Re’fet Bey’in iki cüz’î suali münasebetiyle, iki nükte-i Kur’aniyenin beyanına dairdir.
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ عَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey! Senin bu müsaadesiz zamanımda suallerin, beni müşkül bir mevkide bulunduruyor. Bu defaki iki sualin çendan cüz’îdir. Fakat iki nükte-i Kur’aniyeye münasebettar olduklarından ve küre-i arza dair sualiniz, coğrafya ve kozmoğrafyanın yedi kat zemin ve yedi tabaka semavata tenkitlerine temas ettiğinden, bana ehemmiyetli geldi. Onun için sualin cüz’iyetine bakmayarak ilmî ve küllî bir surette, iki âyet-i kerîmeye dair iki nükte icmalen beyan edilecek. Sen de cüz’î sualine karşı ondan hisse alırsın.
BİRİNCİ NÜKTE: İki noktadır.
Birinci Nokta:
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ۞ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ
âyetlerinin sırrınca rızık, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Her bir zîhayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanîsi altında olduğundan açlıktan ölmek, olmamak lâzım gelir. Halbuki zahiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor. Şu hakikatin ve şu sırrın halli şudur ki:
Taahhüd-ü Rabbanî hakikattir. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünkü o Hakîm-i Zülcelal, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hattâ bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbalde hariçten rızık gelmediği zaman, sarf edilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bulundurur.
İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki sû-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o sû-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyorlar.
Evet, zîhayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer. Hattâ bir adam, şedit bir inat yüzünden Londra Mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbir şey yemeden hayatı devam ettiğini, on üç –şimdi otuz dokuz– sene evvel gazeteler yazmışlar.
Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve madem Rezzak ismi, gayet geniş bir surette rûy-i zeminde cilvesi görünüyor ve madem hiç ümit edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şer beşer, sû-i ihtiyarıyla müdahale edip karışmazsa her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor.
Öyle ise açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler kat’iyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terkü’l-âdât mine’l-mühlikât” sırrıyla, sû-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise açlıktan ölmek olmaz, denilebilir.
Evet, bilmüşahede görünüyor ki rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Mesela, daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-ı maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor.
Sonra dünyaya geldiği vakit, iktidar ve ihtiyar yok fakat bir derece istidadı ve bi’l-kuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay ve en latîf bir surette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor.
Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece, çocuğa karşı nazlanmaya başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takip etmeye müsait olmadığı için Rezzak-ı Kerîm peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor.
Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur. Der: “Gel beni ara ve bul ve al!”
Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Hattâ çok risalelerde beyan etmişiz ki en ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar, daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.
İkinci Nokta: İmkânın envaı var. İmkân-ı aklî, imkân-ı örfî, imkân-ı âdi gibi kısımları vardır. Bir hâdise, eğer imkân-ı aklî dairesinde olmazsa reddedilir, imkân-ı örfî dairesinde olmazsa dahi mu’cize olur fakat kolayca keramet olamaz. Eğer örfen ve kaideten naziri bulunmazsa şuhud derecesinde bir bürhan-ı kat’î ile ancak kabul edilir.
İşte bu sırra binaen kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur hem hârikulâde bir âdeti de olabilir. Evet, Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin (ks) acib ve istiğrakkârane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi, vaki olmuştur. Fakat her vakit öyle değil. Keramet nevinden bazı defa olmuştur. Bir ihtimal var ki halet-i istiğrakıyesi, yemeye ihtiyaç görmediği için ona nisbeten âdet hükmüne girmiştir. Seyyid Ahmed-i Bedevî (ks) nevinden çok evliyalardan bu tarz hârikalar mevsukan rivayet edilmiş.
Madem Birinci Nokta’da ispat ettiğimiz gibi müddehar rızık, kırk günden fazla devam eder ve o miktar yememek, âdeten mümkündür ve mevsukan hârika adamlardan o hal rivayet edilmiştir. Elbette inkâr edilmeyecektir.
İKİNCİ SUAL münasebetiyle iki mesele-i mühimme beyan edilecek. Çünkü coğrafya ve kozmoğrafya fenlerinin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla ve küçücük mizanlarıyla Kur’an’ın semavatına çıkamadıklarından ve âyâtın yıldızlarındaki yedi kat manaları keşfedemediklerinden âyeti tenkit, belki inkârına divanecesine çalışmışlar.
Birinci Mesele-i Mühimme: Semavat gibi arzın da yedi tabaka olmasına dairdir. Şu mesele, yeni zamanın feylesoflarına hakikatsiz görünüyor. Onların arza ve semavata dair olan fenleri kabul etmiyor. Bunu vasıta ederek bazı hakaik-i Kur’aniyeye itiraz ediyorlar. Buna dair muhtasaran birkaç işaret yazacağız.
Birincisi: Evvela, âyetin manası ayrıdır ve o manaların efradı ve mâsadakları ayrıdır. İşte o küllî mananın müteaddid efradından bir ferdi bulunmazsa o mana inkâr edilmez. Semavatın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mana-yı küllîsinin çok efradından yedi mâsadak zahiren görünüyor.
Sâniyen, âyetin sarahatinde “yedi kat arz” dememiş. اَللّٰهُ الَّذٖى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ … اِلٰى اٰخِرِ âyetin zahiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halk etmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halk ettim, demiyor. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.
İkincisi: Küre-i arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan kalp, cesede mukabil geldiği gibi küre-i arz dahi koca hadsiz semavata karşı bir kalp ve manevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. Onun için:
Zeminin küçük mikyasta eskiden beri yedi (* Seb’a ile beraber yedi kelimesi yedi kere tevafuku pek güzel düşmüş.) iklimi
hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, iki Asya, iki Amerika namlarıyla maruf yedi kıtası
hem denizle beraber şark, garp, şimal, cenup, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıtası
hem merkezinden tâ kışr-ı zahirîye kadar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl ve mütenevvi yedi tabakası
hem zîhayat için medar-ı hayat olmuş yetmiş basit ve cüz’î unsurları tazammun edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi küllî unsuru
hem dört unsur denilen su, hava, nâr, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selâse” denilen maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri
hem cin ve ifrit ve sair muhtelif zîşuur ve zîhayat mahlukların âlemleri ve meskenleri olduğu, çok kesretli ehl-i keşif ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri
hem küre-i arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zîhayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten küre-i arz dahi yedi tabaka âyât-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.
İşte yedi nevi ile yedi tarzda, arzın yedi tabakası mevcud olduğu tahakkuk ediyor. Sekizincisi olan âhirki mana, başka nokta-i nazarda ehemmiyetlidir; o yedide dâhil değildir.
Üçüncüsü: Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar.
Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, küre-i arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâlî bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş. O âlemlerin şenlenmesine münasip ve muvafık zîşuur mahlukları halk edip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî envalarından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müthiş ateş dahi o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için nâr onlara nur gibi olur.
Dördüncüsü: On Sekizinci Mektup’ta tabakat-ı arzın acayibine dair ehl-i keşfin tavr-ı akıl haricinde beyan ettikleri tasvirata dair bir temsil zikredilmiştir. Hülâsası şudur ki: Küre-i arz, âlem-i şehadette bir çekirdektir; âlem-i misaliye ve berzahiyede bir büyük ağaç gibi semavata omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin küre-i arzda ifritlere mahsus tabakasını bin senelik bir mesafe görmeleri, âlem-i şehadete ait küre-i arzın çekirdeğinde değil belki âlem-i misalîdeki dallarının ve tabakalarının tezahürüdür.
Madem küre-i arzın zahiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahüratı var; elbette yedi kat semavata mukabil yedi kat denilebilir ve mezkûr noktaları ihtar için îcaz ile i’cazkârane bir tarzda âyât-ı Kur’aniye, semavatın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göstermekle işaret ediyor.
İkinci Mesele-i Mühimme’dir:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ … اِلٰى اٰخِرِ
ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ
Şu âyet-i kerîme gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşaratü’l-İ’caz tefsirinde Eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harpte ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o meselenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip lisan-ı şer’îde, arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti.
Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikati tamamıyla gösterememişler.
Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halk etmiştir. Hareket eden yıldızlar ise balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş. Yani “Sema, emvacı karar-dâde olmuş bir denizdir.”
İşte bu hakikat-i Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette ispat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.
İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki ecram-ı ulviyenin cazibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.
Üçüncüsü: Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülata ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki buhar, su, buz gibi havaî, mayi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki o ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Mesela, Nehrü’s-Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi sadık bir hads ile manzume-i şemsiyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur.
Mesela, elmas madeninde teşkilat başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül hem kömür hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem mesela ateş, teşekküle başladığı vakit hem alev hem duman hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem mesela müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su hem buz hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor.
Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilat düşse tabakata ayrılıyor. Öyle ise madde-i esîriyede kudret-i Fâtıra teşkilata başladığı için elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halk etmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat’iyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslub-u Arabîde kesreti ifade ettiği için o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.
Elhasıl: Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halk edip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası, her bir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet, hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmî bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki her bir âyetin her bir tabakaya bir vechi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesîmînin tabakatını fehmeder.
Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder.
Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevi’l-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder.
Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem manzume-i şemsiyemizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder.
Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder.
Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder.
Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.
Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünkü âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vakide bulunmayan fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük.
Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!
Elhasıl: Kıraât-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cin ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahaplar inerler ve onları yakarlar.
Evet, cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyet’in kanatlarıyla çıkılabilir.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى شَمْسِ سَمَاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ نُجُومِ الْهُدٰى لِمَنِ اهْتَدٰى
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَائِهٖ بِنُجُومِ حَقَائِقِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ اٰمٖينَ
***