Emirdağ Lâhikası – I s.271-288

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey!

Evvela: Bazı bize temas eden cüz’î hâdiseler münasebetiyle bir hakikati beyan etmek şiddetle ruhuma ihtar edildi. Şöyle ki:

Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlahiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadığını ve doğrudan doğruya her şeyden evvel iman hakikatlerini ders vermek ve bîçare zayıfların ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu elbette sizin gibi Nurun has şakirdleri biliyorlar.

Sâniyen: Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlası kırar, hakikati değiştirir.

Hattâ benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek, tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ dedim. O zamandan beri siyaseti terk ettim.

O halim neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki yirmi beş seneden beri bir gazeteyi ne okudum ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve on sene harb-i umumîye bakmadım, bilmedim ve merak etmedim. Ve yirmi iki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nurlardaki ihlasa zarar gelmemek için müdafaatımdan başka istirahatim için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki hapiste size yazdığım gibi benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkenceli tazip edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar şahit olunuz ki ben onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlasa zarar gelmemek için bu iki üç senede dâhilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.

Sâlisen: Bilirsiniz ki kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp o para ile kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i Nur’un ihlasına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin.

Râbian: Nur’un hakiki şakirdlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli. Başka şereflere veya maddî, manevî menfaatlere gözünü dikmesin. Hem münakaşa, münazaa ve mesail-i diniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek lâzımdır ki Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın.

Hattâ bir hiss-i kable’l-vuku ile Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i Nur’un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahasesi aynı zamanda belki aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbime geldi. Hattâ o Nur’dan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir oldum. Bu benim için bir Abdurrahman idi, neden böyle şiddetli hiddet ettim? Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenab-ı Hakk’a şükür ki çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatasını da anladı ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatasını itiraf etti. İnşâallah o keffaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.

Hâmisen: Dört beş aydan beri bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyormuş; ben yeniden haber aldım ki bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki değil gazete, Nur’dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zat, bir mektup içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin fakat dost ve hemşehri bir zatın mektubunu gösterdi.

Dediler ki: “Çoktan beri senin namına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk sana göstermedik.”

Ben de dedim: “O zata benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş. Hem hasta hem hususi mektubu kardeşime de yazamadığımdan o zat gücenmesin.”

Oradaki umum dostlara, hususan Hâfız Emin ve Hâfız Fahreddin gibi kardeşlerimize selâm ve bayramlarını tekrar tebrik ediyoruz.

***

Risale-i Nur’un avukatı ve Aydın havalisinin Hasan Feyzi’si ve o civarın bir Hüsrev’i kardeşimiz Ahmed Feyzi, üç seneden beri Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin Risale-i Nur’a verdiği yüzer işaret ile tasdiklerini, tam bir kat’î bürhan olarak hem hadîslerden hem âyetlerden mana ve cifir muvafakatlarıyla Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini pek kuvvetli bir surette ispat ediyor. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin bir mümessili olan Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine bazı işaret-i hadîsiyeyi, Nur’un tercümanına veriyor. Hakikat ise tercüman, bir derece telif itibarıyla, o şahs-ı manevînin bir nevi mümessili olmak itibarıyladır. Yoksa haddim ve hakkım değildir ki ben o kudsî işarete medar olayım. Her ne ise…

Ben daha fazla tetkik edemedim. Onun üç buçuk senede ve onun gibi fevkalâde zeki bir kardeşimizin ince tetkikatını vaktim ve hastalığım müsaade etse tetkik ve ta’dilden sonra size gönderip ya Tılsımlar mecmuasının zeyli veya Lem’alar mecmuasına Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir hüccet olarak yazarsınız.

O kardeşimizin Nur avukatı Ahmed Feyzi’nin incir teberrüküne mukabil, benim namıma bir Sikke-i Gaybiye mecmuasını ona gönderiniz ki incirleri bana dokunmasın. Çünkü bu âhirde kat’iyen mukabelesiz hediyeler beni hastalandırdığı, çok tecrübelerle pek kat’îleşti.

Hem o kardeşimizin iki mübarek haremi ve muhterem validesinin ve Said ve Nuri namındaki evlatlarının bana yazdıkları samimi mektuplarına mukabil hem onlara hem evlatlarına çok dua ediyorum. Öyle bir kahraman Nurcunun öyle hakikatli, muhterem dindar refikasının Nurlara fedai ve hâdim olarak verdikleri masum evlatlarını ruh u canımızla Nur’un masumlar dairesinde kabul ediyoruz. Ve Mehmed Emin ve Ali Akdağ ve Ahmed Feyzi’ye ve umum kardeşlerimize selâm ve dua ederiz.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Lüzumu olmayan erzak ve elbiselerimi satıp gayet mübarek yüz lirayı hem Dârülhikmetten aldığım maaşla –ki onunla hacca gidecektim– hem yirmi iki sene hisse-i erzakıyemin bakiyyesi olan on lirayı da üstünde suret bulunduğu için tekrar o mübarek on lirayı da Lem’alar mecmuasının fiyatı olarak beraber gönderiyorum.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hadsiz şükür olsun ki Risale-i Nur’un Haremeyn-i Şerifeynce makbuliyetine bir alâmet şudur ki:

Denizli kahramanı Hâfız Mustafa, İstanbul’dan aldığı Zülfikar ve Asâ-yı Musa ve Siracünnur’u –ki Hindistan ulemasına gönderilecekti– onları alıp yolda bazı hacılara okutup beraber Medine-i Münevvere’de Keşmirli gayet meşhur bir âlim ve Türkçe de güzel bilen zata teslim etmiş. O zatın da çok takdir edip kat’î teminat ile Hindistan ulemasının merkezine göndereceğini ve Medine-i Münevvere’ye mahsus olan mecmualar da yetiştiğini ve sair yerlere de gönderilen mecmualar selâmetle yetiştiğini, Denizlili Hâfız Mustafa’ya beraber arkadaş olup ve yolda Nurları okuyarak giden hem genç hem Nurcu iki Afyonlu hacı ve başka hacılar, bu müjdeli haberi bana getirdiler ve hariçte Risale-i Nur’un ehemmiyetli revacını ve makbuliyetini müjdelediler.

Yalnız Camiü’l-Ezhere gidecek üç mecmuadan Zülfikar burada kaldı, gönderemedik; ikisi gitmişler. Bunun hikmeti şudur ki: Zülfikar ilmî bir geniş derstir. Âlem-i İslâm’ın medrese-i kübrası olan Camiü’l-Ezhere ders suretiyle göndermek münasip olmadığı gibi hem orada kolera hastalığının istilasıyla elbette Zülfikar, lâyık olduğu dikkat-i nazara bu sırada alâkadarane mazhar olamayacaktı.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Nur’un ehemmiyetli kahramanlarından, Nur’un ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerreme’ye götürüp gayet büyük bir Hintli âlim Ahmed Ali Şimşirî’ye teslim edip hem Hintçe tercüme etmeye ve Hint’e de göndermeye teminat alan kardeşimiz Hâfız Mustafa’ya binler bârekellah ve mâşâallah ve es’adekâllah deriz. Medresetü’z-Zehra, Mekke-i Mükerreme’deki o büyük zatla muhabere etsin. Adresi şudur: “Mekke-i Mükerreme’de Babü’s-Selâm’da Ahmed Ali Şimşirî” diye mektup yazabilirsiniz.

Sâniyen: Bu defaki hâdise bir habbeyi, evham yüzünden çok kubbeler yaptıklarını öğrendik. Bir emaresi de şudur:

Dâhiliye vekilinin emriyle gece içinde Afyon Valisi, Emniyet Müdürüyle buraya gelip gecede menzilimi basmak istemişler. Müddeiumumî muvafakat etmediğinden sabaha kadar bekleyip en ziyade aleyhimizde bulunan iki adamı tayin edip, kilidimi kırıp füc’eten baskın vermeleri hem aynı gün (Hâşiye[1]) faytonla çıktığım vakit –burada emsali vuku bulmayan– beş tayyare pek aşağıda uçup benim faytonumu bildikleri için etrafımda iki defa dönmeleri, ikinci gün başka bir tarafa, çok görünmeyen gizli bir dere tarafına faytonla giderken aşağıda uçan beş tayyareyi bir şey arıyor gibi gördük; anladık ki bizi arıyorlar.

Yine aynen evvelki gün gibi o beş tayyare etrafımızda ve kasaba üstünde gezip odamıza girdiğimiz zaman onların da gitmeleri kuvvetli bir emaredir ki bir habbe yüz kubbe yapılmış. Burada böyle manasız, evham yüzünden bana eziyet verilmesi ve Medresetü’z-Zehranın kahramanlarına buraya nisbeten bu üç senede on dereceden yalnız bir derece eziyet verilmek cihetiyle, Isparta hükûmetine ve adliyesine teşekkürümü ve minnettarlığımı ve onların verdiği eziyetleri de helâl ettiğimi bildirirsiniz.

Sâlisen: Bu defaki musibette, her vakit olduğu gibi yine kaderin adaletine ve inayet-i İlahiyenin feyzine baktım, gördüm ki: Sair vilayete nisbeten bir derece Nur’dan geri kalan ve Nur dairesine de yakın bulunan Kütahya ve adliyesini ve hükûmetini Denizli, Kastamonu gibi Risale-i Nur’la alâkadar etmek… Evet, ne kadar fikri ve vazifesi aleyhimizde olsa da herhalde kalbi, ruhu Risale-i Nur’dan imanı cihetinde büyük istifade etmek ve Nurculara da sevap kazandırmak hikmetiyle o vilayete gönderildi.

Kader-i İlahî dahi bana bir şefkat tokadı olarak, dâhiliye vekili Erzurumlu ve hemşehrim ve Afyon Valisi (Antalyalı) ve şimdiye kadar bana ilişmemesi cihetiyle demiştim: “Gerçi serbest oldum, şimdi böyle insaflı bir vali buldum, Emirdağı’ndan gitmeyeceğim.” diye bir nevi sevinç ve ihtiyatsızlığımın cezası olarak, o iki adamın elleriyle kader-i İlahî bana tokat vurdu, adalet etti.

***

Afyon Valisi, Emniyet Müdürü ve buradaki heyetiyle meselemize dair Ankara’ya yazmışlar ki: “Cemiyetçilik, tarîkatçılık gibi meseleler yok. Fakat Said Nursî’nin onun sözüyle kendini feda edecek iki yüz bin Nurcu kardeşleri var.” diye başka bir cihette yine hükûmete büyük bir evham vermişler.

Fakat onların bu yazmasında, Nur’a ve Nurculara bir fayda ve benim şahsıma da belki bir zarar ihtimali var. Faydanın bir ciheti şudur ki:

Bu kadar ağır şerait içinde öyle demir gibi sarsılmaz bir hakikat var ki iki yüz bin Türk ruhunu ona feda edecek o hakikatin müşterisi bulunur. Bu noktada, zayıf imanlı olanlar imanını kuvvetlendirir. Ehl-i siyaset de ve imanını kaybedenler onlara ilişmekten korkarlar, daha çabuk taarruz edemezler.

Bana zararı ise –Cenab-ı Hak Hâfız’dır– beni çürütmek ve kardeşlerimi benden kaçırmak ve kardeşliğimizi kırmak için şeytanın bile hatırına gelmeyen iftiralar ve isnadlar ile benim ehemmiyetimi kırmak için çalışmaları muhtemeldir.

Ehl-i vukuftan ve Diyanet Riyasetinin müşavirlerinden Yusuf Ziya ve oradaki hocalar, Risale-i Nur’un tamam bir takımını bizden istiyorlar. Hem zerrelere ait Otuzuncu Söz ve Otuz İkinci’nin Birinci Mevkıf’ının başındaki zerre bahsi ve “Hüve Nüktesi” ve Tabiat Risalesi’nin zerre bahsi gibi parçaları, rica suretinde ve hürmetkârane, oraya gönderdiğimiz Hasan Çalışkan ile cevap göndermişler. Güya وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ manasını anlamak istiyorlar ve bu parçalarla anlaşılır ve şimdi serbest ifsada başlayan maddiyyunları susturur.

Said Nursî

***

Kanunca ifademi almak lâzımken ifademi almadılar. Ben de ifademi şimdi adliyenin şahs-ı manevîsine ve dâhiliye vekiline bera-yı malûmat beyan ediyorum:

Bu kırk sene zarfında bu vatana ve millete hiç zarar etmeyip pek çok menfaati dokunan; ezcümle Mart İhtilali’nde isyan eden sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve çok zabitleri kurtaran ve harekât-ı milliyede Hutuvat-ı Sitte Risalesi ile ulemayı ve Şeyhülislâmı, İstanbul’u işgal eden ecnebi taraftarlığından kurtaran ve Eski Harb-i Umumî’de merhum Enver Paşa’nın çok takdir ve tahsini ile fedakârane hizmet eden ve üç dehşetli kumandanlar ona hiddet ettikleri halde ilişmeye cesaret edemeyen ve gizli zındıkların iftiralarına binaen kanunlar onu mes’ul ettiği halde, üç mahkeme onun takip ettiği hakikate karşı mağlup olup mahkûmiyetine cesaret etmeyen ve risaleleri ehl-i fen ve ehl-i ilim yanında çok takdir ve tahsinlerle karşılanan ve o risaleler hesabına konuşan bir adamı bir saat dinlemeniz, vazifeniz itibarıyla elzemdir ve vâcibdir.

İşte başlıyorum. Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka suretle aramaya Cenab-ı Hak mecbur etmesin, âmin!

Bu yirmi senede yüzer tecrübe ile inayet-i İlahiye bizi himaye ettiği ve dehşetli zulümlerden kurtardığı gibi bu yeni, manasız, bütün bütün kanunsuz, gaddarane zulümden de kurtaracağına kat’î kanaat etmeliyiz. Şayet bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek binler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlahiyeye ve sevaba mazhar olmakla beraber pek çok bîçare ehl-i imanın imanlarına başka bir tarzda bir kudsî hizmet hükmüne geçeceğini rahmet-i İlahiyeden pek kuvvetli ümit ediyoruz.

Bu hâdisenin on vecihle kanunsuz olduğunu beyan ediyorum:

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankara’nın yedi makamatından ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkik ile nazardan geçtiği halde, ittifakla hiçbir muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraetine hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşı birlikte beraet ettirildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi onlara el uzatmak, ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.

İkincisi: Beraetinden sonra üç buçuk sene Emirdağı’nda münzevi, garib, kapısını hem dışarıdan kilit hem içeriden sürgü ile kapayan ve yüzde bir adamı zarurî bir iş olmasa yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini de bırakıp daha telif etmeyen bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırıp yanına gelip Arabî evradından, yanındaki iki levha-i imaniyeden başka taharriciler bir şey bulamadıkları halde, bu eziyetin ne derece hilaf-ı kanun olduğunu, zerre kadar aklı bulunan anlar.

Üçüncüsü: Mahkemece yetmiş şahidin tasdiki ile yedi sene Harb-i Umumî’yi bilmeyen ve merak etmeyen, sormayan ki şimdi on senedir aynı o halde bulunan ve yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz seneden beri ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkencede sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini kendine celbetmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükûmete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi ve siyasî entrikacısı gibi onun menzilini ve inzivagâhını basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı ruhuna vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan, bu hale acıyacak.

Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra ve sebebi de cemiyetçilik, tarîkatçılık olduğu, o evham bahanesiyle büyük bir reisin ona şahsî garazı ile onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde cemiyetçilik, tarîkatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraet ettirip yalnız Risale-i Nur’un bir küçük parçası olan Tesettür Risalesi’ni bahane ederek kanunen değil de kanaat-i vicdaniye ile yüz şakird içinde beş on şakirde altı ay ceza verdiler ki tetkik zamanına kadar dört ay mevkuf, yani bir buçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarîkatçılık gibi birkaç bahane ile yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını inceden inceye tetkik ile beraber, Ankara ve Denizli Mahkemesinde tetkikte kaldıkları halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetçilik ve tarîkatçılık (Hâşiye[2]) vesair bahaneleri cihetinde beraet kararı verip o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraet ettirdikleri halde “bir siyasî cemiyetçi” nazarıyla ve “entrikacı bir siyasî adam” tarzında onu ittiham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde cemiyetçilik ve tarîkatçılık noktasında sevk etmek, ne kadar kanunsuz olduğunu insaniyeti sukut etmeyenler bilir.

Beşincisi: Şöyle ki ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere, değil ilişmek hattâ beddua edemiyorum. Hattâ en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evladı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için o dört masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazen helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki idare ve asayişe kat’iyen ilişmediğimiz gibi bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirdleri manevî bir zabıtadır, idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve teyid ettikleri halde, o bîçare adamın ihtilalci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur’an’ı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun buna müsaade eder?

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle dünyada muvakkat şan ve şeref ve enaniyetli hodfüruşluk ve şöhret-perestlik ne kadar zararlı ve ne kadar faydasız ve manasız olduğunu hadsiz şükür olsun ki Kur’an’ın feyziyle anlamış bir adam, o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip mahviyet etmek ve benliği bırakmak ve tasannu ve riyakârlık yapmamak için elinden geldiği kadar çalıştığına ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nâs ve şahsını medh ü senadan ve kendini manevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığını hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip o has kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onların kendi hakkında medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki:

Şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip medhetmek gibi bir makam vermesi ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vaizin bazı sözleriyle ve Kütahya’ya kendim hiçbir mektup göndermediğim halde ve benim imzamı taklit ile ve medar-ı mes’uliyet tevehhüm edilen bir mektup ile ve kimin yazısı bilinmeyen dokunaklı bir kitap Balıkesir’de bulunmasıyla acaba hangi kanunla medar-ı mes’uliyet olur ki o bîçare ve hasta, çok ihtiyar, garib ve münzevi adamın odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak hem evradından ve levhalarından başka bahane bulamamak; acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Yedincisi: Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel, çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için bütün arkadaşlarına yazıp ki “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği ve bu iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi “Bize yardım etmiyor.” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhireti ile meşgul olan ve memleketinde ve Nurs karyesinde öz kardeşine yirmi iki sene zarfında bir tek mektup yazmayan ve o vilayetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektup yazmayan bir bîçareye, onun âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmek, hangi kanun müsaade eder?

Bu vatana ve millete, ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına ve komünistlerin neşriyatlarına serbestiyet kanunu ile ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mes’uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan, millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini ve ahlâkını ve asayişini temine yirmi seneden beri çalışan ve milletin hakiki nokta-i istinadı olan âlem-i İslâm’ın uhuvvetini ve bu millete de dostluğunu iade ve takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin uleması tenkit niyetiyle Dâhiliye Vekilinin emriyle üç ay tetkikten sonra, tenkit etmeyerek tam kıymetini takdir edip “Kıymettar eser” diye Diyanet kütüphanesine konulan Zülfikar ve Asâ-yı Musa gibi Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermeye acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf buna müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmi sene sıkıntılı ve sebepsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek gurbeti, kimsesizliği tercih ederek tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin. Ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle yüz binler Türk kıymettar zatların tasdikiyle bir dindar, müttaki Türk’ü lâkayt çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini, yüz Kürt’e değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle ve âsârıyla İslâmiyet’in uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve şedit düşmanına karşı menfî hareket etmeyen ve hattâ onunla meşgul olmayan, bedduayı dahi etmeyen ve Türk milleti Kur’an’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onların içinde geçiren bir adam hakkında, resmî lisanıyla ihanet için propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için “O Kürt’tür, siz Türk’sünüz; o Şafiî’dir, siz Hanefî’siniz.” deyip halkları ürkütüp ondan çekinmeyi ve yirmi iki senede ve iki mahkemede, tarz-ı kıyafeti değiştirmeye mecbur edilmeyen ve şapkanın yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adama zorla şapka giydirmeye cebretmesi hangi kanun buna müsaade eder?

Dokuzuncusu: Çok mühimdir (Hâşiye[3]) çok kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği için sükût ediyorum.

Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı, yalnız manasız evhamdan bir habbeyi kubbeler yapmaktan ibaret, hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Bu da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ederek, böylece on vecihle kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ deriz.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki bu yeni taarruzda ve çok geniş ve çok evhamlı taarruz, yüzde bire indi. Dünkü gün dört saat mahkemede ifademi aldılar. Evvelce size gönderdiğim ifadenin aynını ve izahatıyla cevap verdim. Allah Isparta Adliyesinden çok razı olsun ki onların buraya lehimizdeki iş’arı bize çok yardım etti. Yoksa Afyon’daki evham ve burada bazı resmîler gizli düşmanlarımıza da yardımları ile pek çok zahmet çekecektik.

Müsadere ettikleri Kur’an’ımızı Diyanet Reisine göndermişler. Biz de İstanbul’a gönderdiğimiz iki cüzler ve baştaki cüz ile beraber, bir mektup Diyanet Reisine yazdık. “Bunu fotoğrafla tabetmeye çalışmak istiyoruz. Diyanet Reisinin tensibi ve muavenetini ümit ediyoruz.” diye mektup yazdık.

Bu defa bana mahkemede sordukları pek çok manasız sualler içinde “Ne ile yaşıyorsun?”

Dedim ki: “İktisat bereketiyle.” Hattâ bir vakit Isparta’da bir ramazanda bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinç ile yaşayan bir adam, maişeti için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Sizin muvaffakıyetinizi ve sebatınızı ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün elifler kerametini muhafazasıyla mumlu kâğıtlara yazılmasını ve çalışmanıza fütur gelmemesini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Dört saat ifademi almakla, pek çok emsalsiz bir sıkıntı çektiğim on saat sonra, âdeta aynı zamanda iki milyon lira zarar veren maarif yangını gösterdi ki Risale-i Nur belaların def’ine bir vesiledir ki Nurlara hücum edildi, bela yol buldu geldi.

Sâlisen: Risale-i Nur’un kerameti olarak yangına dair yazılan bir parça, bir haftadan beri size göndermek için bekliyordu. Çünkü ziyade evhamlarından postahanelere çok dikkat ettiklerinden posta ile göndermedik. Sizin de mahkemece hakiki vaziyetinizi merak ediyoruz. Kardeşimiz Burhan’ın bir küçük musibeti varmış diye yazıyor. Ne imiş, merak ettik. Cenab-ı Hak def’etsin. Hem Re’fet Bey hem Abdullah Çavuş’un mektuplarından çok memnun oldum. Onlara hususan selâm ediyorum.

Umuma selâm…

Kardeşiniz Said Nursî

***

Reisicumhura gönderilen istidanın zeylidir ki mecbur oldum yazmaya

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur’an’a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

Ben de beş yüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazip ediyorlar.

Evet, mahkemede ispat ettiğim gibi “Şerefler, müsbet hayırlar, maddî manevî ganimetler orduya, cemaate verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir.” diye bir kaide-i hakikatle, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikati mahkemede ispat ettiğim gibi onun muannid dostlarına da ispat etmeye hazırım.

Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet belki adâvet ediyorlar.

Evet, çok emarelerle bildik ki bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkiyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azap çektim, dünyalarına karışmadım.

Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin âhir zamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuz altı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.

İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattir. Umumun dillerinde “Tahrip, tamirden çok kolaydır.” diye darb-ı mesel olmuştur.

Bu kat’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken bütün bütün aksine olarak cemaatin hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaate vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.

Üçüncü Madde: Cemaatin hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaate isnad etmek ise binler hayırları bir tek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmaktır.

Çünkü nasıl bir tabur, bir dehşetli düşmanı öldürse her bir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katl yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse o bir tek katl bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.

Aynen öyle de meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse beş yüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcup ve mes’ul eder. Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaretü’z-zünub olmaz.

İşte bu sebepler içindir ki ben onun dostluğunu bırakıp onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.

Emirdağı’nda Said Nursî

***

Yirmi senede kaç vilayetin zabıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız yirmi beş sene evvel Ankara Valisi Nevzad Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi hem muvaffak olamadı hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi. Hem Afyon Valisinin büyük bir memuru, cebren kıyafetime emir vermesine mukabil, Emirdağı’nın küçük bir adliye memuru ona mukabele edip “Kanun haricinde hiçbir şey yapamayız.” demiş, kanun-perestliğini göstermiş. Hem buranın kaymakamı evham etmeyip bana zulmetmediği için o vicdanlı zatın tebdiline çalıştılar. Hem camiye, cumaya gitmeye beni men’eden merdüm-girizlik hastalığı ile beraber, maddî birkaç hastalığa binaen, bir hafta rapor verip beni ifademi almaya sevk etmemek için doktorluk kanunu ile amel ettiğime binaen tâ Afyon’dan iki doktor gönderip onun raporunu bozmak, onu da mahkemeye vermek derecesinde keyfî kanunlara maruz olmuşuz.

***

Adliyenin şahs-ı manevîsine ve dâhiliye vekiline bera-yı malûmat takdim edilen ve Emirdağı’ndaki istintakta verdiğim ifadenin hâşiye ve lâhikasıdır.

Bu yirmi beş seneden beri hiçbir gazeteyi okumayıp dinlemediğim halde, dünkü gün bana hizmet eden bir adam, gazetenin bir parçasını bana okudu. İçinde, Ankara Maarif Dairesi iki milyon zararla hem yine Ankara’da otomobil garajı binası, aynı vakitte İzmir’de ehemmiyetli fabrika hem aynı vakitte Adana’da büyük bir binanın tamamen yandığını işittiğim vakit, pek çok teessür ve yazıklarla bu fakir millete acımakla, aynı zamanda bütün ömrümde çekmediğim bir sıkıntı içinde, hiçbir mahkemede benim gibi ihtiyar ve hasta halimde dört buçuk saat mütemadiyen ifademi sual-cevaba mecbur olduğum bir zamanda, eğer bura adliyesinin insaniyeti ve bir derece şefkati olmasaydı, kat’iyen dayanamadığım gibi kat’î karar vermiştim ki sert bir sözle bu soğukta, bu hastalığımda hapse girmeyi gözüme almıştım. Hattâ bana hizmet edenin birini odamda yatırmak, birisini de birine bir tokat vurup benim hizmetim için hapse yanıma gelmek için karar vermiştik. Fakat bura adliyesinin insaniyeti ve inayet-i İlahiye bana sabır verdi, tahammül ettim.

Bu acib vaziyetim ve asılsız evhamın sebebini merak ettim. Gençlik Rehberi’nin resmen tabedilmesi ve intişarı, pek çok mektepleri tenvir etmiş; hattâ Ankara Dârülfünunundaki ve İstanbul Dârülfünunundaki kıymettar gençlerin Risale-i Nur’un esasatını, bu vatan milletinin saadetine bir vesile olduğunu bilmeleri ve pek çok muallimler, hamiyet-i milliye ve vataniye ve haysiyet-i ilmiye cihetiyle Risale-i Nur’a kemal-i iştiyak ile alâkadar olmaları, Maarif Dairesinin nazar-ı dikkatini celbetmiş, Nurlara karşı bir derece beğenmemek tarzında bir ilişmek istemişler.

Hattâ burada “Gençleri elde ediyor. Matbu Gençlik Rehberi ile mektep talebelerinin nazarlarını dine çeviriyor.” diye ihbar edilmiş. Bunun üzerine hem bana hem ekser Risale-i Nur şakirdlerine bazı vilayetlerde ilişilmiş.

Halbuki ben, medreseden çıktığım için hocalardan istimdad etmek lâzımken, bütün kuvvetimle Maarif Dairesine ve mekteplilere itimat edip onlara dayanmak istiyordum. Çünkü Nur dairesine girenlerin çoğu mekteplilerdir, hocalar azdır; çoğu çekindiği halde mektepliler, kemal-i takdirle Nurlara sahip çıktığından kalbimden derdim: İnşâallah Maarif Dairesi, Nur şakirdlerini himaye edecek.

Ve yardımları beklerken birden bize bu yeni taarruzun sebebi; matbu Gençlik Rehberi’nin âhirinde “Nur şakirdleri, hükûmetin müsaadesine binaen, mümkün olduğu kadar Nur dershaneleri açılmak münasiptir.” diye bizim gizli düşmanlarımız Maarif Dairesini aleyhimize çevirmeye çalışması bir vesile oldu.

Şimdiye kadar o düşmanlarımız, desiselerle kaç defa adliye cihetiyle bizi perişan etmek istediler, muvaffak olamadılar, bir şey de çıkaramadılar. Sonra mutaassıp ve enaniyetli ve resmî makamlardaki hocaları aleyhimize sevk etmeye çalıştılar, onda da bir şeye muvaffak olamadılar. Şimdi en ziyade bana yardıma güvendiğimiz Maarif Dairesini aleyhimize istimal etmekle, bu hükûmetin bazı memurlarını üç mahkemede kat’î beraet kazandığımız cemiyetçilik ve tarîkatçılık bahanesiyle geniş bir dairede bîçare masum Nur şakirdlerine ve beni Risale-i Nur’un mütalaasından mahrum etmeye çalıştıkları bir zamanda ve benim acınacak dört buçuk saat istintakımın aynı vaktinde Maarif Dairesinin sebepsiz yanması ve söndürülmesine hiçbir imkân bulunmaması ve tamamen yanması, tesadüfe benzemiyor, bir eser-i hiddet görünüyor.

O ifademin âhirinde ve aynı zamanda demiştim ki: Beni bu gurbette, yalnızlıkta kitaplarımın mütalaasından mahrum etmeyiniz. Yoksa hem bana hem bu vatana yazık olur. (Hâşiye[4]) Belki zemin, yine zelzele ile hiddet eder dediğimden üç dakika sonra üç saniye devam eden zelzele ve o fıkrayı mahkemede tekrar ettiğim aynı zamanda –ya gece veya gündüzde– zemin ateşle Maarif Dairesine saldırması ve mahkemece dört defa ispat edilen çok defa zelzelenin Risale-i Nur’a ve şakirdlerine taarruzun aynı zamanında gelmesi, elbette bunda tesadüf olamaz.

Demek, bu vatanın ve milletin ve asayişin büyük bir temel taşı olan Risale-i Nur’un hakikatleridir ki böyle vukuatlı tokatlarla bu milletin nazar-ı dikkatini Kur’an’ın hakiki ve hakikatli ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur’a çeviriyor; milleti ona teşvik edip muarızlarına şefkat tokadı vuruyor.

Şimdi nasıl sadaka belayı def’ediyor, öyle de Risale-i Nur, bu memlekette belanın def’ine vesile olduğu çok hâdiselerle tahakkuk etmiş. Bu defa da Risale-i Nur’a hücum edildiğinin aynı zamanda bu yangın belasının gelmesi, Risale-i Nur belanın def’ine vesile olduğunu ispat ediyor.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Nasıl ki Eğirdir’de Asâ-yı Musa’yı müsadere eden ve mahkemeye veren adam, kendisi iki sene hapis cezasıyla tokat yedi ve Hüsrev’e hiddetle bir ay ceza veren hâkimin istifaya mecbur olmasıyla ve refikasının oradan müfarakatıyla bir nevi tokat yemesi gibi aynen burada dahi size leffen gönderdiğimiz pusulada yazılan tokatlar kat’î gösteriyorlar ki biz, bir himayet ve inayet altındayız. Bize ilişenler âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır.

Hem bu defa, bize hücumların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığını gösterdiği gibi; hücumları durmasıyla ve Nurcuların ferahlanmasıyla bu zemherir günleri nevruz günleri gibi gülmeye başladı. O tebessüm, devamla manevî bir müjde ve teselli veriyor kanaatindeyiz.

Bu defa pusulada yazıldığı gibi hiçbir şeytanın da kimseyi kandıramadığı acib ve maskaraca bir iftira etmekle teveccüh-ü âmmeyi hakkımızda kırmaya çalışan resmî polisler, aynı zamanda tokatlarını yemesiyle gösteriyor ki bize hücum edenler, iftiradan başka hiç çare bulamıyorlar, başka çareleri kalmamış. Hem biz de çok dikkat ve ihtiyat etmeye, böyle şâyialara ehemmiyet vermemeye mecbur oluyoruz.

***

[1] Hâşiye: Evet, buradaki Nur şakirdleri namına tasdik ediyoruz, hâdise aynen vuku buldu.

Evet            Evet     Evet     Evet     Evet     Evet

Terzi Mustafa, İsmail, Mustafa, Hizmetkârı Nuri, Hayri ve Halil

[2] Hâşiye: Nurların esası ve hedefi, iman-ı tahkikî ve hakikat-i Kur’aniyedir. Onun için üç mahkeme tarîkat noktasında beraet vermişler. Hem yirmi senede hiçbir adam dememiş ki bana tarîkat vermiş. Hem bin seneden beri bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mes’uliyet olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-i İslâmiyet’e tarîkat namını takıp bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı mukabele edenler, tarîkatla ittiham edilmez.

Cemiyet ise uhuvvet-i İslâmiye cihetinde bir uhrevî kardeşliktir. Yoksa siyasî cemiyet olmadığına üç mahkeme hüküm vermişler.

[3] Hâşiye: İslâm hükûmetlerde Hristiyan ve Yahudi bulunması ve Hristiyan ve Mecusi hükûmetlerde Müslümanlar bulunduğu gösteriyor ki idare ve asayişe bilfiil ilişmeyen muhaliflere kanunca ilişilmez. Hem imkânat, medar-ı mes’uliyet olamaz. Yoksa herkes bir adamı öldürebilir, herkesi bu imkânatla mahkemeye vermek lâzım gelir.

[4] Hâşiye: İşte yazık oldu.

Loading