Maksada urûc etmek için mukaddimelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. Öyle ise biz de on iki basamaklı bir merdiven yapacağız.
Birinci Mukaddime
Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte akıl, asıl itibar ve nakil, tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.
Hem de tahakkuk etmiş: Kur’an’ın her bir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye dörttür. Onlar da: İspat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir.
Yani hikmet tarafından kâinata îrad olunan suallere şöyle: “Ey kâinat! Nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” Kat’î cevap verecek yalnız Kur’an’dır. Öyle ise Kur’an’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ sanatın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin.
Evet, intizam görünür ve kemal-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in vücud ve kasd ve iradesine kat’iyen şehadet eden intizam-ı sanat, kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemean eden hüsn-ü hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Güya her bir masnû birer lisan olup Sâni’in hikmetini tesbih ediyor. Ve her bir nevi parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor.
Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar; teşekkülat-ı kâinat nefsü’l-emirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taalluk etmez.
Fakat o meclis-i âlî-i Kur’anîye girmiş olan kâinatın her ferdi dört vazife ile muvazzaftır:
Birincisi: İntizam ve ittifak ile Sultan-ı ezel’in saltanatını ilan…
İkincisi: Her biri birer fenn-i hakikinin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet, fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…
Üçüncüsü: Her biri birer nev’in numunesi olduklarından hilkatte cari olan kavanin ve nevamis-i İlahiyeye İslâmiyet’i tatbik ve mutabık olduğunu ispat… Tâ o nevamis-i fıtriyenin imdadıyla, İslâmiyet neşv ü nema bulsun. Evet, bu hâsiyetle din-i mübin-i İslâm; sair heva ve heves içinde muallak ve mededsiz, bazen ışık ve bazen zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.
Dördüncüsü: Her biri birer hakikatin numunesi olduklarından efkârı, hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’an’da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’u’l-asâdır.
Şimdi tahakkuk etmiş şu şöyledir. Öyle ise şek ve şüphe etmemek lâzımdır ki mu’ciz ve en yüksek derece-i belâgatta olan Kur’an-ı Mürşid, esalib-i Arab’a en muvafığı ve tarîk-i istidlalin en müstakim ve en vâzıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad için bir derece ihtiram edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki onlarca maruf ve akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise tarîk-ı irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i’caza muhaliftir.
Mesela, eğer Kur’an dese idi: Yâ eyyühe’n-nâs! Fezada uçan meczup ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anâsır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz tâ Sâni’-i âlem’in azametini tasavvur edesiniz.
Veyahut o kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebîniyle temaşa ediniz tâ Sâni’-i kâinat’ın her şeye kādir olduğunu tasdik edesiniz.
Acaba o halde delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi? Hem de onlarca muzlim bir şeyle hakikati tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi? Halbuki i’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki onun safi ve parlak dâmenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikiye telvih ve işaret ettiği gibi bazı zevahir-i âyâtı –kinayede olduğu gibi– maksada menar etmiştir.
Hem de usûl-ü mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzip; kinayat ve emsallerinde, fenn-i beyanda “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya râci değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksat ve garaza teveccüh ederler. Mesela “Filanın kılıncının bendi uzundur.” denilse, kılıncı olmazsa da fakat kameti uzun olursa yine hüküm doğrudur, yalan değildir.
Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de kelime-i vâhid hükmünde olan kelâmullahın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve reh-nüma ve komşularının kalplerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl: Bu hakikati pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri muvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’an diyor: لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ İlerisine de hâfız değilim.” Nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.
İkinci Mukaddime
Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir.
Şöyle tahakkuk etmiştir: Âlemde meylü’l-istikmal vardır. (*[1]) Onun ile hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tabidir. İnsan ise âlemin semerat ve eczasından olduğundan onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuddur. Bu meyil ise telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr ise tekemmül-ü mebâdi ile inbisat eder. Tekemmül-ü mebâdi ise fünun-u ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiye-gerdesi bir zemine ilka ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var, zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler.
Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyeden çok mesail var ki mebâdi ve vesaitin tekemmülüyle ve telahuk-u efkârın keşfiyatıyla, bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlar ile oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır.
Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikemiye ve vüs’at-i kariha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla muvazene olunsa tereccuh edip ve ağır gelecektir. Noksaniyet İbn-i Sina’da değil çünkü ibn-i zamandır. Onu nâkıs bırakan, zamanın noksaniyeti idi.
Acaba bedihî değil midir ki Kolomb-u Zûfünun’un sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti.
Fakat bununla beraber şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki mesail iki kısımdır:
Birisinde telahuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.
Kısm-ı diğeride esas itibarıyla telahuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vâhid birdir. Teavün fayda vermez.
Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekseri, ulûm-u maddiyedendir.
Diğer bir kısmı, ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise ağlebi maneviyat veya ulûm-u İlahiyedendir. Lâkin eğer çendan telahuk-u efkâr, bu kısm-ı sânînin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemez ise de bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.
Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir.
Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilacı istimal eder ise akrabasına taziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir.
Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latîfe-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani olan aklın sekeratını ilan etmek demektir.
Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.
Üçüncü Mukaddime
İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyet’e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilale verdiler. Şöyle ki:
O necip kavm-i Arap, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktâ ki içlerinden hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin marifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil belki istitraden yalnız istidlal için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasip olan geniş ve ulvi muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur’an idi.
Bundan sonra kavm-i Arap sair akvamı bel’ ettiği gibi milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise Vehb, Kâ’b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalatına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celalet ve tekemmül ettiklerinden malûmat-ı muzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyet’in usûlüne müsadim olmadığından hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ, sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.
Hem de vaktâ ki şu İsrailiyat, Kitap ve Sünnetin bazı îmaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadîsin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazi bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahir-perestler, bazı âyât ve ehadîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler.
Halbuki Kur’an’ı tefsir edecek, yine Kur’an ve hadîs-i sahihtir. Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet, mâsadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki mâsadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.
Hem de vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arab’ın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi tahkikten taklide bir yol açtı.
Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyet’ten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilat-ı a’cam ile kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve İsrailiyat dahi daire-i İslâmiyet’e duhûlleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfâ, tamamıyla muvaffak olamadılar.
İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’an’a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur’an’ın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünkü gördüler ki Kur’an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle… Sonra Kitap ve Sünnetin bazı nakliyat-ı sadıkalarıyla ve bazı muharref İsrailiyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.
Hem de hakiki olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti Kitap ve Sünnetin manalarına tefsir ve maksatlarına beyan zannedip hükmeylediler.
Kellâ sümme kellâ! Zira Kitab-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mısdâkı i’cazıdır. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksat, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünkü o, onları tezkiye etmezse şehadetleri mesmu olamaz.
Evet, Süreyya’yı serâda değil, semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama, zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belâgat olmadığından Kur’an kabul etmez.
Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyâb eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalat veyahut hikmetin ebâtîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız.” dediğin vakit alacağın cevap şudur: Yahu! İşte senin manan siliktir. Sikkesi taklittir, nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i’caz dahi onu darbedeni tard eder. Sen âyet ve hadîsin nizamlarına taarruz ettiğinden âyet şikayet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.
Tenvir için bir darb-ı mesel:
Kürtlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi: “Hırsızlığın tebeyyün edecektir.” O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın sanatıdır.” Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِڤٖينْ ژِمِنْ derdi. Yani “Tanin sizden, bal benden…”
Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi! Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil belki kalp ve vicdana ervah-ı hakaiki vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimatı melaike gibidirler. Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.
Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan daha kabahatlidir. Evet, ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkit, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse hak ve insaf mıdır ki umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin?
Hâtime
Bu mukaddimeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur’an istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, her biri bir fende mütehassıs muhakkikîn-i ulemadan müntehab bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir tefsiri telif etmekle, sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem’etmelidirler. Evet meşrutiyettir, her şeyde meşveret hüküm-fermadır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti, buna hüccettir.
Dördüncü Mukaddime
Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki:
Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymettar bir şeyi asilzade göstermek için o kıymettar şeylerin cinsiyle müştehir olan zata nisbet ve isnad etmektir. Yani sözleri revaç bulmak veya tekzip olunmamak veyahut başka ağraz için zalimane ve istibdatkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede…
Zira güzel bir sıfat veya ulvi bir sanatla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı sanatperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise “Senin dest-i hattındır.” denilir ise o emir, sanatın tenasüp ve muvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için reddedip i’raz ve teberri edecektir. “Hâşâ ve kellâ!” diyecektir.
Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye –Bir şey sabit olsa levazımıyla sabit olur.– istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülatlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir ucûbe olarak zihinlerinde tecessüm eder.
Eğer istersen hayalat-ı Acemane içinde perverde olan Rüstem-i Zâl’in timsal-i manevîsine bak, gör, ne ucûbedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdat sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasb ve garet ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddime olduğu için şu hârikulâde şecaat, hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabileri olan çok emirleri toplayıp içinde o hayal-i hēil na’ra vurarak “Ben nev’un münhasırun fi’ş-şahs’ım.” der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.
Ey hakikati çıplak görmek isteyen zat! Bu mukaddimeye dikkat et, zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meylü’t-terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendi’ye de: “Bu garib sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım, onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder.” Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.
Hâtime
İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalata müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Cemiyete dâhil olan, cemiyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa malını kıymetsiz ettiği gibi haczetmesine dahi sebep olur.
Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avam-perestane terviç ve teşvik ile bazı ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zatlara isnad etmek büyük bir cehalettir. Evet, hak müstağnidir. Hakikat ise zengindir. Tenvir-i kulûbe ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’an olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz.
Beşinci Mukaddime
Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki:
Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nuranisinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup şarap iken serap ve nâzenin ve hasnâ iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur.
Evet, mecaz şeffafiyetiyle şule-i hakikat ondan telemmu eder. Fakat hakikate inkılabıyla kesif olup hakikat-i asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir kanun-u fıtrîdir. Buna şahit istersen lügatın teceddüd ve tagayyüratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et.
İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalatı veya maânî, ihtiyar ve ziynetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cüret-i tağyire sebep olmuşlardır. Bu kaide lügatta olduğu gibi hayalat ve maânî ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise her şeye zahire göre hükmetmemek gerektir.
Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.
Bu hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Validemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim-şeffaftır.”
İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup hayluletiyle hakikat-i hali münhasif etmiştir. Zira mâil-i kamer, mıntıkatü’l-buruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan “tinnin” ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zaten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur.
Ey benim şu müşevveş sözlerimden usanmayan zat! Bu mukaddimeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve belâgatı rehber etmek gerektir.
Hâtime
Mana-yı hakikinin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, makasıd-ı şeriatın muvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. Mecazın cevazı ise belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı hakikat ve hakikati mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet, her şeyi zahire hamlettire ettire nihayet Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meylü’t-tefrit ne derecede muzır ise öyle de her şeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet, hikmet derim çünkü hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır fakat cüz’îdir. Usûl-ü müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenü’ş-şerri ihtiyar elzemdir. Evet, eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidatsız, efkâr taklit ile mukayyed, cehil avamda hüküm-ferma olduklarından selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hüküm-fermadır. Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.
Altıncı Mukaddime
Mesela, tefsirde mezkûr olan her bir emir, tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.
Şöyle müsellemattandır ki: Hendese gibi bir sanatta mahir olan zat, tıp gibi başka sanatta âmî ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki usûlü’l-fıkıhta müçtehid olsa icma-ı fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmîdir.
Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin suret-i hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.
Tenvir için bir latîfe-i faraziyedir:
Nasıl ki başka âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa; halbuki ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş. Belki her birisinden bazı azasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; mesela, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve amâme gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali; yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu; insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-i hayat böyle ucûbelere müsait değildir diyecekler ve nakkaşı müttehem edecekler.
Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen (*[2]) ve zenav gibi yapmaktır.
Hem de âdât-ı müstemirredendir ki kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira ulûm birbirini intac ve birbirinin elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur ki bir fende telif olunan bir kitapta o fennin mesaili o kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekâtı çıkabilir.
Bu sırdan gaflet iledir ki bir şeriat veya bir tefsir kitabında istitraden derc olunmuş bir meseleyi gören bir zahir-perest veya mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve tefsir böyle.” der. Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet düşman olsa o bahane ile der: “Şeriat veya tefsir (hâşâ) yanlış.”
Ey ifrat ve tefrit sahipleri! Tefsir ve şeriat başkadır, tefsir ve şeriatta telif olunan kitap yine başkadır. Zira kitap daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin, hayse beyseden kurtulacaksın.
Dikkat et, nasıl ki bir evin levazım-ı mütenevviası yalnız bir sanatkârdan alınmaz, belki her bir hâcette o sanatta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de saadet-saray-ı kemalâtta o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki birinin saati kırılsa, terziye saatimi dik dese yuhadan başka cevap var mıdır?
İşaret: Bu mukaddimenin üssü’l-esası budur ki: Sâni’-i Zülcelal’in hilkat-i âlemde cari ve taksimü’l-a’mal kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemic olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle:
Kaide-i taksimü’l-a’mali muktezî olan hikmet-i İlahiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla şeriat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken, sû-i istimalimiz ile o istidattan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meylü’t-tefevvuk ile zayi edip söndürdük.
Elbette isyan eden, cehenneme müstahak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehil ile muazzeb olduk. Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksimü’l-a’malin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır.
Hâtime
Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur.
Evet, bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksimü’l-mehasin ve tefrikü’l-mesai olan kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir.
Hem de mantıkça müsellemdir ki hüküm, mevzu ile mahmulün yalnız vechün-mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise o fenden değildir. Başka fennin mesailinden olmak gerektir.
Hem de mukarrerdir ki âmm, hâssa delâlat-ı selâsenin hiçbirisi ile delâlet etmez. Mesela, Tefsir-i Beyzavî’deبَيْنَ الصَّدَفَيْنِ olan âyetinde Ermeniye ve Azerbaycan Dağlarının mabeyninde olan teviline nazar-ı kat’î ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen nakildir. Hem de tayini Kur’an’ın medlûlü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. Binaenaleyh o müfessir-i celilin tefsirdeki meleke-i râsihasına böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şüpheleri îras etmek, insafsızlıktır. İşte asıl hakaik-i tefsir ve şeriat meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor. O hakaikteki vuzuh ve kuvvettir, benim gibi bir âcize cesaret veriyor.
Ben de dava ederim: Tefsirin ve şeriatın ne kadar hakaik-i esasiyesi varsa birer birer nazar-ı tetkike getirilse görülür ki hakikatten çıkıp, hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır. Ne kadar şüpheli noktalar varsa umumen cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin asl-ı hakikatlerine bir şüphesi varsa işte meydan kendini izhar etsin!
Yedinci Mukaddime
Mübalağa ihtilalcidir. Şöyle ki:
Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalağa ile hayali hakikate karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesat, medhinden zem, tahsininden kubuh tevellüd eder. Zira muvazenet ve tenasüpten nâşi olan hüsnü مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُ ihlâl eder.
Nasıl ki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile gıybeti, katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.
Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır. Evet muvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.
Mesela, inşikak-ı kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bâhireyi, meylü’l-mücazefe ile arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.
Hasıl-ı kelâm: Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır: Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” olan sözü, İmam-ı Gazalî’ye dediren hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir.
Ey muhatap efendi! Bazen bürhanın hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse bak: Nasıl elmas, altın, gümüş, rasas, hadîd ilâ âhir her birinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir. Öyle de dinin makasıdı, kıymet ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa ötekinin vicdandır. Beriki, sırrın sırrındadır.
Evet, ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altını verse nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziye ile olsa pek yerinde yuha işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maskara olduğu gibi.
Kezalik hakaik-i diniyeyi temyiz etmeyen ve her birisine müstahak olduğu hak ve itibarı vermeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, her biri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, her biri bir acemi adama benzer ki gayet muntazam ve cesîm bir makine içinde küçük ve latîf bir çarkı görüyor ki hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasip görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber gurur-u nefis, nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz’-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer…
Elhasıl: Şeriatın her bir hükmünde Şâri’in bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o hüküm her şeyden müstağnidir. Hem de lafız-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifrat-perveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir.
Dikkat olunsun ki böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer’î ile kanaat etmeden öyle bir şey demiş ki yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinle şeriata adâvet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dinden daha muzırsın.
Hâtime
Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyet’i tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın, muhakeme edin, nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz. Zira şu sizin bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ulema-i sû ile müsemmadırlar. Onların muvazenesizlik, zahir-perestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki her bir hakikat-i İslâmiye, necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir. Nakş-ı ezel ve ebed üzerinde görünüyor. Evet kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir.
Fakat esefâ! Hubb-u nefis ve taraftar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neş’et eden teberri-i nefis ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hataya kabil olan fiilini, bir büyük zata veyahut muteber bir kitaba, hattâ bazen dine, çok defa hadîse en-nihayet kadere isnad etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Hâşâ sümme hâşâ… Nurdan zulmet gelmez. Kendi âyinesinde görülen yıldızları setretse de semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez.
Ey muteriz ağa! Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane aramakla hilaf-ı şeriatla vücuda gelen ahvali ve sû-i tefehhümden neş’et eden şübehatı senet tutmak, İslâmiyet’e leke getirmek pek büyük insafsızlıktır. Zira bir müslimin her bir sıfatı İslâmiyet’ten neş’et etmek lâzım gelmez.
Sekizinci Mukaddime
Temhid: Şu gelen uzun mukaddimeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen mukaddime, her kemali mahveden yeisi öldürür. Ve her bir saadetin mâyesi olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız.
İşte mevzuu: Ebna-yı maziyle ebna-yı müstakbeli muvazene etmektir. Hem de mekatib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.
Evvela: Ebna-yı maziden muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vustâ ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim.
Bundan sonra malûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tabir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyulat-ı kalbiyedir veya temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya hüdadır.
Buna binaen görüyoruz ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebna-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hüküm-ferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti.
Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübra olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vaktâ ki mazi derelerinde hüküm-ferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hēile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Her bir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.
Vaktâ ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i kātıadan başka ispat-ı müddea bir şeyle olmaz. Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işbâ etmiyor. Bürhan isteriz.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hüküm-ferma, kuvvet ve heva ve tabiat ve müyulat ve hissiyat olduğundan seyyiatından biri, her bir emirde –velev filcümle olsun– istibdat ve tahakküm var idi. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.
Hasıl-ı kelâm: Müyulat muhtelife olduklarından taraftarlık hissi, her şeye parmak vurmak ile ihtilafatla ihtilal çıkarıldığından hakikat ise kaçıp gizlenirdi.
Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafîdir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icma ve tevatürünü tasdik ettiği gibi birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki taassup yerinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse dünya birleşse hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i salihîn zamanlarında hüküm-ferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi.
Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle zaman-ı halde filcümle, inşâallah istikbalde bitamamihî hüküm-ferma kuvvete bedel hak ve safsataya bedel bürhan ve tab’a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukûl ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır. Karn-ı evvel ve sânî ve sâlis’teki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet, hakkı mağlup eylemiş idi.
Saltanat-ı efkârın icra-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyet’in güneşi, evham ve hayalat bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziya ile istifadeye başlamıştırlar.
Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kātı’ üzerine teessüs ve her kemale mümid olan hakk-ı sabit ile hakaiki rabteylemesidir. Bunun neticesi; bâtıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.
Ey ihvan-ı müslimîn! Hal, lisan-ı hal ile bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı قَدْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَ زَهَقَ الْبَاطِلُ boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip yüksek ses ile ilan ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecelli ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki asıl insaniyet-i kübra denilen şey odur.
İnsaniyet-i suğra denilen mehasin-i medeniyet, onun mukaddimesidir. Görülmüyor mu ki: Telahuktan neş’et eden tenevvür-ü efkâr ile toprağa benzeyen evham ve hayalatı hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki: Nücum-u sema-yı hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü ve lem’a-nisar olacaktır. عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ
Eğer istersen istikbal içine gir, bak! Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akide-i hak ile mücehhez ve seyf-i bürhan ile mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse; nasıl birden mağlup ve münhezim oluyor.
Kur’an’ın üslub-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasâra’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslâmiyet’i daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyet’in hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor: اَفَلَا يَنْظُرُونَ ve فَانْظُرُوا ve اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ve تَفَكَّرُوا ve مَا يَشْعُرُونَ ve يَعْقِلُونَ ve مَا يَعْقِلُونَ ve يَعْلَمُونَ ve فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى الْاَلْبَابِ
Ben dahi derim: فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَبْصَارِ
Hâtime
فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى الْاَلْبَابِ Zahirden ubûr ediniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esahh ve lâzım…
Dokuzuncu Mukaddime
Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir. Şöyle görünüyor ki:
Âlemin her bir nevine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise o nevide olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi’ fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır. Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaatıyla perişan oluyor.
Bu şahitleri tezkiye eden, nazar-ı hikmetle istikra-i tammdır. Fakat bazen intizam görülmüyor. Çünkü dairesi, ufk-u nazardan daha geniş, tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor.
Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş’et eden istikra-i tammın tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubuh ve bâtıl ise tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır.
Hem de sabittir ki: Ekrem-i halk benî-Âdem’dir. İstidadı ve sanatı buna şahittir. Hem de benî-Âdem’in en eşrefi, ehl-i hak ve hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet buna şehadet ettiği gibi istikbalin vukuatı da tasdik edecektir.
Hem de sabittir ki: Ekmel-i küll Muhammed’dir aleyhissalâtü vesselâm. Mu’cizatı ve ahlâk-ı kâmilesi şehadet ettiği gibi muhakkikîn-i nev-i beşer de tasdik ederler. Hattâ a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.
Vaktâ ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev-i beşer şakavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tammı nakz ve iptal ve meşiet-i İlahiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlak’ın Rahman ve Rahîm ismine kasem ederim: Nev-i beşer, şer ve kubuh ve bâtılı, zahmetsiz yani biselâmeti’l-emr ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.
Evet, hukuk-u umumiye-i kâinata cinayet eden affolunmaz, râh-ı adem verilmez. Evet, binler sene şerrin galebesi yalnız bu dünyada en ekall bin sene mağlubiyet-i mutlaka ile netice verecektir. Âlem-i uhrada hayır, şerri idam-ı ebedî ile mahkûm edecektir. Yoksa âlemin muntazama ve mükemmele ve evamir-i İlahiyeye mutîa olan sair enva ve ecnas; bu perişan ve şakavetçi olan nev-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuddan ıskat ve zulmethane-i ademe nefiy ve vazife-i hilkatten tard etmek, iktiza ve arz-ı hal edeceklerdir.
Bu ise bütün istidadat-ı beşeriyeyi ve âlemde saltanat sürmek ve âhirette saadet-i ebediyeye mazhar olmak için mücehhez edilen kabiliyatı ve müyulatı abes ve beyhude olmaklığı istilzam eder. Abes ise istikra-i tamma münakız olduğu gibi Sâni’-i Hakîm’in hikmetine dahi muarız ve Nebiyy-i Sadık’ın hükmüne de muhaliftir. Evet, istikbal bu davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise âhirette görülecektir. Şöyle:
Eşhastan kat’-ı nazar, nev’î ve umumî hüsün ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Lâkin hem şahsî hem umumî hem cüz’î hem küllî olan hüsün, hak ve hayır ve kemalin meydan-ı galebesi ve mahkeme-i kübrası; ve beşeri, sair ihvanı olan kâinat-ı muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasip tecziye ve mükâfat veren, yalnız dâr-ı âhirettir. Zira onda hak ve adalet-i mahza tecelli edecektir. Evet bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemic olan istidadat-ı gayr-ı mahdude ve ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sümbüllenmesine müsait değildir. Beslemek ve terbiye için başka âleme gönderilecektir.
İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet, ebede namzet olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, cennet dahi âğuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.
Hâtime
İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünkü Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyet’in galebesi için dört beş mukavemetsûz kuvvetler ittifak ve ittihat etmektedirler.
Birinci Kuvvet: Maarif ve medeniyet ile mücehhez olan İslâmiyet’in kuvvet-i hakikiyesidir.
İkincisi: Tekemmül-ü mebâdi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şedittir.
Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş’et eden tenebbüh-ü tam ve teyakkuz-u kâmil ile mücehhez olan gıpta ve rekabet ve kin-i muzmerdir.
Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime ve zeminin hâsiyeti olan itidal ve ta’dil-i mizaç ve zamanın ziyası olan tenevvür-ü ezhan ve medeniyetin kanunu olan telahuk-u efkâr ve bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cüret-i teşebbüs ile mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir.
Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan i’la-yı kelimetullah, İslâmiyet’in emriyle ve zamanın ilcaatıyla ve fakr-ı şedidin icbarı ile ve her arzuyu öldüren yeisin ölmesiyle hayat bulan ümit ile mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüddür.
Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilal veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran, mesavî-i medeniyetin mehasinine galebesidir ve sa’yin sefahete adem-i kifayetidir. Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.
İkincisi: Hubbü’ş-şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müthiş müsavatsızlıktır.
Evet, şu diyanetsizlik Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilaliyeyi tevlid etmiş. Faraza hablü’l-metin-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatine iltica ve tahassun edilmezse bu fırak-ı fesadiye, onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasıl ki şimdiden tehdit ediyorlar.
Acaba hakikat-i İslâmiyenin binler mesailinden yalnız zekât meselesi, düstur-u medeniyet ve muavenet olursa bu belaya ve yılanın yuvası olan maişetteki müthiş müsavatsızlığa deva-i şâfî olmayacak mıdır? Evet, en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.
Eğer denilse: Şimdiye kadar Avrupa’yı galip ettiren sebep, bundan sonra neden etmesin?
Cevap: Bu kitabın mukaddimesini mütalaa et. Sonra buna da dikkat et. Sebeb-i terakkisi, her şeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan bürudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı ve sakinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i marifet ve arzu-yu sanat ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teavün ve telahuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile âlem bir şehr-i vâhid hükmüne geçtiği gibi matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya bir meclisin ehli hükmündedir.
Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer tevfik refik ola…
Hâtimenin Hâtimesi
Asya’nın bahtını, İslâmiyet’in tâli’ini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir fakat şeriat-ı garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…
Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir.
Onuncu Mukaddime
Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muaheze olunmaz. Zira mesûk-u lehü’l-kelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhte eder. İrade etmezse itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir.
Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muaheze ve tenkit mütekellime aittir. Fakat kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslup garazında olan günah ve muaheze, mütekellimin zimmetinde değil belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aittir. Zira tefhim için kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur.
Hem de eğer hikâye ise halel ve hata mahkiyyun anh’a aittir.
Evet, mütekellim suver ve müstetbeatta muaheze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir.
Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Mesela “Filanın kılıncının bendi uzundur.” ve “Ramadı çoktur.” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola… Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır.
Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahat görmemişlerdir.
Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikâyetin köşelerine git. Zira cüzde cari olan, bazen küllde dahi cari olabilir.
Tenbih: Üçüncü Makale’de müşkülat ve müteşabihat-ı Kur’aniyeye dair bir kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle:
Vaktâ ki Kitab-ı Hakîm’den maksud-u ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun irşadı idi. Çünkü havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise havassa hitap olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise ekseri avam ve avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakikat-i mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek yalnız zihinlerinin te’nisi için me’luf olan ziyy ve libas ile mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise hakikat-i mahza, me’luflarını giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir.
Bu sırra binaendir: Esalib-i Arap’ta ukûl-ü beşere olan tenezzülat-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve mümaşat-ı ezhan, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da cereyan etti. Ezcümle: فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ve يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْ ve جَٓاءَ رَبُّكَ ve emsali… Hem de تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ ve eşbahı… Hem de وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve nazairi bu üsluba birer mecradır. ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ
Hâtime
Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya lafız ve üslubun perişanlığından neş’et eder –bu kısım Kur’an-ı Vâzıhu’l-Beyan’a yanaşmamıştır– veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymettar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; müşkülat-ı Kur’aniye bu kısımdandır.
Tenbih: Hadîs-i şerifte vârid olduğu gibi her âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer had ve muttala’ı ve her had ve muttala’ın çok şücûn ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin her birinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak, iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir İtizal’i intac eder. Öyle de devair ve meratib tefrik olunmaz ise böyle neticeleri verir.
On Birinci Mukaddime
Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir.
Zevi’l-elbabca mukarrerdir: Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder. O kaziyelerin her biri ayrı birer madenden çıktığı gibi ayrı ayrı birer semere de verir. Biri birinden fark etmeyen, haktan bîgane kalır.
Mesela, hadîste denilmiş: اَنَا وَ السَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ Yani ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz. Mabeynimizde tavassut edecek peygamber yoktur. Veya hadîsin muradı ne ise haktır. Şimdi bu hadîs üç kaziyeyi mutazammındır:
Birincisi: Bu kelâm Peygamberin kelâmıdır. Bu kaziye ise tevatürün –eğer olsa– neticesidir.
İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı hak ve sadıktır. Bu kaziye ise mu’cizelerden tevellüd eden bürhanın neticesidir.
Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden; mükâbir, kâzib olur. İkincisini inkâr eden adam dalalete gider, zulmete düşer.
Üçüncü kaziye: Bu kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur, ben gösteriyorum. Bu kaziye ise teşehhi ile değil, içtihadın neticesidir. Zaten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir. Bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran ederler. Kāl u kıyl buna şahittir. Bunu inkâr eden adam eğer içtihad ile olsa ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir.
Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır…
Hâtime
Bu üç kaziye hadîste cereyanı gibi âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda bir fark-ı dakik vardır. Ve bundan başka, bir kelâmda çok ahkâm-ı zımniye bulunur. Fakat hususidir. Her biri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi olabilir.
Tenbih: İltizam-ı hilaf ve taassub-u bârid ve meylü’t-tefevvuk ve hiss-i taraftarlık ve vehmini bir asla ircâ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzip veya tadlil etmekle kendi sıdk ve istikametini ilan etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir. وَ اِلَى اللّٰهِ الْمُشْتَكٰى
On İkinci Mukaddime
Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalata sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.
Zahir-perestleri aldatan bir sebep: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddimenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.
Hem de ihtilalatı tevlid eden, ihtilafatı îka eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattir. Hâşâ zevk-i fâsidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir.
Halbuki akıl ve hikmet nazarlarında her biri kudretin en bâhir mu’cizelerinden olan hakaik-i âlemde olan hüsn-ü intizam ve kemal ve ulviyet, o derece dest-i hikmet ile nakşolmuş ki: Bütün hayal-perestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde hüsün ve kemale nisbet olunsa, o hârikulâde hayaller gayet âdi ve o âdâtullah gayet hârikulâde bir hüsün ve haşmet gösterecektir.
Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’luf olan âfak ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder.
Evet, gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def’ettikleri gibi; âyât-ı beyyinat, yed-i beyza ile ülfet ve sathiyetin hicablarını ve zahir-perestliğin perdesini parça parça ederek, ukûlü âfak ve enfüsün hakaikine tevcih edip irşad etmişlerdir.
Hem de meylü’l-mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi, hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir.
Buna binaen vaktâ beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevk edemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve hârikulâdeye meyil ve hayalata iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya terviç için meylü’l-mübalağa tevellüd eder.
O mübalağa ise dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatinin çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meylü’l-mübalağa ile çok hayalatı kendine toplar, şâpe gibi büyür. Hattâ kalbe değil belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor.
Sonra bir nazar-ı hak gelir, onu tecrit etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına ircâ eder. “Hak gelir, bâtıl ölür.” sırrı da zahir olur.
Ezcümle: Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahir olmasın, zaman-ı sabavetimden beri üssü’l-esas-ı mesleğim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyet’e sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlerine saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i arz gibi bedihî bir meseleyi zikrettim. O meseleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasıl ki mesailde mufassalan gelecektir.
Sonra gulyabanî gibi hayalata alışan zahir-perestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebep başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler.
O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsait bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından meyus ettiler.
Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için onların avam-perestane ve ifratkârane olan hayalatlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim.
Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mesele-i umumî hükmüne geçti. O zahir-perestler emin olsunlar ki sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avam-perestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz, medreseler hayatlanacaktır vesselâm…
Hem de zahiriyyunun efkârını teşviş eden ve hayalatını intizamdan çıkaran, sıdk-ı enbiyanın delaili yalnız hârikulâdelerde münhasır olduklarını itikad etmeleridir. Hem de Peygamberimizin cümle hali veya ekseriyeti, hârika olmak itibar etmeleridir. Bu ise vücud müsaade etmediği için mütehayyelatları intizam bulamıyor. Halbuki böyle itikad; sırr-ı hikmet-i İlahiyeden ve hilkat-i âlemde cari olan kavanin-i İlahiyeye peygamberlerin teslim ve ittibalarından gaflet, pek büyük bir gafletin neticesidir.
Evet, Peygamberimizin her bir hal ve hareketi, sıdkına delâlet ve hakka temessüküne şehadet etmekle beraber, Peygamber de âdâtullaha ittiba ve inkıyad ediyor. Makale-i Sâlise’de bu sırra tenbih edilecektir.
Hem de hârikulâdenin izharı tasdik-i nübüvvet içindir. Tasdik ise zahir olan mu’cizatıyla, ekmel-i vech ile hasıl olabilir. Eğer hâcetten fazla hârika olsa ya abestir veya sırr-ı teklife münafîdir. Zira teklif, nazarî olan şeyde bir imtihandır. Bedihiyat veya bedahete yakın olan şeylerde edna, a’lâ ile müsavi olabilir. Veyahut cereyan-ı hikmetin sırrına teslim ve itaate muhaliftir. Halbuki peygamberler herkesten ziyade ubudiyet ve teslime mükelleftirler.
Ey şu perişan sözlerime nazar eden talib-i hak! Senin mahiyetinde ekilmiş olan müyulat, şu On İki Mukaddime’de sükûnuyla beraber cereyan eden şems-i hakikatin ziyasıyla neşv ü nema bulup çiçekler açacaktır…
Hâtime
Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruç haram oldukları gibi; hadîs ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek memnûdur. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir. Belki hikâyatın bakırları ve İsrailiyatın muzahrefatı ve teşbihatın mümevvehatı elmas-ı akidede, cevher-i şeriatta, dürer-i ahkâmda idhal etmek; kıymetini daha ziyade tenzil ve müteharri-i hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.
Hâtimenin Hâtimesi
Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki istidadı sanatta intişar ve tedahül ve sanatın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal… Elhasıl, fena fi’s-sanat olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla sanatın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu sanata olan meyliyle, teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî sanatın suretini çirkin eder. Zira bi’l-kuvve olan meyil ve bilfiil olan sanatın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur.
Bu sırra binaen pek çok adam meylü’l-ağalık ve meylü’l-âmiriyet ve meylü’t-tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lütfu terk edip kendi istibdat ve tefevvukuna vesile-i cebir ve ta’nif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bâhusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu.
Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, Dârülfünun gibi çok devaire tebdil ve tertip etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksimü’l-a’male tatbik edilsin.
Tenbih: Ulûm-u medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u âliye ( اٰلِيَه ) maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulûm-u âliye ( عَالِيَه ) mühmel kaldığı gibi libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zapt ederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.
***
Ey birader-i vicdan! Zannediyorum: Şimdi şu mukaddimat üzerine terettüp edecek olan kütüb-ü selâseyi, ne mahiyette olduklarını görmek istiyorsun fakat daha sabret. Şimdilik sana bir mevzu söyleyeceğim ki: O kütübün bir zemin-i icmalîsini, tabir-i diğer ile küçük bir fotoğrafını veya icmalî bir haritasını teşkil eder. Hem de o kütübde sekiz dokuz meseleyi, acele edip sana takdim edeceğim. Üçüncü Makale’den sonra eğer meşiet-i İlahiye taalluk etse ve tevfik-i Rabbanî refik olsa tafsilatını zikretmek fikrindeyim. İşte mevzu ve zemin budur:
Kur’an’ın gösterdiği vesailiyle, doğru hikmetin kuvvetiyle, bir seyr-i ruhanî olarak semavatın ulûmlarına çıkacağım. Tâ oradan temaşa edip göreceğiz ki: Küre-i arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi Sâni’-i Hakîm dest-i kudretle döndürüp atmakla çeviriyor. Tâ parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine nazar-ı hikmetle göreceğiz.
Sonra da semavattan asılıp cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahman, sathını serip müheyya ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz.
Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi beşiğini atıp harap etmekle beşeri saadet-saray-ı ebediyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz.
Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân ile mukayyed olmayan seyr-i ruhanî ile zaman-ı mazi kıtasına girip ebna-yı cinsimiz olan ebna-yı mazi ile seyyale-i berkıye-i tarihiye ile muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifanın köşesinde vukua gelen hâdisatı öğrenip ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız.
Sonra dönüp gelmek üzere olan ebna-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için saadetin fecr-i sadıkını uzaktan görmek ve göstermek ile maşrık-ı istikbale müteveccih olarak şimendifer-i terakkiye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimiz ile beraber ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen fakat arkası gayet parlak olan zamana dâhil olacağız. Tâ ebna-yı müstakbel ile musafaha edip saadetlerini tebrik edeceğiz…
İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemicdir ki ileride tahrir ile sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalat-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.
Ey birader! Senin elini tutup hazine-i hakaike götürmekten evvel, vaad ettiğim birkaç mesele ile acele edip basar-ı basîretinize gışavet ve perde olan hayalatı def’edeceğim. Öyle hayalat, gulyabanî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de nuru nâr, dürrü mederr gibi gösterir. O hayalattan sakın! Senin vesveselerinin en büyük menşei, küreviyete taalluk eden birkaç meseledir. Ezcümle: Sevr ve Hut ve Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn ve cibalin evtadiyetleri ve yer altında cehennemin yerini tayin etmek ve دَحٰيهَا ve سُطِحَتْ veاَلشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ gibi mesaildir. Hakikatlerini beyan edeceğim tâ dinin düşmanlarının gözleri kapatılsın ve dostlarının gözleri dahi açılsın. İşte başlıyorum:
Birinci Mesele
Senin munsif olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm –eğerçi ittifak-ı sükûtîyle olsa– ittifak etmişlerdir.
Eğer bir şüphen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git, maksada vukuf ve ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.
Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatîhü’l-Gayb” olan İmam-ı Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.
Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l-İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste. De ki: “Küreviyette müşahat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”
Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyin-i Cisrî’nin sözünü dinle! Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdit ettiği gibi hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şeditten daha ziyade zarar vermiş olur.”
Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı, İbn-i Hümam ve Fahrü’l-İslâm gibi zatların ellerini tut, İmam-ı Şafiî’ye git, istifta et, de ki:
“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır, güneş çok günlerde gurûb ve çok gecelerde tulû etmez, nasıl oruç tutacaklar?” Hem de istifsar et ki: “Şartın tarif-i şer’îsi olan sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder. Halbuki yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır?”
Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâyı şarktan ve garptan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi cenuptan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Bürhan-ı aklî gibi cevap verecektir.
Hem de kıble meselesinde diyecek: “Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nuranidir ki semavatı arşa kadar takmış ve nazmedip küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nuranisi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa hatt-ı şakulüyle senin gözünün şuâı, namazın her bir hareketinde ayn-ı kıble ile temas ve musafaha edecektir.”
Ey birader! Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acib hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından bir kıymeti yoktur tâ kalbe girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun fakat sapmışsın. Eğer o hayalata açık ve hakikate kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmez ise tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sakinlerini gör, sual et. Zira ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatür ile bir lisanla sana söyleyecekler: “Yahu! Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir, ecram-ı ulviyede cari olan kaide ve kanun-u İlahîden şüzuz ve serkeşlik etsin.” Hem de delail-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir.
İşaret: Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlahiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczup ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vâcib kılmıştır. Zira zemin, zevciyle beraber اَتَيْنَا طَٓائِعٖينَ demişlerdir. Taat ise cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.
Elhasıl: Sâni’-i âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin –ey ehl-i hayal!– teşehhi ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.
Tenbih: Zaaf-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umûrun biri de “Bu hakikat, dine münafîdir.” olan kelime-i hamkadır. Zira bürhan-ı kat’î ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havf eden adam, hâlî değil ya dimağında bir sofestaî gizlenmiş, karıştırıyor veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilal ediyor veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkit ile almak istiyor.
İkinci Mesele
Pûşide olmasın, Sevr ve Hut’un kıssa-i meşhuresi İslâmiyet’in dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen Mukaddime-i Sâlise’ye git, göreceksin; hangi kapıdan daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuştur. Amma İbn-i Abbas’a olan nisbetin ittisali ise Dördüncü Mukaddime’nin âyinesine bak, o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: “Arz, sevr ve hut üzerindedir.” Hadîs olarak rivayet ediliyor.
Evvela: Teslim etmiyoruz ki hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır.
Sâniyen: Hadîs olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz, zira yakîn şarttır.
Sâlisen: Mütevatir ve kat’iyyü’l-metin olsa da kat’iyyü’d-delâlet değildir. Eğer istersen Beşinci Mukaddime’ye müracaatla, On Birinci Mukaddime ile müşavere et!
Göreceksin nasıl hayalat, zahir-perestleri havalandırmış. Bu hadîsi mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür:
Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemma olan hamele-i arş, melaikedir. Bu Sevr ve Hut dahi öyle iki melaikedir. Yoksa arş-ı a’zamı melaikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafîdir.
Hem de lisan-ı şeriatta işitiliyor: Her bir nev’e mahsus ve o nev’e münasip bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle müsemma, belki âlem-i melaikede onun suretiyle mütemessil oluyor. Hadîs olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet, şemse müekkel olan melek; ismi Şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir.
Hem de hükema-i İlahiyyun nezdinde her bir nevi için hay ve nâtık ve efrada imdat verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melekü’l-cibal ve melekü’l-bihar ve melekü’l-emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikileri yoktur. Müessir-i hakiki yalnız Zat-ı Akdes’tir. اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ
Esbab-ı zahiriyenin vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan, dest-i kudret perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umûr-u hasise ile mübaşeret ve mülabeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette her şey ulvidir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasiptir. ذٰلِكَ تَقْدٖيرُ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ
İkinci mahmil: Sevr, imaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hut ise ehl-i sevahilin belki pek çok nev-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır.
Nasıl biri sual ederse: “Devlet ne şey üstündedir?” Cevap verilir: “Kılınçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” “Marifet ve sanat ve ticaret ile…” cevap verilir. Veyahut “Nev-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?” Cevap ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.” Kezalik vallahu a’lem Fahr-i kâinat buna binaen cevap vermiş.
Şöyle sual eden zat –İkinci Mukaddime’nin sırrıyla– böyle hakaike zihni istidat kesbetmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevap buyurdu ki: “Yer, sevr üstündedir.”
Zira yerin imareti nev-i beşer iledir. Nev-i beşerden olan ehl-i kura’nın menba-i hayatları ziraat iledir. Ziraat ise öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin a’zam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri balığın cevfinde ve hutun üstündedir. كُلُّ الصَّيْدِ فٖى جَوْفِ الْفَرَا meselesine mâsadaktır. Bu latîf bir cevaptır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler.
Faraza sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse fenn-i beyanda olan تَلَقَّى السَّامِعُ بِغَيْرِ الْمُتَرَقَّبِ kaidesinin üslub-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa hasta olan sâil, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir.
Ve يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاقٖيتُ لِلنَّاسِ bu hakikate bir beraatü’l-istihlaldir.
Üçüncü Mahmil: Sevr ve Hut, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazım ve rabt ile yüklenmiş olan âlemde cari ve lafzen ve ıstılahen cazibe-i umumiye ile müsemma olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassül ettiğinden “Arz burçlar üstündedir.” olan tabir-i hakîmane caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira hikmet-i atîka burçları semada, hikmet-i cedide ise medar-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder.
Hem de mervîdir: Sual taaddüd etmiş. Bir kere “Hut üstündedir.” Demek bir aydan sonra “Sevr üstündedir.” denilmiştir. Yani feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi’alarının nokta-i mihrakıyesi olan Hut Burcu’nda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv Burcu’ndan koşup Hut’taki tedelli eden kanunu tutup şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını Burc-u Sevr üstünde yapmış demektir.
Bunu bildikten sonra insafla dikkat et! Beşinci Mukaddime’nin sırrıyla ehl-i hayalin ihtira-kerdesi olan kıssa-i acibe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve sanat-ı İlahiyede ispat-ı israf ve bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka ne ile tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…
Üçüncü Mesele
Kaf Dağı’dır
İşaret: Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır, o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek tâ imkândan imtina derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddime’den sual et, sana “neam” cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri kat’î iken delâletlerinde zunûn tezahüm eylemişlerdir. Belki “Murad nedir?” olan sualinin cevabında efhâm, mütehayyir olmuşlardır. İstersen On Birinci Mukaddime’nin sadefini aç. Bu cevheri bulacaksın.
Tenbih: Vaktâ ki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyyü’l-metinlerden yalnız قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَجٖيدِ dir. Halbuki caizdir “Kaf” “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyyü’d-delâlet bundan başka olmadığının bir delili, Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin لَا اَصْلَ لَهُ demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddime’ye bak, vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.
Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır.”
Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi onlar da cesetlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acayibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa –çekirdek gibi– âlem-i misalde tecessüm-ü maânînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder.
Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir, her ikisinin ortasında beş yüz senedir ve zirvesi semanın ketfine mümastır ilâ âhiri hayalatihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen git, Üçüncü Mukaddime’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.
Eğer bizim bu meselede olan itikadımızı anlamak istersen, bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim fakat keyfiyeti ise havale ederim. Eğer bir hadîs-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki murad-ı Nebi sadık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine… Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazen fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu meselede malûmumuz budur:
Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevî ve medenilerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserisi teşaub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşaubdan neş’et etmiş olmak gerektir.
Ve sâniyen: Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rüya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dürbünüyle ve hiç olmazsa hayalin vera-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maânînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf” o âlemde zi’l-acayip olan “Kaf”ın çekirdeği olabilir.
Hem de Sâni’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zü’l-acayip olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beş yüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir.
Ve râbian: Neden caiz olmasın ki “Kaf” daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola… Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedâhile gibi nereye bakılırsa silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En-nihayet hayal ise selâsil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.
Dördüncü Mesele
Sedd-i Zülkarneyn’dir
Nasıl bildin ki: Bir şeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve “muhtelefün fîha”dır.
Hem de malûmdur: Bir müteannit ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitapta gördüğü bir meseleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa bir adamdan sual etse tâ gaybda olan malûmuna cevap verse o cevap iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevap verse veyahut sâil-i müteannitin malûmuna ya bizzat veya tevil ile cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur.
Demek, bir cevap hem vakii razı eder, zira haktır. Hem sâili ikna eder zira eğerçi murad değilse malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor zira cevapta ukde-i hayatiyeyi derceder ki makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder.
İşte cevab-ı Kur’an dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zarurî hükümler ki inkârı kabul etmez. Şudur:
Zülkarneyn “müeyyed min indillah” bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir set bina edilmiştir, zalimlerin ve bedevîlerin def’-i fesatları için. Ve Ye’cüc Me’cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit set harap olacaktır ilâ âhirihî. Bu kıyas ile ona Kur’an delâlet eden hükümler, Kur’an’ın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.
Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise Kur’an onlara kat’iyyü’d-delâlet değildir. Belki “Âmm hâssa delâlet-i selâseden hiçbirisiyle delâlet etmez.” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki Kur’an onlara delâlet etmez fakat kabul edebilir.
Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.
Fakat vâ esefâ! Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden me’haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil; yok belki mâsadakı, mana yerine mana gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler.
Halbuki Üçüncü Mukaddime’nin sırrıyla zahir-perestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkitsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kabul ederse akide-i Ehl-i Sünnet ve Cemaat’te olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lût ve Davud aleyhimesselâm, buna iki şahittir. Vaktâ ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır.
Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı câzim, Hudâ ve Peygamberimizin muradlarına kat’iyen vâcibdir zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhdir. Şöyle:
Zülkarneyn –İskender demem zira isim bırakmaz– bazı müfessir melik “lâm’ın kesriyle”, bazı melek “lâm’ın fethiyle”, bazı nebi, bazı veli, ilâ âhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn “müeyyed min indillah” ve seddin binasına mürşid bir şahıstır.
Amma set ise: Bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir sedd-i mahfîdir, inkılab ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı… Demişlerdir, demişlerdir… Her halde müfsidlerin def’-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.
Amma Ye’cüc Me’cüc, bazı müfessir “Veled-i Yafes’ten iki kabile” ve bazı diğer “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi “akvam-ı şarkiye-i şimalî” ve bazı dahi “Benî-Âdem’den bir cemiyet-i azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife” ve bazı dahi “Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev-i beşerin herc ü mercine sebep olacaktır.” Bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler… Nokta-i kat’iye ve cihet-i ittifakî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesat ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.
Amma harabiyet-i set; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harap olmuştur fakat dekk olmamış. “Kıyle”ler çok. Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir.
Eğer bu müzakeratı muvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin: Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir ki çok fersahlar ile uzun ve acayib-i seb’a-i meşhureden, bir “müeyyed min indillah”ın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet, o vahşilerden Hun kabilesi Avrupa’yı herc ü merc ettiği gibi onlardan Moğol taifesi de Asya’yı zîr ü zeber eylemiştir.
Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bâhusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: “Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz.” dese neden istiğrab olunsun ki harabiyet-i set zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun… Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfırar gibidir. Eğerçi binler sene de fâsıl olsa… Kezalik Ye’cüc ve Me’cüc’ün ihtilalleri, nev-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir.
Bundan sonra On İkinci Mukaddime’nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bab eder. Şöyle: Kur’an hısası için kısası zikrettiği gibi ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’aniyeden bir maksadına münasip noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihninde ve üslupta teanuk ve musahabet edebilirler.
Hînâ ki kıssa hisse içindir, sana ne lâzım teşrihatı; nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddime’den istizhar et. Göreceksin: Mecaz mecaza kapı açar ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ zahir-perestleri dışarıya sürüyor.
Malûm olsun ki: Esalib-i Arap’ta tecelli eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i’caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdaf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddime’nin Hâtimesi’ni istişmamla zevk et. Zira hitamı misktir ve içinde baldır.
Hem de caizdir ki: Meçhulü’l-keyfiyet olan set başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestûr ve kıyamete kadar bâki ve bazı inkılabatıyla meçhul kalarak kıyamette harap olacaktır.
İşaret: Malûmdur: Mesken, sakinlerinden daha ziyade yaşar. Kale, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Bir şeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmış iken hâvi ve hâlî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.
Tenbih: Şu tafsilden maksat; tefsiri tevilden, kat’îyi zannîden, vücudu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, manayı mâsadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.
Beşinci Mesele
Meşhurdur: “Cehennem yer altındadır.” Fakat biz Ehl-i Sünnet ve Cemaat kat’an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zahir olan tahtiyettir ve yer altında olmasıdır. Buna binaen derim:
Şecere-i Tûba gibi olan hilkat-i âlemin sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şâmil olur. Buna binaen cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hal arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim…
Sâniyen: Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz şecere-i zakkum-u cehennemin çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayeran eden arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki o yumurtada cehennem tamamıyla olunmaz ise başı veya diğer bir azası matvî olarak tazammun etmiş ki yevm-i kıyamette derekat ve aza-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acib-i cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir.
Yahu! Kendin cehenneme gitmezsen hesap ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuz üç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor. Bu nâr-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye bâliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu gibi meşhur hadîsteki: “Cehennem ateşi, ateşimizden iki yüz defa daha şedittir.” olan nisbetin aynını ispat eder.
Hem de cehennemin bir kısmı zemherirdir. Zemherir ise bürudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için bürudetle ihrak eder. Demek, umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.
Tenbih: Malûm olsun ki: Ebede namzet olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. Muntazır ol, Üçüncü Makale’nin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı dîdar edecektir.
İşaret: Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikra-i tammının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin tenahîsizliğinin îmasıyla, yevm ve sene gibi çok envada olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delâletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpâyan-ı İlahiyenin işaretiyle ve Nebiyy-i Sadık’ın lisan-ı tasrihiyle ve Kur’an-ı Mu’ciz’in hidayetiyle, cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.
Altıncı Mesele
Muhakkaktır ki: Tenzil’in hâssa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezaya, bâhusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle temaşa etmezse mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için esalib-i Arap’ta yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülat-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır.
Vaktâ ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’an’ın hakkını bahş ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an’ı tevil etmesinler. Zira her hakikatten daha zahir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki Kur’an’ın manaları hak oldukları gibi tarz-ı ifade ve suret-i manası dahi beliğane ve ulvidir. Cüz’iyatı o madene ircâ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın îfa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir iki misal göstereceğiz. Zira nazarı celbeder.
Birinci Misal: وَ (جَعَلْنَا) الْجِبَالَ اَوْتَادًا (Allahu a’lemu bimuradihi) Caizdir, işaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru îma eder ki: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde tahte’l-bahir bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.
Sâniyen: İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.
Sâlisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ olduğu gibi cezb-i rutubet hâsiyetiyle havaya meşşata oluyor. Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebep olduğu gibi toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Râbian: Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Faraza bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa, dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevî haymeler gibi tahayyül eder ise ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu?
Faraza sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevî Arab’ın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen şöyle: Bu silsileler A’râb-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen, Arapların hayalî olan üsluplarından uzak düşmüyorsun.
Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dürbünüyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temaşa edersen sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden daire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mesele’nin Tenbih’inde bir iki misal daha gelecektir.
Yedinci Mesele
Kur’an’da zikrolunan: دَحٰيهَا ve سُطِحَتْ ve فُرِّشَتْ ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ ve emsalleri gibi bazı ehl-i zahir tağlit-ı ezhan için onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hâcet bırakmamışlar fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.
وَلٰكِنْ بَكَوْا قَبْلٖى فَهَيَّجُوا لِىَ الْبُكَاءَ § وَ هَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبُكَائٖى
Malûmdur: Malûmu i’lam bâhusus müşahed olursa abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın.
Eğer denilse: “Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş.” Veyahut “Nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor.” Veyahut “Nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurûb ediyor.” Maânî-i âyât kinayetten sarahate çıkmış oluyor. Evet, şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.
Sekizinci Mesele
İşaret: Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Mesela diyorlar: “Böyle olsa kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delâlet eder. Öyle ise bu vaki olmak gerektir.”
Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet, bir zira’ kadar bir burun altından olsa yalnız ona dikkat edilse güzel gören bulunur.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zatî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüt ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüt edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise Deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir.
Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel taziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.
Dördüncü bela ki ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklitten tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak her biri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar.
Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin zaaf-ı âsabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir.
Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’îye destres olmayan bir emirde tereddüt etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir.
Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: “Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derk edemez. Aklımız da buna ihtimal verir.” Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet, akıl her bir şeyi tartamaz fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.
Tenbih: Ben zahir-perest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâm’ı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyet’e bakan hasm-ı dindir. Fakat bazen, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden, dinin cahil dostlarıdır.
Beşinci Bela: Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet, mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki mecaz ondan neşv ü nema bularak sümbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalpte ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.
Altıncı Bela: Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî… Daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen cennetü’l-firdevs gibi olan Delailü’l-İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
Yedinci Bela: Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zatiye ve eyniyeye hasrettiklerinden “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cariyi inkâr etmek lâzım geldiğinden şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arapların üsluplarına hiç nazar etmemişlerdir ki nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu ilh… “Miftah-ı Sekkakî”de beyan olunduğu gibi pek çok yerlerde sanat-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:
وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ ۞ وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ
Şu iki âyet gayet şâyan-ı dikkattirler. Zira zahire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zira birinci âyette olan istiare-i bedîa, o derece hararetlidir ki buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstekar ve muhkem ve parlaktır ki seyri için güneşi durdurur.
Evvelki âyet قَوَارٖيرَ مِنْ فِضَّةٍ naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bedîayı tazammun eylemiştir. Şöyle ki:
Cennetin evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir. Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedîanın karinesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya cennetin kadehlerini tasvir etmek için iki numunedirler ki Sâni’-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla cennete müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.
Aynen bunun gibi مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ bir istiare-i bedîa ondan takattur ediyor. O istiarenin zemini ise zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatiniyle süslendiği gibi güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatini andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar, sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O musahhar sâbihalar ise o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını ra’d ile silah başına davet ettiği gibi “Rahat olun!” emriyle herkes yerine gider, gizlenir.
Evet, çok defa bulut dağın libasını giydiği gibi heykeli ile teşekkül etmekle beraber bered ve karın beyazıyla televvün ve rutubet ve bürudetiyle tekeyyüf eder. Öyle ise bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti Kur’an’ın çok yerleri gösterir. Zira bazen onu, onun libasında ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de Tenzil’in pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin bir sahifesi olan zeminde muanaka ve musafahaları şahittir. Zira umman-ı havada iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger-endaz olduklarını görüyoruz.
İkinci âyet: وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ Evet تَجْرٖى bir üsluba işaret ettiği gibi لِمُسْتَقَرٍّ dahi bir hakikati telvih eder. Demek caizdir ki تَجْرٖى lafzıyla şöyle bir üsluba işaret olsun.
Şöyle: Şems, demiri altından yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi, esîrden olan ve mevc-i mekfuf tabir olunan umman-ı semada seyahat ve yüzüyor. Eğer çendan müstekarrında lenger-endazdır. Lâkin o bahr-i semada o “zeheb-i zâib” cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî ve tebeî ve tefhim için müraat ve ihtiram olunan nazar-ı hissiyledir. Fakat hakiki iki cereyanı vardır. Olmaz ise de olur. Zira maksat, beyan-ı intizamdır. Esalib-i Arap’ta olduğu gibi tebeî ise veya zatî ise nizamın nokta-i nazarında birdir.
Sâniyen: Şems müstekarrında, mihveri üzerinde müteharrik olduğundan o erimiş altın gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zembereğidir.
Sâlisen: Şemsin müstekarrı denilen taht-ı revanıyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahra-yı âlemde seyr ü seferi, mukteza-yı hikmet görünüyor. Zira kudret-i İlahiye her şeyi hay ve müteharrik kılmıştır ve sükûn-u mutlak ile hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atalet-i mutlak ile rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyle ise şems de hürdür. Kanun-u İlahîye itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve her bir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır. Evet cereyan, hakiki ve zatî olduğu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasıl hakikidir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı تَجْرٖى dir. Üslubun ukde-i hayatiyesine telvih eden lafız لِمُسْتَقَرٍّ dir.
Elhasıl: Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise şems gibi parlıyor. كُلِ الْعَسَلْ وَلَا تَسَلْ kaidesine binaen, nizamı intac eden hareket-i şems veyahut deveran-ı arz, hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için sebeb-i aslînin taharrisine mecbur değiliz. Mesela قَالَ nin elifiyle hiffet hasıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.
İşaret: Bu tasviratla beraber hiss-i zahire istinaden; zahir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasıl ki belâgatın hararet ve letafetine münafîdir. Öyle de delil-i Sâni’ olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şahidi olan istihsan-ı aklîye carih ve muhaliftir. Şöyle:
Mesela, Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki: Sübhan senin cihat-ı erbaana mukabil gelse veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün. Bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi katetmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete acib bir misali, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir.
Şimdi insafla nazar-ı hakikatle bu taassub-u bârideye bak: Nasıl istikra-i tammın şehadetiyle sabit olan bir hakikat-i bâhireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur: Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terk etmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise acaba istikra-i tammın mecaza karine olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?
Tenbih: Eğer istersen Mukaddimata gir. Birinci Mukaddime’yi suğra ve Üçüncü Mukaddime’yi kübra yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar.
Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zatın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikatten temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zat-ı nakkad, Kürtçe demiş ki: عَنَاصِرْ چِهَارِنْ ژِوَانِنْ مَلَكْ
Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler.” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anâsırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.”
Onlar fehmetmişler ki: Anâsır dört oldukları, İslâmiyet’tendir. Acaba! Dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve muzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir.
Evet, dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizaç eden her bir madde, İslâmiyet’in anâsırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet’in hâsiyetini bilmemek demektir. Zira Kitap ve Sünnet ve icma ve kıyas olan anâsır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkip ve tevlid etmez.
Elhasıl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır, şeriatın maden-i safisinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef “Dörttür.” dediklerinden murad, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidü’l-mâ ve müvellidü’l-humuza ve azot ve karbon yine dörttür.
Eğer hürfikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki o müstebit hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki:
Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.
***
Ey birader!
Vaktâ ki keşf-i esrar merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsuru’l-Belâgat ve i’cazın miftahı olan İkinci Makale’nin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakın o makalenin iğlak-ı üslubu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve ziynet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zatiyesidir.
Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nâzeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürt mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslub-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi halli müşkül bir muammayım… تَمَّ تَمَّ
[1] * Bizim bir Kürt demiştir:
Her zerrede temayül ayândır tekâmüle
Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile
Bir nokta-i kemale şitab üzre kâinat,
Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.
Kahriyyat
[2] * Kürtçedir.