YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP’UN ZEYLİ VE İKİNCİ KISMI
(Hulusi-i Sânî ve büyük bir âlim olan Sabri Efendi’nin fıkralarıdır.)
Mebus-u âlem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerinin insanları hayrette bırakan ve cüz’î şuuru olana iman-ı kâmil bahşeden, fevka’l-had ve hârikulâde manen bin enva-ı mu’cizat-ı Ahmediyeyi ihtiva eden ve pek âlî ve azîm kıymeti müsbet ve müsellem bulunan On Dokuzuncu Mektup’un dördüncü cüzünü; nazar ve teveccüh-ü fâzılanelerinde min gayri haddin vekilleri bulunduğum mumaileyh Hulusi Beyefendi’ye irsal kılınmak üzere istinsaha başlamıştım.
Bin mu’cize-i Muhammediye münderic olan On Dokuzuncu Mektup, mukaddemen dahi arz edildiği vecihle arzumun fevkinde pek ziyade ulvi ve nurani mebahis ve vekayi-i risalet-meabiyeyi beyan ve müjde ile ruh ve kalb-i âcizîyi bahar-ı âlem gibi gül ve gülistanlığa çevirmiştir. Bu hususta kalben hisseylediğim duygulardan mütevellid ve lâzımü’l-arz medh ü senayı gayet parlak bir tarzda arz etmek ehass-ı emelim ise de maalesef söylemekten âciz bulunduğumu beyan ile iktifa ediyorum.
Yalnız şu noktayı hissettim ki: O vekayide siz cismen değilse de fakat ruhen, Server-i kâinat Efendimiz Hazretleriyle beraber idiniz tasavvur ediyorum. Zira o vekayi-i mezkûrenin künyesiyle, mevkiiyle, an’anesiyle kat’iyen müşahede ve ol vecihle nakil ve tahrir buyurduğunuza kani ve kailim.
On Altıncı Mektup’u Atabey’e giderken götürdüm. Ekseri noktalar bir kısım ihvanı ağlattı ve amcazadem Zühdü Efendi, On Altı’yı okuyunca “Şimdiye kadar bilmediğim ve görmediğim nurani ve pek kesretli sürur-u manevîyi ihtiva eden bir pencere bugün kalbimde açıldı. Şu pencereden hasıl olan netayici yazmak iktidarımın fevkinde ise de avn-i İlahîye dayanarak bir arîza ile arz etmek ehass-ı emelimdir. Nihayetsiz selâm ve hürmetlerimi tebliğe tavassutunuzu rica ederim.” dediler.
Sabri
***
Gönül ister ki hemen Risaletü’n-Nur’un umumunu yazıversem de mâmelekimde bulunan dürr-i yektaları istidadım nisbetinde mütalaaya başlasam.
Otuz Birinci elmas külliyatını avn-i Hak ve inayet-i ekremîleriyle iki gün evvel ikmale muvaffak oldum. Ahmed kardeşime ait derkenarı tefhim ettim. Biraz okur ve Onuncu Söz’ü istiyor fakat bu Söz kıymet-i maneviye itibarıyla mevcudattan ağırdır. İ’caz-ı Kur’an’ın ikinci cüzünü hemen hitam buldurmak üzereyim. Fakat müştak bulunduğum Otuz İkinci Söz’ü dahi lütuf buyuracak olursanız, hasıl olacak memnuniyetimi bir vecihle arz etmekten âciz kalacağım. Çünkü bu gibi kıymettar ve manidar eserleri işittikten sonra, görmek iştiyakı gittikçe artıyor ve bu tabiattan bir türlü kendimi men’edemiyorum.
Sabri
***
Bu defa istinsahına muvaffak olduğum nurlu Yirmi Dokuzuncu Söz’de, melaike denizlerinde sefain-i kibriyaya yapışarak seyran ederken ve beşerin hata-savab işlediği ef’ali, kat’î olarak umumî yoklama defter-i kebirinde okunacağını, nef’ ve zarar hiçbir şeyin mektum bırakılmayacağını şiddetle ihtar eden, beka-i ruh âlemini temaşa ederken; matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksa olan ba’s ve mahkeme-i kübranın ahkâmını kable’l-vuku makam-ı istima’da dinlerken ve bilhassa “Medarlar” merdivenlerinden âlî makamlara manevî suud ederken, hele Onuncu Medar ve Üçüncü, Dördüncü Meselelerde deniz dalgıçları gibi derya-yı maneviyatta dalıp yüzerken, o kadar envar-ı hakaik-i kibriyaya ve ezvak-ı letaif-i ulyâya müstağrak oldum ki arz ve ifadeden âcizim.
Sabri
***
Müşrik ve münkirleri mağlup ve ilzam eden ve son sistem malzeme-i cihadiye-i vahdaniyeyi hâvi ve câmi’, kuvvet ve resaneti çelik, kıymet ve ehemmiyeti elmas ve cevahir ve akik bir kale-misal olan Otuzuncu Söz’ü istinsaha muvaffak oldum.
Sabri
***
Sözler sayesinde şu bir seneyi mütecaviz bir müddetten beri şevk ile taallüm, inayetle tefeyyüz, tergib ile tenevvür, hâhişle telezzüz, işaretle tahalluk, tedricle tekemmül tarîkında ilerlemeye sâî bulunduğum bu muayyen müddetin bir gününe, sâbıkan geçirmiş olduğum umum hayatımın bile mukabil olamayacağı kanaatindeyim.
Sabri
***
(İkinci bir Sabri olan Ali Efendi’nin bir fıkrasıdır.)
Sözler öyle bir hâzık doktordur ki gözsüzlere hidayet-i Hak ile göz ve kalpsizlere inhidam-ı kat’iyeye uğramamış ise kalp ve şuurunda çatlaklık yoksa tenvir ile düşünceye sevk ve “Nereden, nereye, necisin?” sual-i müşkülün halli ile insanlığın iktiza ettiği insaniyeti bahşediyor.
Ali
***
(Yine Sabri’nin.)
Sözler namında olan bahr-i muhit-i Nur’da iki seneyi mütecaviz bir zamandan beri, seyr ü seyahatimin semere ve neticesini görüp bilmek hususunda şimdiye kadar zemin ve zaman müsait olmadığından, sermaye-i ticaretimin ne derecelere çıktığında; daha doğrusu bir ticaret edinebildim mi yoksa edinemedim mi, mütereddid ve mütehayyir idim.
Hamden lillah bu şehr-i rahmet ve mağfirette, inayet-i Rabbaniye ve muavenet-i Peygamberiye ve himemat ve daavat-ı üstadaneleri berekâtıyla sermaye-i ilmiye-i evveliye-i bendegânemin yüzde doksan dokuz derece yükseldiğini fehmettim. O menabi-i ilmiye ve temsilat-ı hakikiye, meclislerimi o kadar tezyin ve tenvir etmektedir ki arz etmekten âcizim.
Beşerin pek ziyade ayağını kaydıran şu asırda, gayetle hârika ve fevka’l-had cihazat ve malzemeyi neşreden Nur Fabrikasından, her nevi teçhizatı almak farz olduğunu bilip her türlü sena ve sitayişe bihakkın seza ve lâyık bulunan ve hiçbir surette riyaya hamli imkânsız olan müessese sahib-i a’zamına, ne derecelerde îfa-yı şükran ve arz-ı minnettarî eylesem, yine hakkıyla vazife-i zimmetimi eda etmiş olamayacağım.
Sabri
***
Çoktan beri ruh-u kemteranemin son derece müştak bulunduğu ve her bir kelimesi birer elmas mahzeni olan şu Yirmi Sekizinci risale-i pür-nurlarını, lehü’l-hamd kıraat ve istinsaha muvaffak oldum. Şu altın-misal hurufattan mürekkeb elmas menbaının derece-i kıymet ve rağbet ve ehemmiyetini arz ve ifade hususunda –mübalağa olmasın– mümkün olsa idi, şu risale-i kıymettarînin hakaik-i nâmütenahîsini muvazzıh ve câmi’ birçok kelimatın vaz’ettirilmesine çalışacaktım ki hakikat lâyıkıyla ifade edilsin.
Zira Hâlık-ı âlem Hazretleri, şu mükevvenatı halk ve icad ve her birini birer vazife ile tavzif ve ecel-i âlemin hulûlünde, mes’uliyet noktasında bu dünyada acz ve fakr ve zaaf ve ihtiyacını fehim ve idrak ederek, kavanin-i ezeliye ve desatir-i Rabbaniyeye imtisal ve ittiba edenlere, şu mevzubahis cennet gibi bir nimet ile i’zaz edecek ve ale’l-husus cennette en büyük nimet, cemal-i bâ-kemal-i Rabbaniyeyi müşahede ve müşerrefiyet-i uzma olduğundan, şu fâni âlemdeki her şey bi’n-netice cennete nâzır ve hayran olduğu ve şu hakaikin menbaı olan Furkan-ı Mübin ve Kur’an-ı Azîm’in ebvab-ı müteaddidesini fetih ve esrar-ı gûnagûnuna ıttıla ile derya-i hakaike dalmak herkese müyesser olmadığından, beş sual ve beş cevap miftah-ı hakikisiyle o künuz-u mütenevvia kapılarını açıp pek yakından ve kemal-i sarahatle gösterilmesi ciheti, değil bu abd-i âcizin kāsır aklı, belki oldukça yüksek zekâlara mâlik olanların bile takdirine hakkıyla şâyan olduğunu kail ve kaniim.
Sabri
***
Kemal-i ulviyet ve kıymet-i bînihayesini arz ve ifadeden âciz bulunduğum şu Sözler’deki âlî ve azîm üslup ve gayeler, bu abd-i pür-kusuru ihya ve âdeta “ba’sü ba’de’l-mevt” haline getirdi ve “Siyah Dutun Bir Meyvesi” namıyla müsemma, Avrupa meftunlarına endaht edilen altın topun elmas güllelerini gördüm, hayran oldum.
Sabri
***
Yirminci Mektup’u yazarken vaktimin adem-i müsaadesi cihetiyle çabuk yazmaya fazlaca sa’y ettiğimden sathî bir nazar ve kıraat edildi. Derince düşünüp zihnimde takarrur ettiremedim ise de müsaade-i fâzılaneleri ile şu hakikati arza ictisar ediyorum ki:
Bu mektub-u azîmü’l-mefhum, şimdiye kadar tesyar buyurulan umum Nur Risalelerinin, hülâsatü’l-hülâsa zübdesi ve menba-ı amîkı olduğuna müşahedemle beraber, tafsilat ve teşrihat hususunda dahi zevi’l-akıl olanlar için ibare-i Arabî ile tahrir buyurulan ve yedi fıkra-i manidar ve Türkçe meallerinde münderic olduğuna kanaat-i kâmilem mevcud bulunduğunu arz ile başkaca bir arzu daha uyandırdı ve dedim: Âh Hudâ-yı Müteâl ve Vâhibü’l-a’mali ve’l-âmâl Hazretleri tevfikat-ı Samedanîsini ihsan buyursa da üstad-ı âlîkadrimden fenn-i ilm-i kelâmı taallüm ile tefeyyüz edebilsem, dedim.
Ve bu arzu kalb-i bendelerîde ile’l-ebed merkûz kalacaktır ki bu da kıymet-i bîpâyanını hissedip ulviyet ve kudsiyetini hakkıyla ifadeden âciz bulunduğum Yirminci Mektub-u mergubdan mütevelliddir.
Sabri
***
Hele Birinci Söz’de Besmele’nin derece-i ehemmiyeti ve suret-i temsiliyesi şâyan-ı takdir ve hayrettir. Öteden beri her kitabın iptidasında “Besmele, Hamdele, Salvele”nin zikrinin vücubu, hoca efendilerimiz tarafından beyan edilmiş ise de bu gibi nefsi iskât edecek bir temsil işitilmediğinden bu derece zihinde takarrur ve temerküz etmemişti. Şu temsil, Besmele Sözü olan Birinci Söz’de ne kadar musîb ve manidar olduğunu insan olan takdir eder.
Sabri
***
Üç kitaptan Yirminci Söz’ü ilk defa okudum. Habl-i metin-i İlahî ve kanun-u mübin-i Rabbanî olan Kur’an-ı Azîmüşşan’da, şu son asırda vücuda gelen ve Frenklerin medar-ı iftiharları bulunan tahte’l-bahir, tayyare vesaire gibi eşyaya, bin üç yüz küsur sene mukaddem işaretle ifade edildiğini öğrenerek Kitab-ı Mübin’in mazi ve müstakbelden vermekte olduğu ihbarat-ı gaybiye ve sadıka ve beyanat-ı hârika, dost ve düşmanı meftun ve hayretlerde bıraktığı cihetle, bir kat daha i’caz-ı Kur’an’ı ispat ve teyid etmiştir. Yirmi Üç ve Otuzuncu Sözler’in baş taraflarından üçer, beşer sahife okuyabildim. Mahzen ve medfen-i mücevherata rast gelmiş bir fakir gibi hangi cevheri alacağımı harîsane düşünüyorum.
Sabri
***
Bahr-i Mu’cizat, Fahr-i kâinat Efendimiz Hazretlerinin şu sisli asırda, paslı ruhlarımızı tenvir ve tesrir eden ve sâik-ı hayat-ı ebediyeleri bulunan On Dokuzuncu Mektup’un beşinci cüzünü alarak, üçüncüsünü iade ettim. Fahr-i kâinat Efendimizin mu’cizatından olan parmaklarından su akıtarak orduya içirmesine dikkat ederek derin bir tefekküre daldım. O sırada kalemim boya şişesinde idi. Yazmak vazifeme muvakkat bir fâsıla verecektim. Kalemimi tuttum, mürekkebi ile yerinde koymamak için kalemdeki mürekkep bitinceye kadar bir iki kelâm daha yazayım da öyle bırakayım dedim. Başladım, yarım sahife yazdım, kalemden boya kesilmedi. Bundaki hikmeti düşündüm, kalem kurudu. Sonra birçok defalar kalemi dikkatle boyaya batırarak yazdım, tecrübe ettim. Yarım satır, nihayet bir satıra kâfi gelebildi. Bu da Hatib-i Bağdadî’nin فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسٖينَ اَلْفَ سَنَةٍ sırrındaki (Hâşiye[1]) tefekküründen mütehassıl vakıayı andırır bir tekid-i i’caz-ı Nebevîdir, dedim.
Sabri
***
Evvelce takdim kılınan arîzalarımdaki tabirat ve elfaz-ı tazimiyem ne için hak olmasın? Zira şu kıymettar ve ehemmiyet-i nâmütenahiyeyi ihtiva ve âleme berk-i hâtıf gibi satvet-i maneviye ve hakikiyesini emsali gibi i’lam ve ilan eden Yirmi Altıncı Mektub-u mergubu, yirmi günden beri muhtelif derecatta müntesibîn-i ilmiye mütalaa ettikleri halde, bugün tashihine lüzum görülen ve ale’t-ta’dad yirmi sekiz noktada ta’dil ve ilâve buyurulan nıkat-ı mühimme, kelimat ve tabirat-ı âliyeyi zâid veya noksan diyebilecek bir kimse çıkmasın ve çıkmıyor.
Evet, şu asrın eşhas-ı muzırrasına karşı ilan etmiş olduğu cihad-ı maneviyede müşahede edilen muvaffakıyet-i fevkalâdenin, o güruh-u hazele ve rezeleyi iskât ve ilzam ettiğini, zerre kadar insafı ve iz’anı ve insaniyette hazzı olanın ikrar ve itiraf ve tasdik etmesi, vecibeden olduğu vâreste-i rayb ve zunûndur.
Sabri
***
(Şu fıkra Şamlı Hâfız Tevfik’indir.)
Altın yaldızla yazılması lâzım gelen eser-i âlînizde, Resul-i Mücteba Aleyhi Ekmelü’t-Tahaya Efendimiz Hazretlerine dil uzatan hain-i bîdin olan mülhid hainlerin kuruyası dillerini, inayet-i İlahî ve ruhaniyet-i Peygamberî ve şeriat kılıncı ile kesmeye muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzidenizi Cenab-ı Hak ind-i İlahîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin. Şefaat-i Nebeviyeye efendimi ve fakiri de nâil eyleyip sancak-ı Muhammedî (asm) tahtında cümlemizi ihvanlarımızla beraber haşreylesin, âmin!
Tevfik
***
(Yine Sabri’nin.)
Burak-ı tevfik ile hakaik-i semavata râh-ı urûcu irae ve tefhim için tanzim ve tasnif buyurulan ve her bir lem’a-i ulviyesi, aklî ve naklî binler âyât ve alâim-i imanı fevka’l-had izah ve ispat eden ve bir mirkat-ı iman ve bir mir’at-ı Vâcibü’l-vücud ve’l-Mennan olan ve saray-ı dâr-ı bekanın elmas bir miftahı bulunan Yirmi İkinci bahr-i hakaiki inayet-i İlahiye ile istinsaha muvaffak oldum.
Sabri
***
(Şu fıkra, hakiki ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendi’nindir.)
Mükerreren mütalaa ve kıraat ederek arş kadar yüksek eserleriniz hakkında mütalaa serdine, bir kelime hattâ bir nokta ilâvesine kendimde cüret ve kudret bulamadığımdan dolayı, bu babda bir mütalaa dermeyanına imkân göremiyorum. Yalnız çok yüksek, cihan kadar kıymettar mübarek eserleri okuyup cehaletimiz hasebiyle idrak edebildiğimiz kadar istifade ve istifazaya çalışarak müstefid olabilmek bizim için pek büyük bir nimettir.
Hakkı
***
(Yine Hakkı Efendi’nindir.)
İşbu cihan-kıymet eserin mütalaasında nasıl bulduğumuz istifsar buyuruluyor. Dekaik-ı hikmet ve hakaik-i ilmiye ile tezyin ve tarsin edilmiş olan yüksek eser hakkında bir mütalaa serdetmek, bidâamın fevkindedir.
Hakkı
***
(Şu fıkra ikinci bir Sabri olan Hâfız Ali’nindir.)
Efendim! Yirmi Beşinci Söz, Cenab-ı Hakk’ın ferman-ı mübini olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan için öyle bir vuzuh-u etemmi hâvi bir muarrif-i hakikidir ki: Bahr-i hakaikte seyr ü seyahat eden ve haricen çelikle mücella ve müstahkem ve dâhilen elmas ve akikle müzeyyen ve müberhen ve menba-ı hakikisi olan Furkan-ı Hakîm gibi daima gençliğini ve resanetini, ziynet ve hüsnünü tezyid ve muhafaza eden ve hiçbir vecihle ahkâm-ı memduhasına nakîse getirmeyen, bir sefine-i semaviyenin mahsulü olup kalpleri kışırlanarak felsefenin çıkmaz çığırlarına sapan gafil ve âsilere şiddetle darbe-i müthişe ve mühlikesini çarpan o Söz, mutîlere lütf-u dest-i manevîsiyle, dünyevî ve uhrevî nihayetsiz mükâfatını ihsan eden Cenab-ı Hakk’ın, zat-ı üstadanelerine lütuf buyurduğu ve Vehhab ism-i celilinden tulû eden nurun lem’asıyla ziyalandırıp hakaik-i İlahiyenin zerrelerini bile pırlantalar gibi görüp ve gösteren üstadımın hakaik denizinde seyr ü seyahatleri esnasında isabet eden mevceler ki yekdiğerini müteakip her birisi başlı başına bir mu’cize hattâ bir katresi bile îcazıyla i’cazını gösterdiğini gördüğümde مَا شَاءَ اللّٰهُ ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ هِدَايَةِ الرَّحْمٰنِ cümle-i celilesini lisanımda vird ediyorum.
Ali
***
(Yine şu fıkra Sabri’nindir.)
Nurları âlemi tenvir eden, kıtası küçük ve kıymeti pek büyük ve ulvi ve azîmü’l-meal ve bizzat hatt-ı ekremîleriyle muharrer elmas risalelerini istinsah ve Yirmi İkinci Nur deryasına dalıyorum.
Sabri
***
(Şu fıkra mühim bir talebe olan Seyyid Şefik’indir.)
Şifahane-i kalbinizden tulû eden Otuz Üçüncü Söz’ünüzle otuz üç cihetten marîz olan kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim.
Seyyid Şefik
***
(İnşâallah Kur’an’a büyük hizmet edecek olan Küçük Hâfız Zühdü’nün mektubudur.)
Bugün istinsahına muvaffak olduğum İ’caz-ı Kur’an’ın bu bîçare talebenize bahşetmiş bulunduğu nihayetsiz füyuzat, mevte mahkûm ruhuma öyle bir tabib-i hâzık ameliyatı yapmış ki müptela olduğum emraz-ı kalbiyeyi tedavi ve yeniden hayat bahşetmiş olduğundan, arz-ı minnettarî eyler ve bu bînazir mücevherat mahzeninin diğer renkli kapılarının da açılmasını âcizane istirham eylerim.
Otuz Üçüncü Mektup’un otuz üç penceresinden ayrı ayrı lemean eden nurani ziyalar kalb-i âcizaneme feyyaz nurlarıyla gül-âblar serpti. Daha birçok Nur Risalelerinin füyuzatından hisseyâb olmasını bârgâh-ı ehadiyetten tazarru ederim efendim.
Hâfız Zühdü
***
(Yine şu fıkra Sabri’nindir.)
“Maruzat-ı hususiye”: Şu on dördüncü asr-ı Muhammedîde (asm) marziyat-ı Rabbaniye ve tebligat-ı Ahmediyeyi bihakkın îfa ve icra ve i’lam ve infaz eden elhak “matla-ı şems-i füyuzat” tabiriyle tavsif ve tazime mâsadak bulunan Nur risale-i ferîdelerinden ruh-u âcizîye in’ikas eden ve sermaye-i kemteranemden olmayıp sırf Risaletü’n-Nur’un füyuzat ve lemaatından derip çatıp yazdığım arîzalarım, mahza bir eser-i hüsn-ü teveccüh-ü kerîmaneleri olarak, Risaletü’n-Nur sırasına idhal edilmesi hicabımı intac etmiştir. Zira bahr-i muhite nisbeten bir cetvel hükmünde bile olamayan, bu abd-i âcizin pür-kusur ifadeleri öyle bâlâ bir mevkide yer tutacak bir mahiyette olmadığı aşikârdır. Umarım Cenab-ı Kibriya’dan ki karin bulunduğu nevvar ve ziyadar Sözler’in nur ve ziyalarından müstefid ve ziyadar ola.
Sabri
***
(Şu fıkra Hulusi’nindir.)
Esasen siyaset anlamadığım bir iş, şunun bunun âmâline hizmet, menfurum. Zilletle yaşamak, tahammül edemediğim hallerdir. Felillahi’l-hamd Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir, Dinimiz bir… ilâ âhir. Bu bir birler, bize yekdiğerimizi Allah için sevmek kaydını sağlamlaştırmakla beraber ruhî, kalbî, ebedî, lâyemut bir birlik temin etmektedir. Hamd ve şükürler olsun mü’miniz. Hayatta tesadüf edeceğimiz binlerle musibet ve acılara مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ gibi çok müessir devamız var.
Yine idrak ediyoruz ki burada vazifeleri nihayet bulanlar için ebedî mev’ûd bir hayat başlıyor. Biz de bu yolun yolcusu, bu hanın misafiri, bu fabrikanın muvakkat bir amelesi olduğumuz için er geç o kafileye iltihak edeceğiz.
Kısa, müz’iç, dağdağalı, elemli, hüzünlü, firaklı ve ancak o sermedî hayatın mezraası olan bu fâni ve kararsız âlemde başlayan garazsız, ivazsız, pürüzsüz ve kimsenin arzusuna tabi olmadan sırf hasbî ve ciddi, hâlis ve muhlis arkadaşlığımızın meyvesini o her türlü saadeti câmi’ hayatta idrak edeceğiz.
Ümit ve iman gibi pek âlî sermayemiz var. Hoca Efendi Hazretlerinin âlî tavsiyeleri: Beş vakit namazını ta’dil-i erkân ile vaktinde kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. Yedi kebairi terk et çünkü sağairi arayacak zamanda değiliz. İttiba-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer saf, hâlis ve muhlis bir hâdî –ki o da seni yine bu yola götürecektir– maalesef bulamayacaksın. Belki bu yola çıkaracaklar vardır. Fakat kömür ile elması kim fark edecek? Öyle ise sen çalış, ondan daha iyi kılavuz bulamazsın. Derslerinden birinde ki her vakit zikrettiğim مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ şifa-bahş vecizesi hatırımızda varken, şüphesiz her musibet ve her elem hoş karşılanacaktır.
Aziz kardeş! Zaman olur ki her şey, herkes, her muamele, kalbi incitiyor. Fakat işte tiryakı:
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ
Her zaman söylüyorum: Biz bu fâni hayat için dostluk yapmıyoruz. Bu kısa hayata veda etmek, indimizde ve itikadımızda ebedî bir hayatın mukaddimesidir. Öyle ise müteessir olmayalım. Nice ki o hayata başlamadık. İşte mürasele ile muvasalayı temin edelim. Allah’a güvenelim, ondan meded dileyelim.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ عَدَدَ مَا فٖى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ
Hulusi
***
(Sabri’nin Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözler’i yazdığı vakit yazdığı mektubun bir fıkrasıdır.)
Bilumum Risalatü’l-Envar her biri ayrı ayrı mevzularda, hadd ü hesaba gelmeyen müşkülleri halletmeleriyle beraber bendeniz şöyle tasavvur ediyorum ki: Nur deryasından nûş etmek isteyen bir kimse Birinci ve Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri alsa diğerlerine eli yetişmezse dahi maraz-ı kalbîyi def’ ve ref’e, ruhu tenvir ve tesrire kâfi bulunduğu meşhud ve müsellemdir.
Zira Birinci Söz tevhid miftahıdır. Yirmi Bir’in birinci şıkkı da mirkat-ı cennettir. İkinci şıkkı da emraz-ı kalbiyenin tedavisi için nazirsiz bir şifahane-i eczadır. İksir ilaçlarıyla bilâ-istisna herkeste bulunan vesvese marazını tedavi ve kal’ eder. Kalp ve ruhta Kur’an-ı Hakîm’in ebedî ve nâmütenahî füyuzat ve envarından gelen ravzat-ı inşirahiyeyi küşad ile saadet-i ebediyeye îsal edecek bir râh-ı necat ve selâmettir. Yirmi İki ise Bürhanlarıyla, Lem’alarıyla insan olanın akaid-i diniyesini tahkim ve tarsine emsalsiz bir rehber bulunduğunu arz ederim efendim.
Sabri
***
(Şu fıkra Hüsrev’in mektubundandır.)
Sevgili ve Muhterem Üstadım,
Sözlerinizin (yani Risalelerinizin) her biri birer derya-yı azîmdir. Sözlerinizden pek çok feyz alıyorum. O kadar ki okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlahî bir zevki tarif edemeyeceğim. Bugün Sözlerinizden değil hepsini, bir tanesini alan insaf ile okursa hakkı teslime ve münkir ise gittiği yolu terke, fâsık ise tövbeye mecbur olacağına kat’iyen ümitvarım.
Hüsrev
***
(Şu fıkra Re’fet Bey’in mektubundandır.)
Sözleriniz mürşidane ve çok yüksek olduğundan gayet dikkatli ve tahlil ederek okunmak icab ediyor. Serdeylediğiniz delail-i akliye ve mantıkıye o kadar tatlı ve hayret-bahştır ki İnsan okudukça okuyor ve nâmütenahî bir zevk-i manevî hissederek hiç elinden bırakmak istemiyor. Bu sebeple bir defa okumak kâfi değil. Hepsi yanında bulunup daima okumalıdır.
Re’fet
***
(Şu fıkra dahi Sabri Efendi’nin mektubundandır.)
Üstadım Efendim!
Şu kıymetli elmaslar Cenab-ı Hak’tan Habib-i Zîşanına gönderilen Şecere-i Tûba’nın nâmütenahî semereleri olduğunu ve bunların emsali gibi bînazir mücevheratın ihraç ve teşhiri zamanını bulup sergi-i Rabbaniye ve Muhammediyeye vaz’eden zat-ı üstadanelerine şu dakikada kāsır aklım ve istidatsız lisanımla şöyle dualar ediyorum:
اَللّٰهُمَّ احْفَظْ مُؤَلِّفَ هٰذَا الدُّرِّ الْيَكْتَا الَّذٖى هُوَ مَوْسُومٌ بِرِسَالةِ النُّورِ وَ اَعْطِ قَلْبَهُ (وَ قَلْبَ صَبْرٖى) اَلَّذٖى هُوَ مَمْلُوءٌ بِالْحَقَائِقِ وَ الْاِبْتِهَاجِ وَ السُّرُورِ اٰمٖينَ
Sabri
***
(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)
Maddeten uzak düşen bu bîçare talebenizi yakından temsil eden Hâfız Sabri Efendi’yle diğer zevatın Nurlar hakkındaki ihtisasları çok kıymetli ve yüksek ve lâyıklı bir surette ifade edilmiştir. Bir mektubunuzda Muallim Cûdi’nin kasidesi münasebetiyle buyurduğunuz vecizeyi burada tekrara münasebet geldi.
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ
sırrınca güzellik yazılarımızda değil belki i’caz-ı Kur’an’dan olan nurlu Sözler’e ve Mektubat’a aittir. Her ferd-i mü’min, derece-i fehim ve zevkine göre, aslında güzel olan bir şeyi tarif eder. Acz ve fakrdaki lezzet, şefkat ve tefekkürdeki ulviyet; hakikaten hiçbir şeyle kabil-i kıyas değilmiş.
Hal-i âlem müsait olsa da hazine-i hâssa-i Kur’an’dan çıkararak tabir-i âlînizce dellâllığını yaptığınız elmasları çok gözler görse; görse de sarhoşlar ayılsa, mütehayyirler kurtulsa, mü’minler sevinse mülhidler, kâfirler, müşrikler imana, insafa, daire-i akla gelseler. Ve bu mesud ve ulvi neticeyi bizlere idrak ettirmesini eltaf-ı İlahiyeden tazarru ve niyaz ediyorum, âmin!
Muhterem Üstad! Allahu Zülcelal Hazretlerine ne kadar müteşekkir bulunsanız yeridir. Acz ve fakr tezkeresiyle girmeye muvaffak olduğunuz saray-ı Kur’an’ın has hazinesinden gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş cevherleri görüyor ve mezun olduğunuz miktarını necim necim çıkartarak evvela kendiniz bakıyor, sonra “Eyyühe’l-insan! İşte bakınız, bu misafirhaneyi açan, âlemleri rahmetiyle yaratan, sizi hikmetiyle halk buyurup bu âleme gönderen Sultan-ı kâinat bin üç yüz küsur sene evvel büyük bir elçisi Habib-i Ekrem’i (asm) vasıtasıyla size hilkatteki hikmeti, buraya gelmekteki maksadı, ubudiyetin iktiza ettiği hizmeti ilh. bildirmişti. Bu âlî tebligatı, o kudsî ahkâmı sizin anlayacağınız lisanla anlatıyorum, dinleyiniz. Eğer aklınız varsa, gözünüz görüyorsa, insanlığınız varsa hakikati anlar ve imana gelirsiniz.” diye beyanatta bulunuyorsunuz.
Bizler hasbe’l-kader felillahi’l-hamd bu kudsî beyanatı yakından dinlemek, görmek ve göstermek iştiyakını gösterdik. Siz de o elmasları gösterip bizi uyandırdınız. Hakikati anlatıp yolumuzu doğrultmaya vesile oldunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Nefs-i emmarenin zebunu, cin ve ins şeytanlarının hedefi olmaktan kurtulamadık ise de bu hasbî ve Kur’anî hizmetten zevk alıyoruz, lâyıkıyla yapamıyorsak da yolunda bulunuyoruz. اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ
Hulusi
***
İKİNCİ ZEYL
(Ümmi fakat allâmelerin işini gören ve esrar-ı Kur’aniyeye karşı Isparta’nın intibahına sebep olan, âhiret kardeşim Adilcevazlı Bekir Ağa’nın Sözler hakkındaki ihtisasatıdır.)
Fazilet-meab Üstadım Hazretleri,
Efendim, evvela arz-ı tazim ve hürmetle mübarek ellerinizi öperek, her ân ve zaman lisanıma yakıştığı kadar dua eder ve duanızı rica ediyorum.
Efendim, malûmunuz fakir talebeniz ve kardeşiniz cahil olduğum halde, güneş-misali olan risale-i bergüzidelerinizden umum Nur Risalelerinizi okutup dinledim. Güneşin nuruna set çekilemediği gibi ve set çekilmek ihtimali olmadığı gibi risalelerinize de set çekilemez. Onları istima’da ruh ve kalbimi tetkik ettim, tetkikatımda ne gibi hissetmiş ve anlamış olduğumu aradım, baktım ki ruh ve kalbimde bir feyezan ve coşkunluk var ki beni bilâ-ihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen “Haydi haydi!” diye tazyikata başladı.
Ben de ruhumda olan bu vakıayı takip ederken o Nurların irae ettiği miftahları gördüm ve gösterildi. Anladım ki bu anahtarlar ile icab eden kapıları açıp o Nurlara ehil olan kardeşlerimi –min gayr-i haddin– arayıp bulmak vaziyeti âdeta bana emrolunup o Nurlardan güneş gibi nur saçılması hususunda ben de bu hali kendime vazife addettim.
O Nurlardan almış olduğum anahtarları teslim ile hain-i din olan mülhidlerin elleri kımıldanmayacak derecede kırılması için hamden lillah bu kardeşlerimi arayıp buldum. Emanetullah ve emanat-ı Peygamberînin (asm) gayet parlak yakut ve zümrütten kıymettar olan hazinelerini o zatların ellerine teslim ettim. Elhamdülillah Cenab-ı Hak muvaffak etti.
O mübarek eserlerinizi mütalaa eden eşhas, insan iseler ve insaniyetle alâkaları varsa iman eder. İnanmadıkları takdirde ya insaniyetten istifa etmeli veyahut insan değiliz demeli.
Bu eserler başlı başına ayrı ayrı birer fatihtir. İnşâallah her cihetle fethederek fatih olacaktır. Cenab-ı Mevla, âhirette cümlemizi sevabına nâil eyleyip şefaatine mazhar buyursun, âmin!
Tekrar mübarek ellerinizi bûs ile duanızı istirham eylerim efendim hazretleri.
Abdülcelil oğullarından
Adilcevazlı Emrullah oğlu Bekir
***
(Bu fıkra Hulusi-i Sânî Sabri’nindir.)
Bekledim tâ ki Onuncu Söz neşredilmiş, işbu kıymeti mükevvenata faik olan mübarek nurlu eserden bir nüshacık ihsan buyuruldu. Hemen aldığım dakikada, zîruhtan hâlî ve zümrüt-misal yeşillenmiş nebatat arasında bir ağacın altına gittim. Lâkin mevsim itibarıyla haliçe-i zemin gayet revnaktar ve enva türlü çiçeklerle müzeyyen ve muhteşem ise de ânifü’l-beyan eser, âlem-i bekanın sened-i hakiki ve kat’îsi ve en kavî ve gayet rasîn ve son derece güzel, naklî ve aklî ve mantıkî ve tarifi imkânsız bir delail ve berahin-i kat’iye ile müsbet ve hattâ haşir hakkında ayağı kayarak mühlik uçurumlara giden ve en fena bataklıklara düşen, hüsran ve dalalette boğulan pek çok kimseleri dakik ve amîk işarat ve hakaiki ile ihya ettiğini ve edeceğini alâ kadri’l-istitaa öğrendim.
Her ne kadar o kıymettar eserin derecat-ı refia ve mühimmesini hattâ en kısa bir cümlesini bile hakkıyla anlayabilmek ve o hususta söz sarf edebilmek, bidâamın fersah fersah fevkinde ise de menba-ı hakikisi bulunan Furkan-ı Mübin’den tam bir feyz alan ve emsali görülmemiş bir şaheser olduğunu anladım. Bu fakir, şiddetli acz ve zaafımla bîhad bahr-i hakaike daldım ve bahr-i muhit-i nura girebilmeye şu mübarek eser, elmas bir miftahım oldu.
Binaenaleyh havas ve havassü’l-havas dikkatle onu mütalaa ederlerse daha ne derecelerde hakaik-i İlahiye ve maarif-i Rabbaniye müşahede ederek, iktisab-ı füyuzat edeceklerini tahmin edemem. Bundan başka şu nurani ve ulvi ve kudsî eser, numarası itibarıyla dokuz eserin daha mukaddemen sebkat ettiğini îma ve işaretle beraber ve “On” numaradan sonra daha birçok eserlerin vücudunu mutazammın bulunmasına dair bir hassasiyet-i kalbiye uyandırdı.
Sonra anladım ki Kur’an-ı Hakîm’in nur ve ziyadar menbaı cûş u hurûşa gelmiş. Furkan-ı Hakîm’in elmas maadininden dehşetli bir infilak husul bulmuş, Sözler namında hadsiz tiryaklar ve mücevherat zahir oldu. Pek çok kulûb def’-i maraz ve kesb-i âfiyet etti.
Furkan-ı Mübin’in feyziyle Sözler’inin her birini herkese görmek müyesser olmayan gayet dakik ve amîk beyanat-ı hârikalarını röntgen makinesi ile temsil ediyorum. Nasıl o röntgen şuâı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de nurların hazinedarları olan Sözler dahi hakaik-i eşyada en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını haizdir.
Sabri
***
(Şu iki fıkra Hüsrev’indir.)
Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve yüksek Sözler’i birdenbire kavramak herkese müyesser olamayacağı için affımı rica ediyorum. Duanız berekâtıyla bir gün gelip ona da Cenab-ı Hakk’ın muvaffak buyuracağı ümidini taşıyorum. Ve beni zat-ı âlînize tevdi eden ve Sözler’i yazmaklığıma ruhsat veren Cenab-ı Hakk’a milyarlarca hamdediyor ve şükrediyorum.
Hüsrev
***
(Keza Hüsrev’in.)
Risalelerin yüksekliğine ve güzelliğine ve latîfliğine âciz lisanımla, kısa aklım ile ve zayıf idrakimle hayrette kaldığım şöyle dursun, bilâ-kayd her okuyanı bizzarure tahsine sevk ediyor. Cenab-ı Hakk’a ne kadar hamdeylesem, şükreylesem bu lütufların hakkını ödeyemem.
Hüsrev
***
(Şu fıkra Hâfız Zühdü’nündür.)
Nur bahçesinin nurlu meyvelerinden iki tanesini daha koparmaya muvaffak oldum. Bu meyvelerin muhtevi bulunduğu lezzeti, kāsır lisanımla şimdi ifade edebilmekten çok âciz bulunuyorum. Nebiyy-i Âhirü’z-zaman Aleyhi Ekmelü’s-salâtü Vesselâm’ın huzur-u saadetine ve pâk, latîf sohbet-i Nebeviyeleriyle müşerref olmak zevkini idrak ettiren bu kıymettar On Dokuzuncu Mektup’u mütalaa etmekten bir türlü doyamıyorum.
Bi’l-cümle Risaletü’n-Nur’un takdir ve tevkiri hususunda söz söyleyebilmekten kalemim âciz ve nâkıstır. Cenab-ı Vâhibü’l-atâyâ’dan dilerim ki Nur bahçelerinin meyvelerinin hepsinden tatmaya, arkadaşlarım gibi âcizlerini de muvaffak kılsın.
Hâfız Zühdü
***
(Bir Nur talebesinin fıkrasıdır.)
Bugün o yüksek kitabın ikmaline muvaffak oldum. “Mi’rac”ın ikmal ve mütalaasından mütevellid sürur ve saadetimi tariften kalemim düçar-ı acz oluyor. Mütalaadan doğan duygularımı hülâsaten ve bir cümle ile arz edeceğim:
Mi’rac’ın mütalaasında hayatın felaket girdaplarını ve saadet-i ebediyeye giden manevî deryanın selâmet yollarını gösteren kalp dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilatta ispat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmaya kâfi gelen asr-ı saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm.
Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü muterizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mi’rac kitabı başlı başına asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafane bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla ispat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana makul ve mantıkî fikirlerle izhar eden bir kitab-ı tarihtir.
Gaflete dalmış ve dalaletin mağlubu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz mevki vermek isteyen feylesoflar, Mi’rac gibi bir şaheser karşısında apoletleri sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir yeise mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve muteriz efkârı birer birer kırılan, davasının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof ise Hâlık-ı A’zam’ın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler.
Zekâi
***
(Zekâi’nin fıkrasıdır.)
Namaza dair fazilet ve mükâfat menbaı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmi Birinci Sözler, ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir. Kemal-i aşk ve şevkle tetebbu ettiğim bu şaheser, şüphe bulutları içinde vakitlerini bir hiç için zayi edip giden ehl-i gaflete ve gençlik hevesatına esir olup mürur-u zamanla nâdim olarak tarîk-ı hakikati arayanlara bir refik-i hayat olsun.
Zekâi
***
(Şu fıkra Doktorundur.)
Hocam, emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki gelecek hafta takdim edeceğim. Çünkü küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhatamın darlığı veya aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binaenaleyh sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki cüz’î küllî bir alâka hasıl olsun. Yâ Rab! O ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki. Âh Üstadım, bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun-u şükranım ve minnettarım. لِسَبَبٍ مِنَ الْاَسْبَابِ Dinî akidelerimin azîm bir inkılabı var. Nur Risalelerinden aldığım dinî ve insanî ve vicdanî ve iktisadî ve ilmî dersler bana hayatta muvaffakıyet verecektir.
Doktor Yusuf Kemal
***
(Doktorundur.)
Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşad-ı âliyeleri unutulmaz ve şaheser hatıradır. Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin Sözler’iniz benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi ve daha sevimli bir mecraya sevk etti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum.
Doktor Yusuf Kemal
***
[1] Hâşiye: O tefekkürde bir günlük işi bir dakikada yapmış.