(Hulusi’nin fıkrasıdır.)
18 Receb tarihli, Otuz Birinci Mektup’un Birinci, İkinci Lem’alarıyla Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Remzi’nin Birinci Makam’ını, şabanın birinci günü, yani yazıldığından on üç gün sonra aldım. Demek oluyor ki recebin 18 rakamına, 13 daha ilâve ederek, mübarek mektubun numarasını teyid etmek gibi gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu mektuptan aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan manevî feyzinden, âlî affınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arz edeceğim.
Şöyle ki: Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garib bir halet gördüm. Allah hayretsin. Kamer batn-ı arzdan süratle çıkarak, şakulen semavata yükselmeye başladı. Çıkışı ile süratle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi takip etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana “Alâmet-i kübra başladı!” diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam halinin birkaç misli cesamet arz etti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer kayboldu. Cihan serâser zulmet içinde kaldı. Mağrib cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğinde, şems sönük bir ziya ile göründü. Ufku takiben bir müddet şimale doğru gayet süratle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.
İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuz Birinci Mektup’un Bir ve İkinci Lem’alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki haleti düşündüm. Dedim: Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor:
Sen bir sefineye râkibsin ki o azametli sefinen baş döndürücü süratle, feza-yı nâmütenahîde koşturuluyor. Bu sefineyi böyle fırıl fırıl çeviren Kādir-i Kayyum, sana musahhar ettiği, muntazam tulû ve gurûb eden şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semavî vaziyetini gösteren kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre “Kün feyekûn” emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyarat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, her şey harap olacak. كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ sırrı zahir olacak.
Öyle ise en metin en âlî en müzeyyen görünen bu saray-ı kâinatın bir anda yıkılacağı, harap olacağı, bütün sekenesinin mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç-ender hiç olduğunu hatırla. Senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma. Ve hayat-ı ebediyeni söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, tesiri mücerreb ve kat’î ve لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ ۞ رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ gibi halâs ve şifa ve necat vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhassa mağrib ve işâ ortasında, otuz üçer defa devam et, demekte olduğunu hissettim.
O küçük rüyanın tabiri, muhterem Üstadıma aittir ve arzusuna bağlıdır. Bu defa manevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim fakat garibdir ki bu mübarek mektubun bura postahanesine vürûdu gününün sabahında اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ emr-i celilinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu fakat meraktan da hasbe’l-beşeriye kurtulamadığımı nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi’ye göndermiştim.
Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem’a, başıma tokmak vurarak: Ey bîçare, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın sabrına bak! Aklın varsa o Peygamber-i Zîşan’ın (as) sabırdaki kahramanlığını taklide çalış ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ duasını vird-i zeban et diye tenbih ve ikazda bulunduğuna yakîn hasıl ettim. Elhamdülillah dedim.
Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Birinci Remzi’nin Birinci Makam’ının Birinci Babı, mu’cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü ve kıyamete kadar i’cazının devam edeceğine şüphe olmayan Kur’an-ı Kerîm’in otuz cüzünden otuzuncu, yüz on dört suresinden yüz onuncu, lafız itibarıyla küçük fakat makam ve mana itibarıyla âlî ve şümullü Suretü’n-Nasr’daki çok mühim sırlardan muazzez ve muhterem Üstadımız vasıtasıyla zahir olan tevafukata münasebetli bir tek sırrından beyan buyurulan üç mesele, bana öyle bir kanaat getirdi ki bu küçük surenin üç âyetinden sülüs ve tamamında otuz cüz Kur’an’a, hattâ her harfinde bir sureye işaret ve delâlet mevcud olduğunu cezmettim.
Bu nurani mektup hakkındaki muhtasar tahassüsatımı âcizane yukarıda arz ettim. Feyiz menbaına maddeten ve manen çok yakın olan kardeşlerime, şu perişan ifadatım kapı açmak ve buradan içeri geçmeye sizler lâyıksınız, diyecek kadar faidebahş olduğu hakkındaki emirlerinizden çok sevindim.
Sevgili Üstadım! Allah için sevenler, Kur’an’a hâdim olmayı yürekten isteyenler, musibetin büyüğünü dine gelen mesaib bilenler, zahiren ne kadar şaşaalı mutantan görünse de her bid’akârane hareketten mutlak ve muhakkak Kur’an’a ve imana bir hücum hissedenler ilh. İşte bunlar niyetlerindeki ihlas, kalplerindeki safiyet ve imanlarındaki kuvvet ve Kur’an’a ciddi merbutiyetleri derecesinde, felillahi’l-hamd merkez-i menba ve masdar-ı feyze yakın bulunduruyorlar. Elbette böyle ulvi ruhlu, ciddi ihlaslı, metin imanlı kardeşlerimi çok sever ve mazhar oldukları niam-ı İlahiyeye şâkirînden olmalarını tazarru eylerim. Hasbe’l-kader dünyaya dalmış, masiyette bunalmış, hakikatte acıklı bir gurbete düşmüş olan bu bîçare kardeşlerine dua etmelerini rica ederim. Cümlesine ale’l-husus isimleri zikrolunan Galib, Hüsrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik, hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.
Hulusi
***
(Sabri Efendi’nin fıkrasıdır.)
Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam!
Şah-ı Geylanî Hazretlerinin manidar ve ihatalı bir beyt-i kıymettarîlerinin Dellâl-ı Kitab-ı Mübin’i manevî parmağıyla irae ve müntesiplerine îma ve işaret ettiği tefe’ülnamenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: “Evet, Nurlar heyetini umum ehl-i hak ve hakikat manevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ve ehadîs-i Nebeviyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır.” demekte aslâ tereddüt etmiyorum.
Bu zümre-i safiye ve hâlise arasında, Sânî Hulusi tesmiyesine bile lâyık ve müstaid olmayan ve hiç-ender hiç olan bir abd-i pür-kusura da haddinin fersah fersah fevkinde bir yer veriliyor. Halbuki bu aczi bîpâyan, kusuru çok, hatası azîm Sabri, sahaif-i a’maline baktığında çok kara ve mûcib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a’mal ve harekâtıyla, sabır ve teennisi müsbet ve müsellem bulunan başka kardeşlerimiz olduklarına hükmediyor. Çünkü kıymettar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyur keşşafa, taharriyatta bezl-i vücud eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz gibi bir eser-i tereddüt göstermeyerek sarf-ı mesaide bulunan, pek kıymettar semere-i sa’yi ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib ve teşvik ve tenvire hasr-ı vücud eden zevat, hakikaten şâyan-ı takdir ve tebriktirler.
Hulusi ise Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî ve Şah-ı Nakşibendî gibi nice zevat-ı mübarekenin maziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menabiü’l-envarı, mumaileyh ayrı bir meslek, bir meşrepte olduğu halde, her türlü vezaife tercih ederek دَخٖيلَكَ يَا دَلَّالِ قُرْاٰنِ nida-yı âşıkane ve müştakanesiyle dehalet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze mazhar olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. Onun içindir ki Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a birinci muhataplığı, hakkıyla ihraz etmiştir ve müstahaktır.
Ve hâkeza Süleyman Efendi kardeşimiz de manen ve maddeten teşrik-i mesai etmiş ve hiçbir ferdin yapamayacağı fedakârane hidematı yapmış olmasıyla, saadet-i ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve tamimine çalışmış اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ mefhumunca keza bu zat da her türlü takdire seza ve lâyıktır.
Bu günahkâr ise maalesef sâlifü’l-arz zevatın hiçbirisiyle kabil-i kıyas değildir. Madem Üstad-ı âlî böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfran-ı nimet etmeyip tahdis-i nimet suretinde kabul eder ve gördüğüm sahife-i siyahımın sahife-i beyaza tahvilini, Cenab-ı Hak’tan tazarru ve niyaz eder ve rahmet-i Rahman’a iltica eylerken, teveccühat-ı üstadanelerinin bekasını yürekten dilerim efendim.
Sabri
***
(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Sevgili Üstadım!
Aktab-ı Hamse-i Azîme’nin birincisi ve Gavs-ı A’zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur’an’ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahşetmediği gibi Otuz İkinci Söz’ün Birinci ve İkinci Mevkıflarından da üç dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mani oldu.
Sevgili Üstadım! O büyük şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltaf-ı Sübhaniye ile sekiz yüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bugünün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren yazılarındaki o derin ve pek ince manalar, idrak edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatin görmesine mani olmayan maziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i maneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahid talebelerinizden ve maruz kaldığınız mühlik felaketlerden ve nâil olduğunuz bu kadar azîm eltaf-ı İlahiyeden başlayarak, Şah-ı Geylanî’ye kadar ve ondan asr-ı saadete kadar uzanan o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavs’ın sekiz yüz sene evvel ilan ettiği bu hakikatin karşısında hayran oldum. O büyük şeyh, Eski Said gibi bir müridiyle, Yeni Said gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mani olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semavatın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya veda etmiş olsun.
İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve acibeyi sekiz on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hulusi’yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nurani simaları tanıttırdığınız gibi Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re’skârlarına hitap ederek “Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” diyorsunuz. Bu hakikatler gösterilen dokuz on delil ile ispat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilan ediliyordu.
Sevgili Üstadım! Hulusi Bey’in bir fıkrasında söylediği gibi ben de diyorum ki: Kur’an’ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahit oluyorsunuz. Kim bilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.
İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor, kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bârgâh-ı samediyete affolunmaklığım için yalvarırken bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili Üstadıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakıyet ve selâmetler ihsan edilmesi için duagû oluyorum. Kıymettar Üstadım Efendim Hazretleri.
Günahkâr talebeniz Ahmed Hüsrev
***
(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)
Pek muhterem ve sevgili Üstadım Efendim!
Bu defa göndermiş olduğunuz Gavs-ı Geylanî Hazretlerinin ihbar-ı gaybîsi, çok şâyan-ı hayret ve teemmül bir mesele-i mühimmedir. Büyük zevk-i ruhanî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. Üstadımızın bu zaman için mühim bir vazife-i maneviyesi var lâkin henüz ifşa etmiyor, mektum tutuyor fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardeşlerime de söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendi’ye yazmış olduğunuz mektupların birinde de şu fıkrayı görmüştüm:
“İmam-ı Rabbanî, son zamanlarda biri gelecek, iman meselelerini gayet vâzıh bir surette neşir ve ilan edecek. Bu sizin hiç-ender hiç kardeşiniz, hâşâ kendimi o adam zannedecek değilim, yalnız o büyük adamın bir pişdar neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zatın kokusunu hissediyorsun.”
Bu fıkra evvelki düşüncemi takviye etti ve kemal-i sürurla gelip Hüsrev’e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i maneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört beş ay evvel de ziyaret-i âlînize geldiğimde Üstadımız hakkında sormuş olduğum suale verdiğiniz cevap, kezalik evvelki kanaatlerimi teyid ve takviye etti. O zaman yalnız bir iki kişi biliyorduk. Şimdi bu risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf olmuş oluyor. Sürurumuza pâyan yoktur.
Dinsizliğin münteşir olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. Zat-ı âlîleri gibi bir üstadı bulduğumuzdan zaman ne olursa olsun bizi meyus etmiyor. Cenab-ı Allah tûl-ü ömür ihsan buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim.
Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki sizin daha hârika vazife-i maneviyeniz var. Zaman gelecek remizlerle, işarat-ı Kur’aniye ile öyle haber vereceksiniz ki (Hâşiye[1]) bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.
Fakir Talebeniz Re’fet
***
(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)
Son gönderdiğiniz Minhacü’s-Sünnet gibi Lem’alar hakkında ne söylesem ifade-i meram etmiş olamam. Zira eserler birbirini takiben neşrolundukça kıymetleri de mebsuten tezayüd etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalaa yürütmesi küstahlık olur. Çünkü Şeyh-i Geylanî’nin medih buyurduğu zat-ı mübareğin yazmış olduğu eseri tenkit değil, kemal-i hürmetle tasvip ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhanî ile okumaktan başka ne yapabiliriz?
Yalnız şu kadar diyebilirim ki: Bu dalalet devrinde bizlere zat-ı âlîleri gibi yüksek bir üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsaline tesadüf olunmayan mükemmel ve mükemmil eserler okutup ezvak-ı nâmütenahiye içinde yaşatan Hâlık-ı Zülcelal’e nihayetsiz şükürler etmekle, îfa-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.
Talebeniz Re’fet
***
(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)
Pek sevgili ve muhterem Üstadım!
Hazret-i Şeyh-i Geylanî kuddise sırruhu’l-âlînin keramet-i acibe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevrildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Bir şeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan, bîçare Ali’nindir.
Evet Üstadım, nasıl ki Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri şecere-i kâinatın hayattar çekirdeği, enbiya ve mürselîn o şecere-i mübareğin dalları olup dalın iptidasından müntehasına kadar kat’î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar.
Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hakkında demiş: “Yâ Rab, benim alnımda bir çığırtı var, nedir?” Cenab-ı Kibriya Hazretleri buyurmuş: “Nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tesbihidir.” Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk’i evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ bir kitap ile ba’s olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu edip tekemmülle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.
İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Furkan-ı Mübin arş-ı a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden nüzul ile kökü arş-ı a’zamda, gövdesi Fahr-i Âlem’in (sallallahu aleyhi vesellem) sadrına ve dalları bütün zemini ihata eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüzünde lafzullah ve lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve lafz-ı Kur’an’ın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillü, Hazret-i Şeyh (ks) sırrına mazhar olduğu esma ve cilvesine mazhar olduğu Levh-i Mahfuz ve lütfuna mazhar olduğu Cenab-ı Hâlık’ın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur’an’ı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattir.
Evet, Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur’aniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş, nur-u Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem omuzunda tecelli etmesiyle, o nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyh’e boyun eğmeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşrep ehli Hazret-i Şeyh’i tenkide cüret etmemeleri gösteriyor ki cadde-i Muhammediye (sallallahu aleyhi vesellem)de bataklık ve nur-u Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmda zıll olmadığını aynelyakîn derecesinde ispat ediyordu.
Öyle de on dördüncü asrın hâdim-i Kur’an’ı da dokuz yaşından altmış (seksen altı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur’an namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ihraz eden Avrupa devletlerini iskât eden, zemzeme-i Kur’aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i cari nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah eden ve onların kalelerini zîr ü zeber eden, emsali görülmemiş on dördüncü asra mahsus envar-ı Kur’aniyeden Risale-i Nur ile cihanın cihat-ı sittesini ve semanın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i imanın yaralarını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şâbb-ı emred ve gençlerini masum bir hale Hazret-i Eyyübvari hayat bahşına vesile olan hâdim-i Kur’anînin ve Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (ks) altıncı asırdan on dördüncü asırda görmesi, Kütüb-ü Sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur’an’da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübareğin şe’nindendir, diyebileceğim.
İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki vazifenin ehemmiyetine binaen Cenab-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, mebus-u âlem güzide-i benî-Âdem Efendimizden, Hulefa-i Raşidîn’den radıyallahu anhüm, aktab-ı evliyadan öyle bir manevî kuvvet teraküm etmiş oluyor ki değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın firavun ve nemrutları da olsa yine korkacakları ve ağız açamayacakları bedihîdir.
Dilerim Cenab-ı Hak’tan envar-ı Kur’aniyenin لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ bayrağı altında toplanan ehl-i imanın ellerine yetişmesiyle, ilâ yevmi’l-kıyam o envarın tevessüüne ve neşrine hayatını feda eden ve edecek erbabının teksirini ihsan buyursun, âmin âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.
Sevgili Üstadım! Yarım başımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp aff-ı kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenab-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, duasını gece ve gündüz niyaz eylerim.
Mücrim talebeniz Ali
***
(Hulusi’nin fıkrasıdır.)
Aziz, muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!
Emirlerinize imtisalen, uhrevî kardeşimiz Hüsrev Bey tarafından irsal buyurulan şâyan-ı hayret ve cây-ı dikkat “Mühim bir ihbar-ı gaybî” ismini taşıyan çok kıymetli, manalı, ruhlu, sürurlu, tesirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine hamd ve şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlahiyeye kapanıp dualar eylerim. Ve defaatle
اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعٖيدِ النُّورْسٖى بِحُرْمَةِ حَبٖيبِكَ مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ اٰمٖينَ
dedim.
Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve manevî ihbar, bu bîçareyi öyle bir hale getirdi ki tariften âcizim. Ruhaniyetlerindeki celalet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse bu bîçare de öyle oldum. Bir şey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik bir hale geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havassım, hemen tamamen bu hârika eserle meşgul.
Bu halette iken, istidadımın fevkinde şöyle birkaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik Üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, Üstadıma ve hablullaha yapışan kardeşlerime bırakıyorum.
Hulusi, bak gaybî ihbarnameye
Gör Üstadım neler izhar eylemiş
Kitab-ı Sinan’dan edip tefe’ül
Hakka ki keramet ibraz eylemiş
“Ümmi Alîm”le (Hâşiye[2]) “Sinan-ı Ümmi”de
Hesab-ı ebcedle var mutabakat
Görünür bakılınca bu tarîkle
Esma-i Üstadla tam münasebet
Hakkıyla hâdimü’l-Kur’an’dır Üstad
İspata kâfidir bu muvafakat
Hayret-bahş esrara vâkıftır bu zat
İhvana deriz haber-i beşaret
Sekiz yüz sene evvelinden görmüş
Hâdimü’l-Furkan Bedîüzzaman’ı
Habib-i Hudâ hem de Gavs-ı A’zam
Sultan-ı evliya Şah-ı Geylanî
Büyük bir hüsn-ü zan ile Üstadın
Seni Kur’an hâdimi eder add
Kapan secde-i şükre, de Hulusi:
İlahî ente Rabbî ve ene’l-abd
Bu âciz kulunu muvaffak eyle
Hizmet-i Kur’an’la şerefyâb eyle
Hizbü’l-Kur’an’dan ayırma tâ ebed
Bu âsi kuluna merhamet eyle
Üstadım Said Nursî’den ol razı
Bihürmeti Habibike’r-Raziyyi’l-Marzî
Evliya sultanı Abdülkadir’in
Himmetin eksiltme bizden İlahî
İhbarname-i gaybın izharının
Gönül istedi yazmak tarihini
Yüz bin hamd ü şükret Hakk’a Hulusi
Sana üstaddır Molla Said Nursî.
Uhrevî kardeşiniz Hulusi
***
(Kalemi kerametli Mesud’un ehemmiyetli bir rüyasıdır.)
Âlîcenab ve faziletmend Üstad-ı Muhteremim Efendim Hazretleri!
Tulûat olmadıkça, siz Üstadıma mektup yazmaya muktedir olamıyorum. Çünkü başlıca âmâlim Nurların ikmali olduğundan ve yazdığım esnada bir an evvel bitirmek emeliyle serî bir surette yazdığım için o Nurlardan almış olduğum feyzi etraflıca anlatamayacağım için mektup tastirine cüret edemiyorum.
Hüsrev Efendi’nin nezdinizden müfarakatı günü, bendeniz ziyarete geliyordum. Bedre’nin civarında birbirimize tesadüf ettik. Geri dönmekliğimizi söylediler. Sabırsızca esbabının neden münbais olduğunu sordum. Neticeyi anlattılar. Birlikte köye avdet ettik. Çok müteessir oldum. Meyusiyetimden iki gün dışarıya çıkamadım. Kalbimin teessürünü teskin için Nurları yazmakla meşgul oldum.
Avdetimizin ikinci gününün gecesi, saat on buçuğa kadar yazı ile iştigal ettim. Sahuru yedikten sonra meyusane ve mükedderane yattım. Gördüm ki:
Zat-ı âlînizle birlikte Medine-i Münevvere’ye gitmişiz. Harem-i Şerif’in kapısından girince Makber-i Saadet önümüzde görünüyordu. Makber-i Saadet’in içinde Peygamberimiz sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Babü’s-Selâm’a doğru müteveccih idiler. Ben der-akab koşmak istedim. Birlikte ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda nasıl yüzünü cemaate çevirir; bizim girdiğimiz tarafa doğru Zat-ı Risalet dönmüşler, diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zat-ı âlîniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile epey müddet görüştünüz. Dikkatli vech-i saadete nazar ettiğimde, alnı vech-i mübareği güneş gibi gayet parlak ve sair aksamı buğday rengi, re’yü’l-ayn müşahede ettim. O esnada mükâlemeniz neye müncer olduğunu anlayamadım.
Tefsirini Üstad-ı ekremime havale ediyorum. Yalnız kāsır fikrimle, sen ne oluyorsun diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım şu zalimlerin İslâmiyet’e karşı tecavüzlerini, kendi merciine ve şeriat sahibine şikayet etti.
Mesud
***
(Vezirzade Küçük Mustafa’nın fıkrasıdır.)
Ey sevgili Üstadımız, ey Nurların mazharı ve nâşiri!
Cenab-ı Hak sizi bu memlekete göndermiş tâ ki dalalete giden ruhlar, senin neşrettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenab-ı Hakk’a gece ve gündüz secde-i şükran etsek bu nimetlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.
Ey Üstadım, ben ümmiyim. Sair kardeşlerim gibi malûmatlı değilim ki Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı dilim ile ifade edeyim. Fakat inşâallah sadakatte ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardeşlerime yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram edemeyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delâlet eden bir iki vak’ayı arz edeceğim:
Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın içyüzü bana göründü. Hem fâni hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fâni dünyadan, bâki bir âleme yol gösterecek bir üstad, Cenab-ı Hak’tan istedim ve dedim ki: “Öyle bir üstada rast gelsem söz veriyorum ki ona tam hizmetkâr olacağım.”
İşte ben bu halde ve bu niyazda iken, o gece gayet şirin ve güzel, bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz ziynetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garptan şarka doğru beş altı metre yüksekte, şehrin üstünde uçarken selâmınıza durduk. Selâmınızı aldık. O esnada uyandım. Şehadet getirdim. Şükrettim ki istediğim üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretinize geldim.
İkinci Vakıa: Rüyada bir şehirde gayet kesretli askerler ve cephane görüyorum. Biz de güya o askerlerdeniz. Dedim: “Yâ Rabbi bu askerlerin kumandanı kimdir?” Niyaz ettiğim vakit karşımızda yüksek bir saray zuhur etti. O sarayın içerisine girdim ki kumandanı göreyim. Baktım ki parlak bir çay akıyor. O çayı takip ettim. Baktım, şubelere ayrılıyor. Devam ettim. Tâ menbaına kadar gittim. O askerlerin kumandanı, o suların sahibini buldum. Yani Üstadımızı, iki adamla başında namaz kılarken gördüm. Ben de o sudan abdest aldım. Namaza dâhil oldum. Kalbimin hareketiyle, dilimin şehadetiyle uyandım. Cenab-ı Hakk’a şükrettim ki Üstadımızı bize gösterdi.
Hizmetkâr ve talebeniz Mustafa
***
(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)
Bu hafta Otuz Birinci Mektup’un Yedinci Lem’a’sı ile Üçüncü Lem’a’sını, hazine-i Mektubat’a ilâve ve muhibban ve müştakana tilavet eylemekle, vesatat-ı âliyenizle, bir lütf-u azîm-i İlahîye daha mazhar olduğumdan dolayı Kerîm, Rahîm, Bâki-i Zülcelal’e yüz binler hamd ve şükür eylemekte ve sevgili Üstadımı rıza-yı Samedanîsine ve vazife-i meşkûre-i maneviyesinde devamlı, nüfuzlu, şümullü muvaffakıyetlere mazhar buyurmasına abîdane tazarru ve niyazlarda bulunmaktayım.
Bu bîçare ve isyankârdan çok dua beklediğinizi emir buyuruyorsunuz. Ben o dergâh-ı âlîye ancak bir nevi i’cazının izharına Fahrü’l-âlemîn, Habib-i Rabbü’l-âlemîn, Seyyidü’l-mürselîn sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin en büyük mu’cizesi olan, tâ kıyam-ı saate kadar hükmü ve i’cazı bâki olacağına iman ettiğim Kur’an’ın nurları delâletiyle ve Üstadımın mübarek isimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki bu eşiğe yüzümü sürerken “Yâ Rab, Üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!” diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatçe inşâallah vesile-i icabe-i duadır.
Aziz Üstad! Sadîkınızın zayıf ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi bâki ve sermedî hayatta da inşâallah ulvi ruhunuzun cenah-ı şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamayacaktır ve ayıramayacaklardır.
Evet, gayr-ı kabil-i inkârdır ki bu fâni hayatın dağdağaları arasında, havas ve letaif her zaman müştakı bulundukları münevver ve muhteşem âyineye bakamıyorlar fakat o meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı dîdar ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hattâ ihtilaf-ı mekânı da tesirsiz görüyorum.
Yedinci ve Üçüncü Lem’aların bura postahanesine vürûdu, ramazanın on birine tesadüf ediyor. Bir gün postada kalmasına karşılık tutulursa her bir Lem’a, bu mübarek ayın başından onuna kadar birer gün almışlar ve “Evvelühü rahmetün” olan aşr-ı ûlâ-yı ramazanda mahall-i maksuda vâsıl olmuşlardır. Müftülük ilanına göre tam onuncu gündedir.
Dördüncü ve Sekizinci Lem’aları da bu mâh-ı gufranın on dördüncü günü aldım. Posta bir gün evvel geldiğine ve bir gün de postada kalışına veya birinci makama sayılırsa bu nurlu eser de sanki ramazanın her gününde bir Lem’a alarak yerini bulmakla hem bu adetlerin boşuna konulmadığına hem de “Evsatuhu mağfiretün” olan aşr-ı sânî-yi ramazanda yazıldığı mahalle yetişeceğine sarahat derecesinde delâlet ediyor.
Şu saatte şuâatını gözüme sokan güneş gibi bu kadar nurlu ve zahir hakaiki, mahza bir inayet-i İlahî olarak, bu bîçareye gösterilen bu mübarek eserlerden, bu Nurların bihavlillah gurûbsuz tulû ettikleri mahalle, Utarid ve Zühre gibi maddeten ve manen yakın bulunan hizbü’l-Kur’an’a dâhil hâfız, sadık, hâlis ve salih kardeşlerimin daha çok esrar anlayacaklarına şüphe etmiyorum.
Mademki merkez-i feyze en uzak bulunan âciz bir kardeşlerinin mübarek eserler hakkındaki duyguları, kendilerinin de lâyıklı, manalı çok değerli ihtisaslarını beyana vesile oluyor, inşâallah bu hareketleri hizmet-i Kur’an’dan ma’dud olur. Âlî huzurunuzda kardeşlerimle biraz konuşmak istiyorum.
Kardeşlerim, bu bîçarenin Nurlarla iştigali üç devreye ayrılmıştır:
Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf etmek saadetine nâil olduğumdan itibaren intişar etmiş olan eserleri, kendim için istinsah etmek.
İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisalen Sözlerin, muhtelif tabaka-i nâsa tesirleri ve kabil-i cerh, lâzımü’t-tashih, mûcib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kāsır aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arz eylemek ve bütün fırsatlardan istifade ile din kardeşlerime faydalı olmak, onlara da bu Nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını celbetmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız ve manevî bir tesir altında âsâr-ı Nur’u aşk ile okumak.
Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutavaatla, bildiğiniz vechile her birisi bir türlü letafet ve belâgat ve celadette ve çok kolaylıkla akıllara hayret verecek tarzda intişar etmekte olan nurlu âsâr hakkındaki ihtisaslarımı arz eylemek ve bizzat veya kardeşlerim namına, bazı Kur’anî müşkülat ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarîkle hem müşkülün halline hem de sâil ile birlikte diğer kardeşlerin de istifadelerine âcizane hizmet eylemek.
Denizden katre mesabesindeki bu Kur’anî hizmetten dolayı, bu bîçareye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünkü maalesef hiç liyakatim olmadığını ben çok iyi biliyorum. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyet-i celilesi ümit vermemiş olsa isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.
Öyle ise aziz kardeşlerim, bu zavallı kardeşinize hayır dua buyurmanızı bilhassa rica ediyorum. Kur’an hesabına bakılırsa o zaman belki bazı güzellikler görünebilir. Bu da sevgili Üstadımızın buyurdukları gibi Kur’an’ın güzellikleri ve menba-ı kevserden gelen Nurların latîfliği, bu hususu temin etmişlerdir.
Hîn-i sabavetimden beri en ziyade menfurum, felillahi’l-hamd yalan söylemektir. Onun için hakikati ifade ettiğime emin olabilirsiniz ki yukarıda arz ettiğim üç safhada ihtiyar ve tesadüf yoktur. Hâkim olan bir dest-i gaybî ve kader-i İlahîdir. Bunu hissediyordum. Kader-i İlahîyi izaha lüzum yok. Dest-i gaybın da Gavs-ı A’zam Sultan-ı Evliya Bâzü’l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretleri olduğunu son defa öğrenmiş olduk.
Fakat muhterem Üstadımın âlî afflarına istinaden şunu ilâve edeyim ki Gavs-ı A’zam Hazretlerinin keramet-i gaybiyeleri, sarahaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri hârika tercüme-i hali tetkik edilecek olursa görülür ki bu zatın vücudu sırf Kur’an ve iman hesabınadır. Ondandır ki o hârika hâlâta mazhar olmuş.
Biz bîçareler bu şem’in pervanesi oldukça, hizbü’l-Kur’an namına Hazret-i Gavs’ın himmet ve duasına ve cedd-i zîşanı Peygamberimiz (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Efendimiz Hazretlerinin şefaatine, iltimasına ve nihayet Münzilü’l-Kur’an’ın affına, himayesine mazhar olacağımıza da şüphe edilmemek lâzımdır.
Allahu Zülcelal Hazretleri cümlemizi muhafaza buyursun, âmin! Dâreynde bâis-i necatımız olan bu hizmeti bi’l-külliye terk edecek olursak, o zaman helâkimiz muhakkaktır. Mademki elimizde ma’fuv olduğumuza dair senedimiz yok; bâis-i feyzimiz Üstadımız Hazretlerinin bizlere şefkatinden dolayı keramet-i gaybiyeden haber verdikleri müjdeler, yalnız şevkimizi ve şükrümüzü artırmaya vesile olmalı. İsimlerinin sarahaten zikredildiğini bildirmekle beraber gösterdikleri âlî feragat, cümlemiz için nazar-ı ibretle görülmeli ve cidden taklit olunmalıdır.
Yine emirlerindendir ki bizler hizmetle muvazzafız, mükellefiz. Netice ile değil. Bu nurlu hizmette bizleri birleştiren Allahu Zülcelal’den niyazım: Haşirde de liva-yı Muhammedî (asm) altında haşr u cem’olmaklığımızdır. اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
Müsaadenizle sadede geliyorum:
Otuz Birinci Mektup’un Yedinci Lem’a’sına esas olan üç âyet-i celilenin tefsiri hârika bir tarzdadır. Bilhassa İkinci Vecih’le, Yedinci Vech’in ikinci ihbar-ı gaybî ciheti işitilmemiş bir surettedir. Bu Mektup’un Üçüncü Lem’a’sı ki كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin mealini ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَابَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlelerinin gösterdikleri iki hakikatten çok büyük feyz aldım. Garibdir ki bu mübarek eser لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ âyet-i celilesiyle başlamakla, sanki bu fakirin gördüğü rüyaya bir işaret yapıyor ve diyor ki:
Senin rüyanda gördüğün kamer, bu âyette bahis buyurulan rüyanın sahibi iki cihanın Fahri (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Hazretlerinin bir parmak işaretiyle ve izn-i Hak’la inşikak etmiştir. Şems onun hatırı için On Dokuzuncu Mektup’ta beyan buyurulduğu üzere, bir saat hareketsiz görünmüştür, gibi mu’cizatını hatırlatarak “Ey gafil, ittiba-ı sünnet et!” diyor.
Bu rüyayı nakleden mektubumda, Otuz Birinci Mektup’un Birinci ve İkinci Lem’alarıyla, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Remzi’nin Birinci Makam’ından gelen feyiz neticesi, ihtiyarsız yaptığım tabirin sonunda yazmış olduğum كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyet-i celilesinin bir nevi i’cazlı tefsirini beyan buyurmakla, mektubuma gayet latîf ve çok muhteşem bir cevap verilmiş oluyor.
Otuz Birinci Mektup’un Dördüncü Lem’a’sının Birinci Makamı “Minhacü’s-Sünne” denmeye hakikaten lâyıktır.
Birinci Nükte: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine şefkatinin derecesini ve bihakkın Şefîu’l-müznibîn olduğunu göstermekle beraber, Süleyman Efendi merhumun mevlid-i şerifindeki:
Tıfl iken ol diler idi ümmetin,
Sen kocaldın terk edersin sünnetin.
vecizesini hatırlatmakta ve ol Hazret’e ümmet olanlara, sünnetlerine riayet lüzumunu ehemmiyetle ders vermektedir.
İkinci Nükte: Cenab-ı Peygamber sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, ilâ yevmi’l-kıyam Hazret-i Hasan ve Hüseyin Radıyallahu Teâlâ Anhüma’dan geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevatın da bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için bu iki hafidine bütün o nurlu zatlar hesabına şefkat göstermesi; öyle bir tariftir ki beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.
Üçüncü Nükte: Nass-ı kātı’ ile sabit ve hadîs-i Nebevî ile müberhen Âl-i Beyt’e muhabbete işaret etmekte, bu vazifeyi îfaya davet eylemektedir. Çünkü İslâmiyet bir vücudsa bu vücudun bel kemiği muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullah’tır.
Dördüncü Nükte: Şîaları ilzam edecek kadar kuvvetli bir derstir. Bu şümullü dersten gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmal edilmiştir. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا emr-i celiline tevfikan, bütün mü’minler tevhide çağrılmıştır.
Keramet-i Gavsiye’nin işaratını teyid eden remizleri defaatle okudum. Bu müjdeler hamd ve şükrümü artırmıştır. Zembilli Ali Efendi’nin hale çok uygun olan fıkrası hoşuma gitti. Latîf tefe’ülünüz خِتَامُهُ مِسْكٌ kabîlinden olmuştur.
Evet, Kur’anî bahçede her zaman başka renkte, başka letafette, başka tesirde hakiki cennet çiçekleri açılıyor. Bu mezherenin bülbülüne ve onun gönülleri teshir eden nağmesini dinleyen, meşk eden yoldaşlarına, dâreynde selâmet ve saadet ve muvaffakıyetler temenni ve niyaz eylerim.
Şairin zamana muvafık bir beyti:
Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin
Bülbül hamuş, havz tehî, gülistan da harap.
Ben de derim:
Öyle bir bid’alar devrindeyiz ki İslâm’ın
Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur’an’ın.
Keramet-i Gavsiye’yi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu bîçareden bahis edilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek Ramazan (Hâşiye[3]) bir an evvel bu isyankârların, kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, süratle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi geçen sene “Ramazanın Hikmetleri” eserinin, ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
Hulusi
***
[1] Hâşiye: Bu Re’fet’in bir keramet-i ferasetidir.
[2] Hâşiye: “Ümmi ey alîm” tarzında okunduğuna göre.
[3] Hâşiye: Garibdir ki Hulusi’nin bu sözünü belki yirmi defa tekrar etmişim. Süleyman gibi dostlar şahittirler. Demek, bir hakikat var ki ikimizi böyle söyletmiş.
Said