Otuz sene evvel yazılan matbu “Muhakemat-ı Bedîiye”de bahsedilen Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc Me’cüc ve sair eşrat-ı kıyametten yirmi mesele, o Muhakemat’a bir tetimme olarak on üç sene (Hâşiye: Şimdi kırk seneden geçmiş.) evvel bir kısım müsveddesi yazılmış idi. Aziz bir dostumun hatırı için tebyiz edildi, Beşinci Şuâ oldu.
Otuz Birinci Mektup’tan Otuz Birinci Lem’a’nın Beşinci Şuâ’ıdır.
İhtar: Evvelce mukaddimeden sonra gelen meseleler okunsun tâ mukaddimedeki maksat anlaşılsın.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
فَقَدْ جَٓاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhir zamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler. وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki ilimde râsih olanlar اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.
Bu Beşinci Şuâ’nın bir mukaddimesi ve yirmi üç meselesi vardır.
Mukaddime
Beş noktadır.
Birinci Nokta: İman ve teklif; ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki mu’cizeler seyrek ve nadir verilir.
Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağribden çıkması, bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden tövbe kapısı kapanır, daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünkü Ebubekirler, Ebucehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulü dahi ve kendisi İsa aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.
İkinci Nokta: Peygambere bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç tasarruf edilmez ve karışamaz. Kur’an’ın ve hadîs-i kudsînin muhkematı gibi. Ve diğer bir kısmı icmal ile bildirilir, tafsilat ve tasviratı onun içtihadına havale edilir. İmana girmeyen hâdisat-ı kevniyeye ve vukuat-ı istikbaliyeye dair hadîsler gibi. Bu kısımda, Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm belâgatıyla –temsiller suretinde– sırr-ı teklif hikmetine muvafık tafsil ve tasvir eder.
Mesela, bir sohbette derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş seneden beri cehennem tarafına yuvarlanan bir taşın bu dakikada cehennemin dibine yetişip düşmesinin gürültüsüdür.” Bu garib haberden beş altı dakika sonra birisi geldi, dedi: “Yâ Resulallah! Yetmiş yaşında bulunan filan münafık vefat etti, cehenneme gitti.” Peygamber’in yüksek, beliğane kelâmının tevilini gösterdi.
İhtar: Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz’î hâdisat-ı istikbaliye, nazar-ı nübüvvette ehemmiyetsizdir.
Üçüncü Nokta: İki Nükte’dir.
Birincisi: Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadîsler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vakıa mutabık çıkmıyor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor. Mesela, hamele-i arş gibi arzın hamelesinden olan Sevr ve Hut namında ve misalinde iki melaike, koca bir öküz ve pek büyük bir balık tasavvur edilmiş.
İkincisi: Bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükûmet-i İslâmiyenin veya merkez-i hilafetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şâmil zannedilmiş ve bir cihette hususi bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş. Mesela, rivayette vardır ki “Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacak.” Yani zikirhaneler kapanacak ve Türkçe ezan ve kamet okunacak demektir.
Dördüncü Nokta: Ecel ve mevt gibi umûr-u gaybiye çok hikmet ve maslahat cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev-i beşerin ve cins-i hayvanın eceli ve vefatı olan kıyamet dahi çok maslahatlar için gizlenilmiş. Evet, eğer ecel vakti muayyen olsaydı yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarıdan sonra, darağacına asılmak için her gün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde, havf ve recanın muvazene-i maslahatkârane ve hakîmanesi bozulduğu gibi; aynen öyle de dünyanın eceli ve sekeratı olan kıyamet vakti muayyen olsaydı, kurûn-u ûlâ ve vustâ fikr-i âhiretten pek az müteessir olacaktı. Ve kurûn-u uhra, dehşet-i mutlaka içinde bulunup ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve ne de havf ve reca içinde ihtiyar ile itaatkârane olan ubudiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu.
Hem eğer muayyen olsa bir kısım hakaik-i imaniye bedahet derecesine girer, herkes ister istemez tasdik eder. İhtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i iman bozulur.
İşte bunun gibi çok maslahatlar için umûr-u gaybiye gizli kaldığından herkes her dakikada hem ecelini hem bekasını düşündüğü için hem dünyaya hem âhiretine çalışabildiği gibi her asırda dahi hem kıyamet kopacağını hem dünyanın devamını düşünebildiği için hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya çalışabilir.
Hem de musibetlerin vakti muayyen olsaydı musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevî bir musibet –o intizardan– çekmemesi için hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış.
Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki gaibden haber vermek yasak edilmiş. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki medar-ı teklif ve hakaik-i imaniyeden başka olan umûr-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hattâ Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki o kitapların bir kısım tabileri tevil edip iman etmediler.
Fakat itikadat-ı imaniyeye giren meseleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ve Tercüman-ı Zîşan’ı (asm) umûr-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyeviyeden icmalen haber vermişler.
Beşinci Nokta: Hem her iki Deccal’ın asırlarına ait olan hârikaları, onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden, onların şahıslarından sudûr edeceği telakki ve tevehhüm edilmesinden o rivayet müteşabih olmuş, manası gizlenmiş. Mesela, tayyare ve şimendiferle gezmesi…
Hem mesela, meşhur olmuş ki İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul’da Dikilitaş’ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki “O öldü.” Yani pek acib ve şeytanları dahi hayrette bırakan “radyo” ile bağırılacak, haber verilecek.
Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garib halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş. Mesela “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (as) onu öldürebilir, başka çare olamaz.” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek ancak semavî ve ulvi, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur’aniyeye iktida ve ittihat eden bu İsevî dinidir ki Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvilerin kabil-i hata içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mana gizlenir. Vakıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer.
Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galip olduğundan, cemaatin sıfât-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslar, hârika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acube cisim ve müthiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vakıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur.
Hem iki Deccal’ın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir. Hem “Büyük Mehdi”nin halleri sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (ra) yalnız İslâm Deccalı’ndan bahseder.
Mukaddime bitti, meselelere başlıyoruz.
***
Şimdilik o hâdisat-ı gaybiyenin yüzer misallerinden –mülhidler tarafından avamın akidelerini bozmak fikriyle işaa edilen– yirmi üç meseleleri, tevfik-i Rabbanî ile gayet muhtasar bir surette beyan edilecek. Ve o meseleler mülhidlerin tahmini gibi zarar vermemekle beraber, her biri bir lem’a-i i’caz-ı Nebevî olduğu görünmekle ve hakiki tevilleri ispat ve izhar edilmekle akide-i avamı kuvvetlendirmeye mühim bir sebep olmasını rahmet-i Rabbaniyeden rica edip hatîatımı ve galatatımı aff u mağfiret altına almasını Rabb-i Rahîm’imden niyaz ederim.
***
Beşinci Şuâ’nın İkinci Makamı ve Meseleleri
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
BİRİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki “Filan adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.
İşte Süfyan, israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak, insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir.
İKİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında هٰذَا كَافِر yazılmış bulunur.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına Frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.
ÜÇÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanın müstebit hâkimleri, hususan Deccal’ın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.”
اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun bir tevili şudur ki: Hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi, biri huri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azap ve zindan suretine girecek diye bir işarettir.
DÖRDÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanda Allah, Allah diyecek kalmaz.”
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: Allah, Allah, Allah deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim konulacak, demektir. Yoksa umum insanlar küfr-ü mutlaka düşecekler, demek değildir. Çünkü Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar.
Diğer bir tevili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin başlarında patlar.
BEŞİNCİ MESELE: Rivayette vardır ki: “Âhir zamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun bir tevili şudur ki: Nasıl ki padişahı inkâr eden bir bedevî kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfürû ettirirler, başlarını rükûya getirirler, demektir.
ALTINCI MESELE: Rivayette var ki: “Fitne-i âhir zaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ اٰخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olmuş.
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla belki zevkle irtikâb ederler. Mesela, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemal-perest erkekler dahi nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar.
İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefis-perestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.
YEDİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.
SEKİZİNCİ MESELE: Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki bütün ümmet istiaze etmiş.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (ra) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa büyük Deccal’ın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehit olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.
DOKUZUNCU MESELE: Rivayetlerde vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla –daimî öyle kalacak gibi– mana verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Halep ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.
ONUNCU MESELE: Rivayetlerde eşhas-ı âhir zamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.
وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya’yı mağlup eden Japon Başkumandanının sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı Port Artür Kalesi’nde olarak gösterildiği gibi şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor.
Amma fevkalâde ve hârika iktidarları ise ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür. Çünkü tahrip kolaydır, bir kibrit bir köyü yakar. Müştehiyat ise nefisler taraftar olduğundan çabuk sirayet eder.
ON BİRİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanda bir erkek, kırk kadına nezaret eder.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bunun iki tevili var:
Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya’daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur.
İkinci tevili: O fitne zamanında, harplerde erkeklerin çoğu telef olmasından hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder, veledi kendi suretine çekmeye sebebiyet verdiğinden emr-i İlahiyle kızlar pek çok olur.
ON İKİNCİ MESELE: Rivayetlerde var ki: “Deccal’ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.”
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun iki tevili vardır:
Birisi: Büyük Deccal’ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurûb etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya’daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum. Demek büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu’cizane bir ihbardır.
İkinci tevili ise: Hem büyük Deccal’ın hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdatları manasında üç eyyam var. “Bir günü, yani bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki üç yüz senede yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.
ON ÜÇÜNCÜ MESELE: Kat’î ve sahih rivayette var ki: “İsa aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.”
وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun da iki vechi var:
Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki o zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa aleyhisselâmdır.
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa aleyhisselâmın kılıncı ile maktûl olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki o ruhanîler, din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. Hattâ “Hazret-i İsa aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tabi olur.” diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-i Kur’aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.
ON DÖRDÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki: “Deccal’ın mühim kuvveti Yahudi’dir. Yahudiler severek tabi olurlar.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ diyebiliriz ki bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış. Çünkü her hükûmetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için Komünist Komitesi’nin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın başkumandanlığına ve terbiye-gerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus Hükûmetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulatını yaktırdılar. Büyük Deccal’ın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve sair hükûmetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.
ON BEŞİNCİ MESELE: Ye’cüc ve Me’cüc hâdisatının icmali Kur’an’da olduğu gibi rivayette bir kısım tafsilat var. Ve o tafsilat ise Kur’an’ın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tabir isterler.
Evet لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: Kur’an’ın lisan-ı semavîsinde Ye’cüc ve Me’cüc namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır.
Evet, ihtilal-i Fransavî’de hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir bilâhare Bolşevikliğe inkılab etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan elbette ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.
Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise hem mazlum, kalabalıklı hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise Çin-i Maçin’de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acayib-i seb’a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî’nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki Kur’an’ın mücmel haberini tefsir eden Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm mu’cizane ve muhakkikane haber vermiş.
ON ALTINCI MESELE: Rivayette var ki: İsa aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebetiyle “Deccal’ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu” gösterir.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: İsa aleyhisselâmı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidînin kemiyeti, Deccal’ın mektepçe ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.
ON YEDİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivayetler mu’cizane haber verir ki “Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki bir hâdise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark garp işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıtasını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek.” diye zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu’cizane haber verir.
Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil belki gayet müstebit bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istila etmek için değil belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise ya şimendiferdir ki bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, merkebi dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut… (sükût lâzım!)
ON SEKİZİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Ümmetim istikametle gitse ona bir gün var.” Yani فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ âyetinin sırrıyla bin sene hâkimane ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse ona yarım gün var. Yani ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bu rivayet kıyametten haber vermek değil belki İslâmiyet’in galibane hâkimiyetinden ve hilafetin saltanatından bahseder ki ayn-ı hakikat ve bir mu’cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü Hilafet-i Abbasiye’nin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için beş yüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise istikameti kaybetmediğinden Hilafet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden o da ancak (hilafetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mu’cizane ihbarını, Hilafet-i Osmaniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadîsi başka risalelerde dahi bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
ON DOKUZUNCU MESELE: Rivayetlerde, âhir zamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî’den Hazret-i Mehdi’nin radıyallahu anh hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi her bir asır meyusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi’ye veyahut Mehdi’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.
Mesela, siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A’zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi Büyük Mehdi’nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde medar-ı nazar-ı Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise… Bu mesele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki Âl-i Beyt’in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’aniyenin mayası ile ve imanın nuruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (asm) ihya ile ilan ile icra ile başkumandanları olan Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
YİRMİNCİ MESELE: Güneşin mağribden çıkması ve zeminden dabbetü’l-arzın zuhurudur.
Amma güneşin mağribden tulûu ise bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için aklın ihtiyarı ile bağlı olan tövbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki:
اَللّٰهُ اَعْلَمْ o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp garptan şarka olan seyahatini, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulûa başlar. Evet, arzı şems ile ferşi arş ile kuvvetli bağlayan hablullahi’l-metin olan Kur’an’ın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garptan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir tevili vardır.
Amma dabbetü’l-arz: Kur’an’da gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise ben şimdilik, başka meseleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ nasıl ki kavm-i Firavun’a “çekirge âfatı ve bit belası” ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye “ebabil kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de Süfyan’ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek.
اَللّٰهُ اَعْلَمْ o dabbe bir nevidir. Çünkü gayet büyük bir tek şahıs olsa her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَاْكُلُ مِنْسَاَتَهُ âyetinin işaretiyle o hayvan, dabbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû-i istimalattan tecennübleriyle kurtulmasına işareten âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.
رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
***
Sâbık yirmi adet meselelere bir tetimme olarak üç küçük meseledir.
BİRİNCİ MESELE: Rivayetlerde Hazret-i İsa aleyhisselâma “Mesih” namı verildiği gibi her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde مِنْ فِتْنَةِ الْمَسٖيحِ الدَّجَّالِ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسٖيحِ الدَّجَّالِ denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?
Elcevap: اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlahî ile İsa aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder.
Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi şeriat-ı Muhammediyenin (asm) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki o vakit o insanlar, gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.
İKİNCİ MESELE: Rivayetlerde her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?
Elcevap: اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ icraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” yani bir senede yaptıkları işleri üç yüz senede yapılmaz, denilmiş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise dört cihet ve sebebi var:
Birincisi: İstidrac eseri olarak müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeye sebep olur.
Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin hareketiyle vücuda gelen müsbet mehasin ve şeref ve ganimet, o cemaate taksim edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise reisinin tedbirsizliğine ve kusurlarına verilir. Mesela, bir tabur bir kaleyi fethetse ganimet ve şeref süngülerine aittir. Ve menfî tedbirler ile zayiatlar olsa kumandanlarına aittir.
İşte hak ve hakikatin bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müthiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle, nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar –istidrac cihetiyle– ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.
İkinci cihet ve sebep: Her iki Deccal, a’zamî bir istibdat ve a’zamî bir zulüm ve a’zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, a’zamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acib bir istibdat ki –kanunlar perdesinde– herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kable’l-vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.
Üçüncü cihet ve sebep: Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir.
Hem bazı ehl-i velayetin istihracatıyla anlaşılıyor ki İslâm Devleti’nin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise gayet muktedir ve dâhî ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrazam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhret-perestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyane icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnad ve o vasıta ile koca ordunun ve hükûmetin teceddüd ve inkılab ve Harb-i Umumî inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acib ve hârika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işaa ettirir.
Dördüncü cihet ve sebep: Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hâssaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür.” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözü var ve âkıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.
Ben bir manevî âlemde İslâm Deccalı’nı gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikat-i hali bilmediklerinden hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler.
Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tâli’li ve muvaffakıyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister.
Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve Kur’an ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ KÜÇÜK MESELE: Medar-ı garabet üç hâdisedir.
Birinci Hâdise: Bir zaman Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Ömer radıyallahu anh’a Yahudi çocukları içinde birisini gösterdi “İşte sureti.” dedi. Hazret-i Ömer radıyallahu anh “Öyle ise ben bunu öldüreceğim.” dedi. Ferman etti: “Eğer bu Süfyan ve İslâm Deccalı olsa sen öldüremezsin, eğer o olmazsa onun suretiyle öldürülmez.”
Bu rivayet işaret eder ki onun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüneceği gibi kendisi Yahudiler içinde tevellüd edecek. Garibdir ki onun suretindeki bir çocuğu katledecek derecede ona hiddet ve adâvet eden Hazret-i Ömer radıyallahu anh, o Süfyan’ın en çok beğendiği ve takdir ettiği ve çok defa ondan senakârane bahsettiği bir memduhu olmuş.
İkinci Hâdise: O İslâm Deccalı “Sure-i وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ manasını merak edip soruyor.” diye çoklar nakletmişler. Garibdir ki bu surenin akibinde olan اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ suresinde اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına –cifir ile ve manasıyla– işaret ettiği gibi ehl-i salâta ve camilere tâğiyane tecavüz edeceğini gösteriyor. Demek o istidraclı adam, küçük bir sureyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.
Üçüncü Hâdise: Bir rivayette “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek.” denilmiş.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Garibdir hem çok garibdir yedi yüz sene müddetinde İslâmiyet’in ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyet’in bir kısım şeairine karşı istimal etmeye çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor.” diye rivayetlerden anlaşılıyor.
وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ ۞ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ
***