مِنْ نُورِ مَعْرِفَةِ اللّٰهِ جَلَّ جَلَالُهُ
Kırk beş sene evvel telif edilmiş bir risalenin bir kısmıdır.
İfade-i Meram
Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem خُذْ مَا صَفَا derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim.
Derler: Sözlerin iyi anlaşılmıyor?
Bilirim ki kâh minare başında kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim zuhurat öyle. “Şuâat” ve şu kitapta mütekellim âciz kalbimdir. Muhatap âsi nefsimdir. Müstemi müteharri-i hakikat bir Japon’dur. (Hâşiye: Elli sene evvel Japon’un başkumandanı Meşihat-ı İslâmiyeden dine dair suallerine bir cevaptır.) Temaşa eden bunu düşünmeli.
Gayatü’l-gayat olan marifetullahın bir bürhanı olan marifetü’n-Nebi’yi “Şuâat”ta bir nebze beyan ettik. Şu risalede maksud-u bizzat olan tevhidin lâyuhad berahininden yalnız dört muazzam bürhanına işaret edeceğiz. Hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmek için melaike ve haşrin bir kısım delailine îma ederek imanın altı rüknünden dördünün birer lem’asını, fehm-i kāsırımla göstermek isterim.
اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
Said Nursî
***
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى مُحَمَّدٍ خَاتَمِ النَّبِيّٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ maksudumuzdur, matlubumuzdur. Gayr-ı mütenahî berahininden dört bürhan-ı küllîyi îrad ediyoruz.
Birinci Bürhan: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Şu bürhan-ı neyyirimiz Şuâat’ta tenevvür ettiğinden tenvir-i müddeamızda münevver bir mir’attır.
İkinci Bürhan: Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber olan kâinattır.
Üçüncü Bürhan: Kitab-ı Mu’cizü’l-Beyan, Kelâm-ı Akdes’tir.
Dördüncü Bürhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyaratın mültekası vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet fıtrat, vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuâını neşrederler.
BİRİNCİ BÜRHAN: Risalet ve İslâmiyet’le mücehhez olan “hakikat-i Muhammediye”dir ki risalet noktasında en muazzam icma ve en vâsi tevatür sırrını ihtiva eden mecmu-u enbiyanın şehadetini tazammun eder. Ve İslâmiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor.
İşte bütün enbiyanın şehadetiyle ve bütün edyanın tasdikiyle ve bütün mu’cizatının teyidiyle musaddak olan bütün akvaliyle, vücud ve vahdet-i Sâni’i beşere gösteriyor. Demek, şu davada ittihat etmiş bütün efazıl-ı beşer namına o nuru gösteriyor.
Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, büyük, derin, dürbün, safi, keskin, hakaik-aşina bir gözün gördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?
İKİNCİ BÜRHAN: Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, efraden ve terekküben Zat-ı Zülcelal’in vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraat ile وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ yi tilavet ediyorlar.
Cemi’ zerrat-ı kâinat ve mürekkebatı birer birer zat ve sıfât vesaire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken birdenbire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latîfe-i Rabbaniye içinde ilan-ı Sâni’ eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar.
Evet bir nefer, nefsinde ve takımında ve bölükte, taburda ve orduda gibi her bir zerre de kendi başıyla zat, sıfât, keyfiyetindeki imkânat cihetiyle Sâni’i ilan ettiği gibi tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesaide-i kâinatın her bir makamında ve her bir nisbetinde ve her bir dairesinde, her bir zerre, muvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbetinde ve her takımında ayrı ayrı vazifeyi îfa ve hikmeti intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhar ve vücud ve vahdetinin âyâtını kıraat ettikleri için Sâni’-i Zülcelal’in berahini, zerrattan kat kat ziyade olur.
Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللّٰهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَائِقِ hakikattir, mübalağa değil belki nâkıstır.
S: Neden aklıyla herkes göremiyor?
C: Kemal-i zuhurundan ve zıddın ademinden…
تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا § مِنَ الْمَلَاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَائِلُ
Yani “Sahife-i âlemin eb’ad-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan uzanan şu selâsil-i resail, seni a’lâ-yı illiyyîn-i tevhide çıkarsın.”
Şu kitabın heyet-i mecmuasında öyle parlak bir nizam var ki nazzamı güneş gibi içinde tecelli ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mu’cize-i kudret olan bu kitab-ı kâinatın telifinde öyle bir i’caz var ki bütün esbab-ı tabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ diyeceklerdir.
Her bir kelimesi bütün kelimatıyla münasebettardır. Ve her harfi, bâhusus zîhayat bir harfi, bütün cümlelere karşı müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü var olan bu kitabın öyle bir muzaaf iştibak-ı tesanüd-ü nazmı vardır ki bir noktayı yerinde icad etmek için bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. Sünuhat’ın dokuzuncu sahifesinde مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sırrına müracaat et.
Yalnız şu kitabın küçük bir kelimesi olan bal arısını gör. Nasıl şehd-i şehadet o mu’cize-i kudretin lisanından akıyor. Veyahut şu kitabın bir noktası olan hurdebînî bir huveynat ki çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et! Nasıl mu’ciz-nüma, hayret-feza bir misal-i musağğar-ı kâinattır. Sure-i Yâsin, suret-i lafz-ı Yâsin’de yazıldığı gibi cezaletli, mûciz bir nokta-i câmiadır. Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır.
Eğer insaf ile dikkat etsen, şu küçücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlahiyenin şuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatından evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husulünü, muhal-ender muhal göreceksin.
Eğer her bir zerrede hükema şuuru, etıbba hikmeti, hükkâmın siyaseti bulunduğunu ve her bir zerre de sair zerrat ile vasıtasız muhabere ettiğini itikad edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad edebilirsin. Halbuki o zîhayat makinede öyle bir mu’cize-i kudret, öyle bir hârika-i hikmet vardır ki ancak bütün kâinatı, bütün şuunatını icad eden, tanzim eden bir Sâni’in sanatı olabilir. Yoksa kör, az, basit imkân tereddüdüyle ayak atamaz. Esbab-ı tabiîden olamaz.
Bâhusus o esbab-ı tabiiyenin üssü’l-esası hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dâfianın içtimalarının hortumu üzerinde bir muhaliyet damgası var. Fakat caizdir ki her bir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def’, hareket, kuva gibi emirler, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibarîden hakikate ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz.
S: Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan teşekkül-ü enva gibi umûr-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?
C: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için o umûrun esas-ı fâsidesini tebeî bir nazarla derk etmediğinden neş’et ediyor. Eğer nefsini ikna etmek suretinde kasden ve bizzat ona müteveccih olursa muhaliyetine ve makul olmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de tegafül-ü ani’s-Sâni’ sebebiyle hasıl olan ıztırar ile kabul edilebilir.
Dalalet ne kadar acibdir. Zat-ı Zülcelal’in lâzım-ı zarurîsi olan ezeliyeti ve hâssası olan icadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenahî zerrata ve âciz şeylere veriyor.
Evet meşhurdur ki: Hilâl-i iyd’e bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zat yemin etti: “Hilâli gördüm.” Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, sebeb-i teşkil-i enva nerede?
İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek başına giydiriyor.
S: Nedir şu tabiat ve kavanin ve kuva ki onlar ile kendilerini aldatıyorlar?
C: Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anâsır ve azasının ef’alini intizam ve rabt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki sünnetullah ve tabiat ile müsemmadır. Hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir. Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir.
Fakat o şeriattaki ahkâmın yeknesak istimrarına istinaden vehim ve hayal tasallut ederek tazyik edip şu tabiat-ı hevaiye tavazzu ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden hakikat suretine girmiştir. Hayali, hakikat suretinde gören, gösteren nüfusun istidad-ı şûresinden, fâil-i müessir tavrını takmıştır.
Halbuki kör, şuursuz tabiat, kat’iyen kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sırf nefy-i Sâni’ farazından çıkan bir ıztırar ile veleh-resan-ı efkâr olan kudret-i ezeliyenin âsâr-ı bâhiresinin tabiattan sudûru tahayyül edilmiş.
Halbuki tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’ (طابع) değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.
Mesela, yirmi yaşında bir adam birdenbire dünyaya gelse hâlî bir yerde muhteşem ve sanayi-i nefîsenin âsârıyla müzeyyen bir saraya girse hem farz etse kat’iyen hariçten gelme hiçbir fâilin eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebep ararken tanziminin kavanini câmi’ bir kitap bulsa onu ma’kes-i şuur olduğundan bir fâil, bir illet-i ıztırarî kabul eder.
İşte Sâni’-i Zülcelal’den tegafül sebebiyle böyle gayr-ı makul, gayr-ı mülayim bir illet-i ıztırarî olan tabiatla kendilerini aldatmışlar.
Şeriat-ı İlahiye ikidir:
Biri: Sıfat-ı kelâmdan gelen bir şeriattır ki beşerin ef’al-i ihtiyariyesini tanzim eder.
İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve evamir-i tekviniye tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki bütün kâinatta cari olan kavanin-i âdâtullahın muhassalasından ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavanin-i akliyeden ibarettir, tabiat denilen ikinci şeriat dahi mecmu-u kavanin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hâssası olan tesir ve icada mâlik değillerdir. (Hâşiye: Dikkat, dikkat!)
Sâbıkan sırr-ı tevhid beyanında demiştik: Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden her şeyi o halk etmiştir. Öyle ise bir şeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.
Şu ehl-i dalaletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye hem müteaddid hem birbirinden haberi yok hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü âmâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Elhasıl: İkinci bürhanımız olan kitab-ı kebir-i kâinattaki nazım ve nizam, intizam ve telifindeki i’caz güneş gibi gösteriyor ki bir kudret-i gayr-ı mütenahî, bir ilm-i lâyetenahî, bir irade-i ezeliyenin eserleridir.
S: Nazım ve nizam-ı tamme ne ile sabittir?
Elcevap: Nev-i beşerin havas ve cevasisi hükmünde olan fünun-u ekvan istikra-i tamme ile o nizamı keşfetmişlerdir. Çünkü her bir nev’e dair bir fen ya teşekkül etmiş veya etmeye kabildir. Her bir fen, külliyet-i kaide hasebiyle kendi nevindeki nazım ve intizamı gösteriyor. Zira her bir fen kavaid-i külliye desatirinden ibarettir. Demek şahsın nazarı, nizamı ihata etmezse cevasis-i fünun vasıtasıyla görür ki insan-ı ekber insan-ı asgar gibi muntazamdır. Her bir şey, hikmet üzere vaz’edilmiştir. Faydasız, abes yoktur.
Şu (* Delâletçe siması bir “Hû” lafzına benzer ki o “Hû”nun her bir cüzü küçük “Hû”lardan, her bir küçük “Hû” da küçücük “Hû”lardan teşekkül etmiştir.) bürhanımız değil yalnız erkânı ve azası, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diye zikrediyorlar.
ÜÇÜNCÜ BÜRHAN: Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şu bürhan-ı nâtıkın sinesine kulağını yapıştırsan işiteceksin: اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو yu tekrar ediyor.
Hem gayet mükemmel semeratıyla meyvedar bir ağacın menba-ı hayatı olan cürsûme olmazsa veya kökü bozuksa semere vermez. Şu bürhanımız dallarında meyve-i hak ve hakikat o kadar çoktur ve o kadar doğrudur ki şüphe bırakmaz ki cürsûmesinde olan mesele-i tevhid, hiç vehim bırakmaz derecede kuvvetli, doğru bir hak ve hakikati tazammun ediyor.
Hem şu bürhanın âlem-i şehadet tarafına tedelli etmiş olan ahkâma dair dalı, bütün sıdk ve hak ve hakikat olduğu gibi bizzarure âlem-i gayb tarafına uzanan tevhide ve gayba dair gusn-u a’zamı (ağaç dalı) yine sabit hakaik ile meyvedardır.
Hem derince şu bürhan tersim edilse anlaşılır ki onu gösteren zat, neticesi olan mesele-i tevhidde o kadar emindir ki hiçbir şaibe-i tereddüt hiçbir tarafında ihsas edilmiyor.
Hem o neticeyi bütün hakaike esas addederek müselleme ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i beyanıyla ve ısrarıyla ona giydiriyor ve başka şeyleri ona ircâ ediyor. Temel taşı gibi o şedit kuvvet, sun’î olamaz.
Hem de üstündeki sikke-i i’caz her ihbarını tasdik eder. Tezkiyeden müstağni kılar. Âdeta ihbaratı binefsiha sabit umûrlardandır.
Evet, şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde i’caz, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı istişhad, önünde hedefinde hayır ve saadet, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var ki girebilsin.
Marifet-i Sâni’ denilen kemalât arşına uzanan mi’racların usûlü dörttür:
Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.
İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni mütekellimînin tarîkıdır.
Bu iki asıl, çendan Kur’an’dan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkülleşmiş, evhamdan masûn kalmamışlar.
Üçüncüsü: Şübehat-âlûd hükema mesleğidir.
Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’aniyenin ulvi mertebesini ilan etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anîdir.
Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikrî.
Tarîk-ı Kur’anî iki nevidir:
Birincisi: Delil-i inayet ve gayettir ki menafi-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’aniye bu delili nesc ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde itkan-ı sanat ve riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise Sâni’in kasd ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. Zira itkan ihtiyarsız olmaz. Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin katmer ve düğümleri içinde saklanmış hikem ve fevaidi göstermekle, Sâni’in kasd ve hikmetine kat’î şehadet ediyorlar.
Ezcümle: Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecaviz envaın büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebdelerinin her birinin hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin, kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz birer makine-i acibe-i İlahiyenin icad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir fert her bir nevi müstakillen Sâni’-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıktıklarını ilan ve izhar ediyorlar.
Kur’an-ı Kerîm فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ der. Kur’an’da delil-i inayet, vücuh-u mümkinenin en mükemmel vechi ile bulunuyor. Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi fevaidi tezkâr ve nimetleri ta’dad eden âyâtın fevasıl ve hâtimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müşaverete sevk etmek için
اَوَلَا يَعْلَمُونَ ، اَفَلَا يَعْقِلُونَ ، اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ، فَاعْتَبِرُوا
gibi o bürhan-ı inayeti ezhanda tesbit ediyor.
İkinci Delil-i Kur’anî: Delil-i ihtiradır.
Hülâsası: Mahlukatın her nevine her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nevi müteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılab-ı hakikat olmaz. Mutavassıt nev’in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkılab-ı hakaikin gayrısıdır. Madde dedikleri şey, suret-i mütegayyire hem harekât-ı mütehavvile-i hâdiseden tecerrüd etmediğinden hudûsu muhakkaktır. Kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle envadaki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek, envaının fasılları ve umum a’razının havass-ı mümeyyizeleri, bizzarure adem-i sırftan muhteradırlar. Silsilede tenasül, şerait-i âdiye-i itibariyedendir.
Feyâ acaba! Vâcibü’l-vücud’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da her bir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i idamına karşı dayanıyor. Hem nasıl oluyor ki kudret-i ezeliyenin hâssası olan ibda ve icadı, hiçbir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en bîçare esbaba isnad ediliyor?
İşte Kur’an-ı Kerîm şu delili, halk ve icaddan bahseden âyâtı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakiki yalnız Allah’tır. Tesir-i hakiki esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir. Tâ ki aklın nazar-ı zahirîsinde, dest-i kudret umûr-u hasise ile mübaşir görünmesin.
Bir şeyde iki cihet var: Biri mülk, âyinenin mülevven vechi gibi. Ezdad ona vârid oluyor. Çirkin olur, şer olur, hakir olur, azîm olur… ilh. Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister.
İkinci cihet melekûtiyet cihetidir. Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet her şeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücud, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.
DÖRDÜNCÜ BÜRHAN: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Şu bürhanda dört nükteyi nazar-ı dikkate al:
Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Mesela, bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Mesela, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Mesela, bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.
İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
İkincisi: Beşerin havassü’l-hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi bir hiss-i sâdise-i sadıka olan sâika vardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şâika var. O şevk ve sevk yalan söylemez, yanlış gidemez.
Üçüncüsü: Mevhum bir şey, hakikat-i hariciyeye mebde olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinad ile nokta-i istimdad, iki hakikat-i zaruriyedir. Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süflî, en berbat bir mahluk olur. Halbuki kâinattaki hikmet ve nizam ve kemal bu ihtimali reddeder.
Dördüncüsü: Akıl tatil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse vicdan Sâni’i unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir. Hads ki şimşek gibi sürat-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahî, onu daima marifet-i Zülcelal’e sevk eder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbiyledir.
Bu nükteleri bildikten sonra şu bürhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki kalp bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalpteki ukde-i hayatında hayat olan marifet-i Sâni’dir ki istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasip olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad.
Hem kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata hücum gösteren âlemin, binlerce musibet ve müzahamelerine karşı yegâne nokta-i istinad yine marifet-i Sâni’dir.
Evet, her şeyi hikmet ve intizam ile işleyen bir Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve ale’l-amyâ kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse ister istemez tevahhuş, dehşet, telaş, havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğer-şikâfe düşecektir. O ise eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin her şeyden ziyade perişan olduğunu istilzam eder. O ise intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı ekmele zıt oluyor.
Şu nokta-i istimdad ve nokta-i istinad ile bu derece nizam-ı âlemde hüküm-fermalık, hakikat-i nefsü’l-emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan Sâni’-i Zülcelal marifetini kalb-i beşere daima tecelli ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır.
Sâni’-i Zülcelal bu dört bürhan-ı azîmin kat’î şehadetleriyle Vâcibü’l-vücud, Ezelî, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Alîm, Kadîr, Mürîd, Semî’, Basîr, Mütekellim, Hay, Kayyum olduğu gibi bütün evsaf-ı celaliye ve cemaliye ile muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnudaki feyz-i kemal, Sâni’in zıll-i tecellisinden muktebesdir. Demek, kâinatta ne kadar hüsn-ü cemal, kemal varsa umumundan lâyuhad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni’-i Zülcelal muttasıftır. Zira ihsan servetin, icad vücudun, icab vücubun, tahsin hüsnün, tenvir nurun fer’i ve delili olduğu gibi; bütün kâinattaki bütün kemal ve cemal, Sâni’-i Zülcelal’in kemal ve cemaline bir zıll-i zalildir ve bürhanıdır.
Hem de Sâni’-i Zülcelal cemi’ nekaisten münezzehtir. Zira nevakıs mahiyet-i maddiyatın istidatsızlığından neş’et eder. Zat-ı Zülcelal maddiyattan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ
Sual: Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?
Elcevap: Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i uluhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret yani لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü’ş-şuhud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor.
Muhakkikîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlal edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan dem vursa haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü’l-vücud’a o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu belki bir mevcudu görmüşler.
Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sâni’i müşahede etmek, tarîk-ı istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dıyk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından çok evham-ı bâtılaya menşe oldu.
Madde-perver hükema ve zayıfü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:
Birincisi: Muhakkikîn-i sofiye, Vâcibü’l-vücud’a o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükema ve zayıfü’l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki fehm-i uluhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki her şeyi maddede görmek hattâ uluhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabına uluhiyetten istiğna etmek derecede tarîk-ı müteassifeye girmişlerdir.
İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücudu, vahdetü’ş-şuhudu tazammun eder. İkincilerin vahdetü’l-mevcudu tazammun eder.
Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir.
Dördüncüsü: Birinciler evvelen ve bizzat Hakk’a, nazar-ı tebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.
Beşincisi: Birinciler, Hudâ-peresttirler. İkinciler, hodperesttirler.
اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ
Tenvir
Mesela küre-i arz, rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farz olunursa her biri başka haysiyetle levnine ve cirmine ve şekline nisbet ile şemsten bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise ne güneşin zatı ve ne de ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûnagûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lisana gelseler her biri “Güneş benim gibidir.” veyahut “Güneş benim.” diyeceklerdir.
اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ § عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ
Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun meşrebi, fark ve sahvdır. Ehl-i vahdetü’l-vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. Safi meşrep ise meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.
تَفَكَّرُوا فٖى اٰلَاءِ اللّٰهِ وَ لَا تَفَكَّرُوا فٖى ذَاتِهٖ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا
حَقٖيقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ § هُوَ الَّذٖى اَبْدَعَ الْاَشْيَاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ
Nokta’nın ikinci kısmı, haşir ve melaike ve beka-yı ruha ait olduğundan ve bu hakikatleri kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve Onuncu Söz gayet parlak bir surette izah ettiğinden onlara havale edilerek buraya dercedilmedi. Üçüncü kısım ise on dört dersten ibaret Nur’un İlk Kapısı namıyla ayrıca neşredildi.
Said Nursî