İstanbul’a uğrayan Risale-i Nur şakirdleri senin gayret ve ciddiyetini ve tesirli vaazını bize haber verdiler. Senin gibi metin ve hâlis bir zatı, Risale-i Nur dairesinde görmek arzu ediyorlar. Ben de onlar gibi cidden seni Risale-i Nur dairesinde görmek istiyorum. Bilirsin ki iki elif ayrı ayrı olsa iki kıymeti var. Bir çizgi üstünde omuz omuza verse on bir kıymet aldığı gibi senin tesirli nasihatinle ihzar ettiğin hizmet-i imaniye tek başıyla kalsa şimdiki tehacümat-ı müttehideye karşı dayanması çok müşkül. Eğer Risale-i Nur’un hizmetine iltihak etse o iki elif gibi on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşıdaki ittifak etmiş dalaletlere karşı dayanacak.
Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.
Hem mûcib-i taaccüb hem medar-ı teessüftür ki ehl-i hak ve hakikat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti ihtilaf ile zayi ettikleri halde; ehl-i nifak ve ehl-i dalalet, meşreplerine zıt olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken doksan ehl-i hakikati mağlup ediyorlar.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bu dakikada Hüsrev, Rüşdü, Re’fet, Isparta’nın Hâfız Ali’si askerlikten ne vakit geleceklerini merak ediyorum. Hususan Hüsrev’in kalemi, ne vakit Risale-i Nur’un fatihane intişarına kavuşacak diye bilmek istiyorum. Onlara da selâmımı tebliğ ediniz.
Şimdi bundan on dakika evvel, cesurca fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi.
Onlara dedim ki: “Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukabil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet ister. Isparta kahramanlarının gösterdikleri hârikalar ve cihan-pesendane hidemat-ı nuriyenin esası, hârika sadakatleri ve fevkalâde metanetleridir. Bu metanetin birinci sebebi: Kuvvet-i imaniye ve ihlas hasletidir. İkinci sebebi: Cesaret-i fıtriyedir.”
Onlara dedim: “Sizler cesaretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya ait ehemmiyetsiz şeyler için fedakârlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nur’un kudsî hizmetinde ve cihana değer uhrevî neticelerine mukabil, merdane ve fedakârane cesaret ve metanet gösterip sadakatinizi muhafaza edersiniz.” dedim. Onlar da tam kabul ettiler.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli arkadaşlarım!
Bu defa kahraman Tahir’i umumunuz namına gördüm ve onda bir Lütfü, bir Hâfız Ali, bir Hüsrev ve bir Said (fakat genç Said) müşahede ettim. Cenab-ı Hakk’a çok şükrettim. Bu defa onun kokusunu alıp o daha gelmeden benim yanıma gelen komiser ve taharri adamları münasebetiyle; benden talebeler tarafından sual edilen bir mesele, belki size de bir faydası var diye gönderildi.
***
Daimî hizmetinde bulunan Risale-i Nur şakirdleri tarafından edilen bir suale cevaptır.
Sual: Bu kadar zamandır hizmetinizde bulunuyoruz. Dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete dair bir alâkanızı, merakınızı görmedik. Daima iman ve âhiret dersinden başka bir meşgalenizi görmüyoruz. Öyle anlamışız ki bu on sekiz senedir vaziyetiniz böyle imiş. Nedendir ki Isparta’da hiçbir şey yokken memleketi heyecana getirip sizi mahkemeye verdiler. Ve yüz arkadaşınızı, dört ay mahkeme tahkikatı neticesinde dünya ile siyaset ile alâkaya dair hiçbir şey bulamadılar. Yalnız kendilerini ve mahkemelerini ebedî mahcup edecek bir bahane buldular ve yüzden, yalnız beş on adama beş altı ay ceza verdiler. Hem burada altı seneden ziyade karakolun nezareti ve nazarı altında oturduğun odanın pencereleriyle daima senin her vaziyetin karakolca görüldüğü halde; bundan iki üç ay evvele kadar her vakit gizli ve aşikâre seni tarassud, kaç defa taharri etmeleri, dostları senden kaçırmak için tahkikatlarla sana en mühim ve karışık bir siyasetçi gibi bakmaları nedendir?
Biz bundan hem müteessir hem mütehayyiriz. Ancak iki üç aydır yanınıza serbest gelebiliyoruz. Evvelde korkarak gizli gelebilirdik. Bu meseleyi bize izah et.
Elcevap: Ben de sizin gibi belki sizden çok ziyade bu vaziyetten hem hayret hem taaccüb ediyordum. Bu sualinizin izahlı cevabı, Yirmi Yedinci Lem’a olan mahkemeye karşı Müdafaat Lem’asıyla On Altıncı Mektup Risalesi’dir. Şimdilik kısaca bir iki esas beyan ediyorum:
Birincisi: Asayişi temin ve idare memurları, inzibat polisleri ve komiserleri bize ve mesleğimize karşı değil tevehhümkârane taarruz ve evhama düşmek, belki himayetkârane teşvik ve teşci etmek vazifelerinin muktezasıdır. Çünkü onların vazifelerinin temel taşı; hürmet, merhamet, helâl haramı bilmekle, itaat düsturuyla hayat-ı içtimaiye emniyet dairesinde cereyan edebilir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu esasları temin ediyor. Neticesi de bilfiil görülmüş. Risale-i Nur’un en mühim merkezi Isparta ve Kastamonu olduğundan, sair memlekete nisbeten zabıta memurları insafla dikkat etseler Risale-i Nur’un onlara parlak yardımını görecekler.
Hem talebelerinde bu kadar kesret ve kuvvet ve hak ellerinde bulunduğu halde, asayişe hiçbir zararı dokunmadığını ve talebelerden bin adam, on adam kadar hayat-ı içtimaiyeye zarar vermediklerini, kalbi bozuk olmayan görür.
Bu meselenin sırr-ı hikmeti budur ki: Âlem-i insaniyette ve İslâmiyet’te üç muazzam mesele olan iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatleri olduğundan bu hakaik-i imaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.
Hattâ sizin bu kardeşiniz –siz de bilirsiniz– bu on sekiz senedir, o kadar muhtaç olduğum halde siyasete, hayat-ı içtimaiyeye temas etmemek için hükûmete karşı bir tek müracaatım olmadığını ve bu sekiz dokuz aydır küre-i arzın bu herc ü mercinden bir tek defa ne sual ve ne de merak etmek ve ne de anlamak ve ne de medar-ı sohbet etmediğimi hattâ şimdi sulh olmuş mu, harp bitmiş mi, İngiliz ve Alman’dan başka kimler harp ediyor bilmediğimi, biliyorsunuz.
Hem herkesi geveze ve sersem eden ve üç seneden beri odamdan işitilen radyoyu, iki defadan başka ne dinlediğimi ve ne de sorduğumu, benimle beraber olan sizler biliyorsunuz. Bu derece bu vaziyetlere karşı alâkasız ve lâkayt bir adamın takip ettiği mesleğe taarruz eden ve evhama düşüp tarassudla sıkıntı veren, ne derece insaftan uzak düştüğünü en insafsız da tasdik eder.
İkinci Esas: Ey kardeşlerim! Sizler biliyorsunuz ki bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden hâlâttan şiddetle içtinab ediyoruz. Elbette burada, altı yedi sene gözünüzle ve yirmi seneden beri tahkikatınızla anlamışsınız ki ben şahsıma karşı hürmet ve makam vermek istemiyorum. Sizleri o noktada şiddetle tekdir etmişim. Benim haddimden fazla mevki vermeyiniz diye sizden darılıyorum. Yalnız Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle ona karşı tasdikkârane teslimi ve irtibatı, şâkirane kabul ediyorum.
İşte bu derece enaniyetten ve benlikten ve şan ve şeref namı altındaki riyakârlıktan kaçmayı düstur-u hareket ittihaz eden adamlara karşı ehl-i hükûmetin, ehl-i idare ve zabıtanın evhama düşmeleri ne kadar manasız ve lüzumsuz olduğunu divaneler de anlar.
Said Nursî
***
Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim!
Musibetzedelerin manevî galebesi, beraeti; değil yalnız sizleri ve bizleri belki bu memleketteki bütün ehl-i imanı sevindirir bir mahiyettedir. Çünkü Risale-i Nur’un hürriyetine meydan açtı. Şimdiye kadar müsadere tevehhümüyle pek çok ihtiyata mecbur olmuştuk. Bu on sekiz senede ve bilhassa buradaki altı senede, risaleleri gizlemek hususunda pek çok zahmet çektim ve daima endişe ederek azap çekiyorduk.
Cenab-ı Hakk’a Risale-i Nur’un hurufatı adedince hamd ü sena ve şükür olsun ki bu defa manevî galebesiyle o zalimane ve zulmetkârane perdeyi parçaladı. Az bir zahmetle büyük bir ücret ve geniş bir fütuhata zemin hazırladı. Ve bu iki ay tevakkuf müddeti, aynen hapsimiz hâdisesi gibi başka bir tarzda, daha geniş bir dairede Risale-i Nur’un intişarına vesile oldu. Sizleri ve bilhassa musibetzedeleri ve hususan Hâfız Mehmed’i tebrik ediyoruz ve geçmiş olsun deriz.
Bir Tesettür Risalesi’yle yüz adamı, yüz gün tevkif eden ve onun gibi yüzer risalelerle bir tek adamı bir gün tevkif edemeyen bir mahkemeye hükmedip galebe çalan, sizlerin hârika sadakatiniz ve fevkalâde ihlasınız ve sarsılmaz metanetiniz ve kuvvetli tesanüdünüz olduğu bizce kat’iyet kesbetti, şüphemiz kalmadı. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun, âmin!
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvela: Seksen küsur sene bir ömr-ü manevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regaibi tebrik ediyoruz. Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip dostane hulûl edip has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.
Sâniyen: Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübra’nın “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren her bir misafir…” diye başlayan Birinci Makam’ın başından –ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp– tâ on sekizinci mertebe olan kâinatın hudûs hakikati tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinesi) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla, ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.
Ben bu sene çok zayıf ve ihtiyar ve âciz bir halde bulunduğumdan, genç kardeşlerimden manevî muavenetlerini bu mübarek şuhur-u selâsede rica ediyorum. Her birisine birer birer selâm ve dâreynde selâmetlerine dua ediyoruz.
Said Nursî
***
(Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.)
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.
Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.
Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.
Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i salih işlemiş hükmündedir. Malûmdur ki bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı onun tamirinde mu’cizevari muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.
Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk’a şükür ki Risale-i Nur bu müthiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor.
Sedd-i Zülkarneyn’in tahribiyle, Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’anînin tezelzülüyle Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risale-i Nur’un şakirdleri, böyle bir hâdisede manevî mücahedeleri, inşâallah zaman-ı sahabedeki gibi az amelle, pek çok büyük sevap ve a’mal-i salihaya medar olur.
Aziz kardeşlerim! İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz; iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemler ile her birinin a’mal-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi lisanlarıyla her birinin takva kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir.
Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyam-ı meşhurede yardımına koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi iman ve sadakat şartlarıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla, bazen yüz defadan ziyade Risale-i Nur talebeleri unvanıyla hissedar ediyorum.
Said Nursî
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Dün Emin, bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemediğim ve Rus’un harbe devamını bilmediğim halde; Rusya’nın Kafkas’la ittisali kesilmesini söyledi. Ben onun sözünü kesip susturduğum halde, kalbim ehemmiyetle bir alâka gösterdi. Sonra bugün namazda ve tesbihatında iken manevî tarzda denildi ki: Küre-i arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan her halde birisi İslâmiyet’e ve Kur’an’a ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir iki mektupta yazdığım sebepler çendan kalbe, akla kâfidir fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi. Aynen tesbihatta ihtar edildi ki:
Ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda, semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan “Cemaat için fert feda edilir, milletin selâmeti için cüz’î hukuklara bakılmaz.” diye öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış.
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez; “Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz.” diye kanun-u semavî ve hakiki adalet noktasında Risale-i Nur şakirdleri gibi hakikat-i Kur’aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için netice itibarıyla faydası bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur’an lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takip etmekle meşgul olmak münasip olmadığı için; nefis de akıl ve kalbe tabi olup merakını bırakmış diye anladım.
İkinci Mesele: Risale-i Nur’un Isparta’da kat’î galebesi, zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habîsi hükmünde bazı zındıklar, o mağlubiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağıya kadar Kur’an ve Peygamber (asm) aleyhinde fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde hizbü’ş-şeytanın, Peygamber (asm) ve Kur’an hakkında mesleklerince söyledikleri tabiratı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş. Onun gibi Yahudi, mütemerrid ve dinsiz feylesoflarından ve Avrupa’nın zındıklarının eskiden beri Kur’an ve Peygamber’in (asm) hâlâtından medar-ı tenkit buldukları noktaları, bu İslâm ismi altındaki zındık, kurnazcasına, safdil Müslümanlara ve Risale-i Nur’u görmeyenlere dinlettirmek ve göstermek için öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü gizlemeye çalışmış ki şeytanette, şeytandan ileri gitmiş. Beni çok müteessir etti.
Kardeşimiz Sabri’nin mektubunda, muannid mülhidlerin Risale-i Nur’un cereyanına karşı kurdukları çürük ve vâhî hud’aları, örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz ve o şeytanet perdeleri kıymetsiz ve mukavemetsizdir, Risale-i Nur’a karşı yırtılır ve yırtılacak dediği gibi; bu zındık ve muannid ve mütemerrid ve ölen herifin ruh-u habîsi olan zındığın yazdığı ve zahiren Müslümanlara Türkçülük lehinde fakat hakikatte Kur’an ve Peygamber’in (asm) azamet ve haşmet-i maneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu eser de Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Mu’cizat-ı Ahmediye’ye (asm) karşı örümcek ağı da olamaz, parçalanır. Fakat binler teessüf ki Risale-i Nur’u görmeyenlere kat’î zarar verdiği gibi Risale-i Nur’u görenler de merak edip “Acaba ne var?” demekle, safi kalplerini bulandırır. Lâekall vesvese ve evham verir.
Risale-i Nur’un kahraman şakirdleri böyle şeylere karşı müteyakkız davranmak ve faaliyetlerini ziyadeleştirmek lâzım geliyor. Fena şeyle zihnen meşgul olmak da fena olduğu için kısa kesiyorum. Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp baktırılmasın. Belki ehemmiyetsiz, dinsizcesine, yalnız esma-i mübareke ve âyât-ı mübarekenin bazı meali içinden hariç kalmak itibarıyla ehemmiyetsiz bir paçavradır, bilinsin.
Bu herifin ne derece haddinden tecavüz ettiğini bu temsilden anlayınız. Mesela çok uzak bir mecliste, mütehassıs ve müdakkik âlimlerin okudukları ve tetkik ettikleri bir kitaba ve ders aldıkları bir zata, pek uzak bir mesafede bakmak isteyen ve görmeyen bir ebleh, o âlimlerin aksine hüküm verip onları tenkit eden, divanece hezeyan eder.
Cenab-ı Hak ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini böylelerin şerrinden muhafaza eylesin, âmin!
Said Nursî
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sizin fevkalâde sebat ve ihlasınızın galebesi ve o musibeti def’inden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın desiseleriyle bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı başlamış. Gayet dikkatle ve şeytancasına, şakirdlerin hakiki kuvvetleri olan tesanüdü bozmaya çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına dolaplar çevriliyor. Biz sizin bir şubeniz hükmünde olduğumuz halde, bizi asıl ve merkez telakki ettiklerinden daha ziyade desiseleri bize karşı istimal ediyorlar. Hâfız-ı Hakiki Cenab-ı Hak’tır. İnşâallah hiçbir zarar edemeyecekler.
Fakat bu şuhur-u mübarekenin eyyam ve leyali-i mübarekesinde hâlis dualarınız ile bize yardım ediniz. Bir şey yok fakat mümkün oldukça ihtiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali radıyallahu anh ve Gavs-ı Geylanî kuddise sırruhu gibi kahramanların manevî teminatı قُلْ وَلَا تَخَفْ ve وَلَا تَخْشَ hitapları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i maneviye veriyor.
Kâtip Osman’ın mektubunda, kahraman Rüşdü’nün bahadır biraderi Burhan’ın, risalelerin kurtulmasına çok hizmet ettiğini yazıyor. Zaten o cesur kardeşimizin eskiden de bu çeşit hizmetleri vardı. Hem ona hem Risale-i Nur’un kurtulmasına çalışanlara ve medhali bulunanlara, hattâ mahkeme reisine ve insaflı azalarına hem dua hem teşekkür ediyoruz. Münasip görülse mahkeme reisine hususi teşekkürümüzü beyan edersiniz.
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ هٰذِهِ الشُّهُورِ الثَّلَاثَةِ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvela: Sizin geçmiş Leyle-i Mi’rac ve gelecek Leyle-i Beratınızı tebrik ediyoruz ve makbul dualarınızı rica ediyoruz.
Sâniyen: Yirmi Beşinci Söz olan Mu’cizat-ı Kur’aniye’nin nısf-ı âhiri, acelelik belasıyla gayet mücmel kalmasına bedel; size evvelce yazdığım gibi bazı lâhikaları onun âhirinde ilhak etmiştik. Şimdi en mühim bir parça, yirmi sene evvel tabedilen Lemaat’ta gördük. Onun da Mu’cizat-ı Kur’aniye zeylleri içine derci pek münasip görüldü.
Kahraman Tahirî’nin bana getirdiği bir nüsha Lemaat’ı çok kıymettar gördüm. Eğer bir nüsha daha o havalide varsa siz de o parçayı nüshalarınızın âhirine yazarsınız. Zaten Lemaat, kendisi de hârikadır. Ramazan-ı şerifte yirmi gün zarfında, nesir bir surette, tekellüfsüz birden yazılmış. Sonra baktık, sehl-i mümteni gibi bir nesr-i manzum ve bir nazm-ı mensur suretini almış. İçinde bu parça daha hârikadır. Lemaat’ta o parçanın serlevhası: Îcaz ile beyan i’caz-ı Kur’an.
“Bir zaman rüyada gördüm ki Ağrı Dağı altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.” Bundan tâ
“Tarz-ı nazar ikidir; biri zulmettar, diğeri ziyadar.” serlevhasına kadar. Eğer Lemaat sizin elinize geçmemişse o parçayı buradan size göndereceğiz.
Sâlisen: Hem latîf hem güzel, zarif bir hâdiseyi söyleyeceğim: Bu memlekette Risale-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârane yapışan ihtiyare hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymettar parçaları Risale-i Nur’un eczalarının ciltleri üstüne çekip bütün risaleler altın yaldız ile ciltlemiş gibi bir tarza girdi. Risale-i Nur’un manen güzelliğine ve Hüsrev ve Tahirî ve Alilerin ve Hasan Âtıf ve Âsım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler.
Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahinde değerinde, burada Risale-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Mesela Âsiye, Saniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risale-i Nur’un şakirdleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve dua ediyorlar.
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ شَعْبَانَ وَ رَمَضَانَ
Aziz, sıddık, mübarek, metin kardeşlerim!
Sizin Leyle-i Beratınızı ve gelen leyali-i ramazan-ı mübarekenizi tebrik ederiz. Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür olsun ki Risale-i Nur kendi kendine tevessü ediyor. Her tarafta fütuhatı var. Ehl-i dalaletin hileleri onu durdurmuyor, bilakis çok dinsizler teslim-i silah ediyorlar. Hâfız Ali’nin dediği gibi korkuları pek ziyadedir. Şimdi dinsizlik taassubuyla değil, korku cihetiyle ilişiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inşâallah.
Nur Fabrikasının sahibi, bu defaki mektubundaki hârika ve yüksek duası, onun fevkalâde ihlas ve sadakatinin bir tereşşuhatı nazarıyla baktığımızdan, bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zannını Risale-i Nur hesabına kabul edip duasına âmin deriz. O Nur Fabrikasının mektubu, Hasan Âtıf’ın mektubuyla Leyle-i Berat akşamında elimize geçti. O gecemize, bereketli ve mübarek bir tebrik nevinde telakki eyledik.
…
Aziz kardeşlerim! Bu mübarek ramazanda dahi geçen ramazan gibi bu âciz ve zayıf kardeşinize, manevî ve uhrevî sa’y ve çalışmanızdan zekât miktarınca vermenizi ve onun hesabına bir miktar çalışmanızı ve ziyade hüsn-ü zannınız ile ona tahmil ettiğiniz ağır yüke o cihette yardımınızı pek çok rica ederim.
Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri kanaat ve iktisat düsturlarıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler, inşâallah.
Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ederiz.
Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sizin mübarek ramazan-ı şerifinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn bu ramazan-ı mübarekenin hürmetine Rahmeten li’l-âlemîn olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine rahmetiyle imdat eylesin, âmin! Âsâr-ı gazab-ı İlahî olan âfat ve dalaletlerden muhafaza eylesin, âmin! Ve Risale-i Nur şakirdlerini neşr-i envar-ı Kur’aniyede muvaffak eylesin, âmin!
Hizbü’l-A’zam-ı Kur’anî’nin gelmesini iştiyakla bekliyoruz.
Sâniyen: Hâfız Ali’nin mektubunda, kahraman Süleyman Rüşdü’nün gelmesini tebşir ediyor. Biz de ona “Binler safalarla geldin!” deyip ve üç cihetle onu ve masumlarını tebrik ediyoruz. Ve Hasan Âtıf’ın, Demirci Mehmed namını verdiği Bedevî kardeşimize yazdığı uzun mektubu buradaki kardeşlerimize ihlas noktasında ehemmiyetli tesiri var. İhlas Risalesi’nin sırrını ve düsturlarını yerleştirmeye çalışması, bizi çok mesrur eyledi. Cenab-ı Hak onun gibi hâlis kardeşleri çoğaltsın. Ve Âtıf’ın o mektubunda Medrese-i Nuriye’deki kahramanlardan kıymettar bir iki yüksek ihtiyarın Risale-i Nur’a parlak irtibatları bizi sürur yaşıyla ağlattırdı.
Bu defa evvelce size gönderilen gençler ikaznamesinin bir tetimmesi olarak, bu havalideki tehlikeli vaziyette bulunan gençlere bir ihtarname namında bir fıkra gönderiyoruz. Tâ ki Risale-i Nur’un genç şakirdlerinin gittikleri istikamet ve iffet ve ittiba-ı sünnet-i seniye, gençlik noktasında ne kadar kıymettar bulunduğunu ve hakiki ve zevkli gençlik ise o tarzdaki bahtiyarların gençlikleri olduğunu bir kat daha ispat edip hakiki genç Türkler kimler olduğunu göstersin.
Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz. Ve mübarek dualarını bu mübarek ramazan-ı şerifte ve bire bin kazancı kazandıran eyyam ve leyali-i mübarekede rica ediyoruz.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşiniz Said Nursî
***
(Bu defadan evvelce size gönderilen gençler ikaznamesinin bir tetimmesi)
Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtarnamedir
Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler. Ben de eskiden Risale-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi onlara dedim ki:
Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kısa bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini geçmişten gelen hüzünler, gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.
Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında ma’dumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulümatlar, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise itikadsızlığı cihetiyle yine ma’dumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulümatlar veriyor.
Eğer iman hayata hayat olsa o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin İhtiyar Risalesi’nde Yedinci Rica’da izahı var, ona bakmalısınız.
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Her gün ve her yerde, her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise size –başka gençlere söylediğim gibi– bir temsil ile beyan ediyorum.
Mesela, burada gözümüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren dairesi var. Biz buradaki on kişi alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından her dakika ya “Gel idam i’lamını al, darağacına çık!” veyahut “Gel, milyonlarla altını kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış gel, al!” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz ciddi bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki:
“Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o helvayı yemezseniz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız.
İşte bakınız bu darağacını da zaten gözünüzle görüyorsunuz ki bal yiyenler oraya giriyor ve oraya girinceye kadar da o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıkıyorlar. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını milyonlar, milyarlar şahitler var, haber veriyorlar.
İşte pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilan ediyorlar, haber veriyorlar ki: O darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphe getirmez, görür gibi gündüz gibi kat’î biliniz.” dedi.
İşte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar fark etmeyerek her vakit ecel celladı, başını kesmek için gelebilir.
Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip tılsım-ı Kur’anî olan iman ve feraizi elde etmekle, o fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat ve ehl-i tahkik müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve sû-i istimalden gelen hastalıktan “enînler” “eyvahlar” cevabını işittiğiniz gibi hapishanelerden dahi ekseriyetle gençlik sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüfatını işiteceksiniz.
Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta –ehl-i keşfe’l-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle– ekser azaplar, gençlik sû-i istimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız!” diyecekler.
Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.
Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin!
***
Aziz, sıddık, Risale-i Nur şakirdleri kardeşlerim!
Risale-i Nur şakirdlerinin zayıf kısımlarına zarar veren, hatıra gelmeyen, ihtiyar bir zat tarafından bir itiraz münasebetiyle ve o gibi itirazların esasını kesecek bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi bunu tekrar ediyorum:
Hem mûcib-i taaccüb hem medar-ı teessüftür ki: Ehl-i hakikat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti zayi ettikleri ve ziya’ıyla mağlup oldukları halde; ehl-i nifak ve dalalet, meşrebine zıt olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken doksan ehl-i hakikati mağlup ediyorlar.
Ve en ziyade medar-ı taaccüb ve medar-ı hayret şudur ki: En ziyade muavenet ve teşvik beklediğimiz ve onlar da o yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazife-i diniyece mükellef oldukları bize yardımı yapmayıp bilakis yanlış anlamasına binaen, Risale-i Nur’un hizmetine fütur verecek bir tarzda, mevki-i içtimaiyelerinin ehemmiyetine istinaden itiraz etmişler. Bir hakikate dair beyanata itiraz etmişler.
Ben bilmiyorum hangi meseledir, hangi âyete dairdir. Olsa olsa gayet mahrem kısmından olan Birinci Şuâ namında İşarat-ı Kur’aniye’den bir meseleye dair olacaktır. Bu âciz kardeşiniz hem o eski dost zata hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki:
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın feyziyle Yeni Said, hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe bürhanlar zikrediyor ki değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.
Amma Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali (ra) ve Gavs-ı A’zam’ın (ks) ihbaratı nevinden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın dahi bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celbetmesine mana-yı işarî tabakasından rumuz ve îmaları, i’cazının şe’nindendir ve o lisan-ı gaybın belâgat-ı mu’cizekâranesinin muktezasıdır.
Evet, Eskişehir Hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, manevî bir ihtarla: “Risale-i Nur’un makbuliyetine dair eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’an’dır. Acaba Risale-i Nur’u Kur’an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acib sual karşısında bulundum.
Ben de Kur’an’dan istimdad eyledim. Birden otuz üç âyetin mana-yı sarîhinin teferruatı nevindeki tabakattan mana-yı işarî tabakasında ve o mana-yı işarî külliyetinde dâhil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne, medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatimde hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı.
Ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur’la muhafaza niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki âyetin mana-yı sarîhi budur tâ hocalar فٖيهِ نَظَرٌ desin. Hem dememişiz ki mana-yı işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki:
Mana-yı sarîhinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işarî ve remzîdir. Ve o mana-yı işarî de bir küllîdir, her asırda cüz’iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işarî tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema mabeyninde cari bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken Kur’an’ın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’caz ve belâgatına hizmet ediyor.
Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işarat-ı Kur’aniyeden hadd ü hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, vüs’at-i rahmet-i İlahiyeye delildir demeye mecbur olur.
Ben sizi ve muterizleri Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki: Bu işaretler ve evliyanın îmalı haberleri, remizleri, beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahir ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın göz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.
Evet, bu hakikatle beraber insan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâlî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş. Fakat Kur’an’ın hurufat-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla yeni hat altında tahrifkârane ehl-i dalaletin tevilat-ı fâsideleri âyâtın sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi; bîçare mazlum bir adamın kardeşlerinin imanını kuvvetleştirmek için bir nükte-i i’caziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil öyle zatlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.
Benim şahsım için mûcib-i hayrettir ki: O itiraz eden zat, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim’in (ks) bir tilmizi ve en ziyade merbut olduğum İmam-ı Rabbanî’nin (ra) bir talebesi olduğu halde; herkesten ziyade, kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle imdadıma koşmak lâzım iken maatteessüf ondan tereşşuh eden bir itiraz, bazı zayıf arkadaşlarımıza fütur ve ehl-i dalalete bir senet hükmüne geçtiğini çok teessüfle işittik.
O ihtiyar zattan, çabuk bu sû-i tefehhümü izale etmek için tamire çalışmasını hem duasıyla hem tesirli nasihatiyle yardımını bekleriz. Bunu da ilâveten beyan ediyorum:
Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakârları bulunan meşrepler, meslekler bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde; benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz, mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, elbette dalalete karşı galibane mukavemet eden ve milyonlar efradı bulunan mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. O eser onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir.
O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’un öyle parçaları var ki bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki Eski Said’in kuvve-i hâfızası beraber olmak şartıyla o on dakikalık işi on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz’ü ne ben ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamaz. Ve hâkeza…
Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve birer hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, bu hizmet-i kudsiyede hâlisane, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur şakirdlerini daim muvaffak eylesin, âmin!
Said Nursî
***