بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bir zat, uzunca bir mektup yeni hurufla bana yazmış, kendisinin kim olduğunu bildirmemiş. Üç noktada şüphe edip bir nevi itiraz gibi yanlış mana verdiği için güya bizi ikaz ediyor. Meşrebimiz münakaşa ve münazara olmadığından ve kusurumuzu hakiki olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan, bu meçhul zatın mektubunda üç esasın hakikatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim:
Birinci Esas: Risale-i Nur’un üstadı ve me’hazi ve Said’in de çok zamandan beri bir virdi olan bazı âyetler, bir hizb-i Kur’anî suretinde bir kısım talebelerin arzularıyla kaleme alınmış. Sonra da tabedilmiş. Ve dört beş mahkemenin de gösterdiği ehl-i vukuf ulemaları ve hattâ Diyanet Riyaseti dairesi ve İstanbul’un fetva dairesindeki Tetkik-i Kütüb-ü Diniye Heyetinden hiçbir âlim ve ehl-i vukuf ulemaları itiraz etmemişler. Belki takdir edip tahsin etmişler. Çünkü başta sahabeler ve matbu Mecmuatü’l-Ahzab’da bulunan Hazret-i Üsame (radıyallahu anh) hizb-i Kur’anîsi ki her bir günde bir kısmını okumakla taksim edilmiştir. Ve aynı kitapta ve Mecmuatü’l-Ahzab’ın aynı cildinde İmam-ı Gazalî’nin (radıyallahu anh) bir hizb-i Kur’anîsi ve çok ehl-i velayetin kendi meşreplerine muvafık bazı sureleri ve âyetleri bir hizb-i mahsus-u Kur’anî yaptıkları meydandadır.
On sene evvel şehiden vefat eden merhum Hâfız Ali gibi Nur’un kahramanlarından, benim hususi virdimi ve Risale-i Nur’un üstadları ve menbaları olan mühim âyetleri cem’etmek istediler. Sonra onlara gönderdim. Onlar da tabettirdiler. Çünkü herkes her vakit bütün Kur’an’ı okumaya vakit bulamıyor. Fakat böyle bir hizb-i Kur’anî eline geçse her vakit istifade edebilir fikriyle hem sevapları çok ziyade olan âyetler ve sureler, içinde yazılmış.
Zaten Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cizesi şudur ki ehl-i hakikatten ve kemalâttan her bir meslek sahibi, meşrebine muvafık, Kur’an’da bir Kur’an’ını, bir hizb-i mahsusunu, bir üstadını bulur. Güya tek bir Kur’an’da binler Kur’an var.
Bu mu’cizenin sırrı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil belki pek çok âyetlere ve kelâmlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşaratü’l-İ’caz tefsir-i Nuriyede bu sır bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Her bir âyet, binler âyetlere bakar birer yüzü ve gözü var. Bu vaziyet-i Kur’aniye çok hakaike medardırlar. Ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikatin her bir kısmı kendi mesleğine göre, o küllî Kur’an içinde bir mahsus hizbleri var.
İşte Risale-i Nur’un Hizb-i Kur’anî’si de o neviden birisidir. Bunu böyle neşretmek için evliyadan olan merhum Hâfız Ali bunun tabını acele etmek istedi. Çünkü tamam Kur’an’ın Risale-i Nur’un keşfiyatıyla hattında bir nevi mu’cize-i tevafukiye bulunmasından onu tabedip bastırmak için bu hizb-i Kur’anîyi bir mukaddimesi, bir müjdecisi olarak bastırdılar. Evet, şimdiki Hüsrev’in kalemiyle yazılan ve pek hârika olan ve tevafuk cihetinde mu’cizatlı olan Kur’an’ımızın on beş seneden beri tabına çalışıyoruz. Ve fakat ekser Nurcular fakirü’l-hal olduğundan ve fotoğrafla tabı lâzım geldiğinden ve yirmi beş bin banknot masraf lâzım olmasından Hizb-i Kur’an’ımız mukaddime olarak daha evvel, bu mu’cizeli Kur’an’ımızın bir müjdecisi olarak tabedildi.
İşte bu mu’cizeli Kur’an’ımızı hem Diyanet Riyaseti tetkik etmiş, çok beğenmiş hem İstanbul’daki fetva dairesindeki tetkik-i mesahif uleması gayet güzel görmüş. Gayet güzelce tetkik edip musahhah olarak bize iade etmiş. İnşâallah yakında bu Kur’an’ımız basılarak bir hediye-i Nuriye olarak âlem-i İslâm’a neşredilecektir.
O kendini bildirmeyen zatın şüphe ettiği ikinci mesele:
Pek çok Nurcuların haddimden yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarıyla benden zannettiği medar-ı iftihar sıfatları, yüz defa onların hatırlarını kırıp reddetmişim. Fakat yirmi sekiz sene siyasetçiler, Risale-i Nur’un sırf imanî ve uhrevî mesleğini şimdiki medenileşmek fikirlerine müsait görmediklerinden yirmi sekiz senedir hapislerle, mahkemelerle, tarassudlarla, asılsız isnadlarla Nurcuları ürkütmekle ve beni çürütmek cihetiyle Risale-i Nur’u neşrettirmemek için emsalsiz bir vaziyete düşmüştüm. Yarım ümmi ve ittiham altında ve Nur şakirdlerini bütün bütün kaçırmamak için bana karşı medhi, şahsımdan reddedip medhiniz Nurlara ait olabilir. Ve gördüğünüz meziyetler benim değil Risale-i Nur’undur. O da Kur’an-ı Hakîm’in bir hakikatinin bir tefsiridir. Ve her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa şahs-ı manevîye karşı mağlup olmak kabildir. Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’an’ın feyziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakîm’in manası ve hakikatli tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.
Kendini bildirmeyen zatın üçüncü şüphesi: Büyük Cihad’ın ve Sebilürreşad’ın neşrettiği gibi ben ilan etmişim ki dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siyasetine, belki kemalât-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi; herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur’un hakiki kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikiyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber’in (ra) dediği olan “Mü’minler cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum cehennemde büyüsün ki onların yerine azap çeksin.” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için iman ile cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için cehenneme girmeyi kabul ederim, demişim. Zaten ibadet, cennete girmek ve cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır.
Yine Hizb-i Kur’an’ımızın bahsine döneriz:
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın büyük bir kumandanı olan Hazret-i Üsame (radıyallahu anh) bir gün “hamd”e ait, bir gün “istiğfar”a ait âyetler, bir gün “tesbih”e ait, bir gün “tevekkül”e, bir gün de “selâm” lafzına, bir gün de “tevhid” ve “Lâ ilahe illâ hû”ya ait, bir gün de “Rab” kelimesine ait bütün Kur’an’dan müteferrik surelerden bir hizb-i Kur’anî çıkarmış, kendine bir vird eylemiş. Demek, böyle hizblere izn-i Peygamberî (asm) var.
Hem bizim hizb-i Kur’an’ımız iman hakikatlerine dair âyetleri, hususan sureler başlarındaki âyetleri cem’ettiğinden başlarında بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ yazılmış. Bu hizb, tamam Kur’an’ı okumaya büyük bir şevk verir. Noksaniyet vermez. Hem yirmi günde okunacak arzu edilen bazı imanî âyetler bir iki günde bu hizbde okunduğundan, bir zaman bütün surelerin başında bir kısım âyetleriyle beraber, Risale-i Nur’un esasları olan bazı âyât-ı imaniyeyi kendime vird eylemiştim. Sonra bir hizb suretine girdi.
O meçhul zat, izzet-i ilmiyeyi firavuncuklara karşı muhafazamı bir enaniyet tevehhüm etmiş. Nur talebelerinin hakkımda hüsn-ü zanlarını bütün bütün kırmadığımı bir benlik tahayyül etmiş. Ve iman hakikatlerine dair beyanatıma talebelerin tam itimat ve kanaatlerini temin etmek fikriyle, ehl-i velayetin ve bazı âyâtın kat’î kanaat ettiğim bine yakın emarat ve işaretlerinin izharına mecbur olduğum için bir kısmını has kardeşlerime beyan etmemi bir nevi hodfüruşluk zannetmiş.
Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur. Onlara karşı izzet-i diniyeyi ve şerafet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat bir kuvve-i maneviyeyi göstermek, acaba hiçbir vecihle hodfüruşluk olur mu? Hiçbir şöhret-perestlik ve enaniyet olur mu ki o zat öyle tevehhüm etmiş.
Hem Risale-i Nur’a muhtaç ve imanını kuvvetlendirmek ve kurtarmak için Nurları arayanlara karşı ki onda üçü veya dördü şahsıma bakmayıp Nur’daki kat’î hüccetlerle iktifa ettiği gibi beş altı tane hüccetlerin kıymetini bilmediği için benim şahsıma bakar. Acaba bizi kandırdı mı, yoksa hakikat mi söylüyor? diye şahsıma karşı hüsn-ü zanlarını kırmamaya mecbur olduğumdan, şahsımın gizli fenalıklarına perde çekmek bir enaniyet olur mu? وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْسٖٓى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّٖى âyet-i kerîmesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimat edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on adet muhtaçlardan beş altı bîçareyi Nur’un ilaçlarından mahrum etmektir.
Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç itimat etmeyerek, yalnız hakikat-i Kur’aniye ve onun tefsiri olan hakaik-i imaniyedeki kuvvete istinaden dünyaya ilan ediyorum ki: Bütün dinsizler toplansalar ben onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum. Ve başımı eğmiyorum ve izzet-i ilmiyeyi kırmıyorum. Eğer bu, bir benlik ise o hiçbir cihetle bana ait değil ve benlik olamaz. Salabet-i imaniye olur.
Zaten ben nasıl tabiatı, icad itibarıyla inkâr ediyorum ve Risale-i Nur bunu kat’î ispat etmiş. Öyle de beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da tabiat gibi inkâr ediyorum. Yalnız beşerin duası, bir fiilî dua nevinde samimi bir ihtiyaç ile cüz’î kesbi, bir makbul dua hükmüne geçer. Onu da Cenab-ı Hak kabul eder, keşfiyat namındaki beşere lâzım olan hârikaları ihsan eder diye kat’î delillerle ilm-i usûlü’d-dinin uleması, kader ve cüz-i ihtiyarî bahsinde ispat ettikleri gibi; ben de aynelyakîn derecesinde kat’î kanaatle feyz-i Kur’anî ile Risale-i Nur’un hüccetleriyle evvela kendi nefsimde, sonra herkesteki benlik ve iktidarın, icad ve ihsan ve tevfik-i İlahînin yalnız bir perdesi olduklarını kat’î bildiğim için Nurlara ve kardeşlerime ilan etmişim ki:
Ben bir çekirdektim, çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimi istemek ve fiilî dua etmek neticesinde Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, Risale-i Nur’u o çekirdekten halk edip ihsan etmiş. Nur’un mektubatındaki bütün medar-ı medih fıkralar, o nurani ağaca aittir. Benim hissem kat’iyen hiçbir cihette fahir olamaz. Belki yalnız ve yalnız şükürdür. Öyle ise kâinat adedince “Eşşükrülillah, Elhamdülillah.”
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelen: Çok emarelerle ve bazı hâdiselerle kat’iyen tahakkuk etmiş ki Nur’un has talebelerinden bazılarının bir zayıf damarını bulup hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek veya zayıflaştırmak için Nur’un ve Nur talebelerinin düşmanlarının çok planları var. Medar-ı ibret bir iki numuneyi beyan ediyoruz.
Birinci Numunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşrep ile meşgul edip hizmet-i imaniyeye karşı zayıflaştırmak için bazı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen, şimdi de medyumluk namı verilen bu mesele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar.
Halbuki bu mesele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir ve çok sû-i istimalata menşe olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyet’e zarar vermek ihtimali var. Çünkü maneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habîse iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip İslâmiyet’in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir edip safdilleri tam aldatabilirler.
Mesela nasıl ki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasıyla, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi namına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istila ediyor, benim hararetim her şeyi ısıtıyor ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese ne derece hilaf-ı hakikat olduğu anlaşılır.
Aynen bu misal gibi: Bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz’î cilvesi, vahyin mazharı olan o manevî güneşin kudsî mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünkü esfel-i safilîndeki bir cam parçası, manen a’lâ-yı illiyyînde olan o manevî güneşin hakikatini yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka bir şey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için Celaleddin-i Süyûtî ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü sülûk ile terakki ederek o manevî güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nur’un ispat ettiği gibi Peygamber’in velayetiyle bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.
Fakat nübüvvet hakikati, velayetten ne derece yüksek ise ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakiki Peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm olamaz.
Evet, dinden gelmeyen belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da hem hilaf-ı hakikat hem hilaf-ı edep bir harekettir. Çünkü a’lâ-yı illiyyînde ve kudsî makamlarda olanları esfel-i safilîn hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek, tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Âdeta bir padişahı, kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edep ve hürmet ve istifade odur ki Celaleddin-i Süyûtî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zatların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zatlara yanaşmak ve istifade etmektir.
Rüya-yı sadıkada ervah-ı habîse ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta, ervah-ı habîse belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyeye muhalif ise tam delildir ki o konuşan ervah-ı tayyibe değildir, mü’min ve Müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habîsedir. Bu şekilde taklit ediyor.
Sâniyen: Şimdi Nur talebeleri böyle meselelerde derse muhtaç değildirler. Risale-i Nur, her şeyin hakikatini beyan etmiş. Başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir. Fakat Nur talebesi olmayanların aynı muhaberede, ahkâm-ı şeriat ve sünnet-i seniye esasatına muhalif telkinatı dinlememeleri lâzım ve elzemdir. Yoksa büyük hata olur.
Bir İhtar: Bu mektuptaki ruhlarla muhabere meselesine karşı edilen şiddetli tenkit; ecnebiden, fen ve felsefeden ve manyetizma ve ispirtizmadan gelen ve manevî bir şekli giyen bir meşrebe karşıdır. Yoksa İslâmiyet’ten ve tasavvuf ve ehl-i tarîkattan gelen ve bir derece ruhlarla muhabereye benzeyen ve nâ-ehillerin girmesiyle bir derece sû-i istimal edilen ve pek az olan bir kısım sofilerin sofiliğine karşı değildir. Gerçi onlarda da bir cihette bazılara zarar olabilir. Fakat öteki gibi hiçbir cihette aldatıcı değil ve İslâmiyet’e hiçbir cihette zarar niyeti yok. Hem o ecnebiden gelen meşrep ise hem tarîkat ve hem İslâmiyet aleyhinde olduğu gibi o sofilerin mesleğini de sukut ettirmeye çalışıyor ve âdileştiriyor. Ehl-i tasavvufun zayıf ve tam sünneti yerine getirmeyen kısmı dikkat etsinler, kendilerini onlara benzetmesinler.
Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Mahkeme Reisine,
Pek çok uzun ve mazlumane macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi dinlemenizi rica ediyorum. Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlerin, tarassudların, hapislerin ileri sürdükleri sebeplerinden:
Birincisi: Beni rejimin aleyhindedir diye ittiham etmişler. Buna cevaben deriz ki:
Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes’ul olamaz. Çünkü dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’an ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara, o cihette ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükûmet-i İslâmiye içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsî rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz oldukları halde hiçbir zaman mahkeme kanunlarıyla onlara, o cihette ilişmemiştir.
Hem Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında bir âdi Hristiyan ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar. Halbuki o âdi Hristiyan, Müslümanların hem mukaddes rejimlerine hem dinlerine hem kanunlarına muhalif iken o mahkemede onun o hali nazara alınmaması gösteriyor ki mahkeme hiçbir cereyana âlet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki Halife-i Rûy-i Zemin, âdi bir kâfirle muhakeme olmuşlar.
İşte ben de yüzer âyât-ı Kur’aniyeye istinaden Kur’an’ın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi Bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında, cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.
İkincisi: Asayişi bozmak, emniyeti ihlâl etmek ihtimali bahanesiyle otuz sene cezayı bana çektirdiler. Buna cevaben deriz ki:
Mahkemenin tahkikatıyla hem beş yüz bin fedakâr Nur talebeleri bulunduğu halde hem yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zalimane ihanetlere maruz olduğumuz halde; Nurcularla alâkadar olan altı vilayet, altı mahkeme hiçbir vukuatı kaydedememeleri, gösterememeleri ispat ediyor ki: Nurcular, asayişin muhafızlarıdırlar. İman dersiyle herkesin kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Asayişi muhafaza ediyorlar. Ve üç vilayetin insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler.
Üçüncüsü: Dini siyasete âlet yapmak istiyor diye beni suçlu yapıyorlar. Sebilürreşad’ın 116’ncı sayısındaki “Hakikat Konuşuyor” namındaki makalem buna kat’î bir cevaptır. O makalenin kısaca hülâsası şudur:
Elcevap: Bütün dünyasını hattâ lüzum olsa kendi şahsî âhiretini, dine feda etmeye bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden ve beş mahkeme bu meseleye dair kat’î delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında hem dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan bir adam hakkında, dini siyasete âlet yapıyor diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem bu iftiralarıyla beraber, o adam hakkında güya asayişi ve emniyeti ihlâl etmek istiyor, diyorlar. Halbuki o adamın Kur’an-ı Hakîm’den aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur:
Bir hanede veya bir gemide bir tek masum, on cani bulunsa adalet-i Kur’aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men’ettiği halde, dokuz masumu bir tek cani yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan; dâhilî asayişi ihlâl suretinde yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlahiye ve hakikat-i Kur’aniye ile şiddetle men’edildiği için biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’anî itibarıyla, asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.
Bu üç dört madde ile bizi ittiham edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki onlar ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorlar veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünkü bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Âhir zamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cüc’ün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.
Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerimiz!
Evvela: Kur’an’ın nakş-ı hurufundaki bir nevi mu’cizesini gözlere dahi gösterecek bir tarzda yazdırılan ve bu zamanda izhar edilen mu’cizeli ve yaldızlı Kur’an’ımız evvelce tab için Almanya’ya gönderilmiş ve İstanbul’da da gayret edilmişse de üç renk üzerine tabedilmesi fazla bir masrafa ihtiyaç göstermesi gibi manilerden geri kalmıştı. Bu defa matbaa işlerinde fazla ilerlemiş olan İtalya’ya numune için bir cüzü gönderildi. İstanbul’da mümkün olursa tabı için tekrar teşebbüse geçildi. Ve şimdilik bir renk mürekkeble aynı tevafuku muhafaza ile tabedilmesine başka yerde başlanacak. Ondan sonra inşâallah tam yaldızlı olarak ve üç renk ile Mısır ve Almanya veya İtalya gibi bir yerde tabedilecek.
Sâniyen: Kur’an’ın Arabî bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Arabî Mesnevî-i Şerifi olan ve Zülfikar büyüklüğünde ve altınla yazılmaya lâyık bir mecmua dahi inşâallah teksir edilecek. Bu çok hârika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve her bir bahsi birer kitap ve birer risale olacak derecede gayet îcazkâr olan ve kırk sene evvel telif edilen bu eserleri, o zamanın hakiki ve meşhur ve büyük ulema ve meşayihi de tam takdir ve tahsin etmişler. Ve o risalelerden bir tek risale hakkında “Bu bir katre değil, bir bahirdir.” diyerek fevkalâdeliğini izhar etmekle beraber tam anlamaktan da âciz olduklarını idrak etmişler.
Risale-i Nur’un bu gayet mühim iki işini müjde ederim. Muvaffak olunması için dualarınızı bekleriz. Umumunuza pek çok selâm eder, muvaffakıyetler dileriz.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşleriniz Ceylan, Zübeyr
***
Bu mektup Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesinde intişar etmiştir. Müfterilerin tahrikatıyla Samsun’da muhakeme açılmasına sebep olmuştur. Muhakeme beraetle neticelenmiştir.
Âlem-i İslâm’ın halâskârı, ehl-i imanın sertâcı, Risale-i Nur’un tercümanı Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerine!
Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon Mahkemesince Risale-i Nur’un serbestiyetine, bütün risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesini; senelerce evvel ilan ettiğiniz “Risale-i Nur benim değil, Kur’an’ın malıdır; Kur’an’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur Kur’an’a bağlıdır, Kur’an ise arş-ı a’zamla bağlanmıştır. Kimin haddi var ki onu oradan söküp atsın.” diye olan hakikatli beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvi hizmetinizin İlahî ve Kur’anî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraet kararının âlem-i İslâm’ın ve bâhusus bu millet-i İslâmiyenin saadetlerinin başlangıcı olması itibarıyla, başta bütün varlığıyla bu zaferleri bekleyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler deryasına kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle tuğyan etmiş insanlığa hâdî ihsan olunan aziz, sevgili Üstadımız ve buna vesile olmakla ehl-i imanı kendilerine dost ve taraftar eyleyen dindar Demokratları ve âdil heyet-i hâkimeyi sonsuz minnetlerle tebrik eder ve arz ederiz ki:
Uzun senelerden beri terakki ve tealisi için çalıştığınız ve uğrunda feda-yı nefis ve can eylediğiniz hakikat-i Kur’aniyenin bugün bütün bir memleket, bir millet çapında ehl-i imanın kalplerine sürurlar getirerek fevkalâde inkişafı, hizmetine memur kılındığınız ve bilfiil muvaffak olduğunuz kudsî dava ve hizmetinizin ne kadar yüksek ve parlak olduğunu güneş gibi ispat ediyor.
Yirmi beş otuz seneden beri bütün manilere ve sıkıntılara rağmen bu kadar sabır ve metanetiniz ve Kur’an’dan kalb-i münevverinize gelen Risale-i Nur’un neşri cihetinde bu kadar hizmet ve mücahedeleriniz, istikbalin nesillerine ve İslâm’ın kahraman mücahidlerine bir numune-i iktida ve imtisal oluyor. Kur’an güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları olan Nur şuâlarıyla cehil ve dalalet karanlıklarını izale ederek, milyonlar kalpleri, o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendinize minnettar ettiniz. Bu vatan ve bu millet, bu tarih ve bu toprak, sizin bu hizmetinizi, bu fedakârlığınızı hiçbir zaman unutmayacaktır. Ebediyet âlemine göç eylediğinizde dahi sizin bu hizmetiniz bir çekirdek olup ondan fışkıran bir şecere-i âliye her tarafı kaplayacak ve o nur ağacının etrafına toplanan büyük cemaatler ve Risale-i Nur’un yükselen ebedî şuâları, o hizmetinizi ile’l-ebed ve daha parlak ve daha şaşaalı idame edecekler.
Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle, bu asrın bir hidayet serdarısınız.
Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki aziz dellâlı ve o müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’u yüz binler nüshalarını yüz binler talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahraman sevgili Üstadımız!
Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana zuhurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıtalara şâmil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tazimle öperiz.
Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri
***
Kalbe İhtar Edilen İçtimaî Hayatımıza Ait Bir Hakikat
Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.
İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeye belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini, siyasete âlet etmeye mecbur olacağından şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.
Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için yirmi sekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve İttihatçıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatte bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galip geliyorlar.
Halbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ yani memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdat mutlak keyfî olur.
Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa o, Demokratın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu Frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.
Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin zafiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar hem hakiki Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.
Çünkü İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerîme وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى dır. Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini belki de akrabasını belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakiki adalet yapılmadığı gibi şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez.” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.
Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.
Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz, keyfî kanunları ve sû-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî Meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:
Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.
Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım.
Said Nursî
Ve bu hakikate yakînen şahit olup tasdik eden Risale-i Nur talebeleri:
Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Hamza, Sadık, Halîm, Raşid, Ahmed Hüsrev, Sungur, Tahirî, Nuri vesaire…
Hâşiye: Üstad diyor ki: Bu içtimaî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi. Ve tabiratta lüzumsuz zararlı kelimeleri siz tebdil edebilirsiniz. Merkezlerden münasip gördüğünüz yerlere sû-i tesir yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz.
***
(Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî, Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesinde neşrolup orada muhakemesi görülen bu müdafaayı İstanbul mahkemesinde okumuş ve mahkeme beraetle nihayet bulmuştur.)
Gizli düşmanlarımız bu ramazan-ı şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi: Bütün bütün kanun hilafına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silahlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun!” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakiki kanunsuzluk ile ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acib kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden elbette mahkeme-i kübra-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.
Evet, otuz beş senedir münzevi olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı “Sen Frenk serpuşunu giymiyorsun!” diye ittiham etmeye, dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul Mahkeme-i Âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil.” diye karar verdiği hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından –ki resmî bir libastır– bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve ramazan-ı şerifin içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilaçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Mesela, ona teklif eden demiş: “Ben, emir kuluyum.” Kaç vecihle kanunsuz, cebrî, keyfî kanunla emir olur mu ki emir kuluyum desin.
Evet Kur’an-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَ اُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ âyeti, ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir.
Halbuki bu meselede; an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’an ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan münzevi, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâm’ın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.
Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garib, fakir, münzevi, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir sû-i kasd eseri olduğu gibi İslâmiyet’e ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir sû-i kasddır. Dindar mebuslar dikkat etsinler. Bu dehşetli sû-i kasda karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.
Hâşiye: Rus’un Başkumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istila eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zalimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip “Namaz kılmayan haindir!” diyen ve Divan-ı Harb-i Örfînin dehşetli suallerine karşı “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!” deyip dalkavukluk etmeyen ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-i Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki “Sen Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz!” denilse elbette öyle her şeyini hakikat-i Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse cehenneme de atılsa kat’iyen yüz ruhu da olsa bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek.
Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?
İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için bütün kuvvetiyle dâhildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’an-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim.
Onun içindir ki asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.
Said Nursî
***
Bağdat’ta çıkan “Eddifa” gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi
Bağdat’ta çıkan “Eddifa” gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:
Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arap’ta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâm’a çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:
Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:
Birinci Fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar siyaseti dine âlet yapıyorlar tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri aslâ mevcud değil.
İhvan-ı Müslimîn ise: Memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.
İkinci Fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaya mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket, bir dershane hükmünde. Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, Üstad yerine onlara bir ders verir. Her bir risale, bir Said hükmüne geçer.
Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz (*[1]) veriyorlar ki okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.
İhvan-ı Müslimîn ise: Umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve nâibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar. Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip alıp onlardan ders alıyorlar.
Üçüncü Fark: Nur talebeleri, aynen âlî bir medresenin ve bir üniversite dârülfünununun talebeleri gibi ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilayet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.
Dördüncü Fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.
Beşinci Fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’an okumak için elifbayı ders almakta olan çocuklardan tut tâ seksen doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek hem bir köylü, hammal adamdan tut tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden, büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’an-ı Mecid’in hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka bir şeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.
Altıncı Fark: Hakiki ihlaslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi; bir kısmı, a’zamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’aniyede hakiki bir ihlas ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalalete karşı mağlup olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlasa davet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.
Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbab sebebiyle Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. A’zamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.
İsa Abdülkadir
***
[1] * Yirmi beş sene müddetle el yazması ile Anadolu’da neşri bu şekilde olmuştur.