(Ehl-i dünyanın Üstadımız hakkındaki asılsız üç vehimleri münasebetiyle, bir kardeşimizin ettiği sualine karşı cevaptır.)
Üstadımız Barla’da kimsesiz kaldığı için mütalaa edecek kitapları olmadığından dünyadan ümidini kesip âhiret noktasından iman cihetinde, kendi nefsiyle olan mükâlemelerini, düşündüklerini çok defa “Ey nefsim! Ey nefsim!” diye kaleme almış. Ne vakit o vaziyetten, o beladan kurtuldu. Buraya geldi, altı ay zarfında oradaki altı gün kadar bir şey yazmadı. Zaten neşriyat yapmıyor. Ancak kendi nefsi için nota nevinden kaydettiği mesaili, iman cihetinde vesveseye düşmüş bazı has dostlarının istemelerine binaen, güçlükle onlar alıp mütalaa ediyorlar. Yazdığı en mühim bir eseri; bir müdür, vesveseli ve onun hakkında muannid bir valiye şikayet tarzında vermiş. O muannid vali tetkikatında, bu eserde ve bunun neşriyatında siyasete taalluk edecek bir cihet yoktur, sırf mesail-i imaniyeye aittir diye hakikati anlamakla, o müdürü tekdir etmiştir.
Hem hocamız tarîkat zamanı olmadığını, mütemadiyen dostlarına söylüyor. İmanı kurtarmak zamanıdır, diyor. Buna delil, dokuz senedir hiçbir kimseye tarîkat talim etmemesidir. Yalnız mezhebi Şafiî olduğu için namazdan sonraki tesbihatı biraz fazlacadır. O fazlalıkta otuz üçer tesbihattan sonra mezheb-i Şafiî’de sünnet olan bazen on, bazen otuz üç لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve üç defa da salavat okumaktan ibarettir. Hususi ibadetinde yanına hiçbir kimseyi bırakmaz, en has hizmetçisi de yanına giremez ve diyor ki: “Ben şeyh değilim ancak bir hocayım. Eskiden dünyaya karıştığım için günahlarım çoktur. Onlara istiğfar ediyorum.” diyor.
Üstadımız hakkında ehl-i dünya ve ehl-i hüküm tarafından çok defa “Ne ile yaşıyor?” diye endişekârane soruluyor. Bu sual altında, acaba başkaların hediye ve sadakalarıyla mı yaşıyor deniliyor.
Elcevap: Bizler daimî hizmetindeyiz. Hiçbir kimsenin sadaka ve hediyesini ihtiyarıyla kabul etmez. Mecbur kaldığı zaman, mukabilini vermek suretiyle alır. Barla’da köy halkı az olduğundan men’edip kendini kurtarıyordu. Buraya geldikten sonra Barla gibi “Ben bir şey istemiyorum.” diye olan musırrane redde muvaffak olamadı. Hatırları kırılmayacak bazı dostların getirdikleri yemekleri birkaç defa yedi. Sonra birden bire, hasta olmadığı halde iştihası tam kesildi. Bizim kanaat-i kat’iyemiz geldi ki başkasının hediye ve sadakasını yedirmemek için manevî bir ihtar ve bir itabdır.
Evet iki sene evvel, bütün ramazanda üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi; bir sene evvel üç francala, bir ramazan yine kâfi gelmişti. Bu ramazan-ı şerifte otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir francala yediğini (yalnız bir iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik (Hâşiye[1]).
Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaşı Rüşdü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendi’nin hatırını kırmamak hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendi’ye dedi ki: Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al, sancı devam ediyor, dediği halde balıkların fiyatını almadığı için iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği ızdıraptan kurtar.” Rüşdü Efendi balığın fiyatını aldığı dakikada, sancı birden bire kesildi. Biz Üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acib hali aynen gördük. İşte Üstadımız hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatalarını tashih etsinler.
Bekir, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü
***
(Hulusi Bey’in mektubudur.)
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ بِلَا اِنْقِطَاعٍ
Eyyühe’l-Üstadü’s-Said!
Risale-i Nur şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyelerinde en âciz, en zayıf ve en menfaatsiz bir uzuv olmakla beraber, bu intisabın verdiği kuvvetle, manevî efradının dualarının ve kudsî himayelerinin himmetine ve Rabb-i Rahîm’in kerem ve inayetine dayanarak, nâil olduğumuz son nurlu âsârın mütalaa ve zavallı muhitimizdeki neşrinden mütevellid hâlis sürurumuza ve nihayetsiz manevî duygularımıza tercüman ve lisan-ı acz ile hissiyatı izhara vasıta, başta muhterem ve çok müşfik ve aziz üstada ve onun tevfik-i Hudâ ile en kıymetli muînleri ve Risale-i Nur şakirdlerinin manevî cisimlerinde daima faal ve nevvar nâkil ve nâşirleri olan kardeşlerimize şükran ve dua borcumuzu iblağ etmek emel ve niyeti ile şu arîzacığı yazmaya başlıyorum.
Evvela ulvi ve gaybî kerametten bahsedeceğim: Mecmuatü’l-Ahzab’da Ercuze namındaki kaside-i mübareği, Fethi Bey’de buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tetkik edemedim. Ancak Sekine namı verilen ve ism-i a’zamı tazammun eden altı isim فَرْدٌ ، حَىٌّ ، قَيُّومٌ ، حَكَمٌ ، عَدْلٌ ، قُدُّوسٌ جَلَّ جَلَالُهُ olarak buldum. Bu esma-i mübarekenin vird edilmesine müsaade ve ne suretle devam iktiza ettiğine emrinizi istirham ederim.
Merhum ceddimin Hazret-i Ali radıyallahu anh Efendimiz hazretlerine matuf ve evvelce arz ettiğim: كَرَامَاتُ الْاَوْلِيَاءِ حَقٌّ düsturunu tasdik sadedindeki keramat hâdisesinin ifade edildiği bir zamanda, orada da bu mübarek eserin neşredilmiş olması; cidden hayreti mûcib olmakla beraber, işlerimizin tesadüfle alâkası olmadığını gösterecek küçük bir delil ve Risale-i Nur, Mu’cize-i Kübra-i Ahmediye (asm) olan Kur’an-ı Azîmüşşan’dan nebean ettiği için i’cazkâr hâdisat eksik olmayacağına işarettir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
Bu ulvi eserin sonuna Risale-i Nur şakirdleri namına bu âciz talebenizin ismini koymakla, sıddıkınızın yazılmış ve yazılacak bütün Risale-i Nur lemaatına karşı, tasdikte tereddüt etmeyeceğine işaret olduğunu, şükranla karşıladım.
Sure-i Rahman’daki فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celilesindeki tekrarlar gibi Risale-i Nur’un mebde-i neşrinden bu zamana kadar enva-ı keramat ve gaybî i’caz izhar edilmekte ve bu feyizli hâdisat, Risale-i Nur şakirdlerini gayrete ve himmete teşvik eylemekle beraber, onları manevî silahlarla teçhiz ederek, kuvve-i imanlarını tezyide vesile olmaktadır.
Allahu Zülcelal Kur’an-ı Kerîminde, Peygamber-i Zîşan hadîs-i nebevîlerinde, Cihar-ı Yâr-ı Güzin, Sahabe-i Kiram ve Âl-i Beyt namlarına, Hazret-i Ali ve evladından Hazret-i Gavs kaside-i mübarekelerinde, fitne-i âhir zamandaki en mühim ve Kur’anî harekete remiz, delâlet, işaret, belki sarahatle parmak bastıklarını Risale-i Nur nâşiri, bütün eserlerinde gösterir ve derslerinde tekrar tekrar söylerse tereddüt ve şüpheye zerre kadar mahal ve hak kalır mı? Aslâ ve kat’â. Allah’ın ihsanına yüz binler hamd ve şükürler olsun.
Münasebet gelmişken tahdis-i nimet maksadıyla, mazhar olduğum, bütün acz ve noksanıma rağmen, gördürülmekte olan kudsî hizmetin şerefi, manevî vahdetteki ihlasın ikramı addedilmeye seza, gaybî himaye ve sıyaneti, Risale-i Nur şakirdleri kardeşlerime mücmelen arz ve iblağ edeyim.
1- Allah’a malûm çok kusurlarımı bilmeyen büyük ve küçük bütün halkın hakkımdaki teveccühleri,
2- İktiza ettikçe, soruldukça, münasebet geldikçe, pervasızca daima aldığım derslerden öğrendiğim hakikatleri söylediğim halde, bütün meslektaşlarımın hakkımda muhabbet göstermeleri ve cevap verememeleri,
3- Ahkâm-ı diniyece gücüm yettiği kadar mutavaat gösterdiğimi bildiklerine ve gördüklerine rağmen, ekser meslek büyüklerimin hususiyet ve gidişlerini beğenmediğim halde, alenen takdirlerini izhar eylemeleri,
4- Elaziz’de maddeten hayli uzakta bulunmaklığıma rağmen, Risale-i Nur feyiz menbaından nebean eden lemaatın, izn-i Hak’la arızasız gelebilmeleri,
5- Eski hocalarımın âsâr-ı Nur’u bu âcizden dinlemeleri, vasıtamla okumaları,
6- Elhamdülillah buraya gelen Nurlu eserlerin, hususiyet ve mahremiyet kayıtlarına bir derece dikkat ederek intişarına çalıştığım halde, yüz bin kere şükür ve minnet ol Hâlık-ı Azîm’e, bir mani ve şer zuhur etmemesi ilh…
Açık, zahir, bâhir ve kat’î bir himaye ve sıyanet-i maneviye neticesi ve Risale-i Nur şakirdleri arasındaki hakiki ihlas ve tesanüdün parlak bir tecellisidir.
Sun’î bir tevazu için değil, hakikati ifade için derim ki: Bundan evvel Sabri Efendi kardeşimize yazdığım küçük mektubumda da zikrettiğim vecihle, Risale-i Nur şakirdleri vücud-u manevîsinde ancak küçük bir ayak parmağı kadar bir kıymeti olan bu bîçare kardeşinizi, Hâlık’ımız bu günahkâr abdini nihayetsiz in’am ve ihsanına lâyık görmüş ki Risale-i Nur nâşirine bir talebe, Risale-i Nur şakirdlerine bir kardeş, Kur’an hâdimlerine bir arkadaş etmiştir. Arabî ve Farisî bilmeyen, ilim ve medrese görmeyen bir âsi abdine, hikmet-i Samedaniyesiyle böyle bir ikramda bulunuşu, elbette bir hikmete müsteniddir. O da her halde Risale-i Nur’la alâkadar olanlar arasındaki safvet ve ihlas ile Risale-i Nur’un ind-i İlahîdeki derecesine ve hizmetin ulviyetine atfolunur.
İşte Risale-i Nur şakirdlerinden en gayr-ı nâfi’ bir uzva, misal olarak zikredilen bu kadar açık himaye ve sıyanet-i İlahî vaki olursa diğer münevver unsurlara ne derece ikram ve inayet olacağı kıyas olunabilir.
Allah’ın inayetine, Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz hazretlerinin imdad ve ruhaniyetlerine istinad ederek Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini manevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yani Risale-i Nur nâşiri ile onun şakirdlerini فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ ۞ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقٖينَ âyetlerinin sırlarının tezahürü inşâallah karşılayacaktır.
İktisat hakkındaki risale hem insanî hem içtimaî hem dinî hem dünyevî çok güzel ahlâkî, çok hoş imanî, çok değerli nurani bir nasihatnamedir. Buradaki kardeşlerimizden bazılarının, âsâr-ı Nur hakkındaki ihtiyarsız şu sözleri, ne kadar yerindedir. Diyorlar ki: Bu mübarek eserlerden biri okununca, içimizden “Bundan daha yüksek eser olamaz.” dediğimiz halde, ikincisini dinlediğimiz zaman bakıyoruz ki bu, evvelkinden daha ulvi ve nurludur.
Ben de diyorum ki: Ey ihvan! Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse Allah tevfik verirse imanını kurtaracak hakikatleri onda bulur. Çünkü her cüzün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: “Bu okuduğun kitapta bizdeki hakikatlerin de uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.”
İhlasa dair Yirminci, Yirmi Birinci Lem’alar: Yirminci Lem’a muhtelif meslek ve meşrepte mü’minler arasındaki rekabetkârane ihtilafların esbabını öyle bir teşrihtir ki tavsif edebilmek için bu mübarek eseri aynen nakleylemekten başka çare yoktur. Allah cümlemizi muhlis kullarından eylesin, âmin!
En az on beş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmi Birinci Lem’a, evrad edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Malûmdur ki kale içinden fetholunur. Bugünkü muvaffakıyete sebep olan ihlas kalkarsa maazallah o zaman çok vahim neticeler tevellüd eder. En büyük düşmanımız nefsimizdir. Onu susturmak için zannedersem şu ihtar kâfidir: “Ey nefs-i nâdan! Beni kandıramazsın. Mademki bir Peygamber-i Azîmü’l-Kadr ve bir Nebiyyullah olan Hazret-i Yusuf aleyhisselâm وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْسٖٓى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّٖى demiştir. Aldatamazsın. Senden ve senin samimi yoldaşların cinnî ve insî şeytan, ehl-i bid’a ve ulemaü’s-sû şerlerinden Allah’a sığınırım.”
Eski Said lisanıyla kaleme alınmış olan Yirmi İkinci Lem’a: Zaleme güruhunun hücumlarına pek mükemmel müdafaa ve elyak ve a’lâ bir cevaptır. فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ
Otuz Birinci Mektup’un Yirmi Beşinci Lem’a’sı: Maddî ve manevî bütün hastalıklara mükemmel devadır. Altıncı Deva’nın iki defa yazılmasına merak ettim, hatırıma geldi. Birden yirmi beşe kadar devaları topladım 325 oldu. Tekrar eden 6 numaralı devayı da zammedince 331 çıktı. Söylenişte ve yazılışta ekseriyetle hazfedilen bu rakamlardaki kaldırılmış 1000 sayısını nazar-ı dikkate alırsak 1325 ve 1331’de İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu Lem’a’da mahfî işaret bulunduğuna hükmeyledim. Basîretli ve nurlu arkadaşların daha mahfî hakaik çıkardıklarını ümit ediyorum.
Eski talebenizden Hâfız Hüseyin Efendi’ye bu Lem’a’yı babasının vefatından birkaç gün sonra, arefe günü Hâfız Ömer Efendi ile evine gitmek suretiyle okumak nasib oldu. Maddî ve manevî hastalıklarına ilaç veren hekim-i hâzık aziz Üstada çok dua etti. Bu mübarek eserin bu zat üzerindeki tesirini şöyle telhis edebiliriz: Ehibba ve arkadaşlarından hastalığını soranlara “Çok mükemmel bir ilaç buldum. Doktorlara ilaç parası vermekten elhamdülillah kurtuldum. Günden güne iyi oluyorum.” diyormuş. 17 Zilhicce 1353
Uhrevî kardeşiniz ve âciz talebeniz Hulusi
***
(Risale-i Nur şakirdlerinden Kuleönlü Hacı Osman’ın bir fıkrasıdır.)
Muhterem Üstadım!
Risale-i Nur’u birkaç seneden beri dinleyip binde bir almış olduğum manevî yaralarıma bir ilaç vazifesi görüyordu. Fakat hastalara ait Yirmi Beşinci Lem’a ve ihtiyarlara ait Yirmi Altıncı Lem’a’yı Mustafa ve arkadaşlarımla beraber okuyup kemal-i şevk ile dinledim. Bakıyorum ki vücudumdaki yaralara güzel tesir ediyor, arkadaşlarıma dedim:
Madem Risale-i Nur’un tesiri bu kadar kuvvetlidir, ben yazmaya karar verdim fakat hiç okuyup yazmam yok ki böyle kıymettar Risale-i Nur’a yardım edeyim. Madem kalemim yok, beni hizmetçi ve postacı olarak tayin ediniz diye müteessirane söyledim.
O gece rüyamda, kendimi ölmüş ve yıkanmış olarak kabre bıraktılar. Haşir zamanı gelip kabirden kefen ile başım açık, ayaklarım yalın olarak kalktım. Korkarak memleketimize gelirken büyük bir köprüye yolum uğradı. Köprünün iki tarafında iki nöbetçi vardı. Birinden geçip diğeri hemen beni yakaladı, acaba nereye götürecek diye bütün vücudum titriyordu. Biraz gittikten sonra köprü bitmeden Üstadıma beni teslim etti. Üstadım beni yıkayıp bıraktı.
Sonra asker olarak bir camiye bütün ahali toplandı. Bir asker geldi bana dedi: “Seni büyük bir kumandana hizmetçi tayin ettiler, gideceksin.” Ben dedim: “Benim gibi süflî bir nefer, nasıl o müşirin yanında hizmetçilik eder?” İtiraz ettim. Yine tekrar etti: “Gideceksin.” Ben korkarak gittim, baktım ki orada Üstadımı görünce mesrurane sevindim. Bana dedi: “Arkamdan gel.” Yüksek bir saraya çıktı, bana dedi: “Bu ufak hizmetleri gör.” Ben düşünmekte iken Barlalı Süleyman Efendi geldi. Beraber bulunurken Üstadım güzel bir gül bahçesine gitti. Ve orada bir küçük genç oturur, bana dedi: “Sen bu gence hizmet edeceksin.” dedi. Hemen uyandım.
Ey kardeşlerim! Madem Üstadım bende bir şey yok, ben yalnız tayin olduğum cevahir dükkânından herkesin ihtiyacı var olduğunu ve Kur’an’ın dellâlı olduğunu sekiz dokuz senedir ilan ediyor. Biz Risale-i Nurları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var, onun için ey Müslümanlar! Manevî yaralarınıza ilaç ararsanız Risale-i Nur’da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teali edecektir. Hiç şüphe etmeyiniz.
Mübarek iki ellerinizden öperim ve bayramınızı tebrik ederim.
اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ
Cahil ve âciz talebeniz Hacı Osman
***
(Âhiret hemşirelerimizden ve Risale-i Nur talebelerinden Müzeyyene’nin fıkrasıdır.)
Muhterem Üstadım!
Şu fâni dünyanın elemlerine gark olan gözlerim, sizin feyizli, nurlu Sözlerinize ve tesirli ve şifalı risalelerinize, can u gönülden merbut oldukça ve okudukça risaleleriniz ne kadar büyük bir mürşid olduğunu hiçbir şeyle tarif edemem.
Evet şu dünyaya, şu zamana çöken zulmet ve gaflet perdelerini Sözleriniz yırtıyorlar, parçalayıp o zulmeti ve gafleti dağıtıyorlar. Hangi akıl var ki hakikat perdesini görüp de o hakikat perdesinde nur-u hakikat parlarken onlara gözünü yumup zulmet perdesine atılmış olsun. Ben de inşâallah zulmete atılmam. Artık güçlükle bahtiyar olup da tekrar bedbaht olamam.
Üstadım, ben sair kardeşlerim gibi sizden bizzat ders almaktan mahrumum. Fakat haftada veya bir ayda, âlî Sözlerinizden gıyabî bir ders alıyorum tasavvuruyla dinliyorum. Güya bizzat sizden ders alıyorum. Bütün gün ehl-i İslâm’ın selâmetini ve şu halimin zulmetten nura dönmesini, siz başta ve önde, biz arkada Cenab-ı Hakk’a yalvaralım. Cenab-ı Mevlam hayırlısıyla ihsan buyursun. Fazla söylemeye lisanım, aczim, kusurum bırakmıyor. Kusurumuzu Üstadımıza itiraf ediyorum.
İnşâallah risalelerin tesiriyle bir gün olur da müstakim Lütfü Efendi gibi ehl-i takva kardeşlerimiz misillü biz dahi gayr-ı ihtiyarî ve istemeyerek işlediğimiz ahvalden Sözlerinizin irşadıyla kurtuluruz. Zekâi kardeşimizden On Yedinci Söz, On Sekizinci Mektup, Yirminci Mektup ve Otuz Üç Pencereli nurlarla parlayan kıymetli risaleleri aldık. Mütalaa ediyoruz. Hakiki üstadımız olan Hazret-i Kur’an elimizdedir.
Müzeyyene
***
(Müzeyyene’nin diğer bir fıkrası)
Üstadım!
Kıymettar risalelerinizi okuyan, elbette kilitli sandık içinde münevver kalan sönük kalpleri, gümüşten yapılmış altın ile yaldızlanmış birer anahtar hükmündeki risalelerle açtığına ve kalbinin kurtulmasına ve parlamasına binaen kemal-i memnuniyetle Cenab-ı Mevla’ya şükürler ve risalelerin intişarına çalışanlara teşekkürler etmemek kabil değildir. Âh vefasız dünyanın telaşesi ve elemi ve kederi beni Nurlara hizmetten alıkoyuyor. Hakkıyla çalışamadığımdan ve kardeşlerim gibi Nurlara hizmet edemediğimden kalbim öyle muazzeb oluyor ki tarif edemem.
Bugünlerde dediler ki “Af varmış, Üstad İstanbul’a gidiyormuş.” demeleriyle bir cihette memnun oldum ki Üstadım esaretten kurtuldu. Ve bir cihette zannettim ki bütün Atabey’in dağları başıma düşüyor, müteessir oldum. Affınıza ve bedbaht insanların eziyetinden kurtulmanıza teşekkürlerle beraber tebrik ediyorum. Fakat bu nurlu ve kıymetli risalelerin sahibi bizden uzaklaşmasına gönül razı olmuyor. Barla dağlarında bizi ve bu etrafı nurlandıran, bizlerden uzaklaşmamalı. Uzaklaşmasını kim arzu eder? Barla çok bahtiyardır ki en evvel ve her vakit, o taze ve şirin risaleleri herkesten evvel, bizzat şifahen Üstaddan işitebilirler.
Müzeyyene
***
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Gayyur, zeki, ciddi, sıddık, hakiki kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hâfız Ali!
Bu cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rüyaya benzer fakat rüya değil, hayalen gördüm ki: Sabri karşıma çıktı, arkasında Hâfız Ali. Sabri bana diyor: “Üstadım! İnayat-ı Seb’a namıyla beyan edilen büyük inayetler varken Onuncu Söz’deki cüz’î inayete bu kadar ehemmiyet vermenin sebep ve hikmeti nedir?” dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki: “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her ne ise… Ben de Hulusi’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki (Hâfız Ali de dinlesin):
Bu Onuncu Söz’deki cüz’î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:
Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise benim o ciddi arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.
İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zat bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i maneviyeye yardım etmek için birkaç gün lâzım. Çünkü risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki kısa hafif bir vesile elime geçip bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlasına itimat edip onların mükâfatını rahmet-i İlahiyeye havale ediyordum.
İşte Cenab-ı Hak evvel İşaratü’l-İ’caz’da, sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimat ettirecek bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zatlara az bir zamanda kuvve-i maneviye ve Kur’an-ı Hakîm’in hakkaniyetine göz ile görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de onunla imana geldiler. Fakat İşaratü’l-İ’caz’daki izahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden daha kolay, İşaratü’l-İ’caz’ın iki saatte verdiği faydayı Onuncu Söz iki üç dakikada aynı faydayı verdi.
Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz’î bir eser-i inayet, manevî büyük kerametlerden daha tesirlidir. İşte bu cüz’î eser-i inayet hem bana hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Söz’deki tevafuk bize ve misafirlere çok faydalıdır ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inayet var. Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inayet, bir ikram-ı Rabbanîdir.
Üçüncüsü: Bilirsiniz ki fazla iştigalattan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddi olan hakaik-i Kur’aniye ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neşelendirecek ve eğlendirecek tevafukat nevinden, latîf bir sanat-ı bedîiye suretinde bir lütfunu gösterdi.
Hem o latîf ve hafif ve mahbub ve cazibedar tevafukattaki inayet, bir anahtar hükmüne geçip Kur’an’ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüp eden ve yardım eden inayet-i Rabbaniye o kadar çoktur ki eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Söz’ün hurufatındaki sır, hiç kimsenin sun’ ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için daha ehemmiyetli göründü.
Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilatını ehemmiyetle tetkik edemedim. En iyi bir tarzda beyan edemedim. Bir iki saat zarfında nota nevinden işaretler koydum. Birinci defaya itimat edip daha tetkik etmedim. Halbuki tabiratımda bazı kusur var, fehmi işkâl eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünkü o ibare o maksudu ifade edemiyor.
“Madem öyledir, bu sözün latîf tevafukat-ı harfiyesindendir ki” mebhasındaki “Hem sahifenin yirmi iki olmak itibarıyla, yazı bulunanların” yerinde “yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin hakiki ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cilt üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üç yüz kırk iki (1342)” ilh. Hem o mebhastaki bu cümle “Hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış altı olup baştaki âyetin melfuz (altmış altı) hurufuna tevafuk ediyor.” Yerinde “Âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmış yedi) olup baştaki âyetin melfuz altmış yedi hurufuna tevafuk ediyor. O âyet Sure-i İhlas’ın hurufatına hem lafzullahın makam-ı ebcedîsine tevafuk ediyor.” denilmeli.
Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşiniz Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, ciddi, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede samimi ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki sizleri hudutsuz bir sahra-yı hakikatte bana enis arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, bazen pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zahir nazarda malayani zannedilen bazı meselelerde, fazla takip ediyorum ve ziyade nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevafukatı, mühim bir mesele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:
Bir iltifat-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat’î hissettiğim için ihtiyarsız olarak kemal-i sürur ve ferahımdan taşkıncasına bağırarak “Aman geliniz siz de görünüz.” diyorum. Evet, nasıl ki bir padişahın has bir edna işaretine mazhar olmak, kanun-u umumîyle bir müşiriyet teveccühünden fazla medar-ı sürurdur. Öyle de Hâlık-ı Zülcelal’in hususi iltifatını îma eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise o yolda sarf edilse yine ucuzdur.
İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârane taşkınlıkla, dikkatsizlere malayani ve israf sayılan böyle tevafukata dair bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.
Onuncu Söz, Kur’an’ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şule-i i’caz-ı Kur’anîyi gösterdiği gibi; daha müteaddid emareler ile manevî i’caz-ı Kur’an hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmalen hissetmiştik. Ve şimdi yeniden tekrar Onuncu Söz’e nazar-ı dikkat-i âmmeyi celbetmek için ihtiyarsız olarak onunla meşgul edildim ve baktım.
Bu defa lafzullahın en birinci harfi olan elif, Onuncu Söz’de öyle bir tevafuk gösterdi ki kat’iyen tesadüfe havale edilmediği gibi başka emareler ile o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyen hissettim. Sonra işaretlerini koydum. Hem işarete medar olmak için hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü çok âdi perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar.
Madem işaret-i gaybiye var; elbette tesadüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz’î rakamları da o işarete mal edilir. Madem mecmuunda işaret var, bütün eczası o işaretin hikmetine tabidir, tesadüf orada oynayamaz. Hattâ yirmi dokuzuncu sahifede Üçüncü Hakikat’teki elif sayılmamak lâzım gelirken sehven saymıştım. Sonra anladım ki bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesi ile şu Üçüncü Hakikat ikisi sahife başında bulundukları için hakları sayılmaktı. Onların sair arkadaşları sahife rakamları gibi bazı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işareti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her ne ise… Kendimin tereddüdü için değil çünkü kat’î kanaatim gelmiş, belki başkasının şüphe ve tereddüdünü izale için bazı muvazeneler yaptım:
Onuncu Söz’ün âhirinde yazıldığı gibi altı yüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevafukatı yüz yirmi beş çıktı. Üç yüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım, elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi telifatım Türkçe ve Arabî olan iki yüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevafukatı kırkı tecavüz etmedi.
Demek bu Onuncu Söz’de ve İşaratü’l-İ’caz’daki ekseriyet-i mutlakanın tevafukatı, gizli bir işaret-i gaybiyeyi tazammun ediyorlar. Mecmuunda işaret bulunsa yeter. Her cüzünde işareti göstermek lâzım değildir fakat her cüz işaretin malıdır ve onun hikmetine tabidir. Size acele edip en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az hâşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu defa Süleyman Efendi ile gönderilen nüsha ile mukabele ediniz, tekmil ediniz ve Halil İbrahim Efendi ile gönderilen nüsha ile yine bu nüsha ile mukabele ederek sonra Âsım Bey’e gönderiniz.
Bu defaki Hulusi Bey’in mektubunu size gönderdim. İşaret ettiğim iki kavis içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektup’un Dördüncü Zeylinde yazılacak. Kavisler haricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hâfız Ahmed ve Mehmed Celal ve Hâfız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarîk-ı hakikatte sair kardeşlerimize selâm ediyorum. Hâfız Veli ile çendan geç görüştük fakat Hâfız Veli’nin burada Mehmed Usta isminde, on senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarîk-ı âhirette gayet ciddi bir kardeşim olduğundan, Hâfız Veli’ye de o münasebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektup yazmıştı, vakit bulamıyorum ki mektubuna cevap vereyim. Ehl-i kalp için bazen sükût dahi bir konuşmaktır.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşiniz Said Nursî
Kardeşlerim, affedersiniz, bu intizamsız perişan mektupla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddid işlerle ve tetkikatla meşgul olduğumuz anda, süratli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hali malûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektup perişan oldu, onun için kusura bakmayınız.
Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektupta size böyle bir temsil ile beyan etmiştim: Mesela benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.
***
(Mesud’un garib bir fıkrasıdır.)
Kamer yeni tulû ettiği esnada, onun aydınlığına ve gecenin serinliğinden arpanın yumuşaması hasebiyle orak biçmekte iken, kamerin güzelliğine ve şeffaflığına bakarak ve orağın bitmemesi, Nurları yazmaktan mahrum kaldığımı tahayyürane ve meyusane düşünmekte iken bilmem iğfalat, bilmem tulûat, hatırıma gelen şu sözü söyledim: “Yâ Rab! İsmim Mesud, kendim bîsud, çok çalıştım olamadım mesud.” dedim ve arpa biçmeye devam ettim.
Aradan bir müddet geçtikten sonra yattım. Menamda dediler ki: “Bırakma Üstadın Said’in eteğini, eyler seni mesud.” Derhal uyandım, ay hemen kaybolmak üzere. Derhal “Yâ Rab! Ben saadet-i dünyeviye istemedim, tövbekâr oldum.” Saadet-i uhreviyemin, sizin duanızla olacağı telkin edilmiştir ve duanıza muhtacım. Bendenizi duadan diriğ buyurmamanızı temenni eder, el ve ayaklarınızdan öperim efendim hazretleri.
Mesud (rh)
***
Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’nın Birinci Mesele’sinin evveli ve âhiri
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık ve sadık, muhlis ve hâlis kardeşim İbrahim Hulusi Bey!
Mektubunda beyan ediyorsun ki Eğirdir gibi orada muvaffak olmuyorsun. Ondan telaş etme. Orada öyle esbab var ki bütün bütün tevakkuf ve tatil neticesini verebilirdi. Cenab-ı Hakk’a şükür yine tevakkuf değil, muvaffakıyet var.
O manevî esbabdan biri şudur ki: Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp Nurlara hizmetini tahdid etmek için sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.
Hem o havalide sâbıkan, müthiş ameliyat ve icraat olduğundan o muhitte bir ürkeklik hasıl olup senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet olmasaydı o Nurlar orada hiç ışıklandırmayacaktı. Fakat orada az hizmet de çoktur, kıymettardır.
Sâniyen: (Bu kısım, Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’ndaki Dört Mesele’den Birincisi’nin “Sâniyen” kısmının sonuna ektir.)
“Rabbü’l-âlemîn” tabirinden sonra “Rabbü’s-semavati ve’l-arz” zikri, icmalden tafsile geçmektir. Nasıl ki “Memleket-i İslâmiye hâkimi” tabirinden sonra; “Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi” tabiri haşmet-i saltanatı mufassalan gösterir. Öyle de rububiyet-i mutlakadan sonra, haşmet-i rububiyeti mufassalan gösterir. Her ne ise… Şimdilik sualine tam cevap veremiyorum. Ona bedel Kur’an i’cazına ait iki küçük nükteyi söyleyeceğim.
Sen şu iki nükteyi On Dokuzuncu Mektup’un beşinci cüzünün On Sekizinci İşaret’inin Birinci Nükte’sinin âhirine hâşiye olarak ilâve ediniz.
İşte Birinci Nükte: (On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inin Birinci Nükte’sinin âhirindeki Hâşiye 2’dir, şu kısım ona ektir.)
Şu üç hakikate mukabil gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki bunları taklit etsin. Evet, nasıl ki bu tarz-ı ifade sun’î olamaz, öyle de taklit edilmez. Evet, kimin haddine düşmüş ki hadsiz derece haddinden tecavüz edip Hâlık-ı kâinat’ı bu surette konuştursun.
İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor, güzel bir kafiye ile nihayetleri hitam bulması hem lafzullah yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde ekseriya ya muvafakat-ı adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir emare-i i’cazdır. Ve bunun sırrı şudur ki:
Âyâtın en büyüğü olan “Müdâyene” âyeti, sahifeleri için ve Sure-i İhlas ve Kevser satırları için bir vâhid-i kıyasî ittihaz edildiğinden Kur’an-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve i’caz alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’an’ındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zatların değil. Çünkü bu vaziyet, âyetinden ve suresinden neş’et etmiştir.
Sâlisen: Mektubunuzdan anladım ki sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid’e veriyorsun.
Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiçbirisi benim Hulusi’me yetişmiyor. O mektuplar –ekseriyet-i mutlaka– senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalaa etmek için onu da teşrik et diye bir mektupta demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve validene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, dualarını isterim.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşiniz Said Nursî
21 ramazan-ı şerif
(Abdülmecid’e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)
***
(Biraderlerine yazdıkları mektuptan.)
Eğer ahval-i ruhiyemi anlamak istersen gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şairin dediği gibi derim:
(Ney) gibi her dem ki geçmiş ömrümü yâd eylerim.
Tâ nefes var ise kuru cismimde feryat eylerim.
Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sine biryan, akıl hayran, bîhaber
Evet, geçmiş ömrü israf ettik, zayi ettik. Çok mübarek zatlar, ahbaplar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım.
***
Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin İkinci Nüktesi
Eğer denilse: Şu tevafukat-ı gaybiye eğer bir meziyet-i belâgat olsa idi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan belâgatların envaından en ileride olduğu gibi bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâgat değil, neden büyük bir ikram-ı İlahî sayıyorsunuz? Hem hangi kitap olursa olsun, bu nevi tesadüfat içinde çok bulunabilir.
Elcevap: Kur’an-ı Hakîm اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla, her zamanda bir milyondan fazla hâfızların kalbinde manen yazdırmak lâzım geldiği için hıfzı çok işkâl edecek ve hâfızları çok azaltacak olan şu nevi tevafukat-ı müteşabihe, Kur’an-ı Hakîm’de çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, rahmet içinde mutabık-ı mukteza-yı hal bir manevî belâgatı, bu meziyet-i belâgatın terkiyle yapmıştır. Çok defa kısa kesmekle, çok uzun manaları ifade etmesi gibi.
Hem şu tevafukat-ı belâgat olmasa da madem içinde eser-i kasd ve şuur görünür; kasd ve şuur ise bilmüşahede ve bi’l-itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise alâmet-i kabuldür ve rızaya emaredir. Ve bu emare de remzeder ki yazılan hakikatler kusursuzdur, hak bir surette gösterilmiştir.
Amma sair kitaplarda şu nevi tevafukat bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevafukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zatların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih derler: Değil ki bir risalenin umumunda; bir tek sahife kanaat verir ki tesadüf karışamaz, haddi değildir. Çünkü misil olarak iki üç kelime bulunur; birbirine bakar öyle bir vaziyette ki zahiren bir kasdı irae ediyor.
Mesela şimdi bakıyoruz, şu sahifede “yaş” lafzı, üç defa tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki şüphe bırakmaz ki bir tanzim-i gaybîdir. Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı “hüzün” kelimesi var. O altı hüzün, üç satırda öyle latîf iki kavisi teşkil etmiş ki neşeli bir hüznü görene verir.
Hem işaret-i gaybiye olmak için başka hiçbir kitapta bulunmamak lâzım gelmez. Mesela nasıl ki belâgat-ı Kur’aniye derece-i i’caza vâsıl olduğu için bir mu’cize-i risalet olduğu halde; sair ehl-i belâgatın umum kitaplarında, derecatlarına göre belâgat vardır. Onlarda belâgat bulunması, i’caz-ı Kur’an’a münafî olamaz.
Öyle de i’caz-ı Kur’an’ın yüzer kısmından bir kısmının cilvesi, bir nevi ikram-ı İlahî nevinden, Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’de, hakaik-i Kur’aniyenin hüsn-ü intizamına işareten görünüp tecelli etmesine, sair kitaplarda tevafukatın bulunması zarar vermez. Çünkü o dereceye yetişmezler. Çünkü Sözler’deki o nevi tevafukat, o dereceye gelmiş ki dikkat edenlere kat’î kanaat verir ki beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarıyla da olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur’an i’cazının gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı İlahî suretinde temessül ediyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
***
Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin Üçüncü Nüktesi:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ۞ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ عَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَ عَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَ عَلٰى رُفَقَائِكُمْ فٖى دَرْسِ الْقُرْاٰنِ
Aziz Kardeşim!
Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektup’un Üçüncü Mebhas’ını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.
وَ كَيْفَ اَخَافُ مَٓا اَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ diyen ve Kur’an’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın ittibaına mükellef olduğumuza işaret eden فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفًا مُسْلِمًا sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.
Sâniyen: Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazarla, vâhî bazı tenkidatı, Onuncu Söz’ün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevaplar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zatın sathî sualine, sathî olarak cevap vermiş:
Birincisi: O zat demiş ki: “Onuncu Söz’ün hakikatleri münkirlere karşı değil. Çünkü sıfât ve esma-i İlahiyeye bina edilmiş.”
Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri hakikatlerden evvelki dört işaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra hakikatleri dinlettiriyor.” mealinde cevap vermiş.
Hakiki cevabı şudur ki: Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.
Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.
İşte “Hakikat”ler bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden ispat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”lerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş.
Abdülmecid’in ikinci nâkıs cevabı şudur ki:
O zatın yanlış sualine mümaşat edip yanlışını kabul ettiği için yanlış etmiş. Çünkü Onuncu Söz’ün “Hâşiye”sinde, ism-i a’zam, yalnız her ismin a’zamî mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: “İsm-i a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden tezahür eder.” İsm-i a’zamı ispat etmekle beraber, her ismin bir mertebe-i a’zamı var ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i a’zam da onlara bakıyor. Mesela ism-i Hâlık meratibi, benim Hâlık’ımdan tut tâ Hâlık-ı külli şey’e kadar olan mertebe-i a’zama kadar meratibi var.
O şüpheli zatın, her ismin bir mertebe-i a’zamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle mutasavvıfe-i mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A’zam, İmam-ı Gazalî, Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Geylanî gibi sıddıkîn-i muhakkikîn, ism-i a’zamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A’zam demiş: “El-Adl, El-Hakem ism-i a’zamdır.” ve hâkeza. Her ne ise… Bu mesele bu kadar yeter.
O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:
Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki Onuncu Söz’ün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa teferruat kabîlinden bazı ibarelerine ilişebilir.
İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulusi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.
Üçüncüsü: O zat müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.
Bu nüktenin bir güzel mealini ya sen ya Abdülmecid kaleme alıp benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz.
Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendi’ye selâm et ve de ki ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler’i ciddi dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seyda namındaki zat, pederinizin intisap ettiği zat değil, ondan evvel gelmiş, iştihar etmiş mühim bir zattır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik, bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.
Kardeşiniz Said Nursî
***
[1] Hâşiye: Üstadımız has hizmetçilerinden başka, hiç kimseyi ihtiyarıyla kabul etmez. Hattâ daimî hizmetinde bulunan iki üçümüzün beraber bulunduğunu istemez. Şimdiye kadar hizmet edenlerden maadasını, beş on günde bir defa bile kabul etmez, geri gönderir. Eski zamanını düşünüp, şimdi dahi siyasetle ve ahval-i âlemle münasebettar olduğunu tevehhüm edenlerin, asılsız vehimlerini kat’î reddedecek şu halidir ki on üç sene evvel, günde belki dokuz gazete okurken, dokuz senedir biz şehadet ediyoruz ki bir tek gazeteyi bile ne okudu ve ne de okutturdu, ne istedi ve ne de arzu ettirdi.
Münavebe ile yanında bulunan Süleyman Rüşdü, Münavebe ile yanında bulunan Hüsrev, Münavebe ile yanında bulunan Re’fet, Sekiz senelik bir arkadaşı Bekir, Barla’da daimî hizmetkârı Mustafa Çavuş, Sekiz senelik hizmetinde bulunan bir arkadaşı Barlalı Süleyman