İlk Hayatı

Birinci Kısım

İlk Hayatı

Bedîüzzaman Said Nursî (Rumî 1293) tarihinde Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye’dir. Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı. O esnada bir halet-i ruhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah’ın ilimden ne derece feyizyâb olduğunu tetkike sevk etti. Molla Abdullah’ın gittikçe tekâmül ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı.

Bunun üzerine ciddi bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dâhilinde bulunan Tağ köyünde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Halet-i fıtriyeleri icabı, daima izzetini (Hâşiye[1]) koruması ve hattâ âmirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebep oldu. Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’ta ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi.

Bir müddet sonra Pirmis karyesine, sonra Hizan Şeyhi’nin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebep oldu. Bu dört talebe birleşip kendisini daima taciz ettiklerinden bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp izhar-ı acz ile arkadaşlarını şikayet etmeyerek şöyle dedi:

— Şeyh Efendi, bunlara söyleyiniz; benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.

Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in bu mertliğinden hoşlanarak:

— Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez! Buyurdu.

Bu hâdiseden sonra “Şeyh Talebesi” diye yâd edildi. Burada bir müddet kaldıktan sonra, biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşin köyüne geldiler. Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan yaylasına gittiler. Orada biraderi Molla Abdullah ile bir gün dövüşmüş. Tağî Medresesi müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said’e:

— Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? Diye işe karışmış.

Bulundukları medrese meşhur şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevap verir:

— Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur! Diyerek gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gelir.

Şarkî Anadolu’da medrese teşkilatındaki hususiyetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, istediği köyde hasbeten lillah bir medrese açar; medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından temin edilir. Hoca meccanen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhte ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiçbir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat’iyen kabul etmiyordu. (Hâşiye[2])

Nurşin’de bir müddet kaldıktan sonra Hizan’a döndü. Sonra medrese hayatını terk ederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya görür:

Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. “Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim.” der ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün peygamberan-ı izam hazeratını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.

Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için (Hâşiye[3]) büyük bir şevk uyandırır. Pederinden izin alarak tahsil yapmak üzere Arvas nahiyesine gider. Burada icra-yı tedris eden meşhur Molla Mehmed Emin Efendi kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip talebelerinden birisine okutmasını tavsiye edince izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhur müderris camide ders okutmakta iken Molla Said itiraz ederek:

— Efendim, öyle değil!

Hitabında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mîr Hasan-ı Veli Medresesine gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması icab eden yedi ders kitabını terk ederek sekizinci kitaptan okuduğunu söyledi.

Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gitti ise de orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zatın refakatinde Erzurum vilayetine tabi Bayezid’e hareket etti. Hakiki tahsiline işte bu tarihte başlar.

Bu zamana kadar hep “sarf ve nahiv” mebâdileriyle meşgul olmuştu ve İzhar’a kadar okumuştu. Bayezid’de Şeyh Mehmed Celalî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakiki ve ciddi tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek garibdir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle Molla Câmî’den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebâkisini terk eyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celalî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Molla Said cevaben:

— Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım. Yani bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da bilâhare tabıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir.

Maksadı ise esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Hâşiye[4]) ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zayi etmemekti. Bu suretle ale’l-usûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.

Bunun üzerine hocalarının hangi ilim tabına muvafık olduğu, sualine cevaben:

— Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum, der.

Herhangi bir kitabı eline alırsa anlardı. Yirmi dört saat zarfında Cemu’l-Cevami’, Şerhü’l-Mevakıf, İbnü’l-Hacer gibi kitapların iki yüz sahifesini –kendi kendine anlamak şartıyla– mütalaa ederdi. O derece ilme dalmıştı ki hayat-ı zahirî ile hiç alâkadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suale tereddütsüz derhal cevap verirdi.

***

O Zamanki Hayatına Kısa Bir Bakış

Evvela: Hükema-yı işrakiyyunun mesleklerine sülûk ederek zühd ve riyazete başladı. Hükema-yı işrakiyyun, tedric kanunu mûcibince vücudlarını riyazete alıştırmışlardı. O ise tedrice riayet etmeyerek birdenbire riyazete daldı. Gün geçtikçe vücudu tahammül etmeyerek zayıf düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ulema-yı işrakiyyunun “riyazetin küşayiş-i fikre hizmet ettiği” nazariyesi üzerine, onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu.

Sâniyen: İmam-ı Gazalî Hazretlerinin İhyaü’l-Ulûm’unda tasavvuf nokta-i nazarında دَعْ مَا يُرٖيبُكَ اِلٰى مَالَا يُرٖيبُكَ kaidesine ittibaen, ekmeği bile bir zaman terk edip ot ile idareye koyuldu.

Sâlisen: Nadir konuşuyordu. Kürtlerin edib dâhîlerinden Molla Ahmed Hanî Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazen geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali, Bedîüzzaman’a: “Ahmed Hanî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur.” diyordu. Bu hali, müşarün-ileyhin kerametine hamlederlerdi. O vakitlerde kendisi on üç on dört yaşlarında idi.

Sonra ulemadan mümtaz simalarla mülakat etmeye karar verdi ve Bağdat’a ziyaret kasdıyla hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yolları takip etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak Bağdat’a gitmek niyetinde iken Bitlis’e geldi. Bitlis’te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti. Molla Said cevaben:

— Ben henüz sinn-i büluğa vâsıl olmadığımdan muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken nasıl hoca olabilirim? Diyerek teklifini kabul etmemiştir.

Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.

Molla Abdullah: Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?

Bedîüzzaman: Ben seksen kitap okudum.

Molla Abdullah: Ne demek?

Bedîüzzaman: İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitapları da okudum.

Molla Abdullah: Öyle ise seni imtihan edeyim.

Bedîüzzaman: Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!

Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifayet-i ilmiyesini takdir ile sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bi’t-tabi, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet talebeler, Molla Abdullah’ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuşlarsa da Molla Abdullah cevaben: “Nazar değmemek için ben ona ders veriyorum.” demiş ve talebelerini aldatmıştı.

Molla Abdullah’ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt’e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendi’nin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said’e:

— Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Câmî’yi mi okuyorsunuz?

Bedîüzzaman: Evet, Câmî’yi bitirdim.

Molla Fethullah hangi kitabı sordu ise “Bitirdim.” cevabını alınca tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taaccüb etti ve dedi:

— Geçen sene deli idin, bu senede mi delisin?

Bedîüzzaman: İnsan başkasına karşı kesr-i nefis için hakikati ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz, der.

Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise cevabını güzelce verir.

Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said’in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı.

Molla Fethullah: Pekâlâ, zekâda hârikasınız fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz? Diyerek kitabı uzatır.

Molla Said alarak bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu.

Molla Fethullah: Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir, diyerek hayrette kaldı.

Bedîüzzaman orada iken Cemu’l-Cevami’ kitabını, günde bir iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyleyerek kitabın üzerine yazdı:

قَدْ جَمَعَ فٖى حِفْظِهٖ جَمْعُ الْجَوَامِعِ جَمٖيعَهُ فٖى جُمْعَةٍ

Bu hal Siirt’te şüyû’ bulmuş ve Molla Fethullah, ulemaya:

— Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım, diyerek pek çok medheder. Bunun üzerine ulema bir yerde toplanarak Bedîüzzaman’ı davet ederler. Bedîüzzaman intihab ettikleri bütün suallerine bilâ-tereddüt cevap verirken Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bedîüzzaman’ın hârikulâde bir genç olduğuna hükmedip faziletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir. Ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar.

Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan birtakım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlup edemedikleri Bedîüzzaman’ı kavga yoluyla iskât etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da meseleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de Bedîüzzaman, mesleklerine olan fevkalâde muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için kendisi odadan çıkıp muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye:

— Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz! Diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet ihtilaf bertaraf edilmiştir. Siirt Mutasarrıfı, kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bedîüzzaman:

— Biz talebeyiz, birbirimizle dövüşürüz, barışırız. Binaenaleyh mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından gelemeyeceğim ve hata da benimdir. Cevabında bulunarak jandarmaları reddetmiştir.

Bu esnada on beş on altı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. “Saidü’l-Meşhur” lakabıyla yâd ediliyordu. Siirt’te kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilan etti.

Sonra tekrar Bitlis’e geldi. Bitlis’te bir iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesadı netice veren sözlerin bilhassa gıybetin İslâmiyet’e yakışmadığını onlara ihtar edince Molla Said’i, Şeyh Emin Efendi’ye şikayet ederler. Şeyh Emin ise:

— Henüz çocuk olduğundan kabil-i hitap değildir, der.

Bu söz Molla Said’e tebliğ edildiği anda, zaten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz olduğundan Şeyh Emin Efendi’nin huzuruna çıkarak elini öper ve:

— Efendim, beni imtihan ediniz; kabil-i hitap olduğumu ispat etmek isterim, der.

Şeyh Emin Efendi mütenevvi ilimlerden ve en müşkül meselelerden on altı sual tertip ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevap verdikten sonra, Kureyş Camii’ne gider, ahaliye vaaz ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kısmı Molla Said’e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendi’ye yardım etmek isterler. Bundan dolayı vali, büyük bir vukuata meydan vermemek için Bedîüzzaman’ı nefyeder.

Bu defa da Şirvan’a gider. Zaten infirad eden böyle zatların muarızları pek çok bulunur. Bilhassa mücadele-i ilmiyede mağlup düşenlerden bazı zahir hocalar, Molla Said’i ahali nazarında küçük düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasılsa kazaen sabah namazını geçirmiş. Buna vâkıf olan hasımları “Molla Said, namazı terk etmiştir.” diyerek ahali arasında işaada bulundular. Molla Said’den soruldu ki:

— Niçin herkes bunu böyle söylüyor?

Molla Said:

— Evet, esassız bir şey âlemin içinde çabuk yayılmaz. Hata bendedir. Onun için iki cezaya uğradım: Birisi Allah’ın itabı, diğeri nâsın ta’rizi. Bunun esas sebebi ise geceleyin âdet edindiğim vird-i şerifi terk ettiğimdir. İşte âlemin ruhu bu hakikate temas etmişse de tamamını kavrayamayarak ismini bilemeyip şu vechile hatayı isimlendirmişler, cevabını verir.

Şirvan’da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek:

— Aman efendim, Siirt’e bir çocuk gelmiş, kendisi on dört on beş yaşında, umum ulemayı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi davete geldim, der.

Molla Said de şu davete icabet ederek Siirt’e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler, iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsaf ve kıyafetini sorar. O adam:

— Efendim, ismini bilmiyorum fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilâhare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemayı ilzam etti.

Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şüyû’ bulduğunu anlayarak geriye döner, davete icabet etmez.

Bilâhare Siirt’e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Orada hârika olarak Kamus-u Okyanus’u Babü’s-Sin’e kadar hıfzetti. Ne fikre binaen kamusu hıfzettiği sorulduğunda:

— Kamus her kelimenin kaç manaya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak her manaya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm, cevabında bulundu. Mezkûr türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmed, yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek kendisi ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ediyordu.

— Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun? Denildiğinde:

— Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye mâlikiyet ve fevkalâde vazife-şinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için cumhuriyet-perverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum, cevabında bulunmuştur. (Hâşiye[5])

Tillo’da iken bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ks) Hazretlerini rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (ks) kendisine hitaben:

— Molla Said! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşa’nın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşa’nın nazar-ı dikkatini celbedince aşiret binbaşılarından Fettah Bey’den kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said’e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:

— Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim! Demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said:

— Sana söyledim ya, onun için geldim, der. Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said’in kılıncına işaret ederek:

— Bu pis kılınçla mı?

Bedîüzzaman:

— Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur.

Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bedîüzzaman’a:

— Benim Cezire’de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri’ne atarım.

Molla Said:

— Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden bir şey isterim ki o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan seni onunla öldüreceğim, der.

Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezire’ye giderler. Yolda Paşa kat’iyen Molla Said’le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkiye gelince yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezire âlimlerinin, kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri Molla Said’in şöhretini işittikleri için mebhut ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said’in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir iki âlimin çayını da içer, onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben:

— Ben okumuş değilim fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlup olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka iki üç bardak da sizin çayınızı içti.

Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı:

— Efendiler! Bendeniz vaad etmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh suallerinize muntazırım, der.

Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevap verdikten sonra, her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak:

— Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız, diyerek cevabını tashih eder.

Hocalar dediler:

— İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz!

Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said’den ders almaya gelirler.

Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

Molla Said, ilimdeki emsalsiz, hârika istidadı derecesinde vücudca da gayet idmanlı ve kuvvetli idi. Güreş tutmaktan pek hoşlanırdı. Medreselerde bulunan umum talebelerle güreşirdi. Hiçbirisi güreşte bile onu mağlup edemezdi.

Mustafa Paşa ile bir gün at yarışına çıkarlar. Fakat kasdî olarak Mustafa Paşa gayet serkeş ve talimsiz ve hiç binilmemiş bir at hazırlanmasını emreder. Molla Said’e binmek için verir. (Allahu a’lem attan düşüp ölmesini istemiş.) On altı yaşında bulunan Molla Said, serkeş atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametten çıkarak başka bir istikamete doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak ister ise de muvaffak olamaz. Nihayet çocukların bulunduğu yere gider. Cezire ağalarından birisinin oğlu yol üstünde iken hayvan iki ayağını kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar. Nihayet etraftan imdada ulaşırlar. Çocuğu hareketsiz ölü suretinde görünce Molla Said’i öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine el atar ve adamlara hitaben:

— Hakikate bakılırsa çocuğu Allah öldürmüş, zahire bakılırsa at öldürmüş, sebebe bakılırsa Kel Mustafa öldürmüş çünkü bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım, ölmüş ise sonra muharebe edelim, diyerek attan inerek çocuğu kucaklar. Çocukta hareket görmeyince soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gülerek gözünü açar. Bunun üzerine bütün ahali mütehayyir kalırlar.

Bu acib vak’a üzerine bir müddet Cezire’de kaldıktan sonra talebesi Molla Salih ile bedevî Arapların meskeni olan Biro’ya giderler. Orada biraz kalınca tekrar Mustafa Paşa’nın eskisi gibi zulme başladığını işitir, yanına gider ve ona nasihat eder, tehdit eder. Bir gün bir münakaşa arasında Mustafa Paşa’ya:

— Yine mi zulme başladın, seni Hak namına öldüreceğim! Tehdidinde bulunur. Paşa’nın kâtibi ortaya atılır.

O sırada Molla Said, Mustafa Paşa’yı zulmünden dolayı çok tahkir eder.

Paşa bu tahkire tahammül edemeyerek, öldürmek için üzerine hücum eder fakat Mîran ağaları zapt ederler. Nihayet Mustafa Paşa’nın oğlu Abdülkerim, Molla Said’e yaklaşarak:

— Onun akidesi yanlıştır; rica ederim, şimdilik buradan başka yere teşrif ediniz, der.

Abdülkerim’in sözünü kırmaz, yalnız olarak bedevîlerin meskeni olan Biro Çölü’ne doğru hareket eder. Yolda bedevî eşkıyalarına tesadüf eder. Bedevîlerin silahları mızrak ve Molla Said’in silahı mavzer olduğundan eşkıyalara doğru kurşun atmaya başlar, eşkıyalar çekilirler. Yoluna devam ederken ikinci çeteye tesadüf eder. Bu defa eşkıyalar çok olduğundan etrafını çevirirler. Kendisini öldürecekleri sırada içlerinden birisi tanıyarak:

— Ben bunu Mîran aşiretinin içinde gördüm. Bu meşhur bir adamdır, deyince derhal bedevîler çekilerek kusurlarının af buyurulmasını dilerler. Ve korkulu olan yerlerde kendilerine muhafızlık yapmak istemişlerse de Molla Said reddedip yalnız olarak yoluna devam eder.

Birkaç gün sonra Mardin’e gelir. Mardin uleması muarazaya kalkışırlarsa da muvaffak olamazlar, evlatları yaşında olan genç Said’de hârika bir şekildeki ilmî kudreti görünce kendilerine üstad kabul ederler.

Bu esnada, Mardin’e gelen iki talebeye tesadüf etti. Bunlardan birisi, Cemaleddin-i Efganî’ye mensup olup diğeri, tarîkat-ı Sünûsiyeden idi. Bunlar vasıtasıyla hem Cemaleddin-i Efganî’nin mesleğine hem de tarîk-ı Sünûsîye aşinalık peyda etti.

Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için kayıtların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince demir kayıtları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

— Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! Derler. (*[6])

Bitlis’te iken bir gün kendilerine vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca hiddetlenerek:

— Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zatın irtikâb ettiği bu muameleyi kabul edemem! Diyerek içki meclisine gider. Evvela içki hakkında bir hadîs-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler, valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zat olduğundan kat’iyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca valinin yaveri genç Said’e:

— Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı mûcibdir, der.

Genç Said:

— İdam hayalime gelmedi, hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise bir münkeri def’etmek için ölürsem ne zararı var? Cevabında bulunur.

Oradan avdetinden bir iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken Vali, hürmet ve tazimle genç Said’i karşılayarak, elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek:

— Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın, der.

***

Genç Said fıtraten, bir kanun altında yaşamayı ve harekâtının tahdid olunmasını sevmez. Her halinde, her hareketinde gayet serbest olmasını arzu eder ve daima “Ben, hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdid ettirmem.” derdi. Bunun içindir ki ilk İstanbul’a teşriflerinde yine her kayıttan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşahede edilmiştir.

Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa’dan gelen müthiş bir dalalet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyeden doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilaf-ı Kur’an prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakiki hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.

Molla Said, Bitlis’te iken on beş on altı yaşlarında idi. Henüz sinn-i büluğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün malûmatı sünuhat kabîlinden olduğu için uzun uzadıya mütalaaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i büluğa vâsıl olduğundan mı veyahut siyasete karıştığından mı her nedense eski sünuhat yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tetkike koyuldu. Bilhassa din-i İslâm’a vârid olan şek ve şüpheleri reddetmek için Metali ve Mevakıf nam eserler ile ulûm-u âliye (اٰليه) –sarf, nahiv, mantık vesaire– ve âliyeye (عاليه) –tefsir ve ilm-i kelâma– dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ her gün okumak şartıyla, hıfzettiği kitapların üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu. Molla Said’in iki mutezad hali vardı:

Birincisi: Fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki her ne eline alırsa onu anlamaması mümkün değildi.

İkincisi: Fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki mütalaa değil, konuşmaktan bile hoşlanmazdı.

Molla Said günde bir iki cüz okumak suretiyle Kur’an’ı hıfza başladı. Her gün iki cüz ezber etmekle, Kur’an’ın mühim bir kısmını hıfzına aldı fakat iki sünuhat ile tekmili müyesser olmadı:

Birincisi, Kur’an’ın çok süratle okunması bir hürmetsizlik olmasın diye; ikincisi, Kur’an hakaikinin hıfzının daha ziyade lüzumu var diye kalbine gelmiş. Onun için Kur’an hakaikinin anahtarı olacak ve şübehata karşı muhafaza ve mukabele edecek hikmet ve fünun-u İslâmiyeye dair kırk risaleyi iki senede hıfzına aldı. Her gün bir parça ezberden okumak suretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu.

Mirkat ismindeki kitabı, hâşiye ve şerh olmaksızın hıfzetmeye başladı. Bilâhare eline geçen mezkûr kitabın hâşiye ve şerhi ile kendi nokta-i nazarını karşılaştırmış, bütün meseleler muvafık olup ancak üç kelime tevafuk etmemiş. Bu tevcihleri de ulemanın tahsinine mazhar olarak kabul edilmiştir.

Bir gün Bitlis meşayihinden Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerinin kendilerine beddua ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşarün-ileyhi ziyarete gider. Şeyh Hazretleri Molla Said’e iltifat eder, teberrüken bir ders verir. İşte Molla Said’in en son aldığı ders bu olmuştur.

Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerini görür. Kendisine hitaben:

— Molla Said! Gel beni ziyaret et, gideceğim, demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve şeyhin uçup gittiğini görünce uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyh’in hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır. اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ ۞ رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَيْهِ اٰمٖينَ Mahzun olarak geriye döner.

Molla Said Şark’ın büyük ulema ve meşayihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tağî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin her birisinden ilim ve irfan hususunda ayrı ayrı derslere nâil olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.

Van’da maruf ulema bulunmadığından Hasan Paşa’nın daveti üzerine Molla Said Van’a gitti. Van’da on beş sene kalarak aşâirin irşadı için aralarında seyahatle tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van’da bulunduğu müddet, Vali ve memurîn ile ihtilat ederek, bu asırda yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın İslâm dini hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür. (Hâşiye[7])

Bu kanaati hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalaası sayesinde hakkıyla anlamıştır.

Mesela bir coğrafya muallimini, mübahaseye girişmeden evvel, yirmi dört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek suretiyle, ertesi gün Van Valisi merhum Tahir Paşa’nın konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı surette bir muaraza neticesinde beş gün zarfında kimya-yı gayr-ı uzvîyi (inorganik kimya) elde ederek, kimya muallimiyle muarazaya girişir ve onu da ilzam eder.

İşte pek genç yaşındaki mezkûr hârikulâdeliklere ve bahr-i umman halinde bir ilme mâlikiyetine şahit olan ehl-i ilim, Molla Said’e “Bedîüzzaman” lakabını vermiştir. Bedîüzzaman Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalaalar ve ilmî ve dinî tedris usûllerini görmek ile ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini nazar-ı itibara almakla kendisine mahsus bir usûl-ü tedris icad eder. Bu da hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla ispat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.

Molla Said Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. (Hâşiye[8]) Bu hususlar şunlardır:

1- Kat’iyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde, kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı, bilmüşahede görülmüştür.

2- Hiçbir âlimden sual sormamak. Yirmi sene zarfında, daima ancak sorulanlara cevap vermişti. Bu hususta kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar onlara cevap vereyim.”

3- Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men’etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlahî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaşe ederdi.

4- Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim.” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca “Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir. Sâniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum.” derdi.

Van’da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupa kitaplarını tetebbu ederek kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Bir gün kitapları görür ve Tahir Paşa’nın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak az bir zamanda kitapların muhtevasını elde eder.

O zamanda en büyük gaye ve düşüncesi, Mısır’daki Camiü’l-Ezhere mukabil Bitlis ve Van’da “Medresetü’z-Zehra” isminde bir dârülfünun vücuda getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu tasarlıyordu.

Van’da yaz zamanlarını, Başit ve Beytüşşebab namındaki yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tahir Paşa’ya, mezkûr dağların başında temmuzda bile buz bulunduğunu söyler. Tahir Paşa itiraz eder ve “Temmuzda kat’iyen oralarda buz bulunmaz.” iddiasında bulunur. Yaylada iken bir gün bunu hatırlayarak Tahir Paşa’ya yazdığı ilk Türkçe mektubunda der:

— Ey Paşa! Başit başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkâr etme. Her şey senin malûmatında münhasır değildir, vesselâm.

Molla Said, aşiretler arasında olan herhangi bir geçimsizliği işitince hemen müdahale ederek irşad yoluyla her iki tarafı da derhal barıştırırdı. Hattâ hükûmetin bile barıştırmaktan âciz kaldığı Şeker Ağa ile Mîran Reisi Mustafa Paşa’yı barıştırdı. Ve Mustafa Paşa’ya:

— Daha tövbe etmedin mi? Diye sorunca, Mustafa Paşa da cevaben:

— Seyda! Ne söylerseniz sözünüzden çıkmam, demiştir.

Mustafa Paşa, at ile para teberru etmek ister. Bedîüzzaman reddederek:

— Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bâhusus sizin gibi zalimden nasıl para alırım? Ve siz galiba tövbenizi bozdunuz, şu takdirde Cezire’ye ulaşamazsınız, demiştir.

Ve hakikaten Cezire’ye yetişmeden yolda öldüğünü haber alır.

Bedîüzzaman, riyaziyede hârikulâde bir sürat-i intikale mâlik idi. Herhangi bir müşkül meseleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ cebir mukabele ilminde bir risale telif etmişti. Tahir Paşa nezdinde hesap meseleleri münakaşa mevzuu olduğunda hesaba dair hangi mesele bahsedilse başkaları ve en mahir kâtipler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çıkarıyordu. Çok defalar böyle yarışlara girişir ve umumunda daima birinci gelirdi. Bir defasında şöyle bir sual sordular:

— On beş müslim, on beş gayr-ı müslim farz edilerek birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kurada gayr-ı müslime isabet etmesi matlubdur. Nasıl taksim edilir?

Bu suale cevaben:

— Bunların yüz yirmi dört vaziyet-i muhtemelesi vardır, diyerek yapar.

Hem de der:

— Bundan daha müşkülünü de kendim icad ederim. İki bin beş yüz vaziyet-i muhtemeleye göre yaparım.

İki saat zarfında yüz adamdan elli adet gayr-ı müslimi o vaziyette taksim eder ki daima kurayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hattâ beş yüz gayr-ı müslim olmakla iki yüz elli bin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mesele çıkarttı ve Tahir Paşa’ya göstererek bir risale şeklinde yazdı (Hâşiye[9]).

Bedîüzzaman Van’da bulunduğu zamanlarda, Vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa İslâmiyet’i alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van’daki ikameti esnasında, âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

İngiliz Meclis-i Mebusanında Müstemlekat Nâzırı, elinde Kur’an-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta:

Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’an’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

İşte bu müthiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bedîüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır. (Hâşiye[10])

Bedîüzzaman Şarkî Anadolu’da “Medresetü’z-Zehra” namında bir dârülfünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: “Şark’ın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ, İstanbul âfakında tulû etti.”

İstanbul’a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa:

— Şark ulemasını ilzam ediyorsun fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin? Demişti.

İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o, hepsinin de cevaplarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celbetmekti. Yoksa Molla Said, kat’iyen hodfüruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve âlâyişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hâfıza ve zekâ itibarıyla pek hârika idi. Aynı derecede belki daha ziyade olarak hâlis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften kat’iyen hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir fakat sual sorulmaz.” (Hâşiye[11])

İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ-istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bedîüzzaman” unvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nadire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.

Hattâ bu zamanlarda Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bedîüzzaman’a hitaben:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ وَ الْعُثْمَانِيَّةِ

Yani “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

Şeyh Bahît Efendi’nin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değil belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani “Avrupa, bir İslâm Devleti’ne hamiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak.”

Bu cevaba karşı Şeyh Bahît Hazretleri:

— Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır, (*[12]) demiştir.

Bedîüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyet’e hizmet edilecek diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyet’e hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere daima muhalefette bulunarak:

— Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu.

Hürriyet’ten sonra mücahid arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (asm) Cemiyeti’ni kurmuşlar, cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamış hattâ Bedîüzzaman’ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dâhil olmuştu.

Hürriyeti sû-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrua olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve mukni idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî’nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sadıkı olarak müjde veriyor fakat elden kaçmaması için evamir-i şer’iyeyi çabuk imtisal etmenin zarurî olduğunu ileri sürüyordu. “Eğer meşrutiyeti, hürriyet-i şer’iye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse elimizden kaçacak, müstebit bir idareye yerini terk edecek.” diye ihtar ediyordu. O nutuk ve makalelerden numune olarak cüz’î bir kısmını buraya dercediyoruz:

(Bedîüzzaman Said Nursî’nin ilan-ı Hürriyet’in üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selanik’te Hürriyet Meydanı’nda tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun suretidir.)

Hürriyet’e Hitap

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki benim gibi bir bedevîyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l-hayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse…

Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki ‌وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ‌ hakikatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış, menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler يَا لَيْتَنٖى كُنْتُ تُرَابًا demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için inşâallah bir seneye kadar نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki azapsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer’î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.

Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım.

Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb

İkincisi, muhabbet-i milliye

Üçüncüsü, maarif

Dördüncüsü, sa’y-i insanî

Beşincisi, terk-i sefahettir.

Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum.

Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü. Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz!

Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî ile şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye[13]) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşv ü nema bulur.

Bedîüzzaman

***

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (asm)

Dinî Ceride: 77

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyet’e istinad iledir. O hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni’-i âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniye’den zuhuru, kader-i İlahînin bir işaret ve remzidir ki bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet’le neşv ü nema bulacaktır. Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatimizin meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyne’l-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır. Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i kātıa ve maksadımız i’lâ-i kelimetullahtır.

Bedîüzzaman

***

Hakikat

Dinî Ceride: 70

26 Şubat 1324 (Mart 1909)

Biz Kalû Belâ’dan Cemiyet-i Muhammedî’de Dâhiliz

Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min i’lâ-i kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla i’lâ-i kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i kātıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.

Meşrutiyet ki adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتٖينُ hâkim hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hüküm-ferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis, mani-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdadın yadigârıdır…

Bedîüzzaman

***

İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bedîüzzaman arasında Selanik’te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına “Eğer yanında biraz daha kalsaydım az kalsın beni de Müslüman edecek idi.” diyerek mağlubiyetini hayret ve telaşla izhar etmiştir. Karasso ki Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilata mensup olup ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso’nun Bedîüzzaman’ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş’um gayesine âlet etmek idi. Fakat heyhat!..

***

Nihayet menhus 31 Mart Hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bedîüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

— Sen de şeriat istemişsin?

Bedîüzzaman cevap verir:

— Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.

Bedîüzzaman’ın Divan-ı Harpteki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmed’e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcud olduğu halde: “Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!” nidalarıyla ilerlemiştir.

Divan-ı Harpteki müdafaasının bir kısmı bu Tarihçe-i Hayat’ta yazılmıştır. Tâ ki 31 Mart Hâdisesi’nin içyüzü ve Bedîüzzaman’ın kahramanca müdafaası bir derece anlaşılabilsin.

***

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i Örfî ve Said Nursî adlı eserden parçalar:

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

MUKADDİME: Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu, zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi.

Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep eyledi.

Ey şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hal-i ihtilalde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hataya düşmeyiniz. 31 Mart Hâdisesi’nde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

— Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.

Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek; değil yalnız sizlere belki bu zamandaki nev-i benî-beşere îrad ettiğim bir nutuktur. Onun için يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُ sırrınca kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyakla müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki bir bedevî garaib-perest, İstanbul’un acayip ve mehasinini işitmiş fakat görmemiş, nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder; ben de ma’rez-i acayip ve garaib olan âlem-i âhireti o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil; sizin elinizden gelirse beni vicdanen tazip ediniz! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!

Bu hükûmet, zaman-ı istibdatta akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adâvet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa yaşasın cünun, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: “Sen de şeriat istemişsin?”

Dedim: Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.

Hem de dediler: İttihad-ı Muhammediye’ye (asm) dâhil misin?

Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vechile… O ittihattan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösterin.

İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki Meşrutiyet’i lekeden ve ehl-i şeriatı meyusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

Dedim: Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:

اِذَا مَحَاسِنِى اللَّاتٖى اَدِلُّ بِهَا …… كَانَتْ ذُنُوبٖى فَقُلْ لٖى كَيْفَ اَعْتَذِرُ

Yani medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i’tizar edeyim, mütehayyirim.

Mukaddime olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam iki şehit sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.

Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatlerini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskilerden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimat olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile insan, adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle ta’dil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’edip bir zaman-ı vâhidde, bir şahs-ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedit cezaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedittir.

Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin ta’dadına: (Hâşiye[14])

BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i Hürriyet’te elli altmış telgraf umum şark aşiretlerine sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi:

“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafın cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi.

Demek Vilayat-ı Şarkiye’yi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki bu mahkemeye girdim…

İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ Hadîsinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.

Herhangi bir nutuk îrad ettim ise her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa bürhan ile ispata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır.”

Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa’nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki bu tarz muamelenizi gördüm…

ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi –hammal ve gafil ve safdil olduklarından– bazı particiler onları iğfal ile Vilayat-ı Şarkiye’yi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları surette meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:

“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakiki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.”

İşte o hammalların, Avusturya’ya karşı –benim gibi bütün Avrupa’ya karşı– (*[15]) boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılane hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur.

Padişaha karşı irtibatlarını ta’dil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden demek cinayet ettim ki bu belaya düştüm…

DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı –hâşâ ve kellâ– istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:

Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.

Ben ki bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim…

BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz iki kıyas-ı fâsidle yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvamın ihtilafı; mekânların ve aktarın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilafı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilali, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hali düşünmemekten çıkar.

Ben ki ümmi bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim…

ALTINCI CİNAYET: Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki avam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lafızlarla heyecanı teskin ettim. Ezcümle: Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.

Ben ki bedevî bir adamım. Medenilerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim…

YEDİNCİ CİNAYET: İşittim, İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki bu ism-i mübareğin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim, bu ism-i mübareği bazı mübarek zevat –Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar– daha basit ve sırf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat’-ı alâka ettiler. Siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez.” Ben nasıl ki dindar müteaddid cemiyete bir cihetle mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezalik o ism-i mübareğe intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dâhil olduğum İttihad-ı Muhammedî’nin (asm) tarifi budur ki:

Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nurani ile merbut bir dairedir. Dâhil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetü’l-vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, Kalû Belâ’dan dâhil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmaları da Levh-i Mahfuz’dur. Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, cami ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlem’dir (asm). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede yani ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve –eğer zarar etmezse– nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Ve kılınçları da berahin-i kātıadır. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da i’lâ-i kelimetullahtır. Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir, onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.

Şimdi maksadımız, o silsile-i nuraniyeyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk-i hâhiş-i vicdaniye ile tarîk-i terakkide kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira i’lâ-i kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.

İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı Şarkiye’yi ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamandaki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki demiş:

İhtilaf u tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni

İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz

İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni…

Yavuz Sultan Selim

Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten halâs etmek ve umum mü’minlere şümulünü ilan etmek. Tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ ki zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.

Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i mebusan ve a’yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim…

SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zira ittihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve i’lâ-i kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (asm) ki umum mü’minlere şâmildir. Cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehitler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker –zabit olsun, nefer olsun– hariç değil ki tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim…

DOKUZUNCU CİNAYET: Mart’ın 31’inci günündeki dehşetli hareketi, iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. Fakat yedi renk süratle çevrilse yalnız beyaz göründüğü gibi; o ayrı ayrı matlablardaki fesadatı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mu’cize gibi muhafaza eden lafz-ı şeriat yalnız göründü.

Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyü’ne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı zaten elbisem beni ilan ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun Hareket Ordusuna mukabele ederek ispat-ı vücud edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu. Tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim. Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.”

Tekrar sual ettim: “Kaç zabit vurulmuş?” Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdab ve hududu icra olunacak.”

Bir de gazetelere baktım, onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

“Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa siz, o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.”

Ben onların hareketini, şecaatlerini okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdir ile beraber, nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.

Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün.” demediğimden cinayet ettim…

ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:

Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vâbestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâm’a zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz.

Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’an’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sabittir ki: Sağlam dindar, hakperest ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız zabitlerinizdir.

Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed’in kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılabları siz itaatinizle kan dökmeden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü’l-fikir bir zabiti zayi etmek, manevî kuvvetinizi zayi etmektir. Zira şimdi hüküm-ferma, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazen bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil.

Elhasıl: Fahr-i Âlem’in fermanını size tebliğ ediyorum ki: İtaat farzdır. Zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler!.. Yaşasın meşruta-i meşrua!..

Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden cinayet ettim…

ON BİRİNCİ CİNAYET: Ben Vilayat-ı Şarkiye’de aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin. Zira o vilayatta nim-bedevî vatandaşların zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir.

Ve o sâik ile Dersaadet’e geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte –şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan– istibdatlar, merhum Sultan-ı Mahlu’a isnad edildiği halde; onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hata ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan Vilayat-ı Şarkiye’nin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye ve tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki bu dehşetli mahkemeye girdim!..

YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslah tarîk, musalahadır.” mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sâbık’a, ceride lisanıyla söyledim ki:

“Münhasif Yıldız’ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar âlî olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et! Zekâtü’l-ömrü, ömr-ü sânî yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.”

Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.

Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (Hâşiye[16])

Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyet’e uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifrat-perver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu seddi çekenler, ref’ etmelidirler. Vatan namına rica olunur.

Ey paşalar, zabitler! Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:

Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı akvamiye teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdat olan ve “İttihat ve Terakki” ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.

Fahir olmasın, derim: Biz ki hakiki Müslüman’ız. Aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki: اِنَّمَا الْحٖيلَةُ فٖى تَرْكِ الْحِيَلِ

Fakat meşru, hakiki meşrutiyetin müsemmasına ahd u peyman ettiğimden istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.

Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”

En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan hatamı itiraf ederim ki nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan emr-i bi’l-marufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.

Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazen o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam masum iken cezaya müstahak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

Ey ulü’l-emr! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihati tesir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfem var. Kahrolayım, eğer idama esirger isem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem.

Sureten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız. Sâniyen: Kendinize zarardır. Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kātıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar kaç tanesi sağlam çıkacaktır.

Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلَانِ اَنّٖى مُرْتَجِعٌ (Hâşiye[17]) Zira yalanlarla ittihat yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.

31 Mart Hâdisesi denilen o sâıka ve müthiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki neticesi herc ü merc olduğu halde, min indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira o hâdiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

1- Yüzde doksanı İttihat ve Terakki’nin aleyhinde hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

2- Fırkaların meydan-ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.

3- Sultan-ı mazlumu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdab-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne set çekmekti.

5- Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey’in kātilini meydana çıkarmaktı.

6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

7- Hürriyeti, sefahete şümulünü men’ ve âdab-ı şeriatla tahdid ve avamın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat’-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dâm (tuzak) ve plan serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalağat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşleri idi. Bu metalib-i seb’ada; nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyza tecelli etti, fesadın önüne set çekti.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz ancak milliyetimiz olan İslâmiyet’in terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi.” olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye hem sevab-ı âhiret hem hamiyet-i milliye hem hamiyet-i İslâmiye hem hubb-u vatan hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.

Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmaya sezadır.

Birinci Sual: (Hâşiye[18]) Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek, buradaki görenek ve âdâta binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse yahut bir veli haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.

Üçüncü Sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü Sual: Bir masumu idam etmek mi yoksa on caniyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?

Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin belki yüzde sekseni masum iken acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hal hüküm-ferma olsa garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir?

Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muaheze olunsa acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plan olmaz mı? Böyle olmasa idi başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?

On Birinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hüküm-fermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için gayet telaş ve zahmetle onları def’e çalışırken biri çıksa dese ki: “Maksadı sivrisinekleri, arıları def’etmek değil belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister.” Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır?

Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.

Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلٰى عَلَيْهِ

Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalatalar dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah.

Sizin işkenceli hapishanenizin hali; zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalpler hazîn, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber vicdanım beni tazip etmediği için o hal bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.

Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.

Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalplerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden “Ây! Vây!” ve “Âh!”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsait bir zemin ise herkes şahit olsun ki o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalp, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hüküm-fermadır.

Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa şahit olunuz ki böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.

Muarradır feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan

Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna

Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden

Öyle mecnunuz ki ettik vuslat-ı leyladan istiğna…

Tenbih: Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakiki medeniyet nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i neviyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mana-yı meşrutiyete ibtila ve muhabbetimin sebebi şudur ki:

Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde bâhusus bundan sonra Asya’da hüküm-ferma olduğu halde her bir ferd-i Müslüman, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine mâlik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslâm’ı esaretten halâs etmeye bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir; su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah elektrik-i hakaik-i İslâmiyet’le imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriatın terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

İstibdadın Garibüzzamanı

Meşrutiyetin Bedîüzzamanı

Şimdikinin de Bid’atüzzamanı

Said Nursî

***

Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesi’ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar: Niye böyle dikkat ediyorsun?

Bedîüzzaman der: Medresemin planını yapıyorum.

O der: Nerelisin?

Bedîüzzaman: Bitlisliyim.

Rus polisi: Bu Tiflis’tir!

Bedîüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

Rus polisi: Ne demek?

Bedîüzzaman: Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkışaa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

Rus polisi: Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

Bedîüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

Rus polisi: İslâm parça parça olmuş?

Bedîüzzaman: Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar, ilâ âhir…

Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıta başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfak-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilan edecektir.

***

Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medeni, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevap halinde “Münazarat” isimli bir kitap neşretmiştir.

Bedîüzzaman’ın bir taraftan ehl-i siyasetle, diğer taraftan halk tabakası ve aşiretlerle muhaveresi, şüphesiz ki gayet merak-âverdir. Bütün bunlarda; bu zatın yegâne azim ve gayesinin İslâmiyet nurunun ve Kur’an hakikatlerinin dünyaya yayılması olduğu ve kendisinin de bir dellâl-ı Kur’an vazifesini bütün hayatında îfa ettiği görülmektedir.

Bedîüzzaman’ın, Şark’taki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misal

Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Elcevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de mağlup bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan ve herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan envar-ı İlahînin lemaatının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerarat-ı neyyiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u nuraninin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amud-u nurani; dinin himayetini, şehametinin başına, murakabesinin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki lemaat-ı müteferrika tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir.

Evet, evet, eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlahiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.

Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen musika-i İlahiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalp ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir neviyle onu ilan eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağı ile işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

S- Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdeta hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse başkasına zarar etmemek şartıyla bir şey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

C- Öyleler hürriyeti değil belki sefahet ve rezaletlerini ilan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nâzenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın.

Fakat ey göçerler! Sizde olan yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemut ve vahşetle âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vakıâ şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellisi varsa o da hürriyetleridir.

Lâkin güneş gibi parlak, ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

S- Nasıl, hürriyet imanın hâssasıdır?

C- Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar. İşte asr-ı saadet…

S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C- Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.

S- Heyhat! Bize teselli veren şu ulvi emeli yeise inkılab ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?

C- Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet; âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en fe-şey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilafatın gubarını silkip hakiki münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî-beşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavî ve en bâki hayatı intac eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.

S- Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

C- Müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men’etse nasıl benî-Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (ra) âdi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyübî’nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. (Hâşiye[19])

Zira meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktar-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan zarar etmez.

(Otuz Bir Mart Hâdisesi Hakkında Bir Cevabı)

Ben 31 Mart Hâdisesi’nde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra sağını solundan fark etmeyenler, hâşâ şeriatı istibdada müsait zannederek, tuti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz!” demekle, hakiki maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah! (Hâşiye[20])

Hakikaten bence, Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri, İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyet’ten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyet’e bütün mevcudiyetiyle taraftardır; lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…

Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele. Taklit ise ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.

Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-i İslâmiyet’e ittibaları nisbetindedir. Başkalarının temeddünü ise dinleriyle makûsen mütenasiptir.

Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline (emellerine) neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı –yani din-i hak olan dane-i hakikati– elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-i İslâmiyet’i nasıl dar buldunuz ki fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip İslâmiyet’in yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz. Hem de umum kemalâtı câmi’ ve bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı nurani-yi İslâmiyet’i, ne cüretle matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşahedatına tabidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

S- İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak?

C- Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız “Sadakte!” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki:

Mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (Hâşiye[21]) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنٖيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Hâşiye[22]) hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medeni ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz tâ ki hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..

S- Eskiler bizden a’lâ veya bizim gibi; gelenler bizden daha fena gelecekler?

C- Ey Türkler ve Kürtler, acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlatlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem… Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!”

Hem de sol safında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlatlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşagabeli bir kıyas oldunuz!”

İşte ey bedevî göçerler (ve ey inkılab softaları! (*[23]) )Manzara-i hayal (Hâşiye[24]) üstünde gördünüz ki şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.

(Cevaplardan Bir Kısım)

Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin hârikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filan yiğittir.” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler eğer uyansalar hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine (Hâşiye[25]) yani üç yüz milyon İslâm’ın uhuvvetlerini ve manevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revaç bulmadığından bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezaili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem büyük bir taaccüb ile görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ı hazıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezası olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar.” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrayı gayr-ı müslimler çalmışlar. Çünkü onların bir fedaisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun, içinde bir hayat-ı maneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun.” veyahut وَاِنْ مُتُّ عَطْشًا فَلَا نَزَلَ الْقَطْرُ olan kelime-i hamka ve seciye-i avrâ, himmetimizin elini tutmuş rehberlik ediyor.

İşte en iyi haslet ki dinimizin muktezasıdır. Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek milletimiz olan İslâmiyet haydır, ile’l-ebed bâkidir. Milletim sağ olsun. Sevab-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır, âlem-i ulvide beni mütelezziz eder. وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا ” deyip Nur’un ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

S- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

C- Doğruluk.

S- Daha?

C- Yalan söylememek.

S- Sonra?

C- Sıdk, sadakat, ihlas, sebat, tesanüddür.

S- Neden?

C- Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.

S- En evvel rüesamız ıslah olunmalı?

C- Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

Eyyühe’r-rüus ve’r-rüesa! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü şu mesakini istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ

İşte şimdi hizmet vaktidir.

Elhasıl: İslâm (Hâşiye[26]) uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tövbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyet’in kudsî milliyetine daha yakınsınız.

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp beni tacir zannettiklerinden derlerdi ki:

S- Tacir misin?

C- Evet, hem tacirim hem de kimyagerim.

S- Nasıl?

C- İki madde var, mezcettiriyorum: Birinden tiryak-ı şâfî, birinden elektrik-i muzi tevellüd eder.

S- Bunlar nerede bulunur?

C- Medeniyet ve fazilet çarşısında; cephesinde insan yazılı, iki ayak üstünde gezen sandık içindeki, üstünde kalp yazılan ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

S- İsimleri nedir?

C- İman, muhabbet, sadakat, hamiyet.

Ceride-i seyyare, Ebu lâşey, İbnü’z-zaman, Ehu’l-acayip, İbnü ammi’l-garaib

Said Nursî

***

Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ulemasının ilhahı ve ısrarı üzerine, Camiü’l-Emevî’de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemaate karşı bir hutbe îrad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bilâhare buradaki hutbesi “Hutbe-i Şamiye” namıyla tabedilmiştir.

Bu Hutbe-i Şamiye; İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî manevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felaket ve esarete hangi sebeplerden dolayı maruz kaldıklarını bildiren ve buna karşı çare-i halâs gösteren ve bundan sonra İslâmiyet’in zemin yüzünde maddî manevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini delail-i akliye ile ispat eden, müjde veren çok kıymettar, bütün Müslümanlara hattâ insanlığa şâmil bir derstir, bir hutbedir.

Hutbe-i Şamiye’nin baş taraflarında diyor:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

1- Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

3- Adâvete muhabbet.

4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.

5- Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

6- Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilacını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’aniyeden ders aldığım altı kelime ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

BİRİNCİ KELİME: El-emel. Yani rahmet-i İlahiyeye kuvvetli ümit beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldığım derse binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab’ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Yeisin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek (Hâşiye[27]) derecede kanaat-i kat’iyemle derim:

İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddimatlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddimatına başlıyoruz:

İslâmiyet hakaiki hem manen hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan manen terakki ise: Biliniz! Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus’u mağlup eden Japon başkumandanının İslâmiyet’in hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyenin kuvveti nisbetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-i İslâmiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir.

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.

Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!

Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkısafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emareleri göründü. 71’de fecr-i sadık başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa otuz kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.

Evet, hakikat-i İslâmiyet’in mazi kıtasını tamamen istilasına sekiz dehşetli maniler mümanaat ettiler:

Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.

Dördüncü, Beşinci Maniler: Papazların, ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat, nev-i beşerde başlamasıyla zeval bulmaya başlıyor.

Altıncı, Yedinci Maniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mani de zeval buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak.

Sekizinci Mani: Fünun-u cedidenin bazı müsbet mesaili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî manalarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilasına bir derece set çekmiş.

Mesela, küre-i arzda emr-i İlahî ile nezarete memur Sevr ve Hut namlarında iki ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden İslâmiyet’e muarız çıkmışlar.

Bu misal gibi yüz misal var ki hakikati bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmaya mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mu’cizat-ı Kur’aniye’de fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’an’ın bir lem’a-i i’cazını gösterip ehl-i fennin medar-ı tenkit zannettikleri Kur’an-ı Kerîm’in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Bu mani, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.

Evet, bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda telifatları var. Bu sekizinci dehşetli manianın zîr ü zeber olacağına dair emareler görünüyor.

Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip cihazatını verip o sekiz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.

Evet, meşhurdur ki: “En kat’î fazilet odur ki düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.”

Bedîüzzaman, misal olarak İslâmiyet’in hakkaniyeti hakkında takdirkâr ifadelerde bulunan Prens Bismark ile Mister Karlayl’ın sözlerini naklettikten sonra diyor:

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika, İslâmiyet’le hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.

Ey Cami-i Emevî’deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki istikbalin kıtalarında hakiki ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve hurafattan, tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki Kur’an’a tabi olur, ittifak ederler.

İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyet’in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki: İslâmiyet, maddeten dahi istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâm’ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli, kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizaç edip yerleşmiş.

Birincisi: Bütün kemalâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakiki bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyet’tir.

İkinci Kuvvet: Medeniyetin ve sanatın hakiki üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedit bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren, o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvi hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer’iyenin esasları olan, müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki i’lâ-yı kelimetullahı ilan ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye’nin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâm’ın şahs-ı manevîsi o kat’î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def’etmek, silah ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silah, kılınç yerine hakiki medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.

Biliniz ki:

Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı.

İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demir yolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup yeise düşüyorsunuz ve âlem-i İslâm’ın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.

Madem meylü’l-istikmal (tekemmül meyli) kâinatta, fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev-i beşerin eski hatîatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek inşâallah…

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir.

Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşi ile sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.

İKİNCİ KELİME: Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:

Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi garpta bir iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.

Hem o yeistir ki yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş.

Hem o yeistir ki kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istila ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, meyusiyetle kırıldığı için zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslüman’ı kendilerine esir etmiş.

Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zanneder “Neme lâzım!” der “Herkes benim gibi berbattır.” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o kātilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.

لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.

مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ hadîsinin hakikati ile belini kıracağız inşâallah.

Yeis; ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı, âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Araplar yeisi bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvi seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk, tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nâr ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Hâşiye[28])

Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim! Ve kırk elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. “Urvetü’l-vüska” sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise zaman onu neshetmiştir.

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazen bir kalmıyor. Belki bazen binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakiki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi, kalesi hükmündedir. Arap-Türk hakiki iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdır.

İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit, alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında bütün efradı müttehem olur. Güya her bir fert o cinayeti işlemiş gibi o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki bu zamanda, hususan kırk elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukukuna tecavüz olur. Kırk elli sene sonra çok misalleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevî’deki kardeşler ve kırk elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvan-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz fakat menfaat vermeye iktidarımız yok, onun için mazuruz.” diye özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz makbul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım!” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizlere gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi bu zamanda hasene –yani İslâmiyet’in kudsiyetine temas eden iyilik– yalnız işleyene münhasır kalamaz. Belki bu hasene, milyonlar ehl-i imana manen fayda verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım!” deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!..

Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyorum. Yani Kürt gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyor.

Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve İslâmiyet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvidir. Hususan kırk elli sene sonra Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvi bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşâallah nesl-i âti görecek.

Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyasatın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki İslâmiyet’i kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa yahut bir arkadaşı olan başka çarka tecavüz etse makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâm’ın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebilerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir mal verdiler.

Aynen öyle de yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Mesela:

Bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır.

Halbuki ecnebilerden içimize giren pis, fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir.

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “Nefsî! Nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfaat-i şahsiyesini düşünmekle bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ الْاِنْسَانِ لِاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

Yani kimin himmeti yalnız nefsi ise o, insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenidir. Ebna-yı cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Mesela, bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşamadığından ebna-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olmasından ve onlara manevî bir fiyat vermeye mecbur olduğundan fıtratıyla medeniyet-perverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cani bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese hakiki özrü olsa o müstesna!

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ âyet-i kerîmesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki nev-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıta olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya Kıtası’nın ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıtalar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki üç yüz belki dört yüz milyon İslâm’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki o hürriyet-i şer’iye, âdab-ı şer’iye ile süslenip Garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

اَنْ لَا يُذَلِّلَ وَ لَا يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لَا يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ

وَ لَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ ۞ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani iman bunu iktiza ediyor ki tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi –Allah’tan başka– kendinize Rab yapmayınız! Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır.

فَلْيَحْيَى الصِّدْقُ وَلَا عَاشَ الْيَاْسُ فَلْتَدُمِ الْمَحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورٰى

اَلْمَلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûra kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret, heva hevese tabi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tabi olanların üstüne olsun, âmin!

***

Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medresetü’z-Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkiye namına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz:

Hürriyet’in başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle vilayat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu.

Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”

Dedim: Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman hamiyet-i diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine –yani menfaat-i şahsiyesini millete feda edene– münhasır kalır. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı.

Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı saadet ve tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kaledir.” dediğim vakit o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:

Bakınız bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği halde o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”

Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuğun yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için elbette şimendifer bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan, şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.

O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi… Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle ispat ettiği bir hakikati ki bu risalenin mukaddimesinde bir iki misali söylenmiş. Mesele şudur ki:

Küfür ve dalalet, bütün kâinatı ehl-i dalalete binler müthiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut tâ kalpteki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi’ mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle küfür ve dalalat bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini gösterip yalnız iptal-i his nevinden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte iman ve küfrün muvazenesi âhirette cennet ve cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür dünyada dahi bir manevî cehennem ve hakiki saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat’î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halk ettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.

Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazireleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat içindeki maddî ve manevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak belki sevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, imanla görüyor ki o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni’-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemalât-ı sanata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip saadet-i ebediyenin bir numunesini iman gösteriyor.

İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak, kuvve-i maneviyesi kırılmak belki o temsildeki masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i maneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni’-i Hakîm’in hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. “Sâni’-i Hakîm’in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler.” deyip anlar. Kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde derecesine göre saadete mazhar olur.

Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi onun cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer.

İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalaletin de bu dehşetli şakavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp Garplılaşmak unvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanması, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu; pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa Kur’an’ın hakaikine yapışacak.

***

(Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbi’nin akabinde, İstanbul’da Biraderzadesi Abdurrahman ile birlikte.)
(Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbi’nin akabinde, İstanbul’da Biraderzadesi Abdurrahman ile birlikte.)

***

O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm Dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihatçılara hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını vaad ederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri yani Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki dârülfünun için tahsis edilen on dokuz bin altın liranın Şark Dârülfünunu için verilmesini talep eder, bu talebi kabul edilir.

Bedîüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumî’nin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said, talebelerine: “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felaket bize yaklaşıyor.” diye haber vermişti.

***

Bedîüzzaman Said Nursî’nin Gönüllü Alay Kumandanı olarak vatan ve millete fedakârane hizmetleri

Bedîüzzaman, Kafkas Cephesi’nde Enver Paşa ve Fırka Kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kalesi’nde şehit oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey’in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, Kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor, güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle Vastan’ın Rus istilasından kurtulmasına sebep olmuştur.

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşaratü’l-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir. (Hâşiye[29]) Bu hârika tefsirin başındaki “İfade-i Meram”ı tefsir hakkında bir derece malûmat vermesi itibarıyla aynen dercediyoruz.

İfade-i Meram

Kur’an-ı Azîmüşşan bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine, fertlerine hitaben arş-ı a’lâdan îrad edilen İlahî ve şümullü bir nutuk ve umumî ve Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri, ilimleri câmi’dir.

Bu itibarla zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden, karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’an-ı Azîmüşşan’a tefsir olamaz.

Çünkü Kur’an’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine, maddiyatına ve câmi’ bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki ona göre bir tefsir yapabilsin.

Maahâzâ bir ferdin mesleği, meşrebi, taassuptan hâlî olamaz ki hakaik-i Kur’aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin.

Maahâzâ ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğerki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.

Binaenaleyh Kur’an’ın ince manalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlerinin tesbitiyle, her biri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tetkikatından geçmesi lâzımdır ki umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı ümmet hücceti elde edebilsin.

Evet, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada mâlik ve bir velayet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle telahuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmekten ve hürriyet-i fikirle taassuptan âzade olmakla tam ihlaslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. Ve o şahs-ı manevî Kur’an’ı tefsir edebilir. Çünkü “Cüzde bulunmayan, küllde bulunur.” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. Böyle bir heyetin zuhurunu çoktan beri bekliyorken, hiss-i kable’l-vuku kabîlinden, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arefesinde bulunduğumuz zihne geldi (Hâşiye[30]).

“Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde tamamıyla terk etmek caiz değildir.” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber; Kur’an’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umumî’nin patlamasıyla Erzurum’un Pasinler’in dağlarına ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise nurun alâ nur, şayet muhalif cihetleri varsa benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır fakat hatt-ı harpte büyük bir ihlas ile şehitler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehitlerin kan ve elbiselerinin tebdili gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir. Çünkü hakikat-i ihlas ile baktım, tashih yerini bulamadım. Demek, sünuhat-ı Kur’aniye olduğundan i’caz-ı Kur’aniye onu yanlışlardan himaye etmiş.

Maahâzâ kaleme aldığım şu İşaratü’l-İ’caz adlı eserimi, hakiki bir tefsir niyetiyle yapmadım ancak ulema-yı İslâm’daki ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım.

***

O muharebede; yirmi talebe kadar kıymettar ve “İşaratü’l-İ’caz” tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehit düşer.

O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bedîüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: “Bunlara ilişmeyiniz!” diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı, onlar da Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp “Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz.” diye ahdettiler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle masumların felaketten kurtulmasını temin etmiş oldu.

Bir müddet sonra Ruslar, Van ve Muş tarafını istila edip üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bedîüzzaman’a:

— Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz, dediler.

Bedîüzzaman onlara:

— Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört beş gün mukavemete mecburuz, demesi üzerine onlar:

— Muş’un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur, dediler.

Bedîüzzaman:

— Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm, diyerek üç yüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takip eden bir alay Rus Kazağına kendi muhbirleri: “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey bin kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar.” diyerek pek ziyade mübalağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bedîüzzaman da beraberindeki üç yüz gönüllüyü rast geldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini temin eder. O toplarla üç dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukabele edip bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.

Bedîüzzaman, o harpte gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki: “Şu anda şehit olsam bu vaziyetim yani en ileride göze çarpan şu halim, sakın mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlasıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın.” diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. (Hâşiye[31])

Avcı hattında dolaşırken vücuduna dört gülle isabet etmiş fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

— Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek!..

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.

Geceleyin Vali ve Kumandan Kel Ali ve ahali kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra; bir kısım fedakâr talebeleriyle Bitlis’te bakiyye kalan bir kısım bîçareler için kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehit olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehit düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip hayatta kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı hem ayağı kırık bir halde, otuz üç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müthişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zabitleri bulunduğu halde, kemal-i istirahat-i kalple ve ahalinin kurtulmasının sevinciyle sürur içinde, beraberindeki arkadaşlarına teselli vererek der:

— Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse; o vakit silahlarımızı kullanacağız, kendimizi ucuza satmayacağız, bir iki düşmana kurşun atmayacağız.

Latîf bir inayet-i İlahiyedir ki otuz üç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bedîüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedailere hitaben:

— Arkadaşlar! Durmayınız. Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:

— Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehit olursak yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar.

Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevk ederler.

Ermeni fedaileri meşhurdur; hattâ öyle rivayet ederler ki: “Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bedîüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”

Bedîüzzaman’ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şâyan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bedîüzzaman Kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, Kumandan tercüman vasıtasıyla der:

— Beni herhalde tanımadılar?

Bedîüzzaman:

— Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

Kumandan:

— Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.

Bedîüzzaman:

— Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh ben sana kıyam etmem, der.

Bunun üzerine Bedîüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bedîüzzaman:

— Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus Kumandanı gelerek Bedîüzzaman’dan özür dileyip:

— “O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz.” diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.

***

Bedîüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fîsebilillah Kur’an’a, İslâmiyet’e, sünnet-i seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da kat’iyen boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu.

Bir gün, doksan zabit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir. “Siyasî ders veriyor.” diye dersine mani olursa da faaliyetinin dinî, ilmî, içtimaî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.

Nihayet esaretten firar ile kurtulup Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare Viyana tarîkıyla (Rumî 1334) senesinde İstanbul’a teşrif eder.

(Bedîüzzaman’ın, Rusya esaretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya’ya geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği tarafından verilen pasaportudur.)
(Bedîüzzaman’ın, Rusya esaretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya’ya geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği tarafından verilen pasaportudur.)

 

(Bedîüzzaman’ın 1918 tarihinde Rusya esaretinden avdet edip Almanya’ya uğradığı zaman Almanlar tarafından alınmış fotoğrafı.)
(Bedîüzzaman’ın 1918 tarihinde Rusya esaretinden avdet edip Almanya’ya uğradığı zaman Almanlar tarafından alınmış fotoğrafı.)

Harb-i Umumî’de gönüllü alay kumandanı olan Bedîüzzaman Said Nursî, bu esaret hayatını bir eserinde (Hâşiye[32]) şöyle anlatıyor:

Yirmi Altıncı Lem’a’nın Dokuzuncu Rica’sından Bir Kısım

Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim, dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahara yakın, o şimal kıtasının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum.

O karanlıklı gecelerde ve karanlıklı gurbette ve Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum fakat Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya يَوْمَ يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شٖيبًا sırrına mazhar olarak öyle günlerdir ki çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum.

O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet, hazîn vaziyet içinde hayattan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdat geldi; dilim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

غَرٖيبَمْ بٖى كَسَمْ ضَعٖيفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلْاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خٰواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلٰهٖى

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip

Yokluğa kanat açıp

Şevk ile her dem uçup

Çağırırım dost, dost!

diye, dostları arıyordu. Her ne ise… O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilat ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki bakiyye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda kabre yalnız gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddi ve çok ahbap ve İstanbul’un şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlık idi. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyaz parçası idi ki ileriyi göremedi, yine yattı tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî Fütuhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

***

İstanbul’u tekrar şereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halkı çok fazla memnun ve mesrur etti. Kendisine haber verilmeden, Meşihat Dairesindeki “Dârülhikmeti’l-İslâmiye” azalığına tayin olundu. Dârülhikmet, o zaman Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm âlimlerinden mürekkeb bir İslâm akademisi mahiyetinde idi.

Çok zeki, kahraman ve gayyur bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzadesi Abdurrahman (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor:

1334 senesinde esaretten geldikten sonra amcam, rızası olmadan Dârülhikmeti’l-İslâmiyeye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dârülhikmete devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maişetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben:

— Ben sevad-ı a’zama tabi olmak isterim. Sevad-ı a’zam ise bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabi olmak istemem, demişlerdir.

Dârülhikmetten aldığı maaştan miktar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebâkisini bana vererek “Hıfzet!” derdi. Ben de bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki:

— Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarf ettin? Mademki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!

Bir müddet aradan geçti… Hakaikten on iki telifatını tabettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların tabına verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:

— Maaştan bana kut-u lâyemut caizdir, fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.

Dârülhikmetteki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü orada müştereken iş görmek için bazı maniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki Bedîüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki Dârülhikmeti’l-İslâmiyede demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı, Dârülhikmeti kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı pervasızca mücadele etti. İslâmiyet’e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.

***

Esaretten avdetinden sonraki İstanbul hayatına dair kaleme aldığı bir parçadır:

Yirmi Altıncı Lem’a’dan Onuncu Rica

Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul’da bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfaka dağıtmış iken, bir gün İstanbul’un Eyyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfaka baktım. Birden, bakıyorum benim hususi dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim: “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki bana böyle hayal veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım, kalbime ihtar edildi ki: “Bu senin etrafındaki kabristanın yüz İstanbul içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp bu dehşetli hayal ile Sultan Eyyüb Camii’nin mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiğim gibi bu defa da girdim. Düşündüm ki ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduğum gibi İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi çok sevdiğim ve müptela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya –ibret için– gittiğimden bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.”

Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî (ks) Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılab etti. Şöyle ki:

O hazîn hale karşı Kur’an’dan gelen nur böyle ihtar etti ki senin, şimal-i şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette zerre miktar aklın varsa İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtınalı kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbul’a geldin.

Aynen öyle de senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.

Evet, bu hakikati Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette ispat etmiştir ki bütün bütün kalpsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalalet kalbini boğmamış ise görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ihsanatıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerîm ve Rahîm; masnuatı içinde en mükemmel ve en câmi’, en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bilbedahe sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz, âkıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi başka bir hayatta sümbül vermek için Hâlık-ı Rahîm o sevdiği masnuunu bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar. (Hâşiye[33])

İşte bu ihtar-ı Kur’anîyi aldıktan sonra o kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı A’zam (ks) Fütuhu’l-Gayb’ıyla, bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi İmam-ı Rabbanî de (ks) Mektubat’ıyla, bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah’a şükrettim.

***

On Birinci Rica

Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca Tepesi’nde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman (r. aleyh) ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesudane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum, Dârülhikmette meslek-i ilmiyeme münasip en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr hem talebe hem hizmetkâr hem kâtip hem evlad-ı maneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mesud bilirken âyineye baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette, Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse baktım ki çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi.

Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki bu dünya-perest insanları divane görüyorum?” Her ne ise…

Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere müptela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım.” diyerek taharriye başladım.

O vakit her şeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî meseleler ruhumu pek çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu.

Birden Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur’an-ı Hakîm’deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahi’l-hamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi.

Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifa edip burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için binler bürhandan bir tek bürhan beyan edeceğim. Tâ ki gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen malayaniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın. Tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin vekaleti namına nefsim dedi ki: Bu kâinattaki eşyanın, tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Her şey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?

O vakit nur-u Kur’an ile sırr-ı tevhid, şu gelecek suretle inkişaf etti. Kalbim o mütefelsif nefsime dedi:

En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazen sanat ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek tavuktan sanatça ileri geçmezse de geri de kalmaz. Öyle ise büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden bir tek zata verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi bu şık vâcibdir, zarurîdir.

Çünkü bir tek zata yani bir Kadîr-i Ezelî’ye verilse; madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat’î tahakkuk eden ilmi, her şeyi ihata ediyor ve madem ilminde her şeyin miktarı taayyün ediyor ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor ve madem o Kadîr-i Alîm’in bir kibrit çakar gibi “Emr-i kün feyekûn” ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’a’nın âhirinde ispat edildiği gibi hadsiz bir kudreti var; elbette bilmüşahede görülen hârikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Mesela, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse o koca kitap, birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de o Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, her şeyin suret-i mahsusası bir miktar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak “Emr-i kün feyekûn” ile o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi gayet kolay ve suhulet ile kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelî’ye ve Alîm-i külli şey’e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber, o küçücük sineğin vücudunda çalışan zerreler o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i sanatını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla hiçten icad edemez. Öyle ise her halde onlar icad etse elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envaından numuneler, içinde vardır. Âdeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor.

Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için hadsiz hadd ü hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde, bir tek şekil ve miktarda sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen اِنَّ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu âyet-i azîmenin sırrıyla (Hâşiye[34]) bütün esbab-ı maddiye toplansa onların ihtiyarları da olsa bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise bilbedahe esbab, bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek sahib-i hakikileri başkadır.

Evet, öyle bir sahib-i hakikileri var ki مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. “Emr-i kün feyekûn”e mâlik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka, hadsiz sıfât ve ahval ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden ve ilminde her şeyin planı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyarat mutî bir ordusu olduğu gibi zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.

Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturlarıyla çalışıyorlar; elbette o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrut’u gebertir. Karınca, Firavun’un sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor.

Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla padişaha intisap noktasında yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de her şey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizat-ı sanata mazhar olabilir.

Elhasıl: Her şeyin nihayet derecede hem sanatlı hem suhuletli vücudu gösteriyor ki muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtina dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zahir bir bürhan ile şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalaletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve lillahi’l-hamd, tam imana geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi bana saadet-i ebediyeyi vermek için koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak hem sineği halk ettiği gibi semavatı da icad edecek hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi bir zerreyi de göz bebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez; semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabb’im odur ki hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip cenneti yapıp kapısını bana açar “Haydi gir!” der.

İşte ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi fünununa sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’an’ın lisanındaki mütemadiyen ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ ferman-ı kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tagayyür etmez bir rükn-ü imanîyi anlayınız ki nasıl bütün manevî zulümatı dağıtır ve manevî yaraları tedavi eder.

***

İstanbul’da Dârülhikmette bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesi’nde yazdığı gayet acib bir vakıa-i ruhaniye:

Rüyada Bir Hitabe

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi: Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.

Gittim, gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a’sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.

Onlardan bir zat dedi ki: Ey felaket helâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et.

Ayakta durup dedim: Sorun, cevap vereyim.

Biri dedi: Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?

Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için bazen saadette felaket olduğu gibi felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâm’ın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse bağıracaktır. Şayet ölsek yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i (عَاجِلَۀِ) muvakkate kaybettik fakat bir saadet-i âcile-i (اٰجِلَۀِ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi: İzah et!

Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez. Galip olsa idik hasmımız, düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane hem tabiat-ı âlem-i İslâm’a münafî hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik âlem-i İslâm’ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürecek idik. Şu medeniyet-i habîse ki biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecek idik.

Meclisten biri dedi: Neden şeriat şu medeniyeti (*[35]) reddeder?

Dedim: Çünkü beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattir. O ise şe’ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebep olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şakavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki nev-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâekall ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

Hem serbest hevanın tahakkümüyle havaic-i gayr-ı zaruriye, havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken medeniyet, yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden, hileye harama sevk etmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı fakir, ahlâksız etmiştir.

Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!

Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hâssasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tabi olmaz… Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehalarıyla; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizaç olunmazsa şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim, pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz…

Dediler: Şeriat-ı garradaki medeniyet nasıldır?

Dedim: Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki şe’ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki şe’ni muhabbet ve tecazübdür. Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki şe’ni samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafüdür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki şe’ni ittihat ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâm’dan doksan belki doksan beştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan birincisi dese “Öl!”, diğeri diyecek “Diril!” Birinin menfaati, zarar – ihtilaf – tedenni – zaaf – uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, bâki kalmalı.

Birden meclisten tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!

Tekrar biri sordu: Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdiniz ki şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

Dedim: Mukaddimesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât. Zira yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik. Beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekâtı aldı. اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ

Mükâfat-ı hazıramız ise fâsık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.

Yine biri dedi: Bir âmir, hata ile felakete atmış ise?

Dedim: Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir (o ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise derece-i şehadet ve gaziliktir.

Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti.

***

Bedîüzzaman, yanında başka kitaplar bulundurmuyordu.

— Neden başka kitaplara bakmıyorsun? denildiğinde, buyururlardı ki:

— Her şeyden zihnimi tecrit ile Kur’an’dan fehmediyorum.

Eserlerden nakletse de bazı mühim gördüğü mesaili, tağyir etmeden alırdı.

— Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun? diye sorulduğunda:

— Hakikat usandırmaz, libası değiştirmek istemem, buyururdu.

Yukarıda bir nebze zikredilmişti ki Bedîüzzaman hakaik-i Kur’aniyeye (Hâşiye[36]) ait on iki telifatını tabettirmişti. Bu eserlerden üç dördü Türkçe olup mütebâkisi Arabîdirler. Bu zamana kadar hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarz-ı beyan ve ifade ile hakikatleri ispat ediyorlar.

Dârülhikmette bulunduğu zamanlarda geçirdiği bir inkılab-ı ruhîyi, bilâhare neşrettiği bir eserinde şöyle beyan ediyor:

Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki yollar muhtelif, tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî’nin (ra) “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ Acibdir ki o vakit ben, Dârülhikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabip ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcatını dinledim, çok istifaza ettim.

Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül ederek açtım. Acayiptendir ki bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bedîüzzaman” lafzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında “Mirza Bedîüzzaman’a Mektup” diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitap ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı “Bedîüzzaman” idi. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bedîüzzaman-ı Hemedanî’den başka o lakapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Demek İmam’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali, benim halime benziyormuş ki o iki mektubu kendi derdime deva buldum.

Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok mektuplarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi arkasından gideyim?” tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve şu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise en a’lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. (Hâşiye[37])

***

“Harb-i Umumî’de mağlubiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz.” diyenlere cevaben:

Ben kendi elemlerime tahammül ettim fakat ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki o elemlerimi unutturacak inşâallah diyerek tebessüm eylerdi.

İstanbul’da en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseriyle gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir. İstanbul’un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin Meşihat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sualine, altı tükürük manasında verdiği makul ve sert cevapları, onun derece-i cesaret ve kemalât ve şecaatini fiilen göstermektedir. “Hutuvat-ı Sitte”yi neşrettiği zaman, Çanakkale’de muharebe oluyordu. İstanbul’un işgalini müteakip İngiliz Başkumandanına bu eser gösterilir ve Bedîüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, idam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de fakat kendisine, Bedîüzzaman idam edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz’e ebediyen adâvet edeceği ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine bir şey yapamaz.

İstanbul’da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil, Bedîüzzaman “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyeti ile; İngiliz’in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketi’ni desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.

Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça:

Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârülhikmeti’l-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.” Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hattâ bir kelime ile değil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..” demiştim.

***

İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden Ankara Hükûmeti; Bedîüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara’ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de cevaben:

Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.

Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu Mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır. Fakat ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dine karşı gördüğü lâkaytlık ve Garplılaşmak bahanesi altında, Türk milletinin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. O beyanname şudur:

يَا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظٖيمٍ

Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ü akd!..

Bu fakirin, bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

1- Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’an’ın en sarîh ve en kat’î emri olan salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Tâ onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

2- Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira Müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3- Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurani güruha refik olmaya çalışmak, âlîhimmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki aklı başındaki insanları işbâ etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.

4- Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa hattâ fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.

Bir zaman Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim sordum: “Sebep nedir?”

Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Halbuki bu sözü söyleyenler de namazsız hem de eşkıya idiler.

5- Enbiyanın ekseri Şark’ta ve hükemanın ağlebi Garp’ta gelmesi, kader-i ezelînin bir remzidir ki şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir; akıl ve felsefe değildir. Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.

6- Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki Yunan kadar İslâm’a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a’male tebdil etmeniz gerektir.

Görülüyor ki İttihatçıların o kadar azim ve sebat ve fedakârlıklarıyla; hattâ İslâm’ın şu intibahına da sebep oldukları halde, bir kısmı dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7- Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm’a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslâm’a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet, metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârane sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek; İslâmiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.

8- Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce tahripkârane iş ise bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm, zaten muhtaç değildir.

9- Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddi sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve intibaha gelmiş en cesîm ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, Frenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm’a münafî olduğundan âlem-i İslâm, nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.

10- Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi yirmi dört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete, dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.

Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bâhusus bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklit edilir. Kusurlarını, millet ya taklit veya tenkit edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek…

Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mana-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse; hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâekall beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا âyetine zıttır.

Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî ancak ona istinad ile vezaifini deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız.

Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise düşmanı tevkif etmez, teşci eder. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ

***

Bu mebusana hitap, namaz kılanlara altmış mebus daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir.

Bu parça, mebuslara ve umum kumandanlara ve ulemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde M. Kemal Paşa:

—Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der.

Bu söz üzerine Bedîüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:

—Paşa! Paşa! İslâmiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.

Bedîüzzaman Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan Şark Dârülfünununun tesisi için uğraşmaktan kat’iyen geri durmadı. Bir gün mebuslar heyetine der:

Bütün hayatımda bu dârülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.

O zaman yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine “Bunu mebuslar imza etmelidirler.” der.

Bazı mebuslar diyorlar ki: Yalnız sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım.

Bedîüzzaman: O Vilayat-ı Şarkiye, âlem-i İslâm’ın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şark’ta, ekser hükemanın Garp’ta gelmesi gösteriyor ki şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı, teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatli misal vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, tâli’sizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben –dört sene sonra– esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben şimdi, Râfızî bir Kürt’ü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.

Ben de: Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatli hamiyete çevirdim.

İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek –farz-ı muhal olarak– siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de her halde Şark Vilayetlerinde din tedrisatına a’zamî ehemmiyet vermeniz lâzım.

Bu hakikatli maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp 163 mebus o kararı imza ederler.

***

Bedîüzzaman küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği “Âlem-i İslâm’da büyük bir intibah ve inkişaf” emeliyle Ankara’ya gelmişti. Daha meşrutiyetin ilanından evvel, İstanbul’a gelmeden Şarkî Anadolu’da yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübahaseleri ve İstanbul’da birdenbire meydana çıkarak, ulemayı hayrete sevk etmesi ve ehl-i siyaseti telaşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılabın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi, daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes’uliyetini hem şevk ve sürurunu hissetmişti.

Hürriyet’in ilanını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve âlem-i İslâm kıtasında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. “El-Hutbetü’ş-Şâmiye”, “Sünuhat” ve “Lemaat” gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi “Şu istikbal zulümatı ve inkılabları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur’an’ın sadâsı olacaktır!” diye beyanatı vardı.

Abbasîleri müteakiben, âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilafet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş; İslâm’ın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istila ederek, Müslümanlığın mahvolduğu kanaatine varmışlardı.

İşte Bedîüzzaman, İlahî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlahî ve mu’cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni hükûmet-i cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatinde mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.

Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üç yüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu.

Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılab yapmak icab ediyorsa doğrudan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Yirmi Dokuzuncu Mektup Altıncı Risale olan Altıncı Kısım Birinci Risale)

Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî, edepsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raks edip zıplasa o vakit haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyet’in kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

İşte aynen bu misal gibi; âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; Frenk-meşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise ecnebilerin nâşir-i efkârı olan gazetecileridir. Her bir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise bu camide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyet’in bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahî cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mal ondan sudûr etse, lisan-ı hali manen âyât-ı Kur’aniyeyi okusa o vakit manen âlem-i İslâm’ın her bir ferdinin vird-i zebanı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duasında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i salihînin cadde-i nuranilerini terk edip heveskârane, heva-perestane, riyakârane, şöhret-perverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkiye düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ Sırrına göre ehl-i iman, ne kadar âmî ve cahil de olsa aklı derk etmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder.

İşte hubb-u câha meftun ve şöhret-perestliğe müptela adam –ikinci adam– hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقٖينَ Sırrına göre dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa fakat ihlas ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi meşru makam-ı manevî hem muhteşem bir makam kazanır ki o hubb-u câh damarını tamamıyla tatmin eder. Bu adam az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabani eşek arılarını kaçırıp mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâm’ın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir.

M. Kemal Paşa itiraz ile içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifade ile Bedîüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bedîüzzaman’a mebusluk hem Dârülhikmetteki eski vazifesini hem Şark’ta Şeyh Sünûsî’nin yerine Vaiz-i Umumî hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyet’ten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizbü’l-Kur’an hakkında “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dârülhikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı hem Vilayat-ı Şarkiye Vaiz-i Umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.

***

(Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbi’nin sonlarında.)
(Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbi’nin sonlarında.)

***

Ankara’daki hayatına dair Risale-i Nur’dan bir parça

(Yirmi Üçüncü Lem’a “Tabiat Risalesi”nden)

1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerîmenin bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî bir risalede yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti hem kuvvet buldu…

***

(Bedîüzzaman, kendisine tevdi edilen mebusluğu ve teklif edilen Diyanet’teki Müşavere Azalığını ve Şark Vilayetleri Umumî Vaizliğini kabul etmeyerek Ankara’dan Van’a giderken “Eski Said”i Yeni Said’e götüren tren bileti.)
(Bedîüzzaman, kendisine tevdi edilen mebusluğu ve teklif edilen Diyanet’teki Müşavere Azalığını ve Şark Vilayetleri Umumî Vaizliğini kabul etmeyerek Ankara’dan Van’a giderken “Eski Said”i Yeni Said’e götüren tren bileti.)

 

 

[1] Hâşiye: Molla Said’de küçük yaşta görülen bu izzet, nefse muhabbetten gelmiyordu. Kader-i İlahî, istikbalde i’lâ-yı kelimetullah vazifesini inayetiyle vereceği bir abdine, o vazifeyi bihakkın îfası için lâzım olacak hasletlerden biri olan izzet-i ilmiyeyi vermişti. Molla Said, henüz o zaman bunun mahiyet ve hikmetini belki bilemiyordu fakat zaman gösterdi ki şimdi muhteşem bir ağaç mahiyetini alan Risale-i Nur’un muazzam ve geniş hizmetinin levazımatından olan izzet-i ilmiyeyi Cenab-ı Hak, Molla Said’in ruhunda tâ o zaman küçük bir çekirdek olarak dercetmişti.

[2] Hâşiye: Zekât ve sadaka ve mukabilsiz hiçbir şey almadığının sebep ve hikmeti, Risale-i Nur’dan İkinci Mektup ve sair risalelerde beyan edilmiştir. Evet, Molla Said’in istikbalde Risale-i Nur’la göreceği hizmet-i imaniyeyi kemal-i ihlasla îfası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için “uhrevî hizmetin mukabilinde hiçbir şey talep etmemek” olan kudsî düsturun icmalî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlahiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti.

[3] Hâşiye: Tarihçe-i Hayat’ında yazılmamış, o rüyada mazhar olduğu bir hakikati sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamber’den ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur’an’ın talim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat’iyen kimseye sual sormamış fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevap vermiştir.

[4] Hâşiye: Yirmi üç senede telifi tamamlanan ve yüz otuz kitaptan müteşekkil “Risale-i Nur” adlı eserleriyle, ilm-i kelâm sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür. Evet kendisi on beş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işarettir ki: “Bir zaman gelecek, on beş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on beş haftada ellere verebilecek Kur’anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak.” Evet tam zuhur etti ve aynen görüldü.

Risale-i Nur, otuz senelik müthiş bir zamanda gizli dinsiz ve ifsad komitelerinin hücumlarına rağmen iman hakikatleri derslerini yüz binler nüshalarıyla her tarafta neşrettiler ve binler kalemlerin gayretleriyle matbaalara ihtiyaç bırakmadan Kur’an’ın bu yeni dersleri yayıldı; milyonlarca insanın imanlarının takviyesine vesile oldu. Anadolu’daki Risale-i Nur’un faaliyeti, iman hizmeti ve makul yüksek dersleri, herkesin nazar-ı dikkatini celbetti. Mahkemeler ve tetkikler yoluyla Cenab-ı Hak, Nurları ehl-i siyaset ve hükûmete de okutturdu ve mektepliler arasında yayıldı, genç İslâm ve iman fedakârları çoğaldı ve bunun büyük bir neticesi olarak küfr-ü mutlakın ve dalaletin hücumu önlendi, geri çekildi. Yer yer bütün vatanda din lehinde cereyanlar başladı. İzn-i İlahî ile âlem-i İslâm ve insaniyete doğmaya başlayan İslâmî saadetin fecr-i sadıkını gösterdi, elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn…

[5] Hâşiye: 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” sualine cevaben:

— Eskişehir Mahkeme Reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım ispat eder, diyerek yukarıda zikredilen “Karınca Hâdisesini” anlatır ve şöyle der:

— Hulefa-yı Raşidîn her biri hem halife hem reisicumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşere’ye ve sahabe-i kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

[6] * Bir gün Bedîüzzaman’a soruldu: Kaydı nasıl açtın?

Dedi: Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazın kerametidir.

[7] Hâşiye: Bedîüzzaman’ın çok genç yaşındaki bu vukufiyeti, onun istikbaldeki çok muazzam hizmet-i Kur’aniye ve İslâmiyesi için hazırlanmasını temin etmiştir. Bu kanaatini o zaman izhar ettiğinden otuz kırk sene sonra, ilm-i kelâmda bir teceddüd yapan Risale-i Nur Külliyatı’nın telifine Cenab-ı Hak muvaffak eylemiştir.

[8] Hâşiye: Aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.

[9] Hâşiye: Maatteessüf o risale Van’da bir yangında yanmıştır.

[10] Hâşiye: Said Nursî, altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşa’nın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekat Nâzırı’nın İngiliz Meclis-i Mebusanında elinde Kur’an’ı göstererek “Bu Kur’an, Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız.” sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır. Kur’an’ın bir mu’cize olduğunu ispat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister, buna kat’î karar verir. Van’da bulunduğu on beş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi âlem-i İslâm’ın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder.

Nazirsiz bir allâme olan Bedîüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi sair emsalleri fevkinde kendisine ayrıca hikmet-i Kur’aniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hazırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’an’ın mu’cize olduğunu ispat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.

Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlahiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahib olmayan, bilakis mazlum ve bir nevi elleri kolları bağlı bir vaziyette Bedîüzzaman’ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu hem âlem-i İslâm hem dünyanın ekserisine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek manevî, küllî ve cihan-şümul bir inkişafın zuhuru; aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlahî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.

Filhakika bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i İlahiyeden bahsederken şöyle der:

Eski Harb-i Umumî’de ve daha evvellerinde bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim:

Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir. O hem Rahîm’dir hem Hakîm’dir.

Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat bana âmirane diyor ki:

İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!

Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; i’cazı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.

[11] Hâşiye: Burada şunu ilâveten beyan etmek icab eder ki: Said Nursî’nin hayatının son otuz kırk senesinde, din-i İslâm’a ve Kur’an’a hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inayetle Risale-i Nur ihsan edildiğinden ve âlem-şümul bir manevî cihad-ı diniye ve hizmet-i Kur’aniyede bulunduğundan anlaşılmış ve sonra kendileri de bir manevî ihtarla kaleme almışlardır ki onun hayatı bir intizam dairesinde geçiyordu. Yani ileride mühim bir hizmet-i Kur’aniyede bulunacağı için Cenab-ı Hak o hizmet-i Kur’aniyeye zemin hazırlamak hikmetiyle, Said’i fevka’l-had şartlar içerisinde ve fevkalâde inayet altında hârika bir zekâ ve deha ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ediyordu. Onun için tarihçe-i hayatın başında beyan edildiği vecihle, onun hayat ve ahvaline bu nokta-i nazarla bakmak lâzımdır. Ve hattâ kendisi Hürriyet’ten evvel birçok talebelerine, dostlarına:

— Bir nur görüyorum, istikbale büyük ümitlerle bakıyorum diye ehemmiyetli bir Kur’an hizmetinin vuku bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un şimdiki manevî hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesini, o zamanları siyaset âleminde olacak zannedip bütün kuvvetiyle İstanbul’da siyaseti dine, Kur’an’a âlet ederek çalışıyordu.

[12] * Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmek ve şimdi Avrupa’da Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

[13] Hâşiye: Evet, daha dehşetli bir istibdat ile pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.

[14] Hâşiye: Müellifin meslek ve meşrebine ait parçalar alınmış olup tafsilat arzu edenler, mezkûr esere müracaat etsinler.

[15] * Bedîüzzaman’a zurefadan biri bir gün, irfanıyla mütenasip bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh de: “Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulatını giyiyorum.” buyurmuştur.

[16] Hâşiye: O yarının zamanı; on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.

[17] Hâşiye: Yani bütün dünya, cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim.

[18] Hâşiye: Bu sualler, kırk elli masum mahpusun tahliyesine sebep oldu.

[19] Hâşiye: Eski Said, nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyet’e âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hiss-i kable’l-vuku ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerifin manasından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in teselli haberlerini, o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzip edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.

[20] Hâşiye: Gitme, dikkat et. Âlîhimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakiki hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.

[21] Hâşiye: Medresetü’z-Zehranın Van’daki numunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesi’nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.

[22] Hâşiye: İstikbalde telif edilecek Risale-i Nur Külliyatı’nı hiss-i kable’l-vuku ile haber veriyor.

[23] * Sonradan ilâve edilmiştir.

[24] Hâşiye: Hayal dahi bir simotograftır.

[25] Hâşiye: Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır.

[26] Hâşiye: Evet kırk beş sene evvel söylenen bu sözü Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklaliyetlerini kazandıklarından, Eski Said’i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler.

[27] Hâşiye: Eski Said, hiss-i kable’l-vuku ile 1371’de –başta Arap devletleri– âlem-i İslâm’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve otuz kırk sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.

[28] Hâşiye: Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk elli sene evvel hissetmiş ki bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyet’in hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların Garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir salih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti. Siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi, otuz beş seneden beri (şimdi kırk beş sene oldu) siyaseti terk etti. (Hâşiye)

Hâşiye: Üstadımızın yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirdleri ise bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur’un dairesindeki hakiki ihlasa bir delil saymaktayız.

Nur Şakirdleri

[29] Hâşiye: Tenbih: Bu “İşaratü’l-İ’caz” tefsiri, Eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde, cephe-i harpte, me’hazsiz olarak, kitap mevcud olmadığı halde telif edilmiştir. Harp zamanının zaruretinden başka, dört sebebe binaen gayet muhtasar ve îcazlı bir tarzda yazılmış; “Fatiha” ve nısf-ı evvel daha mücmel, daha muhtasar kalmıştır.

Evvela: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, îcazlı ve kısa tabiratla ifade-i meram ediyordu.

Sâniyen: Gayet zeki olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünüyordu, başkaların anlamalarını düşünmüyordu.

Sâlisen: Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur’an’da îcazlı olan i’cazı beyan ettiği için kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said’in bütün hatîatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı ilmiyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehit olmaya hazırlandığı için hâlis bir niyet ile ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için hiçbirini cerh edemedim. Belki Cenab-ı Hak, bu eseri ona bir keffaretü’z-zünub yapacak ve bu tefsiri tam anlayacak adamları da yetiştirecek inşâallah.

Eğer Birinci Harb-i Umumî gibi maniler olmasaydı tefsirin şu birinci cildi, i’caz vücuhundan olan i’caz-ı nazmîyi beyan ettiği gibi diğer cüzler ve mektuplar da müteferrik tefsir hakikatlerini içine alsaydı Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a güzel bir tefsir-i câmi’ olurdu. Belki inşâallah, şu cüz-ü tefsir yüz otuz adet “Sözler” ve “Lem’alar” ve “Mektubat” risaleleriyle beraber me’haz olursa ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’anî yazsın, inşâallah.

Said Nursî

Hem İstanbul’da Fetva Emini Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütalaa ile yanına gelen dostlarına müteaddid defalar: “Bu İşaratü’l-İ’caz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir!” diye yemin ederek ilan ediyordu.

Şark uleması, Şam ve Bağdat’ta büyük âlimler: “İşaratü’l-İ’caz gayet hârika ve emsalsiz bir tefsirdir.” diye istihsan etmişlerdir.

[30] Hâşiye: Evet, Van’da Horhor Medresemizin damında esna-yı derste, büyük bir zelzelenin gelmekte olduğunu söyledi. Hakikaten söylediği gibi az bir zaman sonra Harb-i Umumî başladı.

Hamza, Mehmed Şefik, Mehmed Mihri

[31] Hâşiye: İşte muharebenin şiddetli anında, hayat memat meselesi vaktinde “Benim zahiren kahramanlık gibi görünen bu vaziyetim hakiki ihlasa aykırı olmasın?” diye düşünmesi kemalât-ı insaniyenin bir misalidir, denilebilir. Meydan-ı harpte, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve şehamet-i İslâmiyeyi en a’lâ bir derecede bir kumandan manasıyla îfa ederken, ruhunda ve niyetinde en âlî ve safi bir mertebe-i kemal olan sırr-ı ihlası kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zahiren takdire şâyan hizmet-i diniyesi, fedakârane mücahedesi kadar belki daha ziyade, ruhunun kemaline de delâlet eder.

İşte Molla Said bütün hayatının şehadetiyle gerçi beyne’l-İslâm “Bedîüzzaman”, “Sahibü’z-zaman”, “Fahrü’d-deveran”, “Fatînü’l-asır” unvanlarıyla yâd edilmiş fakat bu hiçbir zaman hakikatsiz ve bir sözden ibaret değildir. Risale-i Nur ile yaptığı muazzam hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesi ve teşkil ettiği hamiyet-i diniye ile serfiraz milyonlar fedakâr talebelerin kudsî şahs-ı manevîsi, bir şahid-i sadık ve bir delil-i kātı’dır.

[32] Hâşiye: Bu esaretten hayli zaman geçtikten sonra, Barla’ya bir esir gibi gönderilen Üstad, eski macera-yı hayatından bir kısmını da “Yirmi Altıncı Lem’a’nın On Üçüncü Ricası” olarak kaleme almıştır. Merak edenler o risaleye müracaat edebilirler.

[33] Hâşiye: Bu hakikat, iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde hususan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde ispat edilmiştir.

[34] Hâşiye: Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar bir sineği halk edemezler.

[35] * Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yeyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

[36] Hâşiye: Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İstanbul’da ve bir kısmını bilâhare Ankara’da tab ile neşrettiği o zamanki eserleri, kırk sene sonra “Arabî Mesnevî-i Nuriye” ismiyle bir arada bir mecmua halinde neşredildi. İşte bu Mesnevî-i Nuriye’nin mukaddimesinde bu eserler hakkında diyor:

Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü aklı, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların her birinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

“Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî, Mevlana Celaleddin ve İmam-ı Rabbanî gibi kalp, ruh ve akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki Kur’an’ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş. Hattâ وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatine mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risale-i Nur’uyla göstermiş. Mevlana Celaleddin, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi akıl ve kalp ittifakıyla gittiği için her şeyden evvel kalp ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsinin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp felillahi’l-hamd Eski Said Yeni Said’e inkılab etmiş.

Aslı Farisî sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar vesaire dersleri ve Türkçe de Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tabetmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde fakat dâhilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalette giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

O fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalp ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur hem enfüsî hem ekser cihetinde turuk-u cehriye gibi âfakî ve hariç daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Âdeta Musa aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş, su çıkarmış…

Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlup olmayıp galebe etmiş.

[37] Hâşiye: Yazının sonunda diyor: “Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakiki’nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor fakat ehl-i kalp ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’an’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.”

Loading