Bakara Suresi 29. âyet

هُوَ الَّذٖى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى الْاَرْضِ جَمٖيعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ
Bu âyetin sâbık âyetle cihet-i irtibatı:

Evvelki âyette küfür ile küfran, delail-i enfüsiye ile inkâr edilmiştir. Bu âyette, delail-i âfakıyeye işaret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette vücud ve hayat nimetlerine işaret edilmiş, bu âyette beka nimetine işaret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette, Sâni’in vücuduna delil olmakla haşre bir mukaddime olduğuna işaret edilmiş; bu âyette ise âhiretin tahkikiyle şüphelerin izalesine işaret edilmiştir.

Evet, sanki onlar diyorlar ki: “İnsana bu kadar kıymet ve ehemmiyet verilmesi nereden ve neye binaendir? Ve Allah’ın yanında mevkii nedir ki onun için kıyameti koparıyor?”

Onlara cevaben Kuran-ı Kerîm, bu âyetin işaretiyle diyor ki: “İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı semavat ve arz onun istifadesine mutî ve musahhar olmazdı. Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı mahlukat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi o vakit insan mahlukat için halk olunacaktı. Ve keza insanın Hâlık’ı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halk etmiştir.”

Hülâsa: İnsan mümtaz ve müstesnadır, hayvanlar gibi değildir. Onun için insan وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cevherine bir sadef olmuştur.

Bu âyetteki cümlelerin nüktelerine geçiyoruz:

Ey arkadaş! Birinci cümlede جَمٖيعًا, ikinci cümlede ثُمَّ, üçüncü cümlede سَبْعَ kelimeleri için bir tahkikat lâzımdır. O tahkikatı, altı noktada izah edeceğiz:

Birinci Nokta: Aşağıda beyan edildiği gibi hayatın öyle bir hâsiyeti vardır ki hayat cüzü küll, cüz’îyi küllî, ferdi nevi, mukayyedi mutlak, bir şahsı bir âlem gibi kılar. Binaenaleyh tek bir insan “Dünya benim evimdir. Dünyadaki enva benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem ve münasebetim vardır.” diyebilir.

İkinci Nokta: Bilirsin ki âlemde sabit bir nizam vardır, muhkem bir irtibat vardır ve daimî düsturlar, esaslı kanunlar vardır. Bu itibarla âlem, bir saat veya muntazam bir makine gibidir. Her bir çarkın, her bir vidanın, her bir çivinin; makinenin nizam ve intizamında bir hissesi ve makinenin netice ve faydalarında bir tesiri olduğu gibi ehl-i hayat için ve bilhassa beşer için de bir faydası var.

Üçüncü Nokta: Aşağıda işiteceğin gibi istifadede müzahamet ve münakaşa yoktur. Nasıl ki Zeyd diyebilir ki: “Şems benim lambamdır, dünya benim evimdir.” Amr da öyle diyebilir ve aralarında münakaşa da olmaz. Evet Zeyd mesela, dünyada tek farz edilirse istifadesi nasılsa bütün insanlar içinde iken istifadesi yine öyledir, ne fazla olur ne noksan. Yalnız gareyne ait olan kısım müstesnadır. Zira yiyecek, içecek vesaire şeylerde münakaşa olur.

Dördüncü Nokta: Âlem için tek bir yüz, bir cihet değil, pek çok umumî ve muhtelif vecihler vardır. Ve faydaları temin eden, kesretle umumî ve mütedâhil yani birbiri içinde cihetler vardır. Ve istifade yollarının da envaen türlü türlü tarîkleri vardır. Mesela, senin güzel bir bahçen vardır. O bahçe, bir cihetten senin istifadene tahsis edildiği gibi diğer bir cihetten de halkı faydalandırır. Mesela o bahçenin hüsnüne, güzelliğine her bakan bir zevk alır, bir inşirah peyda eder; bunda bir mani yoktur. Kezalik insanın beş zahirî, beş bâtınî olmak üzere on tane hâssesi ve duygusu vardır. İnsan bu duygularıyla ve keza cismiyle, ruhuyla, kalbiyle dünyanın her bir cüzünden istifade edebilir; mani yoktur.

Beşinci Nokta: Bu âyetle diğer bazı âyetlerden anlaşılıyor ki bu büyük dünya, insan için yaratılmıştır. Ve yaratılışında, insanın istifadesi ille-i gaiye olarak nazara alınmıştır. Halbuki arzdan pek büyük olan Zühal’in mesela, beşeri faydalandıran, yalnız ziyneti ve zayıf bir ziyasıdır. Bu cüz’î fayda için ne suretle beşer ona ille-i gaiye olur?

Cevap: Bir faydayı takip eden adam, bütün fikrini, hayalini o faydaya hasreder ve ondan maada bir şeye bakmaz ve her şeye kendi hesabına bakar, kimseyi nazara almaz, hattâ kendisini ille-i gaiye zanneder. Binaenaleyh bu gibi adama karşı makam-ı imtinanda söylenilen o gibi kelâmlarda mübalağa yoktur. Evet, binlerce hikmetler için yaratılan Zühal’in her bir hikmetinde binlerce cihetler ve her bir cihetinde binlerce istifade edenler bulunduğu halde “Hilkatinde o adamın istifadesi, ille-i gaiyeden bir cüz olarak düşünülmüştür.” denilirse ne manii var? Çünkü ille-i gaiye, daima basit bir şeyden ibaret değildir.

Altıncı Nokta: İmam-ı Ali’nin وَتَزْعُمُ اَنَّكَ جِرْمٌ صَغٖيرٌ § وَفٖيكَ انْطَوَى الْعَالَمُ الْاَكْبَرُ emrettiği gibi insan küçük bir cisim ise de büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür. Öyle ise cüz’î istifadesi küllî olur, öyle ise abesiyet yoktur.

İKİNCİ MESELE: ثُمَّ hakkındadır.

Ey arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder.

Ve وَالْاَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَا âyeti de semavatın arzdan evvel halk edildiğine dâlldir.

Ve كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halk edilmiş ve sonra birbirinden ayırt edilmiş olduklarını gösteriyor.

Şeriatın nakliyatına nazaran: Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır. Sonra mayi kısmı da tecellisiyle tekâsüf edip zebed (köpük) kesilmiştir. Sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir. Bu itibarla her bir arz için hava-i nesîmîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bast etmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir.

Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş. Sonra bir nevi buhara inkılab etmiştir. Sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur. Sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış. Sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır. Şu arz da onlardan biridir.

Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:

“İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik.” manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.

İşte arzın –hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibarıyla– hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bast edilmesiyle nev-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebdede ikisi beraber imişler. Binaenalâhâzâ o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılab eder.

İkinci bir cevap: Ey arkadaş! Kur’an-ı Kerîm tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni’in marifet ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitaptır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:

Birinci Makam: Nimetleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.

İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir.

ثُمَّ mâba’dinin mâkablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delâlet eder ki buna “terahi” denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halk edildiğine göre zatîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de tefekkürce rütbesi ikincidir, arzın hilkati ikinci ise de tefekkürü birincidir. Yani evvela arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır. Buna göre ثُمَّ ile اِسْتَوٰى arasında اِعْلَمُٓوا وَ تَفَكَّرُوا mukadderdir. Takdir-i kelâm: ثُمَّ اِعْلَمُٓوا وَ تَفَكَّرُوا اَنَّهُ اسْتَوٰى ilâ âhirdir.

ÜÇÜNCÜ MESELE: سَبْعَ kelimesi hakkındadır.

Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istila etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zahirini onların mezheplerine meylettirmişlerdir.

Hikmet-i cedide ise feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden, semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır.

Şeriat ise Cenab-ı Hakk’ın yedi tabakadan ibaret semavatı halk etmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir.

Hadîs ise semanın مَوْجٌ مَكْفُوفٌ den ibaret bulunduğunu emrediyor.

Şu hak olan mezhebin, altı mukaddime ile tahkikatını yapacağız.

Birinci Mukaddime: Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.

İkinci Mukaddime: Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşir ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.

Üçüncü Mukaddime: Madde-i esîriyenin yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatı ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülatları gibi.

Dördüncü Mukaddime: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in’ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

Beşinci Mukaddime: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vaki olursa birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidü’l-mâ ile müvellidü’l-humuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.

Altıncı Mukaddime: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki semavat müteaddiddir, şeriat sahibi de yedidir demiştir, öyle ise yedidir. Maahâzâ yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları Arap üsluplarında kesret için kullanılır.

Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur’an-ı Kerîm’in hitaplarına, manalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmîden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mûcibdir.

Mesela سَبْعَ سَمٰوَاتٍ kelimesinden bazı insanlar hava-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir.

Öbür bazı da arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir.

Bir kısım da seyyarat-ı seb’ayı fehmetmiştir.

Bir kısmı da manzume-i şemsiye içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir.

Bir kısım da şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir.

Bir kısım da esîrin teşekkülatı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

Hülâsa: Her bir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur’an’dan hisselerini almışlardır. Evet Kur’an-ı Kerîm, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz.

Birinci Cümle: هُوَ الَّذٖى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى الْاَرْضِ جَمٖيعًا : Bu cümlenin beş vecihle mâkabliyle irtibatı vardır:

Birinci Vecih: Evvelki âyet, vücud ve hayat nimetlerine işarettir. Bu âyet, beka ve bekanın esbab ve levazımatına işarettir.

İkinci Vecih: Kur’an-ı Kerîm vaktâ ki evvelki âyetle beşer için mertebelerin en yükseği olan rücûu ispat etti, sâmi’in zihnine şöyle bir sual geldi: “Şu zelil insanların bu yüksek mertebeye liyakatleri nereden gelmiştir?” Kur’an-ı Kerîm bu cümle ile o suali şöylece cevaplandırmıştır: “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Hâlık’ının yanında büyük bir mevkii vardır.”

Üçüncü Vecih: Evvelki âyet beşer için haşir ve kıyametin vücuduna işaret etmesi, sâmi’ce güya “Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?” diye vârid olan sual, bu âyetle: “Arz bütün müştemilatıyla istifadesi için yaratılan ve bütün enva itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır.” diye cevaplandırılmıştır.

Dördüncü Vecih: Evvelki âyet, kıyamette esbab ve vesaitin ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenab-ı Hakk’a münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu âyet ise dünyada da insanın merci-i hakikisi Cenab-ı Hakk’a münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab ve vesaitin arkasında, kudretin şuâı görünür; tesir onundur, esbab ise perdedir.

Beşinci Vecih: Evvelki âyet, saadet-i ebediyeye işarettir. Bu âyet de saadet-i ebediyenin insana verilmesini iktiza eden ve sebep olan Cenab-ı Hak’tan sebkat etmiş fazl ve in’ama işarettir ki kendisine arzın müştemilatı ihsan edilmiş insanın elbette saadet-i ebediyeye liyakati vardır.

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ : Bunun mâkabliyle cihet-i irtibatı dörttür:

Birinci Cihet: Arz ve sema “tev’em” yani ikizdirler, birbirinden ayrılmazlar; zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede arz zikredildiği gibi bu cümlede de sema zikredilmiştir.

İkinci Cihet: Beşerin arzdan istifadesini ikmal ve itmam eden ancak semavatın tanzimidir.

Üçüncü Cihet: Evvelki âyet, ihsan ve fazl delillerine işaret etmiştir. Bu âyet de kudret ve azamete işaret ediyor.

Dördüncü Cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız arza münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshir edildiğine işarettir.

فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ : Bu cümlenin mâkabliyle irtibatı, üç çeşittir:

1- كُنْ ile فَيَكُونُ arasındaki irtibat gibidir. Nasıl ki memurun husulü كُنْ emrine bağlıdır, semavatın tesviyesi de اِسْتَوٰى ya bağlıdır.

2- Kudretin taallukuyla iradenin taalluku arasındaki irtibat gibidir. Yani اِسْتَوٰى iradenin taallukuna “tesviye” de kudretin taallukuna benzer bir irtibattır.

3- Netice ile mukaddime arasında bulunan irtibat gibidir. Çünkü semavatın tesviyesi, mukaddimesi olan اِسْتَوٰى ya terettüp eder.

وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ : Bu cümle mâkabliyle iki vecihle merbuttur:

Birinci Vecih: Bu cümledeki ilm-i küllî, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllînin vücuduna delildir.

İkinci Vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kâmileye, bu cümle ise küllî ve şümullü ilme delâlet eder.

Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz:

هُوَ الَّذٖى … الخ Bu cümle mâkabliyle bağlı değildir. Ancak müste’nife olup beş sual ile cevaplarına işarettir ki bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur. هُوَ الَّذٖى deki هُوَ mübtedadır, اَلَّذٖى sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi hasra da delâlet eder. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakk’a münhasır olduğu gibi Hâlık’ı da yalnız Cenab-ı Hak’tır. Bu hasr ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cümlesinde اِلَيْهِ nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakk’a münhasır olduğu için kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakk’a münhasırdır. اَلَّذٖى sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstahakkı, nekre olmaktır. Burada marife olarak gelmesi, hükmün zahir ve malûm olduğuna işarettir. Yani “Cenab-ı Hakk’ın müştemilat-ı arziyenin Hâlık’ı olduğu malûm ve zahirdir.”

Menfaat için kullanılan لَكُمْ deki ل eşyanın hilkaten mubah, helâl, menfaatli olarak yaratılıp bazı arızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Mesela ağyarın malı, ismet-i şer’iye için haram olmuştur. İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; laşe eti, necaset için haram olmuşlardır. Ve keza her bir şeyde bir fayda, bir menfaat olduğuna remizdir. Ve keza beşer için her şeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. Evet, hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun. Ve keza arzın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir. لَكُمْ câr ve mecrurunun مَا فِى الْاَرْضِ üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evlâ olduğuna işarettir.

Umumu ifade eden مَا her şeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir.

فِى الْاَرْضِ daki فٖى nin عَلٰى ya tercihi, en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve arzın karnındaki eşyanın taharrisine insanları teşci ettiğine işarettir. Ve keza arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemiyen anâsır ve maddelerden –tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak– bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delâlet eder.

جَمٖيعًا : Arzdaki bazı eşyanın abes ve faydasız olduklarına ait evhamı def’etmek içindir.

ثُمَّ اسْتَوٰى daki ثُمَّ arzın hilkatiyle semavatın tesviyesi arasındaki Cenab-ı Hakk’ın ef’al ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza beşere menfaat hususunda, semavatın tesviyesi arzın hilkatinden rütbece uzak olduğuna delâlet eder. Îcaz ve ihtisar için اَرَادَ اَنْ يُسَوّٖى yerinde اِسْتَوٰى denilmiştir. اِسْتَوٰى kelimesinin istimali, burada mecazdır. Yani hedefe kasdını hasredip sağa sola bakmayanlar gibi semavatın tesviyesini irade etmiştir.

اِلَى السَّمَٓاءِ : Bu semadan maksat, semavatın maddesi olan buhardır.

فَسَوّٰيهُنَّ deki ف tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivaya bağlanması; فَيَكُونُ nün كُنْ emrine veya kudretin taalluku iradenin taallukuna veya kazanın kadere olan terettüblerine benziyor ve takibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiillere îmadır.

Takdir-i kelâm: نَوَّعَهَا وَنَظَّمَهَا وَدَبَّرَ الْاَمْرَ بَيْنَهَا فَسَوّٰيهُنَّ…الخ den ibarettir. Yani “Nevilere ayırdı, tanzim etti, aralarında lâzım gelen emirleri, tedbirleri yaptı; sonra yedi tabakaya tesviye etti.”

سَوّٰى : Yani “Muntazam, müstevî; envaı, eczaları mütesavi olarak yarattı.”

هُنَّ : Bu zamirin cem’i, semavat olacak maddenin nevilere münkasım olduğuna işarettir.

سَبْعَ tabiri, semavat tabakalarının kesretine işarettir ve bu tabakaların teşekkülat-ı arziyenin edvar-ı seb’asıyla sıfât-ı seb’aya münasebettar olduğuna îmadır.

سَمٰوَاتٍ : Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan “derârî” yıldızlara bahçe ve bostandır.

وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ : Bu و atıf içindir. Halbuki burada atfın tarafeyni arasında münasebet yoktur. Öyle ise bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki: وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ “Öyle ise bu büyük ecramın Hâlık’ı odur.” وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ “Öyle ise o ecramdaki sanatı tanzim, tahkim eden odur.”

İlsakı ifade eden بِكُلِّ kelimesindeki ب ilmin, malûmdan infikâk ve infisalinin mümkün olmadığına işarettir.

كُلِّ tamimi ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği tamimden hiçbir şeyin, hiçbir ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla مَا مِنْ عَامٍ اِلَّا وَقَدْ خُصَّ مِنْهُ الْبَعْضُ olan kaide-i külliyeyi tahsis ediyor. Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden hariç kalmıştır.

شَىْءٍ : Bu kelime; vâcib, mümkin, mümteniye şâmildir.

عَلٖيمٌ : Yani zatı ile ilim arasında zarurî, lüzumî bir sübut vardır.

***

Loading