Aziz, sıddık ve sebatkâr kardeşlerim!
Sizin faaliyetiniz ve sebatkârane çalışmanız, Risale-i Nur dairesinin zembereği hükmünde bizleri ve çok yerleri harekete getiriyorsunuz. Allah sizden ebeden razı olsun, bin âmin âmin!
Size, Hizbü’l-Kur’anî’den evvel gönderilen Risale-i Nur’un Virdü’l-A’zam’ına ilhak etmek için bir parçayı yazdık, bir parçayı da Yirmi Dokuzuncu Lem’a’da yerini gösterdik. Benim hususi tefekküratım o neviden olduğu cihetle bana ihtar edildi, ben de yazdım.
Sâniyen: Birkaç gün evvel size gönderdiğim son mektuptaki, hayat-ı dünyeviyenin hayat-ı diniyeye galebe etmesine dair ikinci meselesi münasebetiyle gayet ince ve kaleme alınmaz bir mana kalbe zahir oldu. Yalnız gayet kısa o manaya bir işaret edeceğim. Şöyle ki:
Bu acib asrın hayat-perest ehl-i dalaleti aldatan, sarhoş eden; fânilerden surî aldıkları zevki gayet acı ve elîm olduğunu ve ehl-i imanın ve hidayetin aynı yerde ve o fâniyatta bâkiyane ve ulvi bir zevk bulunduğunu gördüm ve hissettim fakat ifade edemiyorum.
Risale-i Nur’un müteaddid yerinde nasıl ispat etmiş ki ehl-i dalalet için zaman-ı hazırdan maada her şey ma’dum ve firakların elemleriyle doludur. Ehl-i hidayet için mazi, müstakbel müştemilatıyla mevcuddur, nurludur. Aynen öyle de fâniyatta, yani geçmiş muvakkat vaziyetler, ehl-i dünya için fena-yı mutlak karanlıklarında ma’dumdur, ehl-i hidayet için mevcuddur diye gördüm.
Çünkü eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirane hatırladım, müştakane arzuladım. Neden bu mübarek vaziyetler mazide kalıp fâni olsun, düşünürken iman-ı billah nuru ihtar etti ki o vaziyetler gerçi sureten fânidirler, birkaç cihette mevcuddurlar.
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bâki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, daire-i ilimde ve elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı misaliyede bâki oldukları gibi nur-u imanın verdiği bâkiyane münasebet noktasında fevka’z-zaman bir vaziyette mevcuddurlar. Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok manevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım. Ve dedim: “Madem Allah var, her şey var.” darb-ı mesel cümlesi, bu büyük hakikati de ifade eder. Kimin için Allah varsa yani Allah’ı bilse her şey mevcuddur, kim Allah’ı bilmezse ona her şey ma’dumdur diye delâlet eder.
Demek elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyade daimî, elemsiz bir zevke sefahetle tercih edenler, aks-i maksudlarıyla aynı zevkte elîm elemleri alır.
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ثَوَابَاتِ قِرَائَةِ حُرُوفَاتِ الْقُرْاٰنِ الَّتٖى قَرَاْتُمُوهَا بِنِيَّتِنَا فٖى رَمَضَانَ
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!
Hâfız Ali’nin bu defaki mektubunda çok mübarek duaları beni ve bizi en derin ruhumuzdan mesrur edip şükre sevk etti. Ve her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere mana-yı işarîsiyle mededres ve halâskâr ve şifa ve medar-ı sürur olan اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ ve اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا her musibetzedeye baktığı gibi bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor.
Evet, Hâfız Ali o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezauf etseydi bizlere kazandırdığı neticeye nisbeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hâfız Ali’nin kendi üstadı hakkında, benim haddimden pek çok ziyade isnad ettiği meziyet ve masumiyeti; onun masum lisanıyla hakkımda medih olarak değil belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.
Hem Hâfız Ali’nin, Sava gibi yerler, karyeler ve Isparta, birer Medrese-i Nuriye hükmüne geçmesi ve Risale-i Nur’un sadık şakirdleri hârikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür etmeleri, bizleri belki Anadolu’yu belki âlem-i İslâm’ı mesrur ve müferrah eden bir hakikatli haber telakki ediyoruz.
Âhir fıkrasında “Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz.
Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemiyete değil, keyfiyete bakmak hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüz binler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile ispat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.
Hâfız Ali’nin kıymettar bir kardeşimiz olan Aydınlı Hasan Âtıf hakkında medhi ve tafsili bizi minnettar etti. O kardeşimiz de haslar içinde her sabah yanımızdadır.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sizi tebrik ediyoruz, hakikaten müdakkik hâfızlarsınız. Hüsrev’in yazdığı Kur’an’da incecik sehivlerini bulmanız, hıfzınızın kuvvetine tam delâlet ediyor. Bizler size minnettar olduk ve teşekkür ediyoruz. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun. Bu münasebetle Risale-i Nur’un kahramanı olan Hüsrev, Risale-i Nur’un hizmetinde gösterdiği hârikaları, numune olmak için bir kısmını beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Bu zat, dokuz on sene zarfında dört yüz risale kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risale-i Nur’dan yazdığı gibi; hâfız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kur’an ile ve üçüncüsü –müteferrik surette– gözle görünür bir nevi i’caz-ı Kur’an’ı gösterir bir tarzda üç Kur’an’ı yazmış, tam mukabele edilmeden bize gelmiş, biz de mukabele etmeden size göndermiştik. Sizler de kemal-i dikkatle hareke ve harflerde gördüğünüz kırk elli sehiv, Hüsrev’in kaleminin ne derece hârika olduğunu gösterir. Çünkü her Kur’an’ın üç yüz bin altı yüz yirmi harfinde, o kadar hareke ve sükûnlarında yalnız kırk elli sehiv bulunması, o kalemin isabette hârika olduğunu gösterir.
Latîftir ki Hüsrev’in sehvini bulan bir zat, iki harfte bir sehiv etmiş. Hüsrev yüz bin harfte bir sehiv etmiş. Tashih eden, iki harfte noktayı bırakıp sehiv etmiş. Demek o dikkatli hâfızın o sehvi, Hüsrev’in o sehvini affettiriyor.
Hem bu Hüsrev’in kalemi gibi; fikri, kalbi de o nisbette hârika diyebiliriz. Risale-i Nur’a karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaati gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur vermiyor.
Hem onun bir hârikası odur ki Risale-i Nur’a beş sene yabani kaldığı halde birden intisap edip bir ay zarfında on dört risaleyi Risale-i Nur’dan yazmış.
Hem Kur’an’ın gözle görülen bir nevi lem’a-i i’caziyeyi, beş altı mushafta işaretler yaptım, hatt-ı Arabî-i Kur’anîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı Arabî-i Kur’an’da Hüsrev onlara yetişemediği halde, birden umum o kâtiplere ve hatt-ı Arabî muallimine tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı Arabîde, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: “Evet, bizden geçti, biz ona yetişemiyoruz.” dediler. Demek Hüsrev’in kalemi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ve Risale-i Nur’un mu’cizevari kerametleri ve hârikalarıdır.
Kardeşiniz Said Nursî
***
(Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye dair yazılan iki parçaya tetimmedir.)
Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hâcat-ı gayr-ı zaruriyeyi, görenekle tiryaki ve müptela etmekle hâcat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki dünyayı başına cehennem eyledi.
İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.
Ezcümle: Ben gördüm ki ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki diyaneti ister ve yapmasını sever tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rast gelsin. Hattâ tarîkatı keşif ve keramet için ister. Demek, âhiret arzusunu ve dinî vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa o ameli iptal eder; lâekall ihlası kırılır, sevabı kaçar.
Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse tehlike ihtimali kavîdir.
Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ işaretiyle bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek severek tercih ettirdi.
Hem bin üç yüz otuz dört (1334) tarihinden başlayıp öyle bir rejim ehl-i İslâm içine de sokuldu. Evet عَلَى الْاٰخِرَةِ cifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte Eski Harb-i Umumî’de İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bu şiddet-i soğukta sizden haber almadığım için merak eyliyorum. Size, bu soğuğun bana verdiği şefkatli bir endişeden çıkan arkadaki meseleyi gönderiyorum. Belki size de faydası olur.
Hem buraca faydası görülen haşre dair parçaları Onuncu Söz’ün âhirinde toplayıp bir lâhikası hükmüne gelmiştir. Birinci parça, Dokuzuncu Şuâ olan mukaddime-i haşriye, Onuncu Söz’ün arkasında yazılacak. Ve bunun arkasında, o mukaddime-i haşriyenin birinci makamının yerinde ve bedeline Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Hayy’a dair Dördüncü Remiz yazılacak. Bunun arkasında, İkinci Şuâ olan Tevhid Risalesi’nin haşri ispatına dair Hâtime’sinin başından tâ “Bu haşrin dört meselesi şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.” cümlesine kadar yazılacak. Sonra bunun arkasında İhtiyarlar Lem’asının Beşinci Rica’sının ortasından başlayan “Evet, nass-ı hadîs ile nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın ilâ âhir.” tâ Altıncı Rica’ya kadar yazılacak. Eğer haşre ait, sair risalelerde bunlar gibi parçalar varsa münasip görseniz ilâve edersiniz. Bunların heyet-i mecmuasının tesiri büyüktür.
***
(Gayet ehemmiyetlidir.)
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felaketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:
Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç dört aydır ki dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise mükâfatı büyüktür belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (asm) bir lâkaytlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.
Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felaketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.
***
Kardeşlerim!
Bugünlerde Rumuzat-ı Semaniye’ye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere, bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalaa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edilmeden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştırıldık.”
Birden ihtar edildi ki: “O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyet’in temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi.”
Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ remzinde, esrar-ı gaybiye gösterildi; birden kapandı, perde indi.
Hem bu sır içindir ki o yolda fazla istihdam edilmedik, yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir ziynet ve huruf-u Kur’aniyenin intizamından ve vaziyetlerinden tezahür eden bir nevi i’caz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.
Umum kardeşlerimize ve Risale-i Nur’da ders arkadaşlarıma birer birer selâm ve dua ederiz ve dualarını rica ederiz.
***
Isparta’daki kardeşlerimize!
Latîf bir rüyanın, kadere ait bir meseleyi şuhud derecesinde bize kanaat verdiği gibi o latîf rüyanın ciddi ikinci parçası, bizlere manevî bir müjde ve beşaret verdiği cihetle, siz kardeşlerimize beyan ediyoruz. Şöyle ki:
İki gün evvel Üstadımız rüyada görüyor ki ben yani Feyzi ile beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken birden ben, Üstadıma söylüyorum ki: “Buradan ben ayının tesbihini toplayacağım.” Üstadım da bakıyor ki beyaz ipler gibi dolaşmış bir şey görüyor. Bu acib güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnad etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda, yirmi otuz defa o hâdise-i nevmiyeyi gülerek benimle mülâtafe etti. Münasebet olmayan bazı şeyler ile tabire çalıştıksa da tabire münasebet tutmadı.
Sonra ikinci gün, âdet-i müstemirrede, kendi tecrübesiyle, rüya-yı sadıkanın kısmen aynı günde, kısmen ikinci günün aynı saatinde bana benzeyen bir dost –ki rüyada Üstadıma benim suretimde görünmüş– Üstadımızın yanına geldi dedi ki: “Ayının yağını toplayanlardan alıp ve müezzin ve tesbih yapan bir adamın tavsiyesiyle mühim bir adama, her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsun?” Üstadımız da rüyada güldüğü gibi aynen öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acib ve aynı aynına tabiri kemal-i taaccüb ve hayretle karşılayıp ona demiş: “Sakın istimal etmesin!”
Yirmi Sekizinci Mektup’un rüyaya ait Birinci Risalesi’nin Altıncı Nüktesi’nde; rüya-yı sadıka, kader-i İlahînin her şeyi ihata ettiğine bir hüccet-i kātıa hükmünde. Üstadımız binler tecrübe ile gördüğü gibi aynen bu vakıa dahi bizlere şuhud derecesinde kat’î ispat etti ki hâdisat, vücuda gelmeden evvel mukadderdir, malûmdur, muayyendir. Kader-i İlahînin mizanıyla geliyor diye bu rükn-ü imanîye bize gayet latîf ve kat’î bir numune oldu.
Hem aynı rüyanın ikinci tabakasında Üstadımız görüyor ki Risale-i Nur’un heyetine bir ferman geliyor. Birden geldi, o kudsî ferman Kur’an çıktı. Bunun tabiri, aynı günün aynı tecrübe saatinde, Kur’an’ın Hizbü’l-Ekber’i –ümit edilmediği bir vakitte, malûm Âsiye Hanım’ın hanesinde etrafı tezyin edilen Hizbü’l-Ekber’i –yüz senelik bir güzel kap içinde, o kabın üstünde sırma ile padişahların mühim fermanlarında turra-i şahane işlenmiş olduğunu gördük.
Üstadımız dedi ki: Ferman geldi diye Kur’an çıktı. Şimdi de Kur’an’ın Hizbü’l-Ekber’i geldi. Üstünde ferman turrası bulunduğundan Risale-i Nur’un heyetine beşaretli ve medar-ı feyiz ve terakki bir ferman-ı Rabbanî hükmüne geçeceğini rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.
Bu tabirden sonra ikinci günü, sizin çok kıymettar hediyeniz, hakiki tabirini güneş gibi meydana çıkardı.
Risale-i Nur talebelerinden ve daimî hizmetçilerinden Emin ve Küçük Hüsrev olan Feyzi
***
Aziz, sıddık, mübarek, masum kardeşlerim!
Sizin çok mübarek ve nazarımızda çok kıymettar ve benim nazarımda cennetin وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ tarafından ebedî ve firdevsî bir hediye-i kudsiye gibi geçen ve gelen iki bayramı, cennetin şekerlemeleri ve tatlıları gibi tatlılaştıran ve ziynetlerin ve nakışların yetmiş tarzlarını giyen hurilerin hulleleri ve libasları gibi manevî meclisimizi ziynetlendiren kalem hediyenizi aldık. Bu hediye, Risale-i Nur hizmeti noktasından ne derece ehemmiyetli olduğunu bugünlerde başıma gelen ve rüyama giren bir hâdise ile anlayınız. Şöyle ki:
Bu çok kıymettar manevî hediyeyi almazdan üç gün evvel, aynen hediyeniz Kastamonu’ya geleceği anında rüyada görüyorum ki terfi-i makam ve rütbe için bizlere bir ferman-ı şahane manevî bir canibden geliyor, kemal-i hürmetle ellerinde tutup bize getiriyordular. Biz baktık ki o ferman-ı âlî, Kur’an-ı Azîmüşşan olarak çıktı. O halde bu mana kalbe geldi: Demek, Kur’an yüzünden Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve biz şakirdleri, bir terfi ve terakki fermanını âlem-i gaybdan alacağız.
Şimdi tabiri ise o fermanı temsil eden masumların kalemiyle manevî tefsir-i Kur’an’ı aldığımızdır. Bu rüyanın şimdiki tabiri çıkmadan bir iki saat evvel, Feyzi ile Emin’in gösterdikleri tabir dahi haktır ve ehemmiyetlidir.
Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi, bir hiss-i kable’l-vuku ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında beyan edilen rüyayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen, hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip otuz kırk defa tebessüm ile güldüm.
Hem ben ve hem Feyzi çok taaccüb ve hayret ettik. (Hâşiye[1]) Otuz günde bir defa gülmeyen, bir günde otuz defa gülmek bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki o sürur, o sevinç, mezkûr manevî fermanı temsil eden masumların ve ümmilerin kalemlerinin yazıları nesl-i âtinin sahaif-i hayatlarına, âlem-i İslâm’ın sahife-i mukadderatına ve ehl-i iman istikbalinin defterlerine neşr-i envar edeceklerinin ve o masumların hâlis ve safi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a’malimizde hasenatlarını yazıp kaydetmesinin ve Risale-i Nur şakirdlerinin mukadderatını mesudane idamesinin haberini veren, o daha gelmeyen hediyeden geliyordu. Benim, o azîm yekûnden hisseme düşen binden bir cüzü ruhen hissedilmiş, beni mesrurane heyecana getirmiş idi.
Evet, böyle yüzer masumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları sair kardeşlerimin defterlerine geçmesi misillü, benim gibi bir günahkârın sahife-i a’maline dahi girmesi, binler sürur ve sevinç verir. Böyle karanlık bir zamanda, bu ağır şerait altında böyle masumane ve kahramanane çalışmak için biz hem o masumları ve o ümmileri ve muallimlerini tebrik hem peder ve validelerini tebrik hem köylerini tebrik hem memleketlerini hem milletlerini hem Anadolu’yu tebrik ederiz.
Mübarek masumların ve ümmilerin her birisine birer hususi teşekkürname ve tebrikname yazmak elimden gelseydi yazacaktım, öyle ise bu arzumu bilfiil yazılmış gibi kabul etsinler. Ben onların isimlerini bir daire suretinde yazacağım, dua vaktinde bakacağım. Hem onları Risale-i Nur’un has şakirdleri dairesine dâhil edip bütün manevî kazançlarıma hissedar edeceğim.
Benim tarafımdan onların peder ve validelerine veya akraba ve üstadlarına selâmlarımı tebliğ ediniz. Cenab-ı Hak onları ve evlatlarını dünyada ve âhirette mesud eylesin, âmin!
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz ve dualarını Kur’an’ın medh ü senasına mazhar olan bu leyali-i aşr olan on gecelerde rica ediyoruz.
Emin ve Feyzi’nin rüyaya dair fıkralarını da leffen gönderiyorum.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bütün ruh-u canımla bayramınızı tebrik ederim. Ve bu bayramımı çok mübarekleştiren mübarek masumların ve muhterem ümmi ihtiyarların ve üstadlarının bu defa gönderdikleri kıymettar risaleleri beş cilt olarak güzelce ciltlettirerek tanzim ettik.
İnşâallah onlardan çok istifade edilecek. O mübarek masumların ve muhterem ümmilerin masumane ve hâlisane yazdıkları risaleler, Risale-i Nur’un kerametine yazıları da bir keramet ilâve ettiğini ve en güzel yazılardan ziyade tesirli olduğunu hissediyoruz.
Hattâ Feyzi’nin güzelce ciltlettiği çocukların tevafuklu mecmuasını getirdiği vakit kuluncum ziyade ağrıyordu. Dedim: “Aman kardeşim! Benim kuluncumu tut, pek ağrıyor.” Birden o mecmuayı açtık, baktık; birden öyle bir şifa oldu ki kuluncumu unuttuk. Sonra tahattur ettik, hayret ettik.
Hem o risaleleri yazanların isimlerini hem yaşlarını, o beş mecmuanın başlarında medar-ı ibret ve onlara dua ettirmek için dercedeceğiz. Onları ve hususan üstadlarını ve peder ve validelerini benim tarafımdan birer birer hem bu hizmetlerini hem bayramlarını tebrik ediniz.
Hem Isparta hakkında benim büyük ümidimi fiilen ispat ettikleri için bana büyük bir teselli verdikleri için ölünceye kadar minnettarlığımı onlara ve Mübarekler Heyeti’ne ve Medrese-i Nuriye ve Nur ve Gül Fabrikası sahiplerine tebliğ ediniz.
Namaz tesbihatının sırrına göre: Nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlil ile bir hatme-i muazzama-i Muhammediye (asm) ve zikir ve tesbih eden ve rûy-i zemin kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye (asm) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medar-ı füyuzat olduğu gibi; ben ve biz de Risale-i Nur’un geniş daire-i dersinde ve halka-i envarında ders alan ve dua eden ve çalışan binler masum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve a’mal-i salihalarına hissedar olmak ve dualarına âmin demek hükmünde olarak, onlarla tayy-ı mekân ederek, hayalen omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevka’l-had bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymettar, masum, manevî evlatları ve yüzer küçük Abdurrahmanları bulmak, benim için dünyada bir cennet hayatı hükmüne geçiyor.
Geçen ramazan-ı şerifte, hastalığım münasebetiyle, her bir kardeşim benim hesabımla birer saat çalışmalarının pek büyük neticesini aynelyakîn ve hakkalyakîn gördüğümden; böyle duaları reddedilmez masumların ve mübarek ihtiyarların ve bahtiyar üstadlarının, benim hesabıma ara sıra lisanen ve kalben duaları ve çalışmaları, kalemleriyle yardımları, benim Risale-i Nur’a hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkiyesini dünyada dahi bana gösterdi.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى
***
(Çok ehemmiyetlidir.)
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugünlerde gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde; ahval-i âlemden, siyaset ve harpten kat’iyen bir haber almayıp ve istemeyip ve merak etmez bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikatten, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:
Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem, hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahînin bir cilvesi olan Harb-i Umumî’nin tarafgirane, damarları ve âsabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp o cereyanların hükmüne tabi olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikati belki ehl-i velayeti tenkit ve adâvet eder hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.
İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki bu harb-i umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.
Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken, zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.
Cenab-ı Hak bize nur ve nurani vazifeyi vermiş; onlara da zulümlü, zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الثَّلْجِ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Tekrar bayramlarınızı bu havalideki kardeşlerimiz ile beraber tebrik ediyoruz. Sizin beş altı mektubunuza mukabil beş altı mektup yazmak hakkınızdır fakat benim ümmiliğim için kusura bakmazsınız. Bir kısa mektup ile iktifa ediyorum.
Evvela: Hüsrev’in mektubu, Risale-i Nur’a hizmet edemediği için teessüfüne mukabil ona yazınız ki Hüsrev’in cazibedar yazıları ve nüshaları onun yerinde pek parlak bir surette hizmet ediyorlar.
Ve Hulusi’nin Yirmi Yedinci Mektup’a giren mektupları dahi onun bedeline çalışıyorlar, vazifesini kısmen görüyorlar. Ve merhume validesine mahsusan dua edilecek.
Ve Aydınlı Hasan Âtıf’ın, Hâfız Ali’nin mektubunun hâşiyesinde yazdığı, misli görülmemiş şu dua: “Yâ Rab! Güldür Said’i tâ gülmesinden güller açılsın.” diye pek garib fıkrası, Risale-i Nur’a onun sadakat ve ihlasının acib bir kerametidir ki otuz günde bir defa gülmeyen o bîçare Said, bir günde otuz defa güldüğünün yazılması ve size o mektubun gönderilmesi zamanına tam tamına tevafuk ediyor.
Marangoz Ahmed’in, cidden beni sürurla ağlattıran ve çok meraklarımı izale eden Risale-i Nur’un mübarek şakirdlerinin kerametkârane, bir gecede oraya gelen mektupları lâzım gelen yerlere göndermek için yazmaları, beni fevkalâde mesrur ve müteşekkir eden mektubu, bir kitap kadar ve on mektup yerinde kabul ettik. Merhum ve kıymettar ve çok vefakâr ve fedakâr ve sekiz sene bana hizmet eden bir kardeşimiz Marangoz Mustafa Çavuş yerine, Cenab-ı Hak rahmetiyle, kahraman Marangoz Ahmed’i verdi.
Nur Fabrikasının sahibi Hâfız Ali’nin mektupları, çok ince ve çok yüksek hissiyatını ve kerametkârane ihlasının derecelerini gösterdiğinden pek uzun bir mukabele ister. Fakat şimdilik bu kadar deriz: O, umumun hesabına bizlerin bayramını tebrik ettiğine, biz de onu tevkil edip umumumuz namına her bir kardeşimize tebriği tekrar ediyoruz.
Mübarekler, Tahir ile beraber; Tahir’in bize o kıymettar kalemiyle cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaaya sevk ediyor. Hâfız Ali’nin mektubunda, Tahir’in yazdığı ve göndereceği Sözler’i daha alamadık. Ve onun masume iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor; görenleri Risale-i Nur’a cezbediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahir’in kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı.
Risale-i Nur’un postacısı mübarek Abdullah ne halde olduğunu soracaktım, Hâfız Ali’nin mektubunda, sormadan cevabımı aldım. Allah, ikisinden razı olsun. O mektubun âhirinde, mazi ve müstakbel ve semavat ehlini dahi mesrur eden masumların ve mübarek ümmi ihtiyarların hediye-i masumaneleri beyanındaki fıkrası gayet güzel düşmüş.
Nur iskelesinin nâzır-ı bînaziri Sabri-i Basîret-basîr’in hususi mektubunda yazdığı mübarek bir hemşiremin Cevşenü’l-Kebir’i ezber etmesi; eskiden beri o hemşire, Risale-i Nur talebeleri içinde bulunduğuna istihkakını gösteriyor. Onun namıyla beraber duada namı zikredilen ve Hazret-i Mevlana Hâlid’in cübbesini tam muhafaza edip bize yetiştiren Âsiye Hanım’ın birden lisanına gelen bir fıkra size gönderilecek.
O Kuzca Hatibi, Risale-i Nur’la tam alâkadarsa Sabri benim bedelime ona selâm etsin.
Bize gelen masum ve ümmilerin ve üstadlarının risalelerini, yedi cilt olarak güzelce tasnif ettik. Masumların tevafuklu güzel parçaları bir cilt ve ihtiyarların güzel parçaları içinde kahraman Şükrü’nün Mu’cizat-ı Ahmediye güzel nüshası içinde olarak ikinci cilt. Yedi cildin her birinin başında üçüncü sahifede gelen fıkra, medar-ı ibret olarak yazılmıştır.
Umuma selâm…
***
Risale-i Nur’un küçük ve masum şakirdlerinin elli altmış talebesinin ve kırk elli ümmi mübarek ihtiyarların ve kıymettar üstadlarının yazdıkları tevafuklu ve şirin nüshaları bize göndermişler. O parçaları yedi cilt içinde cem’ettik.
Bu mübarek ümmi ihtiyarların kırk sene sonra Risale-i Nur hatırı için her işe tercihen yazıya başlamaları ve masum çocukların, Risale-i Nur’dan ders aldıkları ve yazdıkları risalelerin bir kısmıdır. Onların bu zamanda, bu ciddi çalışmaları gösteriyor ki Risale-i Nur’da öyle manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki mekteplerde çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki çocuklar ve ümmi ihtiyarlar böyle hareket ediyorlar.
Hem bu hal gösteriyor ki Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah onu hiçbir şey koparamayacak, ensal-i âtiyede de devam edip gidecek. Aynen bu masum küçük şakirdler gibi Risale-i Nur’un cazibedar dairesine giren bu ümmi ihtiyarların, kısmen çobanların ve yörük ve efelerin bu zamanda, bu acib şerait içinde her şeye tercihen Risale-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki bu zamanda Risale-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki çiftçiler, çobanlar, yörük efeler (Hâşiye[2]) hâcat-ı zaruriyeden ziyade bir hâcat-ı zaruriyeyi, Risale-i Nur’un hakaikini görüyorlar.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bu tarafta yol kapandı, posta gelmiyordu. Sizlerden gelecek bir mektup veya bir risaleyi bekliyordum. Şimdi ruhuma bir ihtar ile daha beklemeyerek burada hüsn-ü tesirini gösteren üç parçayı gönderiyorum. Masumların ve ümmi mübarek ihtiyarların ve kahraman Tahirî’nin nüshaları, daimî parlak bir tarzda fütuhat yapıyorlar. Yalnız cüz’î birkaç parçayı tashih ederken zahmet çektim. Fakat o zahmet, bana tatlı geliyordu. Hem ayn-ı rahmet oldu. Beni de o masum ve mübareklerin kafilesine dâhil ederek benim hattıma benzedikleri için kendim o parçaları yazmışım gibi tam sahip oldum. Eğer ben yazsaydım aynen onlar gibi olurdu.
***
(Kastamonu’daki kardeşlerimize hitaben yazılan bir hakikattir. Belki size de faydası olur diye gönderdim.)
Risale-i Nur kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.
Hem iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla, her bir şakirdine, her bir günde binler hâlis lisanlar ile edilen makbul duaları ve binler ehl-i salahatin işledikleri a’mal-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp her bir hakiki, sadık ve sebatkâr şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğini; kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı A’zam’daki (ks) tahsinkârane ve teşvikkârane beşareti ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kuvvetli işaretiyle, o hâlis şakirdler ehl-i saadet ve ashab-ı cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.
Madem hakikat budur. Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi-meşrep zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa Risale-i Nur’a karşı rakibane başka bir çığır açmak ile hem o zarar eder hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’aniyeye bilmeyerek zarar verir, zındıkaya bir nevi yardım olur.
Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyazü billah اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ düstur-u şeytanî hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.
Evet bu zamanda siyaset, kalpleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır.
Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez manasındaki اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.
Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakiki ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.
Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki elem ve azap çeksinler.
İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler –hadsiz tecrübelerle– Risale-i Nur’un imanî ve Kur’anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.
***
[1] Hâşiye: Evet, hiçbir vakit Üstadımızı bu kadar neşeli görmemiştik. Sebebini bilmediğimizden hayret ediyorduk.
Emin, Feyzi
[2] Hâşiye: Bilhassa Risale-i Nur kahramanlarından Şükrü Efe ve bilhassa dağ kumandanı Çoban Veli’nin ve yörük aşiretlerinden Bahadır Süleyman’ın ve emsalinin gayretlerine işarettir.