(Hüsrev’e hitaben yazılan bir mektuptur.)
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ وَ عَلٰى وَالِدَتِكَ وَ عَلٰى اَخٖيكَ وَ عَلٰى اِخْوَانِكَ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, mübarek, sıddık kardeşim!
Evvela: Sözler’e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rüya çok güzeldir hem hakikattir. Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur’an-ı Hakîm’in cennetinden, gül-ü Muhammedî (asm) namında, hadsiz nurani hakikatlerin fabrikası hükmünde, tefsir-i hakaik-i Kur’aniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemaat-i mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtip tayin edildiğine o rüya beşaret verdiği gibi biz de beşaret ediyoruz.
Sâniyen: Bu defa bize yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakiki hisseder. Demek oluyor ki manevî hâlis samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali olduğum vakit, kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirak etti. Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.
O yazdığın risale vasıtasıyla pek çok insanlar imanlarını kuvvetleştiriyorlar. Muhabbet-i Ahmediye (asm) kalplerinde ziyadeleşiyor. İşaret-i gaybiye hakkında şüpheleri kalmıyor. O sevap da senin defter-i a’maline geçiyor. Kur’an ve Resul-i Ekrem (asm) kelimesinden başka, işaret ettiğin kelimat çok manidardır hem bir temeldir. O iki kelimenin mübarek tevafukuna bir hüccettir. Hem gösteriyor ki bütün o tevafukatı dahi riayet etmeyen, o iki kelimenin tevafukuna kalem karıştıramaz. Zannediyoruz ki o risalelerin hatt-ı hakikisini sen buldun veyahut yakınlaştın.
Sâlisen: Mabeynimizde münasebet manevî, ruhî, hakiki olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez. Dergâh-ı İlahîye müteveccih olduğumuz vakit günde belki kaç defa, Hüsrev yanımda bir cihette hazır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan On Dokuzuncu Mektup’taki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır. Hem de şimdi hal ve mevsim pek müsait görünmüyor. Onun için kardeşimi bir miktar yanımda bulundurmak ile sana zahmet vermek istemiyorum. Yoksa sen bize çok lâzımsın. İnşâallah bir vakit kaza edeceğiz.
Râbian: Şu mübarek şehr-i ramazan, Leyle-i Kadri ihata ettiği için kendisi de ömür içinde bir Leyle-i Kadirdir ki muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkidir. Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci validem ve kardeşimin muhterem validesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum, siz de benim duama âmin hükmünde olarak dua ediniz.
Kardeşimiz Ali Efendi’ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Hüsrev’e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyam-ı mübarekede bana dua etsinler. Galib der: “Hüsrev’le manevî bir irtibat hissediyorum.” Çok selâm ediyor. Ve bilhassa saatçi Lütfü Efendi’ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi’nin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin, âmin âmin âmin! Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.
Mâşâallah, hâtem-i Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) çok güzel tersim etmişsiniz. Sözler ile alâkadarlar içinde, bu hâteme tam kanaati olanların isimlerini bana yazsınlar, onları ikinci dairede yazacağız tâ o nura hissedar olsunlar.
Şükre dair nüshanız Kuleönlü Mustafa bir adama verip o da muhafaza edememiş. Yağmur bir parça bozduğu için mahcup olarak, sana göndermeyip bana gönderdi. Benim de güzel yazılmış bir nüsham var, sana gönderiyorum. Ona göre yeni bir nüsha kendinize yazarsınız. Sen bana şükre dair yazdığın mübarek nüshayı, bir ay evvel Atabey tarafına göndermiştim. Kim aldığını bilmiyorum, elime geçmedi.
Hem size Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sinin Hâtime’sini gönderiyorum. O Hâtime, hâtem-i i’caza gelen tenkidatı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor. O hâtemlerin bir nüshasını sana gönderdik. Orada hâtemi gören ve kabul eden ve Sözlerle alâkadar olan zatlardan münasip gördüklerini, boş kalan gözlere kaydedebilirsin.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Mirzazade Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’an’da yoldaşım Hulusi-i Sânî ve Sabri-i Evvel!
Mâşâallah Yirminci Mektup’un kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız.
Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakiki ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbanî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhir zamanda ilm-i kelâmı yani ehl-i hak mezhebi olan mesail-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki umum ehl-i keşif ve tarîkatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî kendisini o şahıs gibi görmüştür.
Senin şu âciz ve fakir ve hiç-ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki sen de yazılan şeylerden o acib kokusunu aldın.
Hem mektubunda اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ … الخ ye ait olan esrarı sual ediyorsun. Evet, o âyetin büyük bir denizinden çok Sözler’de kataratı, reşehatı vardır. Bâhusus Yirminci Mektup’ta, Otuz Üçüncü Mektup’ta, Otuz İkinci Söz’de, Yirmi İkinci Söz’de onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakat var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki o âyetin bazı envarını yazayım fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış, şimdilik onunla iktifa edilmiş.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşiniz Said
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler!
Kardeşlerim, bu ramazan-ı şerifte size âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise, zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisan-ı kāl ve hal ile meraklı, endişeli bir tarzda benden istizah istiyorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için o hâdiseyi iki kısım olarak bir parça beyan edeceğim.
Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hâdiseyi, Cenab-ı Hak inayet ve rahmetiyle başka surete çeviriyor. Evet, cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değil. Bu hâdisenin bize karşıki vechi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı vechi, cehennemin lüzumunu gösteriyor. Filhakika bu ramazan-ı şerifte hâdisenin sureti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı A’zam’ın dediği gibi inayet gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan, çok cihetlerle hakkımızda lemaat-ı rahmet göründü.
İkincisi: Bu ramazan-ı şerifte acz ve zaafı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı şerifte şimdi okuduğum münâcatların okunmasına, bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münâcat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.
Hâşiye: Bu mektubun bir maksada binaen mütebâkisi buradan kaldırılmış ve tayyedilmiştir.
Said Nursî
***
(Hulusi Bey’e hitaptır.)
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!
Evvela: Biraderzademin (Halil Naci’nin) dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsan eylesin, âmin! Nur’un eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fâni vaziyetleri karşısında telaş etmez, mağlup olmaz inşâallah.
Sâniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî kuddise sırruhunun hulefasından Alvarlı Hoca Muhammed Efendi’ye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide Nurlarla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakıyetlerine dua ederiz.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Hasta kardeşiniz Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Aziz kardeşim!
Beni merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın bir şey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun, benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabri’nin mektubu ona yetişmemiş. Sen ve Hulusi, benim her bir amel-i uhrevimde hissedarsınız. Mâh-ı ramazanda kazanç bire bindir. Siz de bana duanız ile yardım ediniz.
Said
İşarat-ı Aleviye’yi tam tasdik ettiniz mi? Haşir Risalesi’ni çok kuvvetli buldunuz mu?
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Binler selâm. Siz maddî rütbenizden çok yüksek manevî rütbeniz iktizasıyla ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsun. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risaletü’n-Nur hakkında mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar. Birinciliği daima sana kazandırıyorlar.
Kardeşiniz Said Nursî
***
(Yıldız Mektubu)
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!
Size cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semaviye münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. Şöyle ki:
Hazret-i Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın zuhuru zamanında وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin bir numunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyatîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında; o zaman vahiy zamanı geldiğinden vahye şüphe gelmemek için kâhinler gibi gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara set çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm cin ve inse mebus olarak teşrifine semavat ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir. Hem o mebus zat, ehl-i küfür ve dalalet için bir nîran-ı muhrika ve ehl-i hidayet için envar-ı muşrıka menbaı olduğuna, gaybî ve semavî bir işarettir.
Şimdi şu cemaziye’l-âhirde emsali görülmemiş bir tarzda, gece saat dörtte başlayıp beş ve beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi, ehemmiyetli bir hâdise-i semaviyedir. Semavatın hâdisatı zeminimize baktığı cihetle, herhalde o hâdisatın dahi küre-i arzda bir eseri olacaktır. Cenab-ı Hakk’ın rahmetine sığınmalıyız ki nîran-ı muhrika yapmasın, envar-ı muşrıkaya çevirsin.
Evet, nasıl ki Kur’an-ı Hakîm’in surelerinde, âyetler birbirine bakar, işaret ederler. Öyle de Cenab-ı Hakk’ın bir Kur’an-ı Kebir’i olan şu kâinatın ulvi, süflî sureleri dahi birbirine bakar, birbirinin nüktelerini izhar eder. Sema suresinde bizim gibi lafz-ı Celal’i yalnız kırmızı yazmak değil belki nur yaldızıyla lafza-i Celal gibi yazılan yıldızlar ve o yıldızlardan fışkıran nurani noktalar, elbette bir işaret fişekleri hükmünde, birer sırrı ilan ettiğini, o mu’ciz-nüma semavî suresinin şanındandır. Kendimizce bir fâl-i hayır addetmeliyiz.
Sâniyen: Size semavatın kırmızı yıldızlarını andıran, Kur’an’daki ism-i Celal’in iki bin sekiz yüz altı (2806) defa tekerrürü, Kur’an semasını o nurani yıldızlarla ziynetlendirmiş ve o adetlerin sahifeler, yapraklar, sureler itibarıyla birbirine manidar münasebat-ı tevafukiyeleri, daha ziyade letafetini, ziynetini güzelleştirmiş.
Bu defa size kendi nüsha-i Kur’aniyemi gönderiyorum. Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koydum. İsm-i Celal ve ism-i Rabb’e ayrı ayrı işaret vaz’edildi.
İsm-i Celal’in tevafukat-ı adediyesi hem muntazamdır hem manidardır fakat bir parça dikkat ister. Çünkü risalelerde görünen tevafuk gibi daima sahife sahifeye bakmıyor. Bazen sahife mukabiline değil belki bir arkasına veya arkasının mukabiline bakar. Bazen bir yaprak atlar, bazen bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar.
Mesela, Otuz beşinci sahifede on üç adet lafza-i Celal gelir. Arkasına sekiz, sonra beş geliyor. Demek o on üç adet bu iki rakama birden bakar ki o da on üç ediyor ve hâkeza…
Hem bazen bir sahife, iki sahifenin mecmuuna bakmakla beraber aynı suretinde iki adet gelir, her biri onun bir cüzünü gösterir. Mesela, Sure-i Tevbe’de 188. sahifede on altı lafza-i Celal geliyor, arkasında altı geliyor, altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa on altı olur, tevafuk eder.
Sure-i Ahzab’ın yine sahife dört yüz yirmi ikide on altı ism-i Celal geliyor. Zahirî tevafuku yok. Halbuki bir sahife daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var, terkip edilse on altı olur tevafuk eder.
Hem bazen ism-i Rab ile beraber tevafuk eder. Bazen sahife sahifeye değil, yaprak yaprağa bakar. Hem bazen sahife rakamına bakar. Dokuz rakamı çok defa sahife rakamına baktığı için tevafuktan çıktığını hissettim (Hâşiye[1]). Her ne ise siz de tetkik edersiniz, sonra meşveretinizle gizli tevafukatı gösterecek rakamları yazacağız. Yeni yazdığımız Kur’an’dan tensib ettiğiniz takdirde kaydedeceğiz.
Başta yüz elli sahifede elli bir defa yedi ve sekiz geliyor. Yirmi sekizde sekizdir, yirmi üçte yedidir. Bu yedi, sekiz birbirine muvafık kabul edilmiş, yediden sekize, sekizden yediye geçmekle tevafuk bozulmuyor. Bu iki rakamın Kur’an’da mühim sırları bulunduğu hissedilir.
Sâlisen: Hazret-i Zat-ı Ahmediye aleyhisselâm nasıl bir şecere-i Tûba olduğunu ve Asfiya ve Evliya ve Sıddıkîn, o şecere-i nuraniyenin meyveleri ve mesalik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir bir silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilename yanımda var. Onu güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cetvelde mahareti bulunan zatları istiyorum. Şimdilik Hüsrev’le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa’da bulunan ölçü ile on beş tabaka kâğıt beraber, Hâfız Ali’nin haber gönderdiği vakit gelsinler.
Râbian: Yirmi Yedinci Mektup’a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları çok faydalıdırlar. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel manalar, dersler; teşvik, teşci eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tembel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her ne ise… Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir miktardır sizlere mektup yazdığım zaman birbirinden uzak meseleleri topluyorum. Her mektup bir aşure olur.
Hâmisen: Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum, daha bir şey lâzım değil. Hüsrev’in sakosu, yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum. Validesinin bir derece kesb-i âfiyet ettiğinden çok mesrur oldum. Cenab-ı Hak sıhhat ve âfiyet versin. Orada Hüsrev’in kardeşi Ali Hasan ve Tenekeci Mehmed Efendi ve Hâfız Ahmed gibi Sözler’le alâkadar olanlara selâm ediyorum.
Kardeşiniz Said Nursî
Numune için gönderilen kâğıt zayi olmuş, göremedik. Beyaz kâğıttan siz intihab edersiniz. Sulfato geldi fakat çoktur. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnettar ediyor. Cenab-ı Hak yazdığı her bir harfe mukabil bin sevap ihsan eylesin, âmin âmin!
***
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ وَ اَسْرَارِهَا
Ey bu dâr-ı fânide medar-ı tesellilerim, bu diyar-ı gurbette enislerim ve esrar-ı Kur’aniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferasetli muhataplarım!
Sizlere, yalnız bir iki dakika temaşa etmekle, ne derece acınacak bir halde, nâkıs bir hat ile çalıştığımı ve sizin kıymettar kalemleriniz, ne kadar bana ehemmiyetli olduğunu ihsas etmek için kendi hattımla tashihsiz bir fihriste-i huruf göndermiştim. Halbuki sizler bir iki dakika değil, saatlerce baktınız ve günlerce zapt ettiniz. Bundan anladım ki siz ona fazla merak ediyorsunuz. Onun için size o listenin tebyizini gönderiyorum. İsterseniz kendinize bir suret alırsınız.
Fakat bunu biliniz ki bu fihriste muvakkat bir me’haz olmak için takribî bir tarzdadır. Ben kolaylık için kısmen eski mahfuzatıma, kısmen iki mikyas ile yeniden hesap ile dokuz saatte perişan hattımla yazmıştım. Sonra anladım ki bu vâdide bir tefsir köyümüzde var. O tefsiri getirdik, mukabele ettik. Ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk etmişiz, birkaç büyük yekûnlerde on on beş küçük yerlerde muhalefet oldu. Tahkikat neticesinde, tefsirin matbaa ve müstensihlerin eser-i sehvi olarak muhalefet olmuş. İki üç yerde müsvedde listemizi tashih ettik. Sonra o tashihimizin yanlış olduğunu anladık, daha listemizi değiştirmedik. Matbaa hatası olarak tefsir tashihe muhtaç zannettik fakat edemedik. Çünkü sahibi büyük bir müdakkik ve matbaa da Camiü’l-Ezher yanında ve kurbünde, Ezherî ulemasının nazarı altında olduğundan tashihe cüret edemedim.
Aynı tefsiri, tebyiz ile beraber gönderiyorum. Ona bakarsınız fakat tenkide uğraşmayınız. Çünkü benim listem takribîdir, daha tahkikî yapmadım. Tefsir ise çoğunda rivayete istinad eder. Hem bazı Sure-i Mekkiye’de Medeni âyetler girmiş. Belki hesaba dâhil etmemiş. Mesela, Sure-i Alak’ta hurufu yüz küsur demiş. Muradı, en evvel nâzil olan nısf-ı evveldir. O doğru söylemiş. Ben ise eski mahfuzatıma istinaden mecmu-u sureyi zannettiğim için onun savabında hata etmişim.
Hem tevafuktaki esrar, küllî yekûnlere bakar. Takribî fihriste bize kâfidir. Kenzü’l-Arş’ın üç nüktesinde yazılan tevafukat, küsuratın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnlerin değişmesiyle dahi o tevafukat bozulmaz. Mesela, Sure-i Kehf ile otuz dokuz sure, 1000 adedinde ittifak ediyorlar. Bir iki tane 1000 adedini kaybetse o mühim tevafuk bozulmaz. Ve hâkeza…
Küsuratın çendan esrarı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşâallah açıldığı vakitte, fihriste dahi tahkikî bir surete girecek.
Said Nursî
***
(Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Aziz Üstadım!
Cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin ifade ettiği hâlâtın bir numunesini izah eden hâdisat-ı semaviye ile Kur’an’ın semasında parlayan lafza-i Celal yıldızlarının acib ve tatlı tevafuklarını ders veren o kıymettar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dâhil olduğu halde Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü, Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisat-ı semaviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak Mele-i A’lâ’nın bayramlarına biz de iştirak etmiştik.
Nasıl ki bu hâdise-i semaviyenin birinci defa vukuu, başta insan suretinde yapılmış Hubel tabir ettikleri büyük putlarıyla 360 putu ilah kabul eden müşrikîn-i Kureyş’in helâkine netice vermişti. İnşâallah bu ikinci vuku da on dördüncü asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bu günde, ehl-i fetretin putperestliğinden daha feci bir surete giren suret-perestliğinin kökü kesileceğini, bize ilan ediyordu.
Bu ilan, ümmet-i merhume-i Muhammediyeye pek güzel ve pek hayırlı bir fütuhatı hazırladığını hatırlatarak, mahzun kalplerimizi şenlendirmiş, ağlayan yüzlerimizi güldürmüş, gamnâk çehrelerimize beşaşet serpmişti. Dimağımızda asr-ı saadetin o cazibedar hayatını canlandırmış, güya maziyi istikbale çevirerek bir müddet o âlemde ve o nezih ruhlu, ulvi düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır.
Sâniyen: Lafza-i Celal’in manidar ve münasebettar tevafukatını temaşaya koyulduk. Bu tevafukat, ihtiyarsız nazarımızı kendisine çeviriyordu. İrae edilen kısımlar ve tevazün ettirilen adetler, o kadar şirin idi ki okurken kalbimize serinlik, dimağımıza bir inkişaf, ruhumuza bir gıda veriyordu.
Dikkatimizi artırmak için yan yazı ile yazılan, Kur’an-ı Kerîm’in 150 sahifesine kadar 7, 8 adetler tevafukatını muhafaza ederek 51 defa gelmesi, mektubun nihayetini asel (bal) ile bağlıyordu. Ne kadar garibdir ki bu rakamların hem yazılmaları birdir hem sırada kardeşlikleri birdir ve hem de sahifede gösterdikleri rakamla tevafukları birdir.
Ey sevgili Üstad! Cenab-ı Hak sizden çok razı olsun, yeni yeni meyveler ve fakihelerle tagaddi suretiyle takviye-i ezhana hem de def’-i cû’ suretiyle ızdıraplarımızı teskine vasıta oluyorsunuz.
Hüsrev
***
(Hüsrev’in fıkrasıdır.)
Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri!
El ve eteklerinizden öperek sıhhat ve âfiyetiniz için duacıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmaline muvaffak olabildiğim Yirmi Altıncı ve Onuncu Cüzleri ve Kur’an-ı Kerîm’in tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı ifade eden şu arîzamı takdim ediyorum.
Sevgili Üstadım! Bu hususta maruz kaldığım, o Furkan-ı Ezelî’nin bazı inayatından bahsetmekliğime müsaade edilmesini rica ederim. Şöyle ki:
Lafza-i Celal ve lafz-ı Rab tevafukatı ile kelime tevafukatını muhafaza etmek suretiyle bir Kur’an-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüzün başlangıcında, o kadar müşkülatla yazı yazıyordum ki sevincimi yeis, şevkimi fütur doldurmuştu. Esasen Arabî hattımın hiç olmaması, yeisimi teşdid, füturumu tezyid ediyordu.
Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken Kur’an-ı Azîmü’l-Bürhan’ın yardımı imdadıma yetişti. Müşkülatın yerini sürur, teessürün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için namaz vaktinin uzamasını veyahut gurûbun olmamasını temenni ediyordum. Bazen olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim. Bazen olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur’an’dan istimdad ederdim. Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum. Bazen en kolay yazılacak sahifelerde istimdadı bırakırdım, elimde kalem güya yazı yazmakta izhar-ı acz ederdi. Hattâ bazen yanlış yazarak sahifeleri tebdil ettiğim olurdu.
Bu kadar teshilat arasında, Arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci defaki yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok meyus oldum. Sonra da sevincimden mesrurane şükürler ettim.
Kur’an’da mevcud tevafukatı ile beraber yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe şevkim artıyordu. Ümidin fevkinde bir terakkiyat gördüm. Bu esnalardaki inayetin bir kısmı kalbe tulû ediyordu. Bir kısmı idare-i taayyüşüme taalluk ediyordu. Bir kısmı da yazı yazarken vuku buluyordu. Mesela, son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:
En son yazdığım Sure-i Tevbe’nin 197’nci sahifesinde altı lafza-i Celal mevcud. Dimağıma sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ âyet-i celilesindeki iki tane lafza-i Celal, tevafuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Vaktâ ki فَمَا كَانَ اللّٰهُ daki lafza-i Celal’i yazdım. Düşündüm ki istediğim gibi olmayacak, öyle ise üç bir, iki bir tevafuk olsun dedim. Ben tevafuk edecek lafza-i Celal’e yaklaştıkça lafza-i Celaller tevafuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hal-i hazır vaziyet vücuda geldi.
Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksat ve bir gaye olacağını hatırlayarak sahifeyi yırtmadım. 198’inci sahifeyi yazdıktan sonra dikkat ettim. 197’nci sahifede tevafuk harici bir satırdaki iki lafza-i Celal, 198’inci sahifede aynı satır üzerindeki iki lafza-i Celal ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’uncu sahifede pek cüz’î bir inhiraf ile –belki yarım santim kadardır– diğer bir lafza-i Celal’in üstünde olduğunu gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى diyerek Cenab-ı Hakk’ın benim gibi alîl ve pek çok masiyet ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum.
Bu inayet ve muvaffakıyetler, fazilet ve mübecceliyette her şeye tefevvuk eden susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvar bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelî’nin hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mu’cizelerinden kıvılcım-misal küçük bir lem’ası idi. Cenab-ı Hak dergâh-ı izzetinde kabul buyursa benim gibi zillet ve meskenet her tarafını kaplayan kusurlu, âciz bir abd için ne büyük bir saadet.
İşte sevgili Üstadım! Himmet-i âlîniz ki ve لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ hitab-ı izzetine mazhar olan menba-ı füyuzat aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin himemat-ı kudsiyeleriyle ve refik olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kerametleriyle ve Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, ümmet-i Muhammed için vasıta olup yazdırılan bu Kur’an-ı Kerîm’i size takdim ederken; fakir talebeniz size ciddi bir talebe, hakiki bir kardeş, mutî bir evlat ve Peygamber-i Zîşan Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallak-ı Kerîm’e de kemter bir kul olabilmek dilekleriyle, el ve eteklerinizden kemal-i tazim ve hürmetle öperim Efendim Hazretleri.
Fakir talebeniz Ahmed Hüsrev
***
(Milaslı Halil İbrahim’in fıkrasıdır.)
Efendim!
İsterim ki Yirmi Yedinci Mektup’un tatlı sadâları içerisinde benim de boğuk sesim çıksın. Lâkin heyhat, o maden-i esrar bahrinden dem vurmak haddim değil. Benim arzum ve iştiyakım, o gülistana girebilmek ve o güzel güllerden koklamak. Yoksa onun tavsifinde âciz ve kāsırım. Gerçi kalbimde galeyan eden manalar çoktur. Lâkin her nedense lisan, hissiyatımın tercümanı olamıyor.
Şu kadar diyebilirim ki elimde mevcud risaleler ve fihristede gördüğüme nazaran, Risale-i Nur eczaları bir şecere-i nuraniyedir ki dalları aktar-ı arza neşr-i envar ediyor ve ilâ-nihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semadaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse Risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette nura ihtiyaç ne ise Risale-i Nur eczaları da odur.
Bahr-i dalalet mevcleri arasında, sefine-i Nuh (as) necat verir; her kim dâhil olsa tufan-ı maâsiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütüphanesinde bir bahardır ve bahar kadar letafetlidir ve canbahştır. Ve ölmüş arza o bahar vasıtasıyla hayat verildiği gibi Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulûblere taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i safilînden, a’lâ-i illiyyîne yükseltir. Otuz Üçüncü Söz’ün Yirmi Dördüncü Mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah hasıl ediyor. Ve kalbinde Sâni’-i Hakîm’in hikmetine karşı pencereler açıyor. Risale-i Nur eczaları, insanın sıkıntılı vaktinde imdadına yetişir ve teselli eder. Bu ciheti aynen gördüm.
Velhasıl: Risale-i Nur eczaları hakkında her ne desem yine o Nur’a karşı sönüktür. İşte o fihristeler fihristesi böyle olunca daha ilerisini ehli olan anlar.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Kardeşiniz Halil İbrahim (rh)
***
(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)
Bugün hayreti mûcib, nazarı cazip, dikkati câlib, manası latîf, tertibi zarif, tevafuku nazif, envarı zahir, i’cazı bâhir, zübde-i bürhan, erkân-ı iman, bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an olan ve mübarek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsah ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz ile melfufu cidden çok mühim meseleleri câmi’ ve bedî’ cevapları hâvi On Altıncı Lem’a’yı ve benim gibi tembellere mükemmel bir ders-i ikaz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım Nurlara kavuşmaktan mütevellid nimete mazhariyetten dolayı, Cenab-ı Hallak-ı Rahîm’e teşekkürden âcizim.
Orada kardeşlerimizden beş nevi ibadet hakkındaki izahları ile kötü şahsiyetime değil, sırf Kur’an’a, imana, Nur’a, hakaike müteveccih halime baktım ve kanaatlerimi yokladım. Ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanaat getirmiştim.
1- Ehl-i dalalete karşı mücahede: اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
2- Neşr-i hakikatte üstada yardım: وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى ۞ وَ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ
3- Müslümanlara iman cihetinden hizmet: اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ ۞ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ۞ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ gibi âyetlerle اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ hadîs-i şerifi.
4- Kalemle ilmi tahsil: نٓ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ Mademki hakikat ilmi tedris edilmiyor. Elbette mahfî hikmetlere binaen mahdud insanların eline geçen, kulağına giren bu nevi derslerin ciddi tahsili için bilhassa okuması yazması olanların bizzat yazmak suretiyle, bu neticeyi bulacaklarına şüphe edilmemelidir. Bir şeyi yazmak; okumak, anlamak, sonra başka kâğıda nakletmektir ki bu tarzla matlub istifadenin temin edileceği muhakkaktır.
5- Bir saati bir sene ibadet hükmüne geçecek tefekkür: Evet Nurlarla istifade, böyle saatler, zannederim hepimizin meşhudu olmuştur. Sözler’deki hakaiki tefekkür, aynen Kur’an’ın künuzunu manen taharridir ki Fettah ismi imdada yetişerek, öyle muhayyirü’l-ukûl kapılar açıyor ki zevkine nihayet bulunmuyor. Perdesiz, vasıtasız Kur’an’a bakınca zülâl gibi hakaikin tecelli ettiği, bulutsuz havada güneş ve böyle bir havada yıldızlarla süslenmiş semada bedirlenmiş kamer gibi müşahede olunuyor.
Benim gibi bir isyankârın vaziyeti, hali, kabiliyeti, istidadı aslâ müstaid değilken, Allahu Zülcelal’in nihayetsiz kerem ve rahmeti, fazıl ve inayeti ile iki kere iki dört kat’iyetinde kat’î kanaatim gelmiştir ki Hazret-i Gavs’ın ve onun üstadı, iki cihan fahri Nebiyy-i Efhamımız (asm) Efendimiz Hazretlerinin dua ve himmetleri, Hazret-i Kur’an’ın şakirdleri üzerindedir. Sû-i ihtiyarımızla bozmazsak bu himayet ve sahabet elbette devam edecektir, kat’î kanaat ve imanındayım.
Şu satırları bana yazdırtan âsâr-ı Nur’un şeref-i vürûdları ve feyizleri, inşâallah içinde gizlenmiş olan aşr-ı âhir-i ramazandaki Leyle-i Kadrin ihya edilmiş sevabını verir ve rıza-yı Samedanîye mazhariyetle, saadet-i ebediyeyi kazanmaya bir vesile olur.
Ey Üstadımın bu fâni âlemde arkadaşları inşâallah âhiret âleminde de yoldaşları olacak olan aziz ve kıymetli kardeşlerim! Şu anda kalbim şöyle inliyor, ben de ihtiyarsız yazıyorum:
Hazret-i Üstadın gösterdiği yol, aynen Kur’an’ın cadde-i kübrasıdır; ondan ayrılmayalım, hizmetten kaçmayalım, fütur getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, sû-i kesbimiz ile kazanılan ve bugün tevarüs eden fena şeylere karşı, kaderi ittiham derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmeyelim. Biz abdiz. Sebeb-i hilkatimiz; seyyidimizi, yaratanımızı, râzıkımızı bilmek ve bulmaktır. Hülâsa-i mevcudat olan Peygamberimiz vasıtasıyla inzal ve ikram buyurulan Kur’an’ın ahkâmına ve o Hazret’in sünnetine tevfik-i harekete bezl ü gayret edelim. İşte o Nur elimizde mürebbi, yanımızda muarrif. Aramızda Nurları neşre, mürebbi ve muarrifimizi dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti yapalım, netice-i mükâfatı Hâlık-ı Rahîm’imize bırakalım. Yekdiğerimize en büyük yardım olan duayı da esirgemeyelim.
Zühre, Habbe, Katre ve Zeyli’nin Arabî bir nüshası bu fakire ihda buyurulmuş, bir gün tercümesinin de yapılacağına işaret olunmuştu. Demek, zamanı geldi ve benim gibi Arabî bilmeyen kardeşlerin manevî arzuları, Zühre’nin tercümesine vesile oldu. Çok muhtasar olarak duygularımı arz edeceğim:
Birinci Nota: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i tevhidi ile Mabud-u Hakiki’ye bağlanmalı.
İkinci Nota: اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ tekbir-i ekberi ile kibriya ve azamet sahibi ancak Allahu Zülcelali ve’l-kemal olduğunu…
Üçüncü Nota: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nass-ı azîmi ile madem her şey helâk olacak, ey zayıf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaratılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömr ü hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir hakikatini…
Dördüncü Nota: كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ۞ قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ gibi âyetlerle müeyyed olduğu üzere ba’de’l-mevt ثُمَّ نُفِخَ فٖيهِ اُخْرٰى فَاِذَاهُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ âyetinin sırrı zahir olacak ceza ve hesap gününde, Mâlik-i Yevmi’d-din’in huzurunda, mahlukat ve mevcudatın en kıymettarı olan insanın aynen halk olunarak bulundurulacağını…
Beşinci Nota: Avrupa’nın surî medeniyetinin hakaik-i Kur’aniye ile butlanını وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ âyetinin bir muhavere şeklinde tedrisini…
Altıncı Nota: اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ ۞ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً gibi âyetlerle hem iman tacını giyen hizbullahın galebesini ve hem zahir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev’i olan, her şeyi inkâr edenlerin Kur’an nazarındaki kıymetlerini…
Yedinci Nota: وَلَا تَنْسَ نَصٖيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا ۞ اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ ۞ وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى gibi âyâtın manasını hatırlattığını…
Sekizinci Nota: Sonunda zikrolunan dört âyet-i celilenin bir nevi tefsiri…
Dokuzuncu Nota: Bugünün Dokuzuncu Söz’ünün bir çekirdeği olduğunu…
Onuncu Nota: Marifetullaha yol açacak, bid’aların kesreti zamanında Risale-i Nur unvanını alacak ve en evvel “Ey ehl-i iman! Öldükten sonra dirilmek var, ceza ve hesap günü var, uyanın!” hitabı ile mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söz’e mahfî işaret ettiğini…
On Birinci Nota: On Bir, On İki, On Üç, On Dördüncü Sözler gibi Kur’an’dan fazlaca bahseden Nur risalelerine, bilhassa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden Yirmi Beşinci Söz’ün geleceğine îma eylediğini…
On İkinci Nota: Bütün Müslümanlara, muhtelif tarîkatlarda sülûk ile kazanılacak neticeye, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkında besmele olacak bir ders verdiğini…
On Üçüncü Nota: Yirmi Altıncı Söz’ü اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ âyetlerini, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsini, Birinci Söz’ü, mecazî muhabbetteki makul dereceyi göstererek taklitten tahkike geçmek lüzumunu…
On Dördüncü Nota: Çok mühim ve pek nurlu bir eser olan Yirminci Tevhid Mektubunu…
On Beşinci Nota: Üç meselesi ile Kur’an’daki emir ve nehyin ne kadar yerinde olduklarını ve şeriat-ı Ahmediye desatirinin ne kadar makul ve mantıkî esaslara istinad ettiğini ayân beyan göstermektedir.
Çok kusurlu ve âciz talebeniz aldığı feyizleri ancak metindeki yazıları tekrarla ifade edebilir. Hatayı azaltmak için sözü itnaba düşürmemek daha makul düşüncesiyle, maruzatımı kısa kesmeyi daha faydalı görüyorum.
Hulusi
***
(Mu’cizat-ı Ahmediye’yi yaldızla yazan Doktor Abdülbâki Bey’in fıkrasıdır.)
Sevgili, müşfik Üstadım, Efendim Hazretleri!
Kıymetine nihayet olmayan ve her vecihle medih ve takdire ve sitayişe şâyan bulunan Risale-i Nur eczalarından bir parçası olan On Dokuzuncu Mektup’u, bu mektubun mazhar olduğu intişarındaki inayetine mâsadak olan kalemimle, iki gün evvel ikmal edip sevgili Üstadıma takdim ediyorum. Bu risale hakkında aziz Üstadıma kalbî ihtisasatımı arz etmek istiyorum. Fakat ne kalemim ve ne de kalbim ifadeden âcizdir.
Bu risalenin ruhumda vücuda getirdiği tebeddülatı tarif imkânsızdır. Hakikaten ruhumun asr-ı saadete ait karanlıklı noktalarını aydınlatmış, kalbimin en derin mahallerine nüfuz ederek, fakir talebenize verdiği ziyaları, nurları ile fakir talebenizi öyle bir hale getirmiştir ki bu kusurlu talebenizin Cenab-ı Hak’tan istediği ve zulümatları yararak nurlar serpen asırda, beşeriyeti helâkten kurtarıp saadete davet eden ve elinde ve lisanında sonsuz mu’cizatı ile yalnız beşeriyete ve dünyaya değil, bütün mevcudata, dünya ve âhirete kendini tanıttıran o Peygamber-i Zîşan’a ümmet olabilmek ve sevgili Üstadıma talebe olabilmek kaydı altında hayatıma hâtime verilmesidir. El ve ayaklarınızdan öperim, efendim.
Abdülbâki
***
[1] Hâşiye: Elhasıl, bazı esrar-ı gaybiye için tevafukat şeklini değiştiriyor. Lafza-i Celal’in diğer latîf ve cazibedar ve manidar bir tevafuku şudur ki: Başta Fatiha sahifesiyle beraber yüz elli bir sahifede, elli bir defa yedi ile sekiz geliyor.