بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ زٖينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ۞
وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعٖيدًا جُرُزًا ۞ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ ۞
Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerîm ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrâyin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük büyük, ulvi süflî her bir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’amattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.
Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek her bir asrı, her bir seneyi, her bir mevsimi, hattâ bir cihette her bir günü, her bir kıtayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resmigeçit tarzında bir ulvi bayram yapmıştır.
Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki akıl tarifinden âcizdir.
Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki ism-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil ism-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise وَسِعَتْ رَحْمَتٖى كُلَّ شَىْءٍ rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır. Bir ciheti şudur ki:
Sâni’-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, her bir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten ve o resmigeçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla dünyadan merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor. İstirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor. Ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.
Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor. Ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.
Öyle de sair zîruh ve hayvanatın dahi kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidatlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler belki memnun olsunlar.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ
Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve müptela olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir halet verir. Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o haletten istifade eder. Rahat-ı kalp ile gider. Şimdi, o haleti intac eden vecihlerden numune olarak beşini beyan edeceğiz.
Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.
İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için o ciddi muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.
Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp istirahate ciddi bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimi bir şevk veriyor.
Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
Beşincisi: Kur’an’ı dinleyen insana, Kur’an’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:
“Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil belki başkasının zat ve sıfât ve esmasına delâlet ediyorlar. Öyle ise manasını bil, al; nukuşunu bırak git.
Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrefatını at, ehemmiyet verme.
Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.
Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.
Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki’ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerîm’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma; çık, git. Herzekârane fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.” gibi zahir hakikatlerle dünyanın içyüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin her şeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.
İşte Kur’an, şu beş veche işaret ettiği gibi başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur’aniye işaret ediyor.
Veyl o kimseye ki şu beş vecihten bir hissesi olmaya…
***
On Yedinci Söz’ün İkinci Makamı
(Hâşiye: Bu İkinci Makam’daki parçalar şiire benzer fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler. Belki hakikatlerin kemal-i intizamı cihetinde, bir derece manzum suretini almışlar.)
Bırak bîçare feryadı, beladan gel tevekkül kıl!
Zira feryat, bela-ender, hata-ender beladır bil!
Bela vereni buldunsa atâ-ender, safa-ender beladır bil!
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadır bil!
Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!
Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hudâbin isen o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde
Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek, terki gerektir her iki halde bu dünyada.
Terki demek: Hudâ mülkü, onun izni, onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.
Eğer nefsine talip isen çürüktür hem temelsiz de.
Eğer âfakı ister isen fena damgası üstünde.
Demek, değmez ki alınsa çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.
***
Siyah Dutun Bir Meyvesi
(O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.)
Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur’an namına kalbimdir.
Geçen sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma,
Ecanib fikrine sapma, dalalettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.
Görürsün en ziyadarın, zekâvette alemdarın,
O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım!”
Kur’an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan ona şekva ederim, sen gibi şaşmam.
Hak’tan Hakk’a feryat ederim, sen gibi aşmam.
Yerden göğe dava ederim, sen gibi kaçmam.
Ki Kur’an’da hep dava nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur’an’dadır hak hikmet, ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam.
Furkan’dadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakk’a seyran ederim, sen gibi sapmam.
Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten arşa şükran ederim, sen gibi asmam.
Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı; sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.
Rahmet kapısı, nur kapısı, hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillah diyerek çalıyorum (Hâşiye: Eyvah diyerek kaçmıyorum.) arkama bakmam, dehşet de almam.
Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahu ekber diyerek ezan-ı haşri işitip kalkacağım (Hâşiye: İsrafil’in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı kübradan çekilmem, mecma-ı ekberden çekinmem.) mahşer-i ekberden çekinmem, mescid-i a’zamdan çekilmem.
Lütf-u Yezdan, nur-u Kur’an, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, arş-ı Rahman zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşâallah.
***
Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münâcat
هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسٖى
Yani bu münâcat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesi’nde dercedilmişti.
يَارَبْ بَشَشْ جِهَتْ نَظَرْ مٖيكَرْدَمْ دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمٖى دٖيدَمْ
Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”
دَرْرَاسْتْ مٖى دٖيدَمْ كِه دٖى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْتْ
Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.
Hâşiye: İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbap gösterir.
وَ دَرْ چَپْ دٖيدَمْ كِه فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْتْ
Sonra soldaki istikbale baktım. Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbal ise emsalimin ve nesl-i âtinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp ünsiyet değil belki vahşet verdi.
Hâşiye: İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmaniye gösterir.
وَ اٖيمْرُوزْ تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْتْ
Soldan dahi hayır görünmediği için hazır güne baktım. Gördüm ki şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor.
Hâşiye: İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.
بَرْ سَرِ عُمْرْ جَنَازَۀِ مَنْ اٖيسْتَادَه اَسْتْ
İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki o ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.
Hâşiye: İman, o ağacın meyvesini cenaze değil belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.
دَرْ قَدَمْ اٰبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَ خَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنَسْتْ
O cihetten dahi meyus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.
Hâşiye: İman, o toprağı rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.
چُونْ دَرْ پَسْ مٖينِگَرَمْ بٖينَمْ اٖينْ دُنْيَاءِ بٖى بُنْيَادْ هٖيچْ دَرْ هٖيچَسْتْ
Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti.
Hâşiye: İman, o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterir.
وَ دَرْ پٖيشْ اَنْدَازَۀِ نَظَرْ مٖيكُنَمْ دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْتْ
وَ رَاهِ اَبَدْ بَدُورِ دِرَازْ بَدٖيدَارَسْتْ
Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki kabir kapısı, yolumun başında açık görünüp onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.
Hâşiye: İman, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden dertlerime hem derman hem merhem olur.
مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارٖى چٖيزٖى نٖيسْتْ دَرْ دَسْتْ
İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki ona dayanıp onunla mukabele edeyim.
Hâşiye: İman, o cüz-i lâyetecezza hükmündeki cüz-i ihtiyarî yerine, gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir ve belki iman bir vesikadır.
كِه اُو جُزْءْ هَمْ عَاجِزْ هَمْ كُوتَاهُ و هَمْ كَمْ عَيَارَسْتْ
Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silah-ı insanî hem âciz hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez, kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez.
Hâşiye: İman, o cüz-i ihtiyarîyi, Allah namına istimal ettirip her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi.
نَه دَرْ مَاضٖى مَجَالِ حُلُولْ نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذْ اَسْتْ
Ne geçmiş zamana hulûl edebilir ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faydası yoktur.
Hâşiye: İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü kalp ve ruhun daire-i hayatı geniştir.
مَيْدَانِ اُو اٖينْ زَمَانِ حَالْ و يَكْ اٰنِ سَيَّالَسْتْ
O cüz-i ihtiyarînin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.
بَا اٖينْ هَمَه فَقْرْهَا وَ ضَعْفْهَا قَلَمِ قُدْرَتِ تُو اٰشِكَارَه نُوِشْتَه اَسْتْ
دَرْ فِطْرَتِ مَا مَيْلِ اَبَدْ وَ اَمَلِ سَرْمَدْ
İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde dercedilmiştir.
بَلْكِه هَرْ چِه هَسْتْ ، هَسْتْ
Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.
دَائِرَۀِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَائِرَۀِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْگٖى دَارَسْتْ
İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.
خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نٖيزْ رَسَدْ
دَرْ دَسْتْ هَرْچِه نٖيسْتْ دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْتْ
Hattâ hayal nereye gitse ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir.
دَائِرَۀِ اِقْتِدَارْ هَمْچُو دَائِرَۀِ دَسْتِ كُوتَاهْ كُوتَاهَسْتْ
Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.
پَسْ فَقْرُ و حَاجَاتِ مَا بَقَدْرِ جِهَانَسْتْ
Demek fakr u ihtiyaçlarım, dünya kadardır.
وَ سَرْمَايَۀِ مَا هَمْ چُو جُزْءِ لَايَتَجَزَّا اَسْتْ
Sermayem ise cüz-i lâyetecezza gibi cüz’î bir şeydir.
اٖينْ جُزْءْ كُدَامْ وَ اٖينْ كَائِنَاتِ حَاجَاتْ كُدَامَسْتْ
İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hâcet nerede? Ve bu beş paralık cüz-i ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.
پَسْ دَرْ رَاهِ تُو اَزْ اٖينْ جُزْءْ نٖيزْ بَازْ مٖى گُذَشْتَنْ چَارَۀِ مَنْ اَسْتْ
O çare ise şudur ki o cüz-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.
تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتْگٖيرِ مَنْ شَوَدْ رَحْمَتِ بٖى نِهَايَتِ تُو پَنَاهِ مَنْ اَسْتْ
Tâ senin inayetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem tâ senin rahmetin, fakr u ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.
اٰنْ كَسْ كِه بَحْرِ بٖى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتْ اَسْتْ
تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْ اٖينْ جُزْءِ اِخْتِيَارٖى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْتْ
Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.
اَيْوَاهْ اٖينْ زِنْدِگَانٖى هَمْ چُو خَابَسْتْ
وٖينْ عُمْرِ بٖى بُنْيَادْ هَمْ چُو بَادَسْتْ
Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.
اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْتْ اٰمَالْ بٖى بَقَا اٰلَامْ بَبَقَا اَسْتْ
Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Süratle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.
بِيَا اَىْ نَفْسِ نَافَرْجَامْ وُجُودِ فَانٖى خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُودْرَا كِه اٖينْ هَسْتٖى وَدٖيعَه هَسْتْ
Madem hakikat böyledir, gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile müptela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık’ın yolunda feda etsen bal arısı gibi olursun. Hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücud, sende vedia ve emanettir.
وَ مُلْكِ اُو وَ اُو دَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ
اَزْ اٰنْ سِرّٖى كِه ، نَفْىِ نَفْىْ اِثْبَاتْ اَسْتْ
Hem onun mülküdür hem o vermiştir. Öyle ise minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et tâ beka bulsun. Çünkü nefy-i nefiy, ispattır. Yani yok, yok ise o vardır. Yok, yok olsa var olur.
خُدَاىِ پُرْكَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مٖى خَرَدْ اَزْ تُو
بَهَاىِ بٖى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَسْتْ
Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasaretten kurtulup beş rıbhi birden kazanasın.
***
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ
لَقَدْ اَبْكَانٖى نَعْىُ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مِنْ خَلٖيلِ اللّٰهِ
İbrahim aleyhisselâmdan sudûr ile kâinatın zeval ve ölümünü ilan eden na’y-ı لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ beni ağlattırdı.
فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبٖى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُئُونِ اللّٰهِ
Onun için kalp gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalp gözü ağladığı gibi döktüğü her bir damlası da o kadar hazîndir, ağlattırıyor. Güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî fıkralardır.
لِتَفْسٖيرِ كَلَامٍ مِنْ حَكٖيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فٖى كَلَامِ اللّٰهِ
İşte o damlalar ise Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlahî’nin kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.
نَمٖى زٖيبَاسْتْ اُفُولْدَه گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ
Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.
نَمٖى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْبْ شُدَنْ مَطْلُوبْ
Bir matlub ki gurûbda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalp ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.
نَمٖى خٰواهَمْ فَنَادَه مَحْوْ شُدَنْ مَقْصُودْ
Bir maksud ki fenada mahvoluyor, o maksudu istemem. Çünkü fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?
نَمٖى خٰوانَمْ زَوَالْدَه دَفْنْ شُدَنْ مَعْبُودْ
Bir mabud ki zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mabud olur?
عَقْلْ فَرْيَادْ مٖى دَارَدْ نِدَاءِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ )مٖى زَنَدْ رُوحَمْ
Evet, zahire müptela olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile meyusane feryat eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ feryadını ilan ediyor.
نَمٖى خٰواهَمْ نَمٖى خٰوانَمْ نَمٖى تَابَمْ فِرَاقٖى
İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfarakatı.
نَمٖى اَرْزَدْ مَرَاقَه اٖينْ زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلَاقٖى
Der-akab zeval ile acılanan mülakatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünkü zeval-i lezzet, elem olduğu gibi zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryattır. Her birinin bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan elemkârane birer feryat damlar.
اَزْ اٰنْ دَرْدٖى گِرٖينِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مٖى زَنَدْ قَلْبَمْ
İşte o zeval-âlûd mülakatlar, o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belasındandır ki kalbim İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.
دَرْ اٖينْ فَانٖى بَقَا خَازٖى بَقَا خٖيزَدْ فَنَادَنْ
Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan beka, fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki bâki olasın.
فَنَا شُدْ هَمْ فَدَا كُنْ هَمْ عَدَمْ بٖينْ كِه اَزْ دُنْيَا بَقَايَه رَاهْ فَنَادَنْ
Dünya-perestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakiki yolunda feda et. Mevcudatın adem-nüma âkıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekaya giden yol, fenadan gidiyor.
فِكِرْ فٖيزَارْ مٖى دَارَدْ اَنٖينِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مٖى زَنَدْ وِجْدَانْ
Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp meyusane fîzar ediyor. Vücud-u hakiki isteyen vicdan, İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zâileden kat-ı alâka edip Mevcud-u Hakiki’ye ve Mahbub-u Sermedî’ye bağlanıyor.
بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ كِه دَرْ هَرْ فَرْدْ اَزْ فَانٖى دُو رَاهْ هَسْتْ
بَا بَاقٖى دُو سِرِّ جَانِ جَانَانٖى
Ey nâdan nefsim! Bil ki çendan dünya ve mevcudat fânidir. Fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can-ı canan olan Mahbub-u Lâyezal’in tecelli-i cemalinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. Ân şart ki suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen…
كِه دَرْ نِعْمَتْهَا اِنْعَامْ هَسْتْ وَ پَسْ اٰثَارْهَا اَسْمَا بِگٖيرْ مَغْزٖى وَ مٖيزَنْ دَرْ فَنَا اٰنْ قِشْرِ بٖى مَعْنَا
Evet, nimet içinde in’am görünür; Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’ama geçsen Mün’im’i bulursun. Hem her eser-i Samedanî, bir mektup gibi bir Sâni’-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen esma yoluyla müsemmayı bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et. Manasız kabuğunu, kışrını acımadan fena seyline atabilirsin.
بَلٖى اٰثَارْهَا گُويَنْدْ زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا وَ مٖيزَنْ دَرْ هَوَا اٰنْ لَفْظِ بٖى سَوْدَا
Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni’-i Zülcelal’in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâ-perva zevalin havasına at. Arkalarından alâkadarane bakıp meşgul olma.
عَقْلْ فَرْيَادْ مٖى دَارَدْ غِيَاثِ ( لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ) مٖيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ
İşte zahir-perest ve sermayesi âfakî malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden meyusane feryat ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalp dahi mecazî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim, İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ gıyasını çek, kurtul.
چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا جَامٖى عِشْقْ خُوىْ
Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlana Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:
يَكٖى خٰواهْ يَكٖى خٰوانْ يَكٖى جُوىْ يَكٖى بٖينْ يَكٖى دَانْ يَكٖى گُوىْ demiştir. (Hâşiye: Yalnız bu satır Mevlana Câmî’nin kelâmıdır.)
1 – Yani yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.
2 – Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.
3 – Biri talep et, başkalar lâyık değiller.
4 – Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
5 – Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.
6 – Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.
نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامٖى
هُوَ الْمَطْلُوبُ § هُوَ الْمَحْبُوبُ § هُوَ الْمَقْصُودُ § هُوَ الْمَعْبُودُ
Evet Câmî, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabud; yalnız odur.
كِه لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ مٖيزَنَدْ عَالَمْ
Çünkü bu âlem bütün mevcudatıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla zikr-i İlahînin halka-i kübrasında beraber لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو der, vahdaniyete şehadet eder. لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezalî’yi gösteriyor.
***
Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazı’ndaki Yuşa Tepesi’nde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız, istihare edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi.
Yirmi Üçüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.
Birinci Levha
Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.
Beni dünyaya çağırma Ona geldim fena gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudat Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen onu giydim Âh ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım Azap-ender azap gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu Bekayı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zeval oldu Devayı ayn-ı dâ’ gördüm.
Bu envar zulümat oldu Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar na’y-ı mevt oldu Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulûm evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum Âh firakta çok elem gördüm.
İkinci Levha
Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.
Demâ gaflet zeval buldu Ve nur-u Hak ayân gördüm.
Vücud bürhan-ı Zat oldu Hayat mir’at-ı Hak’tır gör.
Akıl miftah-ı kenz oldu Fena bab-ı bekadır gör.
Kemalin lem’ası söndü Fakat şems-i Cemal var gör.
Zeval ayn-ı visal oldu Elem ayn-ı lezzettir gör.
Ömür nefs-i amel oldu Ebed ayn-ı ömürdür gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu Bu mevtte hak hayat var gör.
Bütün eşya enis oldu Bütün asvat zikirdir gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gına buldum Aczde tam kuvvet var gör.
Eğer Allah’ı buldunsa Bütün eşya senindir gör.
Eğer Mâlik-i Mülk’e memlûk isen Onun mülkü senindir gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen Bilâ-addin beladır gör,
Bilâ-haddin azaptır tat Bilâ-gayet ağırdır gör.
Eğer hakiki abd-i hudâbin isen Hudutsuz bir safadır gör,
Hesapsız bir sevap var tat Nihayetsiz saadet gör.
***
Yirmi beş sene evvel ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (ks) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki esma-i hüsna ile bir münâcat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek münâcat-ı esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat! Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı.
Bu münâcat, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektup’u olan Pencereler Risalesi’ne ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.
هُوَ الْبَاقٖى
حَكٖيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فٖى قَبْضِ حُكْمِهٖ § هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ الْاَرْضُ وَ السَّمَاءُ
عَلٖيمُ الْخَفَايَا وَ الْغُيُوبِ فٖى مُلْكِهٖ § هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَاءُ
لَطٖيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فٖى صُنْعِهٖ § هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَاءُ
جَلٖيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فٖى خَلْقِهٖ § هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَاءُ
بَدٖيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهٖ § هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقٖى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَاءُ
كَرٖيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهٖ § هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافٖى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَاءُ
جَمٖيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهٖ § هُوَ الْخَالِقُ الْوَافٖى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَاءُ
سَمٖيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهٖ § هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافٖى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَاءُ
غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهٖ § هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحٖيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَ الرِّضَاءُ
Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
***
Barla Yaylası Çam, Katran, Ardıç, Karakavağın Bir Meyvesidir
(Makam münasebetiyle buraya alınmış, On Birinci Mektup’un bir parçasıdır.)
Bir vakit esaretimde dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybet-nüma suretlerini, hayret-feza vaziyetlerini temaşa ederken pek latîf bir rüzgâr esti. O vaziyeti pek muhteşem ve şirin, velvele-âlûd bir zelzele-i raks-nüma, bir tesbihat-ı cezbe-eda suretine çevirdiğinden eğlence temaşası, nazar-ı ibrete ve sem’-i hikmete döndü. Birden Ahmed-i Cezerî’nin Kürtçe şu fıkrası:
هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشْبٖيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالَاتَه دِنَازِنْ
hatırıma geldi. Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:
يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگَهِ صُنْعِ تُو زِهَرْجَاىْ بَتَازٖى
زِنِشٖيبُ اَزْ فِرَازٖى مَانَنْدِ دَلَّالَانْ بِنِدَاءِ بِاٰوَازٖى
دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو دَرْ رَقْصْ بَازٖى
زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازٖى
زِشٖيرٖينٖى اٰوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازٖى
اَزْوَىْ رَقْصَ اٰمَدْ جَذْبَه خَازٖى
اَزٖينْ اٰثَارِ رَحْمَتْ يَافْتْ هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبٖيحُ نَمَازٖى
اٖيسْتَادَسْتْ هَرْ يَكٖى بَرْ سَنْگِ بَالَا سَرْفِرَازٖى
دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلٰهٖى هَمْ چُو شَهْبَازٖى
بِجُنْبٖيدَسْتْ زُلْفْهَارَا بَشَوْقْ اَنْگٖيزِ شَهْنَازٖى
بَبَالَا مٖيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عِشْقْ بَازٖى
مٖيدِهَدْ هُوشَه گِرٖينْهَاىِ دَرٖينْهَاىِ زَوَالٖى اَزْ حُبِّ مَجَازٖى
بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْگٖيزِ اَيَازٖى
مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلٖى اَزْ حُزْنْ اَنْگٖيزِ نَوَازٖى
رُوحَه مٖى اٰيَدْ اَزُو زَمْزَمَۀِ نَازُ نِيَازٖى
قَلْبْ مٖيخٰوانَدْ اَزٖينْ اٰيَاتْهَا سِرِّ تَوْحٖيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازٖى
نَفْسْ مٖيخٰواهَدْ دَرْ اٖينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاقٖى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَازٖى
عَقْلْ مٖيبٖينَدْ اَزٖينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازٖى
اٰرْزُو مٖيدَارَدْ هَوَا اَزٖينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازٖى
خَيَالْ بٖينَدْ اَزٖينْ اَشْجَارْ مَلَائِكْ رَا جَسَدْ اٰمَدْ سَمَاوٖى بَاهَزَارَانْ نَىْ
اَزٖينْ نَيْهَا شُنٖيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ
وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ اٰرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ
چُو لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ مٖيزَنَدْ هَرْ شَىْ
دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مٖيزَنَنْدْ اَللّٰهْ
فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ
حَيَاتٖى دِهْ بَاٖينْ قَلْبِ پَرٖيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاٖينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا اٰمٖينْ
Barla yaylası Tepelice’de çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî beyitlerin manası:
هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگَهِ حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاىْ تَشْبٖيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالَاتَه دِنَازِنْ
Hatırıma geldi. Kalbim dahi ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:
Yani senin temaşageh-i hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemalinle nazdarlık ediyorlar.
يَا رَبْ هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگَهِ صُنْعِ تُو زِهَرْجَاىْ بَتَازٖى
Her zîhayat, senin temaşageh-i sanatın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.
زِنِشٖيبُ اَزْ فِرَازٖى مَانَنْدِ دَلَّالَانْ بِنِدَاءِ بِاٰوَازٖى
Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.
دَمْ دَمْ زِجَمَالِ نَقْشِ تُو (نُسْخَه: زِهَوَاىِ شَوْقِ تُو) دَرْ رَقْص بَازٖى
Senin cemal-i nakşından keyiflenip o dellâl-misal ağaçlar oynuyorlar.
زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازٖى
Senin kemal-i sanatından neşelenip güzel güzel sadâ veriyorlar.
زِشٖيرٖينٖى اٰوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازٖى
Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neşelendirip nâzeninane bir naz ettiriyor.
اَزْوَىْ رَقْصَه اٰمَدْ جَذْبَه خَازٖى
İşte ondandır ki şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.
اَزٖينْ اٰثَارِ رَحْمَتْ يَافْتْ هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبٖيحُ نَمَازٖى
Şu rahmet-i İlahiyenin âsârıyladır ki her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.
اٖيسْتَادَسْتْ هَرْ يَكٖى بَرْ سَنْگِ بَالَا سَرْفِرَازٖى
Ders aldıktan sonra her bir ağaç, yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar.
دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلٰهٖى هَمْ چُو شَهْبَازٖى
Her birisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender (Hâşiye: Şehbaz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki Şeyh-i Geylanî’nin irşadıyla dergâh-ı İlahîye iltica edip mertebe-i velayete çıkmıştır.) gibi dergâh-ı İlahîye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.
بِجُنْبٖيدَسْتْ زُلْفْهَارَا بَشَوْقْ اَنْگٖيزِ شَهْنَازٖى
(Hâşiye: Şehnaz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.)
Oynattırıyorlar, zülüfvari küçük dallarını ve onunla, temaşa edenlere de latîf şevklerini ve ulvi zevklerini ihtar ediyorlar.
بَبَالَا مٖيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ عِشْقْ بَازٖى
Aşkın “Hây Hûy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar. (Nüsha: Şu nüsha, mezaristandaki ardıç ağacına bakar:
بَبَالَا مٖيزَنَنْدْ اَزْ پَرْدَه هَاىِ هَاىِ هُوىِ چَرْخِ بَازٖى § مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلٖى اَزْ حُزْنْ اَنْگٖيزِ نَوَازٖى)
مٖيدِهَدْ هُوشَه گِرٖينْهَاىِ دَرٖينْهَاىِ زَوَالٖى اَزْ حُبِّ مَجَازٖى
Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazî muhabbetlerin zeval elemiyle gelen ağlayış hem derinden derine hazîn bir enîni ihtar ediyorlar.
بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْنْ اَنْگٖيزِ اَيَازٖى
Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbublarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.
مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلٖى اَزْ حُزْنْ اَنْگٖيزِ نَوَازٖى
Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere; ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.
رُوحَه مٖى اٰيَدْ اَزُو زَمْزَمَۀِ نَازُ نِيَازٖى
Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip bir naz niyaz zemzemesidir, geliyor.
قَلْبْ مٖيخٰوانَدْ اَزٖينْ اٰيَاتْهَا سِرِّ تَوْحٖيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازٖى
Kalp ise şu her biri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i’cazın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece hârika bir intizam, bir sanat, bir hikmet vardır ki bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar farz edilse ve toplansalar taklit edemezler.
نَفْسْ مٖيخٰواهَدْ دَرْ اٖينْ وَلْوَلَهَا زَلْزَلَهَا ذَوْقِ بَاقٖى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَا بَازٖى
Nefis ise şu vaziyeti gördükçe, bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. “Dünya-perestliğin terkinde bulacaksın.” manasını aldı.
عَقْلْ مٖيبٖينَدْ اَزٖينْ زَمْزَمَهَا دَمْدَمَهَا نَظْمِ خِلْقَتْ نَقْشِ حِكْمَتْ كَنْزِ رَازٖى
Akıl ise şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok cihetlerle Sâni’-i Zülcelal’i tesbih ettiğini anlıyor.
اٰرْزُو مٖيدَارَدْ هَوَا اَزٖينْ هَمْهَمَهَا هَوْهَوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْكِ اَذْوَاقِ مَجَازٖى
Heva-yı nefis ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki bütün ezvak-ı mecazîyi ona unutturup o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi terk etmekle bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.
خَيَالْ بٖينَدْ اَزٖينْ اَشْجَارْ مَلَائِكْ رَا جَسَدْ اٰمَدْ سَمَاوٖى بَاهَزَارَانْ نَىْ
Hayal ise görüyor, güya şu ağaçların müekkel melaikeleri içlerine girip her bir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil belki gayet şuurkârane manidar vaziyetleri gösteriyorlar.
اَزٖينْ نَيْهَا شُنٖيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ
İşte o neyler; semavî, ulvi bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir, o neylerden başta Mevlana Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.
وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ اٰرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ
Madem ağaçlar, birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleriyle havanın dokunmasıyla “Hû Hû” zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla Sâni’inin Hayy-ı Kayyum olduğunu ilan ediyorlar.
چُو لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ مٖيزَنَدْ هَرْ شَىْ
Çünkü bütün eşya لَا اِلٰهَ اِلَّا هُو deyip kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.
دَمَادَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مٖيزَنَنْدْ اَللّٰهْ
Vakit be-vakit lisan-ı istidat ile Cenab-ı Hak’tan hukuk-u hayatını “Yâ Hak” deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisanıyla “Yâ Hay” ismini zikrediyorlar.
فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ
حَيَاتٖى دِهْ بَاٖينْ قَلْبِ پَرٖيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَاٖينْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا اٰمٖينْ
***
Bir vakit Barla’da Çam Dağı’nda yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış.
Dördüncü Mektup ile Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı’nın âhirinden alınmıştır.
Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname
Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
“Bir Kadîr-i Zülcelal’in haşmet-i sultanına
Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni’a
Hem vahdete hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nâzenin mu’cizatı çün melek seyranına.
Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz. (Hâşiye: Yani cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizat-ı kudret teşhir edildiğinden semavat âlemindeki melaikeler o mu’cizatı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nâzenin masnuatı gördükçe cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları, bâki bir surette cennette dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.)
Tûba-i hilkatten semavat şıkkına, hep Kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelal’in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.
Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvi âşiyane
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemal’in, bir Hakîm-i Zülcelal’in birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i sanat-ı Hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabb’imize musahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.
Kehkeşan’ın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz.” dediklerini hayalen dinledim.