, yalnız Allah rızası için millet ve memleketin menfaati için çalışmaktadırlar. Bunu yapmak bir cürüm ve cinayet değil, millet ve memlekete bir hizmettir. Muahezeye değil, takdire lâyıktır. Beraetini istemek hakkımızdır. Karar yüksek mahkemenindir.
***
Avukat Seniyyüddin Başak’ın Müdafaası
Müteakiben, müellifin diğer vekili olan Avukat Seniyyüddin Başak kalkmış, kısa birkaç söz söylemiştir:
Artık mesele aydınlanmış, hakikat güneş gibi tezahür etmiştir. Yüksek mahkeme her şeye vâkıf olmuştur. Benim buna ilâve edecek bir sözüm yoktur. Böyle kıymetli, faziletli, millet ve memleket için cansiperane ve hiçbir ivaz ve bedel mukabili olmayarak fîsebilillah çalışan zevatı buralara getiren, cinayet sandalyelerine oturtan zihniyet hakkında bazı mütalaada bulunmak isterdim fakat onun yeri burası değildir. Bunun için ayrıca bir eser yazmak icab eder. Çünkü bu zihniyetle mücadele, herkes için bir vazifedir. Yüksek mahkemenin yüksek vicdanı beni müdafaadan müstağni kılacak derecede itminan-bahştır. Müvekkilimin beraetini istemekle şeref duyarım.
***
Avukat Abdurrahman Şeref Lâç’ın Müdafaası
Müteakiben, diğer mümtaz avukat arkadaşları gibi Üstadın müdafaasını fahrî olarak deruhte eden imanlı ve kudretli meşhur ve mümtaz avukat Abdurrahman Şeref Lâç müdafaaya başladı. Evvela bir mukaddime yaptı. Dedi ki:
Sanık olarak huzurunuza gelen seksen yaşını mütecaviz bu mübarek zatın suçla hiçbir münasebet ve taalluku olmadığı tamamıyla tezahür etmiştir. Yüksek mahkemece de buna tam kanaat hasıl olduğunu, beraetine karar verileceğini de kuvvetle ümit ederim. Ancak aleyhimizde bir karar verilmesine binde bir ihtimal olsa da üzerime aldığım bir masumun müdafaasını ihmal etmeyi bir vazifesizlik sayarım. Yüksek Temyiz Mahkemesinin kanaat ve nokta-i nazarını da hesaba katmak icab eder. Burada bahsedilmedi diye usûl noktasından bir eksiklikte bulunmuş olmamalıyım. Onun için müdafaamı yapmama yüksek mahkemenin müsaadelerini rica ederim.
— Peki Abdurrahman Bey, son müdafaanızı dinleyeceğiz. Buyurun.
…
Gençlik Rehberi isimli eser, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın emir ve tefsirlerinden ibaret bulunmasına, İslâm dininin ve bu dinin emir ve nasihatlerini ihtiva eylemesine ve Anayasa’nın 70’inci maddesine göre: Şahsî masûniyet, vicdan, tefekkür, söz ve neşir hak ve hürriyeti Türklerin tabiî haklarından olduğu; Anayasa’nın 75’inci maddesine göre de hiçbir kimse mensup olduğu din ve mezhepten dolayı muaheze edilemeyeceğinden; müvekkilimin Anayasa ile kendisine bahşedilmiş bulunan bu din ve neşir hürriyetinden mahrum edilerek cezaî takibe maruz bırakılması Anayasa hükümlerine mugayirdir.
…
Yukarıda izah ettiğimiz kanunî taraflarımız farz-ı muhal nazar-ı dikkate alınmaz, Türk Ceza Kanunu’nun antidemokratik 163’üncü maddesine göre müvekkilimin takibi mümkün farz edilirse isnad edilen suçun tahliline geçer ve şöyle deriz:
Bir Müslüman, ak saçlı, yaşlı bir Müslüman. Saçını başını ve yaşını bütün ömrü boyunca nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah’ın nuruyla yıkanmış tertemiz ve bembeyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in’am-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salah ve hakiki saadeti için vakfetmiş; emr-i İlahî olan ruhunu feleğin hakiki mâliki Allah’a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş; bina-yı sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün “Demokrasi vardır.” denilen bir gün kalkıyor, yalnız “Allah” diyor “Kitap” diyor “Resul” diyor ve gençliğe “Dikkat!” diyor. Der demez arkasından savcı –davayı açan savcı– yapışıyor.
— Gel buraya. Suç işledin! Diyor.
Ve âfakı kapkara bir zulmet kaplamıştır.
Fakat bakın şu asil ve necip ihtiyar Müslüman’a! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil, vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bîfüturdur. Bela zindanında safayı seyretmektedir. Cefa sofrasında vefa bulan, mazhar-ı tecelli olandır. Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalbetmiştir. Kanı çekilmiş, damarlarında kan yerine, feyz-i Hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı –davayı açan savcı– bu Müslüman’ı kolundan yakalamış, hapse sürüklemektedir.
Niçin? Neden? Ne yaptı bu pîr-i fâni? Nedir kabahati bu ihtiyar Müslüman’ın?
Ne mi yaptı? Bakın savcıya –davayı açana– göre neler ve neler yaptı?
“Gençlik Rehberi” adıyla bir kitap çıkardı.
A- Laikliğe aykırı hareket etti.
Allah, din, iman laikliğe aykırı olur mu? Olur. Peki başka?
B- Devletin içtimaî, iktisadî, siyasî ve hukukî temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istedi.
Nasıl, niçin ve ne maksatla yaptı bunları?
C- Şahsî nüfuz temin ve tesis etmek maksadıyla.
Peki, ya siyasî menfaat kasdı var mı acaba? Hayır bu yok. Ehl-i vukuf da bu maksadı görmemiş. Savcı da bunu diyemiyor. Peki amma, mademki siyasî menfaat kasdı yokmuş, bu pîr-i fâninin şahsı, cüssesi, bedeni ne ki dünyadan ne bekliyor ki nüfuz temin etmek istesin?
Savcı “Ben orasını bilmem.” diyor. İstiyor işte. Hem bunu böylece bilirkişiler de söylüyorlar.
Peki, nasıl yaptı bu işleri bu Müslüman?
A- Dini, dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanılan şeyleri âlet etmek suretiyle.
Nedir bu mukaddes tanılan şeyler? İslâm dini, Müslümanlık hisleri, Allah kelimesinin kalpteki haşyeti, Kur’an, tefsir… Demek savcı bunları biliyor. Bunların mukaddesat olduğuna inanıyor.
Peki amma, bunları bilmek, inanmak ve sonra söylemek âlet etmek midir? Evet, davayı açan savcıya göre âlet etmektir. Öyle ise savcı da bunları âlet ediyor hem de siyasî bir kanuna âlet ediyor hem de bir Müslüman’ı mahkûm ettirmek için âlet ediyor. Şu halde o da 163’üncü maddeye göre suç işlemiyor mu?
“Hayır!” der savcı, ben propaganda yapmıyorum? O, propaganda ve telkin yaptı.
Ne dedi peki? Şunları söyledi:
“…Bu zamanda, zındıka dalaleti İslâmiyet’e karşı muharebesinde nefs-i emmarenin planıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak çokların nefislerini birden esir edip kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.”
Peki yalan mı bunlar? Fuhşu teşvik ve nikâhı imha eden fahişeler güruhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve aşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnamesi ve Ahlâk Zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu?
Var, var amma buna biz karışırız, Allah ne karışır? Diyor savcı. Peki böyle desin. Desin amma kanun, zabıta ve savcı, suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten sonra, namus pâyimal olup adam öldükten sonra. Daha evvel tedbir almaya kanunen imkân yok fakat dinen buna imkân var: Allah korkusu ve din. Bu korku sayesinde her türlü rezaletin önü alınabileceğini bildiriyor. İslâm dini bunu emrediyor. Tedbiri evvelden alın diyor.
Nasıl? Nasihat edin, ikaz edin, Allah’ı tanıtın, insanın kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi, ateş, cehennem, ebedî azap, ebedî saadet yer etsin, bilsin, anlasın, sevsin ve korksun; korksun ki fenalıklardan kaçsın hem kendisi kurtulsun hem de cemiyet. Savcı da devlet de hükûmet de millet de rahat etsin. Bunun için Allah korkusunu ve sevgisini insanlara aşılayın.
Nasıl yapalım bu işi? Söyleyin, yazın, okutun. Peki amma o zaman propaganda diyorlar. Ne olur? Bunlar Allah’ın emirleri, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hikmetleri değil mi? Din, sizin en tabiî hakkınız değil mi? Kim men’eder sizi bundan –Allah yolundan–? Suç diyorlar buna. Öyle mi? Allah’ın emrini okuyun:
اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَ صَدُّوا عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَ شَٓاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدٰى لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْئًا وَ سَيُحْبِطُ اَعْمَالَهُمْ
Meali: “Haberiniz olsun ki o küfür edip halkı Allah yolundan men’eyleyen ve hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra Peygamber’e karşı gelenler, hiçbir zaman Allah’a zerrece bir zarar edecek değiller. O, onların amellerini heder edecektir.”
Peki amma dinlemezlerse? Dinleyenlere, iman edenlere tekrar edin çünkü yaptığınız iş iyidir; insanlar için cemiyet için millet için hükûmet için devlet için hayırlıdır; şerden, beladan koruyucudur. İman edenlere deyin ki:
يَآ اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ
Meali: “Ey bütün iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin de amellerinizi iptal eylemeyin.”
Buna da inanmazlarsa deyin ki: Tehlike, vatan ve milletiniz için tehlike; dinde, dinin propagandasında değil, dinsizliktedir. Bunu Başvekilimiz de söyledi: “Sağcılığın, memleket için tehlikeli olduğu görülmemiştir. Bugün din propagandasına mani bir hal yoktur, tedbir almaya da lüzum kalmamıştır.”
Muhterem hâkimler! Siz bilirsiniz fakat bir kere de davayı açan savcıya sorunuz, bakalım hayır diyebilecek mi? Allah’ın emirleri, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hikmetleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse propaganda suçtur diye men’edilirse ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katl suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlarıyla kabil midir? “Komünizm” gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve aşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen ne ile önlemek mümkündür?
Muhterem vatansever, Allah’ına ve mukaddesatına bağlı necip Türk hâkimleri! Şu korkunç küfür propagandasına, körpe Müslüman Türk çocuklarının temiz ve saf dimağlarını senelerce tahrip ederek felce uğratan korkunç din düşmanlarının akıttığı zehirlere bakın.
Ne korkunç hal ve tezatlar içindeyiz. Savcı bunu görmez, İslâm dinine ve bütün mukaddes dinlere yapılan bu korkunç taarruz ve hakareti takip etmez de bu taarruzdan gençliğe muhafaza tedbirleri tavsiye edeni mi yakalar?
Pek muhterem Türk Müslüman hâkimler! Siz Kur’an-ı Mübin’in Allah’ın nurunun pırıltıları ile dolu olan ve yalnız o nur-u İlahîyi aksettiren Risale-i Nur Gençlik Rehberi’nden dolayı müvekkilimi mahkûm edemezsiniz!..
Muhterem, asil ve Müslüman Türk hâkimleri! Pek iyi bilirsiniz ki hakiki irşad âlimleri enbiyanın vârisleridir. Bu mübarek zatlar da kendilerine miras kalan vaaz u nasihati, Kur’an-ı Mübin’in emirlerine göre yapmakla mükelleftirler. Vazifesini yaparken hiçbir ücret ve ivazın talibi değildirler. Vazifelerini fîsebilillah yaparlar. Ancak Allah ve Resulünün rızasına taliptirler. Son nefeslerine kadar bu mukaddes vazifeye devam ederler. Çünkü bu vazife onlara Allah ve Resulünün emanetidir. Müvekkilim, bu emaneti ehline tevdi ediyor diye nasıl takip ve tazip edilir? Nasıl bu ihtiyar yaşında zayıf ve nahif bünyesi, inanamayacağı ağır bir teklif ile mükellef tutulur?
— Gel zindana gir!
Bu, en korkunç bir zulüm olur. Bu zulme mani olmak vazifesi de sizlere emanet edilmiştir.
Bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesat ve fitneyi imha edecek nurdur…
…
يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَ يَاْبَى اللّٰهُ اِلَّا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Meali: “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise –muhakkak– nurunu tamamlamak (tamamen parlatmak) istiyor, kâfirler hoşlanmasalar da.”
Avukat
Abdurrahman Şeref Lâç
Bu müdafaayı müteakip Üstad Said Nursî’ye başka bir diyeceği olup olmadığı mahkeme reisi tarafından sorulmuş, mumaileyh ayağa kalkarak:
— Yalnız bir kelime söylemek için müsaadenizi rica ederim.
— Buyurunuz.
— Muhterem vekillerim benim şahsım hakkında söylemiş oldukları senakâr sözlere ben lâyık değilim. Ben, Kur’an ve iman hizmetinde çalışan âciz bir adamım. Başka bir diyeceğim yoktur.
Beraet kararının tebliği
Bunun üzerine muhakeme hitam bulmuş, heyet-i hâkime müşavereden sonra ittifakla beraet kararını tebliğ etmiş ve bu karar mahkemede hazır bulunan üniversiteliler ve halk tarafından şiddetle alkışlanmıştır. Savcılık tarafından temyiz edilmediği için karar kesinleşmiştir.
***
Bedîüzzaman’ın İstanbul’a teşrifi münasebetiyle üniversiteli bir Nur talebesinin arkadaşına yazdığı mektup
Sevgili Üstadımızın teşrifinden dolayı bizi ve İstanbul’u tebriğinize teşekkür ederim. Bu muhteşem, müstesna hâdiseden dolayı, koca şehir kaynadı; için için bayram yapıyor. Âlimi cahili, fakiri zengini, genci ihtiyarı mahkemelerde, otelde her yerde onu görmeye ve dinlemeye koşuyor.
Rüyalarımız dahi neşe ve ferahla dolu… Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan her şeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birdenbire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (asm) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’an-ı Kerîm tilavetine başladılar. Fatih, her gün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine “Hoş geldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor. Yeni Cami’nin şerefesinden Beyoğlu’nun en karanlık ve mülevves izbesine kadar nüfuz edecek ışık tufanını şimdiden görür gibi oluyoruz.
Hepsinin Ayasofya’nın, Fatih’in, Sultan Ahmed’in, Eyyüb’ün ve Süleymaniye’nin ve bütün Müslüman İstanbul’un hicab perdelerini yüzlerinden atışı ve bize daha muhteşem ve daha samimi görünmeleri, bu büyük teşriften ve bu ulvi nurdan. Üstadımız, artık bu şehrin güneşi. O giderse ufkundaki güneş de onu takip edecek ve milyonluk şehir kararıverecek. Tesellimiz, Fatih şehrinin Risale-i Nur’la aydınlanacağı ve parlayacağı ümididir.
Üstadımızın teşrifini telefonla haber verdikleri zaman, cansız vücudumdan birdenbire bir cereyan geçti. Öldürücü ve uyuşturucu değil; dirilten, canlandıran bir cereyan… Maddî ve manevî varlığımın bir anda kuvvet bulup muazzam bir mıknatısın beni çektiğini hissettim. Ağır Ceza Mahkemesine vâsıl olduğum zaman, biraz evvelki tahassüslerimin bütün cemiyette hâkim olduğunu fark ettim. Mahkemenin içi ve dışı tıklım tıklım dolu idi. Kalabalığı yararak içeri girmek istedim fakat gözüm iki üniversiteli talebenin arasında yürüyen Üstada ilişti. Manasıyla olduğu kadar maddesi ve kıyafeti ile de bambaşka olan ve şu anda milyonlarca gözün onun üzerinde toplandığı müstesna varlık, sanki hiçbir şeyle alâkadar değildi ve hiçbir hâdiseden haberi yoktu.
…
Mahkemenin içindeyim. Ulvi isim zikredilir edilmez, büyük adam koca bir milletin, dinin ve devrin tarihî mümessili olarak içeri girdi. Ufak bir kaynaşmayı müteakip çıt yok. Herkes, bu muhteşem ve muazzam anın manasını ve heyecanını duymakta.
Hastayım demelerine rağmen, Üstadımızın yerlerinden yıldırım gibi fırlayarak itiraz ve izahları, mahkeme heyetinin hayranlıkla büyük adamı seyri… İkinci celsede daha muazzam bir kalabalık… Üstadımızın, vukufsuz ehl-i vukuf raporuna bizzat verdikleri hârikulâde cevaplar ve mahkemenin 5 Mart’a ta’liki…
Titreyerek, günah ve zaaflarıma bin teessüf ve tövbe ederek yaklaşıp mübarek ellerini sonsuz bir iştiyakla öptüğüm ve içimi tertemiz tutmaya çabalayarak gözlerini bulmaya cesaret ettiğim o an, o gün, hatıralarımın en büyük ve en nâdide yadigârı olacak. Üniversiteli diğer kardeşlerim, Üstadımızın hizmetinde bulunmakla şeref-i uzmaya kavuşmuşlar. O Üstadımızdan Cenab-ı Hak, ebediyen razı olsun ve bütün talebelerine ve bilhassa benim gibi bîçare, zavallı ve âcizlere akıl, dirayet, azim ve ihlas ihsan buyursun, âmin!
Evet kardeşim, bu asrın manevî şahı olduğu; hayatı ve eserleriyle sabit olan bir Üstadın eserlerini biz muhtaçlara lütfeden Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürlerle beraber şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olan Risale-i Nur’u, ölünceye kadar okuyacağız, neşredeceğiz inşâallah.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinden
Kâmil
***
Üstadın Emirdağ’a Gidişi
Üstad Bedîüzzaman, İstanbul’daki muhakemesinin beraetle neticelenmesini müteakip Emirdağ’a geldi. Emirdağ’da ramazan ayının bir gününde kıra çıktığı zaman, bir başçavuş ve üç silahlı jandarma yanına gönderilerek, gelecek fıkrada beyan edildiği gibi kendisine şapka giymesi teklif ediliyor; bu sebeple karakola celbediliyor. Bunun üzerine Üstad bir istida yazarak Adliye ve Dâhiliye Vekaletine gönderiyor; aynı zamanda Ankara’daki bir talebesine de göndererek alâkadar mebuslara hâdisenin duyurulmasını bildiriyor. Ankara’daki talebeleri, bu şekvanın bir nüshasını, Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar. Yazı, Büyük Cihad’da “En Büyük İspat” başlığı altında ve bir hâşiye ilâve edilerek neşrediliyor. Sonra, Ankara ve İstanbul Üniversitesindeki Nur talebeleri de iki üç makale yazı, Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar ve neşrediliyor.
Bu sıralarda Malatya Hâdisesi vukua geliyor; dindarlar aleyhinde bir sürü yalan, iftira, tezvir propagandası başlıyor. Bu tahriklere aldanan bazı şahsiyetler, dinî gazetelerden medar-ı ittiham noktalar bulmak için çalışıyorlar. Samsun’da da mezkûr “En Büyük İspat” başlıklı yazı ve üniversite Nur talebelerinin makaleleri dolayısıyla, gazete neşriyat müdürü ile Ankara’dan bu yazıların bazılarını gönderen bir Nur talebesi tevkif edilerek mahkemeye veriliyor. Nurculuğun memlekette inkişafı aleyhinde gazetelerde beyanatlar, kanaatler ileri sürülüyor. Altı yüz kadar Nur talebesinin mahkûmiyetini istihdaf eder şekilde, Türkiye’de yirmi beş yerde taharri yapılıp bir kısmında dava açılıyor. Neticede Risale-i Nur’da ve Nur talebelerinde medar-ı ittiham bir nokta olmayıp suç bulunmadığı kanaatine varılıyor.
Samsun’da açılan davada evvela mahkûmiyete karar verilmişse de Mahkeme-i Temyizin Risale-i Nur eserleri ve müellifi Bedîüzzaman hakkında serdettiği mütalaa ile mahkûmiyet kararını esastan bozması sebebiyle, tekrar yapılan duruşmada, yazılarda suç unsuru bulunmadığı kanaatine varılarak beraet kararı verilmiştir.
“En Büyük İspat” başlıklı yazıdan dolayı Samsun’da Üstadımız aleyhine de dava açılmıştı. Samsun’a mahkemeye celbi isteniyordu. Çok rahatsız ve ihtiyar olması sebebiyle kaza tabibliğinden aldığı bir raporu nazar-ı itibara alınmayarak, mutlaka mahkemede bulunması isteniyordu. Nihayet Üstad, Samsun’da mahkemede bulunmaya karar vererek İstanbul’a kadar geldi. Fakat sıhhatinin bozukluğu ve tahammül edememesinden yola devam edemeyip heyet-i sıhhiyeden bir rapor alıp mahkemeye gönderdi. Raporda, Said Nursî’nin yapılan muayene neticesi, ne karadan ne denizden ve ne de havadan Samsun’a gitmeye vücudu tahammül edemeyeceği yazılı idi. Mahkemede, Müddeiumumî şiddetli ısrarlarla Said Nursî’nin mutlaka mahkemede bulunmasını istemişse de mahkeme heyeti sıhhiye raporuna istinaden, Bedîüzzaman’ın İstanbul mahkemelerinden birinde istinabe suretiyle ifadesinin alınmasına karar verdi. Nihayet devam eden mahkemeler neticesinde, Samsun Mahkemesi dava mevzuu yazıda mahkûmiyeti icab ettirecek bir kasd görmediğinden Said Nursî’nin beraetine karar verdi.
***
Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî bu müdafaayı İstanbul Mahkemesinde okumuş ve mahkemesi beraetle nihayet bulmuştur
Gizli düşmanlarımız, bu ramazan-ı şerifte tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi: Bütün bütün kanun hilafına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silahlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun!” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakiki kanunsuzluk ile ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acib kanunsuzluğu ve bahanesiyle, iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden; elbette mahkeme-i kübra-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir. Evet, otuz beş senedir münzevi olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı “Sen Frenk serpuşunu giymiyorsun!” diye ittiham etmeye, dünyada hangi kanun müsaade eder?
Yirmi sekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul Mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde hem iki ay da yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve hem Mahkeme-i Temyiz bere yasak değil diye karar verdiği hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından –ki resmî bir libastır– bereyi giyenler de mesul olmazlar denildiği halde; hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve ramazan-ı şerifin içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde ruhu ve kalbi, vücuduyla meşgul olmamak için ilaçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye ile tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Mesela, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki emir kuluyum desin. Evet Kur’an-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَ اُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ âyeti, ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’an ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan münzevi, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif etmek, on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâm’ın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır. Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garib, fakir, münzevi, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki komünist perdesi altında, anarşilik hesabına, vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir sû-i kasd eseri olduğu gibi İslâmiyet’e ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir sû-i kasddır. Dindar mebuslar dikkat etsinler, bu dehşetli sû-i kasda karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.
Hâşiye: Rus’un Başkumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istila eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zalimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip “Namaz kılmayan haindir!” diyen ve Divan-ı Harb-i Örfînin dehşetli suallerine karşı “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!” deyip dalkavukluk etmeyen ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-i Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki:
“Sen, Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz.” denilse elbette öyle her şeyini hakikat-i Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, kat’iyen yüz ruhu da olsa bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek!
Acaba bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?
İşte bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için bütün kuvvetiyle dâhildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’an-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki:
Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.
Said Nursî
***
Ey mübarek, müşfik ve muazzez Üstadımız Hazretleri!
Bu acib madde ve dinsizlik asrında, nazarlar kısalmış; kalpler, fenalıklar ve kötülüklerle dolmuş yalnız ve yalnız Kur’an-ı Hakîm’in bu zamandaki en hakiki ve kat’î tereşşuhatı olan Risale-i Nur; o kısalmış nazarları, âdeta maddenin ruhuna nüfuz ettiriyor, o kötü kalplerin zindan gibi karanlık olan içini nurla dolduruyor. Bunun için bu asra “Nur Asrı” denmesi münasiptir.
…
Risale-i Nur, beşeriyetin bu tamiri imkân olmayan yarasını uhrevî ilaçlarla tedavi ediyor.
Risale-i Nur ve onun hârika müellifi siz mübarek Üstadımız, binlerce münevver gence halâskârlık vazifenizi yapmış ve yapmaktasınız. Bunun böyle olduğuna, imanları kurtarılan bu âcizler, canlı şahitleriz. Bu dehşetli asırda, materyalizmi, maddeciliği temelinden yıkan, mason ve komünistlerin bâtıl ideolojilerini bütün ilim ve idrak muvacehesinde zîr ü zeber eden Risale-i Nur, okuyucularına –bu asrın tâli’li insanlarına– bu dünya ile hattâ kâinatla bile değişilmez âb-ı hayatı, ebedîlik suyunu, yani beka âleminin bileti olan imanı bahşediyor.
Ey aziz ve mübarek Üstadımız! Bu kadar kıymetli bir hediyeyi bizlere veren siz Üstadımıza ne kadar hürmet ve muhabbet beslesek azdır. Siz kurtarıcı Üstadımızla Risale-i Nur talebeleri arasındaki bağ, ebedî bir bağlılıktır. Bunu hiçbir kuvvet çözemez. Hürmetle mübarek ellerinizden öper, dualarınızı beklerim.
Üniversite Nur talebeleri namına
Siyasal Bilgiler Fakültesinden
Ahmed Atak
***
Bu mektup Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesinde intişar etmiştir. Müfterilerin tahrikatıyla Samsun’da muhakeme açılmasına vesile olmuştur. Muhakeme beraetle neticelenmiştir.
Âlem-i İslâm’ın halâskârı, ehl-i imanın sertâcı, Risale-i Nur’un tercümanı, Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerine!
Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon Mahkemesince Risale-i Nur’un serbestiyetine; bütün risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesini; senelerce evvel ilan ettiğiniz “Risale-i Nur benim değil, Kur’an’ın malıdır; Kur’an’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur, Kur’an’a bağlıdır; Kur’an ise arş-ı a’zamla bağlanmıştır; kimin haddi var ki onu oradan söküp atsın!” diye olan hakikatli beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvi hizmetinizin İlahî ve Kur’anî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraet kararının âlem-i İslâm’ın ve bâhusus bu millet-i İslâmiyenin saadetlerinin başlangıcı olması itibarıyla, başta bütün varlığıyla bu zaferleri bekleyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler deryasına kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle tuğyan etmiş insanlığa hâdî ihsan olunan aziz, sevgili Üstadımız ve buna vesile olmakla ehl-i imanı kendilerine dost ve taraftar eyleyen dindar Demokratları ve âdil heyet-i hâkimeyi sonsuz minnetlerle tebrik eder ve arz ederiz ki:
Uzun senelerden beri terakki ve tealisi için çalıştığınız ve uğrunda feda-yı nefis ve can eylediğiniz hakikat-i Kur’aniyenin bugün bütün bir memleket, bir millet çapında ehl-i imanın kalplerine sürurlar getirerek fevkalâde inkişafı, hizmetine memur kılındığınız ve bilfiil muvaffak olduğunuz kudsî dava ve hizmetinizin ne kadar yüksek ve parlak olduğunu, güneş gibi ispat ediyor.
Yirmi beş otuz seneden beri bütün manilere ve sıkıntılara rağmen bu kadar sabır ve metanetiniz ve Kur’an’dan kalb-i münevverinize gelen Risale-i Nur’un neşri cihetinde bu hârika hizmet ve mücahedeleriniz, istikbalin nesillerine ve İslâm’ın kahraman mücahidlerine bir numune-i iktida ve imtisal oluyor. Kur’an güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları olan Nur şuâlarıyla cehil ve dalalet karanlıklarını izale ederek, milyonlar kalpleri o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendinize minnettar ettiniz.
Bu vatan ve bu millet, bu tarih ve bu toprak, sizin bu hizmetinizi, bu fedakârlığınızı hiçbir zaman unutmayacaktır. Ebediyet âlemine göç eylediğinizde dahi sizin bu hizmetiniz bir çekirdek olup ondan fışkıran bir şecere-i âliye, her tarafı kaplayacak ve o Nur ağacının etrafına toplanan büyük cemaatler ve Risale-i Nur’un yükselen ebedî şuâları, o hizmetinizi ile’l-ebed ve daha parlak ve daha şaşaalı idame edecekler.
Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle, bu asrın bir hidayet serdarısınız.
Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki (asm) aziz dellâlı ve o müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı Nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını yüz binler talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem, kahraman, sevgili Üstadımız!
Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana zuhurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıtalara şâmil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tazimle öperiz.
Ankara Üniversitesi Nur talebelerinden
İsmail, Salih, Âtıf, Ahmed, Ziya, Mehmed, Abdullah
***
Üstad Said Nursî’nin Isparta’da İkametleri
1953 senesi yaz aylarında Üstad Emirdağı’ndan Isparta’ya geldi. Isparta’da pek çok sadık talebeleri vardı. Daha evvel gönderdiği mektuplarında Isparta’yı taşıyla, toprağıyla mübarek olarak tavsif ediyor ve Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarıyla vücud bulan manevî hayatının idamesine en kuvvetli medar, Isparta olduğunu beyan buyuruyordu. Filhakika Isparta, Üstadın bu iltifatına lâyık olduğunu uzun senelerdeki hâdiselerin şehadetiyle ispat etmiş ve göstermiştir. Çünkü Risale-i Nur’un birinci medresesi ve telif yeri olan Barla, Isparta’nın bir nahiyesidir. Risale-i Nur’un büyük mecmuaları burada telif edilmiştir.
Risale-i Nur’u binler kalemlerle en korkulu zamanlarda yazıp neşredenler Isparta ve köylerindeki talebelerdir. Misal olarak Sav köyünü göstermek kâfidir. Üstad Kastamonu’da bulunduğu zaman, Isparta’nın yalnız Sav köyünde bin kadar kalem senelerce Nurları yazmış, çoğaltılmasında çalışmıştır.
Her birisi birer vilayet kadar, belki daha ziyade Risale-i Nur’a alâka gösteren ve Nurların yayılmasında birer santral misillü çalışan Nur merkezleri Isparta’dadır. Gül ve Nur fabrikaları ve bunların etrafında Medrese-i Nuriye şakirdleri, Mübarekler Heyeti, hep Isparta vilayeti dâhilindedir.
Hem her birisi hizmet-i Kur’aniye itibarıyla birer kutub hükmünde olan Nur talebelerinin medar-ı iftihar büyük kardeşleri de yine Ispartalıdırlar.
Hem Isparta Adliyesi ve Emniyeti daima Nurlara insafla muamele etmiştir. Üstad, Isparta Adliyesine çok defa dua etmiş, sair vilayetlere bu noktada da Isparta’yı hüsn-ü misal göstermiştir.
Bu ve bu gibi sebepler tahtında Üstad, âhir ömrünü Isparta’da geçirmek, ölümünü oradaki mübarek sadık kardeşlerinin arasında karşılamak, mezarını Isparta’da, Sav’da veya Barla’da vasiyet etmek üzere Isparta’ya geldi. Kira ile bir eve yerleşti. Yanında dört beş talebesi vardı. Bu talebeleriyle Üstad, hususi dershane-i Nuriyesini vücuda getirmişti.
***
***
Isparta’daki Hayatından Muhtelif Safhalar
Mahkeme Safahatı: Afyon Mahkemesi tarafından kitaplar serbest bırakılmadan, Malatya Hâdisesi münasebetiyle bazı vilayet ve kasabalarda taharriler yapıldı, mahkemeler açıldı. Ezcümle: Mersin’de, Rize’de, Diyarbakır’da Nurlar ve Nurcular aleyhine dava açıldı; neticede mahkemeler beraet verdi. Birçok vilayetlerde yapılan taharriler ve soruşturmalar ile Nurcular aleyhine umumî bir dava açılması için Isparta Müddeiumumîliği harekete geçti. Sekseni mütecaviz Nur talebesi hakkında iddianame hazırlandı ve dosya sorgu hâkimliğine tevdi edildi.
Emniyetin pek çok gizli mensupları, Nur talebeleri arasında dolaşmaya, her hareketlerini kontrole başladılar. Ankara, İstanbul, Adapazarı, Safranbolu, Karabük, Dinar, İnebolu, Van gibi yerlerde araştırmalar, sorgular yapıldı. Yapılan bütün tetkikat ve taharriler neticesi:
Vatan, millet aleyhinde zerre kadar bir hareket bulunmayıp bilakis her vatandaşın göğsünü iftiharla kabartacak ilmî, imanî, vatanî hizmetler, ahlâkî gayret ve faaliyetler ile hareket ettikleri, Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve neşrine çalışmaktan başka bir gaye ve maksatları bulunmadığı anlaşılmasıyla “Nurcularda suç bulamıyoruz, medar-ı mes’uliyet bir hareket ve faaliyetleri görülmemiştir.” diye umumen kanaat getirildi. Bu soruşturmalar, Risale-i Nur’un hakkaniyetinin anlaşılmasına vesile oldu. Neticede Nurların beraetine karar verildi.
Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihya ettiler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye îfa olundu. Bir aralık Diyarbakır’da orada Nurlarla imana ve Kur’an’a hizmet eden faal bir Nur talebesi aleyhine dava açıldı, beraetle neticelendi; mü’minlerin sürur ve minnettarlığına vesile oldu.
Afyon’da da devam eden mahkeme neticelendi. 1956 tarihinde Risale-i Nur’u inceleyen Diyanet İşleri Müşavere Kurulu verdiği bir raporla, Risale-i Nur’un iman ve ahlâkî tekemmülata hizmet hususundaki vasfını ilan etti. Afyon mahkemesi de bu rapora istinaden Risale-i Nur eserlerinin beraetine ve serbestiyetine karar verdi, hüküm kat’îleşti.
Afyon Mahkemesinin beraet kararından sonra, Isparta Sorgu Hâkimliği de men’-i muhakeme kararı verdi. Böylece Risale-i Nur, birçok adlî süzgeçlerden geçerek umumî ve küllî bir serbestiyet ve hüsn-ü kabule mazhar oldu.
Nurların Neşri: Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular. Bu hizmetleri yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız malûm şahıslar değil; hizmet-i Kur’aniye olduğu için pek çok vecihlerde, pek çok zatlar tarafından îfa edildi. İsmi bilinmeyen nice hâlis talebeler, sadık mü’minler, bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedî’nin yayılmasına gayret ettiler.
Ankara’da üniversiteli talebeler ve muhterem hamiyet-perver zatlar, Risale-i Nur mecmualarını matbaalarda tab ile her tarafa neşrine bilhassa yeni harfle istifadeye muntazır kitlenin ellerine ulaşmasına çalıştılar. Risale-i Nur’un küllî neşriyatını gençliğin, mekteplilerin deruhte etmeleri, bu hususta büyük fedakârlık göstermeleri ise bu millet ve vatan için büyük bir saadet oldu. Çünkü hiçbir şahsî menfaat talep etmeden ve yalnız rıza-yı İlahî için hareket etmeleri; onların, bu asil milletin hakiki evlatları olduğunu gösterdi.
Üstadın Barla’ya Gidişi
Üstad, Barla’dan yirmi sene evvel ayrılmış ve o zamana kadar hiç gitmemişti. Barla ile kendi Nurs köyünden ziyade alâkadardı. Çünkü hayat-ı maneviyesi olan Risale-i Nur burada telif edilmeye başlamıştı. Kur’an-ı Hakîm’in hidayet nurlarını temsil eden “Sözler” ve “Mektubat” ve “Lemaat-ı Nuriye” buradan etrafa yayılmıştı. Bu itibarla Barla, Risale-i Nur dershanesinin ilk merkezi idi.
Barla’daki hayatı gerçi nefiy ve inziva içinde ve tarassud altında geçmekle acı idi fakat Risale-i Nur hakikatlerinin telif yeri olduğundan Üstadın en tatlı ve şirin hayatı da yine Barla hayatıdır denilebilir. Bu defa Barla’ya nefiy ile değil, hapis ile değil, kendi rızası ile ve serbest olarak gidiyordu. Güzel bir bahar günü Barla’ya geldi. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstadı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikametgâhı olan medrese-i Nuriyesine yaklaşırken kendini tutamadı, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da âdeta kendisini selâmlıyordu.
Bir vakitler yani Barla’da sekiz sene ikametten sonra Isparta’ya celbedilmişti. O zamanki gidişinde mübarek çınar ağacı Üstadı manen teşci etmiş, haşmetli kanatları olan dallarının Cenab-ı Hakk’a olan secdevari ubudiyetiyle Üstadı uğurlamıştı. Bu defa da yine uzun bir müfarakattan sonra tekrar Üstada kavuşmanın süruru içinde Hâlık-ı Rahman’a secde-i şükrana kapanıyordu. Üstad, o mübarek çınar ağacına sarılmış, yanındaki talebelerine ve ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti; zaten gözyaşlarını tutamıyordu. Sonra Nur dershanesi olan odasına girdi ve iki saat kadar kaldı, hazîn ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.
Evet, şüphesiz rahmet-i İlahiyenin nihayetsiz tecellilerine mazhardı. Bir zamanlar Şarkî Anadolu’dan Isparta havalisine sürülmüştü. Isparta’dan da dağlar arasındaki Barla nahiyesine nefyedilmişti. Burada ölüp gidecekti. Eski tarihçe-i hayatının şehadetiyle çok kahraman ve fedakâr olan bu zat, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in hakikatlerini benimseyen; ferdî ve millî saadeti, İslâmiyet hakikatlerine sarılmakta gören ve bunu haykıran ve delail-i akliye ile ilim meydanına çıkan bir kimse idi.
Üç devir geçirmiş, cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsî davasından dönmemiş; yaralanmış, zehirlenmiş, ölmemiş; dağlar gibi hâdiselerin dalgalarından yılmamıştı.
Milletleri, kavimleri içine alan, zihniyet ve telakkileri değiştiren asr-ı hazırın cereyanları, bu zatı Kur’an ve iman davasındaki yolundan çevirememişti. O, ruhundaki şecaat-i imaniye ile kat’î inanıyordu ki dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek; bir Said, binler belki yüz binler Said olacak. İnsanlık câmiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı ve inkişafı başlayacak ve âfak-ı İslâm’ı saran zulmet bulutları Kur’an’dan eline verilen bu meşale-i hidayetle dağıtılacak, ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak, canlara can katacak, manen ölmeye yüz tutan millet-i İslâmiyeyi ihya edecek, âleme efendi olan İslâmiyet’in –biiznillah– cihana efendiliğinin maddî manevî mübeşşiri olacaktı.
İşte bu kudsî hakikatin hâmili ve nâşiri olan ve hakikatte bugünkü beşeriyetin medar-ı iftiharı bulunan bu aziz zat, din düşmanlarının planıyla –vaktiyle– bu beldeye gönderilmiş, Anadolu’da tesis ettirilen rejimin aleyhinde bulunmasına, fiilî müdahalesine mümanaat olunmuştu. Heyhat! Esasen kendisi siyasetten çekilmişti, ehl-i dünyanın dünyasına karışmıyordu. O, istikbali nurlandıracak bir hakikatin telif ve neşrine çalışıyordu. Kâinatın sahibi ve hâdiselerin mutasarrıfı olan Allah; onun hâmisi, muîni ve yardımcısı idi.
İşte otuz sene sonra tekrar Barla’ya döndüğü zaman, hizmet-i imaniyesinde nâil olduğu büyük ikramları, inayetleri düşünerek, müşahede ederek mesrur oldu ve sürurundan ağlıyordu, secde-i şükrana varıyordu.
Hal-i hazırda Üstad Isparta’da ikamet eder. Bazen Emirdağı’na bazen Barla’ya gider. Buraları, Risale-i Nur’un telif ve inkişaf merkezleri olduğu için ruhen çok alâkadardır. Hem kendisi doksan yaşına yaklaştığı ve birçok defalar zehirlendiği için rahatsızdır. Hastalığı tarif edilmeyecek derecede ağırdır ve şiddetlidir. Ruhen, hissiyatı kuvvetli ve âlem, bâhusus âlem-i İslâm bilhassa Risale-i Nur dairesi, vücud-u manevîsi hükmünde olduğundan her iki vücudundaki ızdırap şedittir. Gerçi talebelerinin duaları ve neşr-i envar-ı imaniye o ızdırabına bir merhem ve deva ise de yine de pek vâsi şefkati itibarıyla zaman zaman ızdırabı şiddetlenmektedir. Bu itibarla, tebdil-i havaya çok muhtaçtır. Bir yerde fazla kalamıyor. Tebdil-i havaya çıktığı zaman hastalığı kısmen azalıyor, rahat nefes alabiliyor.
Üstad, Risale-i Nur kesretle intişar ettiğinden ve her yerde pek çok Nur talebeleri mevcud olduğundan halklarla konuşmayı tamamıyla terk etmiştir. “Risale-i Nur, benimle sohbetten on derece ziyade faydalıdır.” deyip ziyaretçi de kabul etmemektedir. Hattâ yanındaki talebeleriyle dahi zaruret halinde konuşmaktadır.
Artık hayatının son safhasına geldiğini söylemekte, daima içinde yaşadığı ayı çıkarabileceğinden şüphe eder bir vaziyette ecelini beklemektedir. Nurların neşriyatından memnun ve müteşekkirdir. Millet ve devletçe, İslâmiyet ve saadet yolunda atılan her adımı takdir ve tasviple karşılamakta; Hak yolunda yürüyen, İslâmî şeairi ihya edenlere dua etmektedir. Aynı zamanda, âlem-i İslâm’ın maddeten ve manen selâmet ve saadetini dilemekte ve bu yolda girişilen dâhil ve hariçteki gayretlerden hadsiz derece sevinç ve memnuniyet duymaktadır.
Risale-i Nur’u Kur’an-ı Hakîm’in bu zamana mahsus bir mu’cizesi bilmekte, bu vatanı komünizm tehlikesinden Risale-i Nur’daki hakikat-i Kur’aniye muhafaza ettiğini beyan etmekte ve âlem-i İslâm’la hakiki kardeşliğe ve uhuvvete ve ittifaka medar olacağını, dünyevî ve uhrevî saadetimizin bu hakikate yapışmamızda bulunduğunu duyurmaktadır.
Risale-i Nur’un Anadolu’dan başka diğer Müslüman memleketlerde yayılmasının elzem olduğu kanaatindedir. Siyasî gayret ve faaliyetlerden evvel, Risale-i Nur’un neşrolmasının daha menfaattar olacağını ihbar etmektedir.
***
[1] Hâşiye: Fakat mahkeme heyeti, Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, müsaderesine karar verdi. Bu karar 1956 tarihine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalelerine müsadere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi, Temyiz’in kararına uyarak Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usûlde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşlerince tetkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Kurulunca bütün eserler tetkik ettirildi. Neticede Nurların hakikatini bir derece belirten bir rapor verildi.
Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 tarihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat’îleşti. Artık bu tarihten sonra merkez-i hükûmette Risale-i Nur mecmuaları matbaalarda tabedilmeye başladı.