خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ
Mukaddime
Bu âyetin üzerinde durmak icab ediyor. Ehl-i İtizal, Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi ehl-i kelâmın şu âyet-i azîmenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira bu gibi fikrî harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh onların bu âyette takip ettikleri cihetleri kontrol lâzımdır.
Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için bazı münasebetlerin zikri lâzımdır:
Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allah’ındır. Öyle ise Ehl-i İtizal’in abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir.
İkincisi: Allah hakîmdir, öyle ise sevap ve ikab abes değildir ancak istihkaka göredir. Öyle ise ıztırar ve cebir yoktur.
Üçüncüsü: Her şeyin biri mülk diğeri melekût, yani biri dış diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır.
Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü gibi.
Melekût ciheti ise her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Âyinenin dış yüzü gibi. Öyle ise çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh bu hususta Ehl-i İtizal’in “Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir.” dedikleri safsataya mahal kalmadı.
Dördüncüsü: Mesela, darb ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi “hasıl-ı bi’l-masdar” ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malûmdur ki camidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kesbî, nisbî, itibarî olan mana-yı masdarîden yapılabilir. Öyle ise ölümün hâlıkı kātil değildir. Öyle ise Ehl-i İtizal’in hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.
Beşincisi: İnsanın katl gibi zahirî ve ihtiyarî olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-i ihtiyarî denilen şu nefis meyelanı üzerine münazaalar deveran eder.
Altıncısı: Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye abdin irade-i cüz’iyesine bakar. Yani bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur.
Yedincisi: İlim, malûma tabidir. Bu kaziyeye göre malûm, ilme tabi değildir çünkü devir lâzım gelir. Öyle ise bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle, taallül ve bahaneler gösteremez.
Sekizincisi: Ölüm gibi hasıl-ı bi’l-masdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani âdetullah üzerine o, hasıl-ı bi’l-masdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla meseledeki düğüm de açılır.
Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakk’ın ef’alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarıdır.
Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lâzımdır ki tereccuh bilâ-müreccih lâzım gelmesin. Amma itibarî emirlerde tahsis edici bir şey bulunmasa bile muhal lâzım gelmez.
On Birincisi: Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.
On İkincisi: Bir şeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lâzım gelmez. Ve bir şeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lâzım gelmez. Binaenaleyh cüz-i ihtiyarînin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münafî değildir.
Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam manasıyla anladıktan sonra şu maruzatımı da dinleyiniz:
Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İtizal’e karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hasıl-ı bi’l-masdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.
Sonra Ehl-i Cebr’e döner, söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakîmdir; cebir gibi, zulümleri intac eden şeylerden münezzehtir.
Sual: Cüz-i ihtiyarî denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa altından cebir çıkıyor. Bu nasıl bir şeydir?
Cevap: Birincisi: Fıtrat ile vicdan; ihtiyarî emirleri, ıztırarî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.
İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı Eş’arîlerin mezhebi gibi mevcud bir emir ise de o meyelanı bir fiilden diğer bir fiile çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir. Eğer Matüridîlerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibarî olduğuna hükmedilirse o emr-i itibarînin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz.
Hülâsa: Âdetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bi’l-masdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki bir müessire ihtiyacı olsun. Ma’dum da değildir ki hasıl-ı bi’l-masdar gibi mevcud olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.
Sual: İlm-i ezelînin veya irade-i ezeliyenin bir fiile taallukları, ihtiyara mahal bırakmıyor?
Cevap: Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et eden bir fiile ilm-i ezelînin taalluku, o ihtiyara münafî ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tabidir.
İkincisi: İlm-i ezelî muhit olduğu için müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezelî, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki esbabdan tegafül ile yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin.
Üçüncüsü: Malûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa ilim öylece taalluk eder. Öyle ise malûmun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez.
Dördüncüsü: Zannedildiği gibi irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak müsebbeble sebebe bir taalluku vardır.
Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim:
Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse sebebin ma’dum olduğunu farz edersek müsebbebin keyfiyeti nasıl olur?
Ehl-i Cebr’in nokta-i nazarları: “Ölecekti.” Çünkü onlarca taalluk ikidir ve sebeple müsebbeb arasında inkıta caizdir.
Ehl-i İtizalce: “Ölmeyecekti.” Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatçe: Bu misalde sükût ve tevakkuf lâzımdır. Çünkü irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taalluku vardır. Bu itibarla sebebin ademi farz edilirse müsebbebin de farz-ı ademi lâzım gelir. Çünkü taalluk birdir. Cebir ve İtizal, ifrat ve tefrittir.
İkinci Bir Mukaddime
Ehl-i tabiat, esbaba hakiki bir tesir veriyor.
Mecusiler; biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlıka itikad ediyorlar.
Ehl-i İtizal de “Ef’al-i ihtiyariyenin hâlıkı abddir.” diyor.
Bu üç mezhebin esası; bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve huduttan tecavüzdür. Bu vehmi izale için birkaç meseleyi dinlemek lâzımdır.
Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î olduğu için teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi himmeti de cüz’îdir. Nöbetle, eşya ile meşgul olabilir.
İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise himmeti nisbetindedir. Himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.
Üçüncüsü: İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse onun ile bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki insanlar, hasis ve cüz’î şeyleri büyük adamlara isnad etmezler. Ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki hasis işler ile iştigal, onların vakarına münasip olmadığı gibi cüz’î şeyler de onların azîm himmetlerini işgal etmeye lâyık değildir.
Dördüncüsü: İnsan bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hattâ hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk’ı düşünecek olursa kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk’a bu gibi mikyaslar ile bakılamaz. Zira sıfâtı inhisar altında değildir.
Beşincisi: Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup hiçbir şeyle muvazene edilemez. Arş-ı a’zama taalluk ettikleri gibi zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak şems ve kameri halk ettiği gibi sineğin gözünü de o halk etmiştir.
Cenab-ı Hak kâinatta vaz’ettiği yüksek nizam gibi hurdebînî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latîf bir nizam vaz’etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden cazibe-i umumî kanunu gibi cevahir-i ferdi de yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir.
Hülâsa: Aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni olan kudretçe, büyük küçük birdir.
Altıncısı: Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. Bu yüz ise ale’l-umum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır.
Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk’ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir. Ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u âsârından ve bütün ef’alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet, zerre mir’at olur fakat mikyas olamaz.
Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar.
Mesela ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile tesir-i hakikiyi esbaba; Ehl-i İtizal, halk-ı ef’ali abde; Mecusiler, şerri ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zu’mlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.
İhtar: Mü’minlerden de vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır, dikkat etmek lâzımdır.
Bu âyetin kelimeleri arasında nazmı icab eden münasebetlere gelelim:
خَتَمَ nin لَا يُؤْمِنُونَ ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabîlindendir. Yani onlar, vaktâ ki cüz-i ihtiyarîlerini ifsad etmekle imana gelmediler, kalplerinin hatmiyle tecziye edildiler.
خَتَمَ tabiri, onların dalaletlerini tasvir eden temsilî bir üsluba işarettir. Şöyle ki:
Kalp gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vaktâ ki sû-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki o sâri hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.
اَللّٰهُ : Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latîf bir nükte vardır. Şöyle ki:
لَا يُؤْمِنُونَ den sonra بِاللّٰهِ mukadder ve menvî (maksud) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalplerinin kapılarına geldiği zaman kalplerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalplerini hatmetti.
عَلٰى : خَتَمَ fiili müteaddî olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin “alâmet” manasını ifade eden “vesm”i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatm, o mühür, kalplerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki daima melaikeye görünür.
Sual: Bu âyette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?
Cevap: Kalp imanın mahalli olduğu gibi en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilan eden, kalp ile vicdandır. Zira kalp, hayat malzemesini düşünürken en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
İhtar: Kalpten maksat, sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latîfe-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalp tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki o latîfe-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.
Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir. Sekteye uğradığı zaman ceset de sukuta uğrar. Kezalik o latîfe-i Rabbaniye, âmâl ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.
وَعَلٰى سَمْعِهِمْ de عَلٰى nın tekrarı, kalp ile sem’e vurulan hâtemlerin her birisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir. Evet kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.
Sual: Kalp ile basarın cem’ sîgasıyla, sem’in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?
Cevap: Kalp ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise kalp ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, fert olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür.
Sual: Kalpten sonra tercihen sem’in zikredilmesi neye binaendir?
Cevap: Melekât ve malûmat-ı kalbiye, ale’l-ekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malûmat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.
وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ de, üslubun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihen cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına; kalp veya sem’ ile alınan deliller ise müteceddid ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir.
Sual: خَتَمَ ile غِشَاوَةٌ arasında ne fark vardır ki خَتَمَ اللّٰهُ isnad edilmiştir غِشَاوَةٌ isnadsız bırakılmıştır?
Cevap: خَتَمَ Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. غِشَاوَةٌ ise Allah tarafından olmayıp onların meksûbudur.
Ve keza mebde itibarıyla rü’yette bir ıztırar vardır; sema’da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur.
غِشَاوَةٌ tabiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden غِشَاوَةٌ deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir perde olup ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Câr ve mecrurun غِشَاوَةٌ üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalplerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ : Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile o mel’un şecerenin âhirette vereceği semeresi zakkum-u cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.
Sual: Üslubun mecra-yı tabiîsi وَعَلَيْهِمْ عِقَابٌ شَدٖيدٌ cümlesi iken üslubun muktezası olan şu cümlenin terkiyle وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir?
Cevap: Şu güzel kelimeleri hâvi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza) bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır.
Menfaat ve faydayı ifade eden وَلَهُمْ deki ل lisan-ı hal ile “Amelinizin faydalı olan ücretini alınız!” diye yüzlerine gülüyor.
“Tatlı” manasını tazammun eden عَذَابٌ lafzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile sanki lisan-ı hal ile “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye tevbih ediyor.
Ale’l-ekser büyük nimetlere sıfat olan عَظٖيمٌ kelimesi, cennette nimet-i azîm sahiplerinin hallerini o kâfirlere tezkir ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azîmeye bedel elîm elemlere düştüklerini ihtar ediyor.
Sonra عَظٖيمٌ kelimesi, tazimi ifade eden عَذَابٌ deki tenvine tekiddir.
Sual: Bir kâfirin masiyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi hikmet-i ezeliyeye de muvafık değildir. Merhamet-i İlahiye müsaade etmez?
Cevap: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o masiyet-i küfriyenin gayr-ı mütenahî bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:
Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa o gayr-ı mütenahî ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahî bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir.
İkincisi: O kâfirin masiyeti, mütenahî bir zamanda ise de gayr-ı mütenahî olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahî bir cinayettir.
Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî nimetlere küfran olduğundan gayr-ı mütenahî bir cinayettir.
Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî olan zat ve sıfât-ı İlahiyeye cinayettir.
Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahî ise de bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla gayr-ı mütenahî hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider.
Altıncısı: Zıt zıddına muanid ise de çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intac etmesi şe’nindendir.
Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahî olan bir ceza, gayr-ı mütenahî bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.
Sual: Kâfirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intac eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun?
Cevap: Kavaid-i esasiyedendir ki “Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terk edilmez. Terk edildiği takdirde, şerr-i kesîr olur.” Binaenaleyh hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikin tezahürü ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için terhib ve tahvif lâzımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise haricî bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible müteessir olur. Öyle ise dünyada olduğu gibi âhirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif ayn-ı hikmettir.
Sual: Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?
Cevap: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev cehennemde olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev cehennemde olsa hayr-ı mahzdır. Maahâzâ kâfirin meskeni cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.
Maahâzâ cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet, dünyada çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır.
***