Karadağ’ın Bir Meyvesi
Bir âyetin mana-yı işarîsinin külliyetinden bir ferdi, Hürriyet’ten bu ana kadardır.
Teşrin-i sânî otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde (1358) Karadağ başına çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Sure-i Ve’l-Asrı’yı karşıma çıkardı. Dedi: “Bak!”
Baktım. Her asra hitap ettiği gibi bu asrımıza daha ziyade bakan وَ الْعَصْرِ ۞ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetindeki اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ –şedde ve tenvin sayılır– makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört (1324) edip hürriyet inkılabıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip bir lem’a-i i’cazını gösteriyor.
اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ –âhirdeki ت , ه sayılır; şedde sayılır ise– makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz ve dokuz (1358-1359) olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus manevî hasaretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi, iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i وَ الْعَصْرِ nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakk’a şükrettik.
Evet âlem-i İslâm’ın, bu asrın en büyük hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumî’den kurtulmasının sebebi: Kur’an’dan gelen iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi dahi orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi; اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalplerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.
Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi; bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.
(Sure-i Ve’l-Asr’ın Dağ Meyvesi namındaki nüktesine bir hâşiyedir.)
اَلصَّالِحَاتِ deki ت , âhirdeki “ta”lar ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle cifirce ه sayılabilir, اِلَّا beraberdir. Bu noktada bin üç yüz elli sekiz (1358) bu zamanımızı gösterir. Ve telaffuzca ه okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan, şeddeler sayılmazsa ve اِلَّا beraber değil, iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salih ile beraber bir taife-i azîme, hasarat-ı azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip Fatiha’nın âhirinde صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ bin beş yüz kırk yedi (1547) veya bin beş yüz yetmiş yedi (1577) gösterdiği zamana hem
لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ
birinci cümle, bin beş yüz (1500) makamıyla âhir zamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) makamıyla galibane mücahedenin tarihine ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) makamıyla pek az bir farkla hem Fatiha’nın hem Ve’l-Asrı Suresi’nin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip tevafuk eder.
Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden her birisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şedde sayılmazsa bin beş yüz altmış bir (1561) makamıyla hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ –şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ lâmdır– bin beş yüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrub edip farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem’a-i i’caziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Eski Said çok zaman Medresetü’z-Zehrayı gaye-i hayal ederek çalışmış. Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Isparta’yı o Medresetü’z-Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta’nın mahdud akraba ve ahbap yerine, mübarek Isparta vilayetini verip binler kardeşi ihsan eyledi. Belki muhtemeldir ki o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-ı aslîm, bu Isparta olmak caizdir. Hattâ Ispartalı kim olursa olsun, başkalara nisbeten benimle ve Risale-i Nur’la fazla alâkadar görüyorum. Hattâ buradaki bütün zabitan içinde biri müstesna, en ziyade bize ve Risale-i Nur’a ciddi alâkadar, bu hâmil-i mektup Ispartalı Hilmi Bey’i gördüm. Onu Risale-i Nur’un has şakirdleri içinde kabul eyledik.
Isparta’da ve Sava’daki taarruz bir derece umumîdir. Risale-i Nur’un intişar ettiği her tarafta bu sıralarda, şimdiye kadar bir plan dâhilinde Risale-i Nur’un fütuhatına karşı tecavüz var. Bir derece şevk ve neşeye zarar verdi, bir devre-i tevakkuf açtı. Şimdiki kahtlığa o tevakkuf sebebiyet veriyor. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi bir metanet göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i maneviyelerini takviye ediyorlar.
Bazı ihtiyatsız ve dikkatsizlerin yüzünden cüz’î zararlar olduğundan, ihtiyat ve dikkat her vakit lâzımdır. Barla’da Risale-i Nur’un muvakkat tatili sebebiyle yağmursuzluk başladığı gibi ve Risale-i Nur’un müdahalesiyle yağmurun Barla etrafındaki daireye mahsus olarak gelmesi ve Isparta’nın Risale-i Nur’a karşı iştiyaklarıyla –Hüsrev’in dediği gibi– yağmur fevkalâde bir surette imdada gelmesi gibi pek çok emarelerle ve burada Risale-i Nur münasebetiyle vücuda gelen yüzer hâdiselerin delâletiyle deriz ki:
Bu Anadolu’ya ayn-ı rahmet olan Risale-i Nur’a karşı, bu acib zamanda böyle umumî ve geniş bir taarruzla ve bazı yerlerde tatile mecbur olması, bu kaht u galâyı ve bu acib ihtikârı ve bereketsizlik ve açlığı netice verdiğine bize kanaat verdi. Şimdi yanımdaki Emin ve Feyzi gibi sair arkadaşlarım da aynı kanaattedirler.
Said Nursî
***
(Risale-i Nur şakirdleri tarafından sorulan suale cevaptır.)
Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevap verdiniz. Gerçi o cevap hakikattir ve kâfidir. Fakat Risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyet’in menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi on üç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.
Elcevap: اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ âyetine en a’zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür, taraftar olsa zalim olur. Meyletse وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetine mazhar olur.
Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada emsali vuku bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kat’î bir delil şudur ki:
Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle, bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve Bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame ve sulhu reddetmektir.
İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur’an teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur’an’a, İslâm’a yardım belki kendine tabi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılınçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur’aniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı kâinat’ın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’an’a farz ve vâcibdir.
Gerçi zındıka ve dinsizlik, o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık, bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.
Hem zındıka, nifak hâsiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faydasız boynunda kalır.
Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri iman olduğundan hayat meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay belki on üç sene (Hâşiye[1]) dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?
İkinci Sual: İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’nde, Fatiha’nın âhirinde sırat-ı müstakim ashabı ki اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetiyle tarif edilen taife içinde hem لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى … الخ hadîsinin âhir zamanda gösterdikleri mücahidler içinde ve hem Ve’l-Asrı Suresi’nin اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا dan başlayan üç cümlenin mana-yı işarîsinde hususi bir surette bir ferdi, Risale-i Nur’un has şakirdleri olduğuna sebep nedir ve vech-i tahsisi nedir?
Elcevap: Sebebi ise Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp tereddütlerden kurtulamayıp bazen imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansalar o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmi Sekizinci Mektup’taki İnayat-ı Seb’a’da bir kısmına işaret edilmiş. İnşâallah bir zaman o tılsımlar, müstakil bir risalede cem’edilecek.
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Kahraman Tahirî ve Hâfız Mustafa’nın yaptıkları hizmet çok güzeldir. Onların tedbirleri isabetlidir, haktır. Nur Fabrikasının divanında verdiğiniz kararlar, ne olursa kabulümüzdür. İşarat-ı Kur’aniye tevabileriyle beraber çok güzel. Yalnız Seyyid Şefik’e giden mektup, şahsına ait kısmı girmeyecekti. Lâhika’dan aldığınız parçalar da çok güzel. Büyük Ali sisteminde, küçük ve ikinci Ali’nin manidar fıkrası iyidir fakat muhtasardır. En evvel gençlere ait üç dört dersin ki –Hâfız Mustafa’ya vermiştik– el makinesiyle, mümkünse eski hurufla, değilse yeni hurufla (Hâşiye[2]) Nur Fabrikasının divanındaki heyet münasip görse ve hal müsaade etse yazılsın. Bize de bazı nüshalar gönderilsin. Mübareklerin İşaratü’l-İ’cazlarına bedel bir nüshamı posta ile gönderdik. Cuma gününe rast gelen bu bayram, çok kıymettar olan haccü’l-ekber olduğundan hacca bu sene gidenler çok kazanmışlar. Cenab-ı Hak bizi de onların hayırlı dualarına hissedar eylesin, âmin! Tekrar be-tekrar o bayramınızı ve umum Risale-i Nur şakirdlerinin bayramlarını ve Nur ve Gül fabrikalarının heyetlerini ve medrese-i nuriye şakirdlerinin ve üstadlarının ve Barla sıddıklarının ve masumların ve ümmi ihtiyarların, ricalen ve nisaen umumunun birer birer bayramlarını tebrik ediyoruz.
Said Nursî
***
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ مَاكَتَبْتُمْ وَطَبَعْتُمْ
Aziz, sıddık, muktedir, müteyakkız kardeşlerim!
Sizin mübarek leyali-i aşerenizi ve Kurban Bayramınızı tebrik ederiz. Nur Fabrikası sahibi Hâfız Ali’nin haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili gayet güzel ve manidardır. O hatıra ile Dokuzuncu Şuâ’nın Mukaddime-i Haşriye’den sonraki dokuz bürhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım.
Fakat maatteessüf bir iki senedir telif vazifesi tevakkuf etmiş. Resaili’n-Nur’un mesaili; ilim ile fikir ile niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakiki kalmamış ki telife sevk olunmuyoruz.
Evet, erkân-ı imaniye içinde “İman-ı Billah” ve “İman-ı Bi’l-yevmi’l-âhir” âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir.
Birincisini, Risale-i Nur tamamıyla bürhanlarını izah etmiş.
İkinci kutub ise, kısmen müstakil olarak Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismanî lezzetlerin ispatında ve Mukaddime-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismanîyi ispat etmiş, muannidleri de susturmuş. Ve iman-ı billah gibi bu dünyadaki mevcudat zahir bir surette onu göstermediğinden kısm-ı ekserisi ise sair erkân-ı imaniye içinde haşri kuvvetli bir surette ispat eder.
Ezcümle: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakkaniyetini ispat eden bütün hüccetleri, ikinci derecede haşr-i cismanîyi, binler âyât-ı Kur’aniyenin tasvir ve izahatlarıyla ispat ediyor. Acaba Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mu’cizane cennetin lezaiz-i cismaniyesinden bahisleri ve izahları derecesinden daha başka bir izaha lüzum kalır mı?
Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri ikinci derecede haşr-i cismanîyi ve cennet ve cehennemin lezaiz ve âlâm-ı cismanîsini hârika belâgatıyla tasvir ve izah ediyor. Ve o izahtan sonra daha izaha ihtiyaç kalır mı?
Hem Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve rahîmiyet ve hakîmiyetini ve ilim ve kudretini ve âdiliyet ve hafîziyetini ve sıfât-ı kudsiyesini ispat eden bütün bürhanlar, hüccetler, bir cihette haşri ispat ettiği gibi; rububiyetin muktezası olan irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb cihetiyle hem risalet-i Muhammediyeyi (asm) istilzam hem Kur’an, onun konuşması ve kelâmı olmadığını ve Kelamullah olduğunu ispat etmekle, haşr-i cismanîyi tafsilatıyla bu iki noktadan yine ispat ediyor.
Elhasıl: Risale-i Nur’da iman-ı billah ve iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir olan iki kutb-u imanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede ispat edilmiş.
Yalnız bu kadar var ki haşr-i cismanî kısmen sarîhan ve kısmen zımnî ve tebeî ispat edilmiş. Çünkü bu âlem-i şehadet, Sâni’ini gayet sarîh ve zahir gösteriyor ve haşri zımnî ve perdeli haber verir. İnşâallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirdlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddime-i Haşriye’nin başındaki âyât-ı a’zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalplerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp Dokuzuncu Şuâ’yı, Onuncu Söz’den daha parlak daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.
Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyoruz.
Said Nursî
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla çok tecrübelerin neticesinde, çok defa zahirî muvaffakıyetsizlik, hakkımızda birer inayet perdesi olduğuna bir emaresi, belki bir delili de bu sene biz, her tarafta bir nevi taarruz, o taarruzdan bir nevi cüz’î tevakkuf hem matbaaların kapıları şimdilik Risale-i Nur’a –hattâ yeni hurufla dahi– kapanması hayırdır. Birkaç cihette inayettir ve himayettir.
Evvela: Bu sene –perde altında– insanlar, eşedd-i zulüm ile rızık hakkında bir dehşetli ameliyat ve kader-i İlahî hakîmane bir adaletle, çoktan beri teraküm eden zekâtları ve cizyeleri almak ve hadden çok ziyade tecavüz eden hırsı ve ihtikârı tokatlamak için umumî bir ameliyat-ı cerrahiye hengâmında, elbette yalnız imana ve âhirete hasr-ı nazar eden ve vazife noktasında hayat-ı içtimaiyeye çok bakmayan ve ihlas-ı tammı kazanmak için hiçbir maksada âlet ve hiçbir dünyevî cereyana tabi olmayan Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hizmeti, tesettür perdesi altından çıkıp aşikâr bir tarzda olsaydı, her halde birinci ameliyat-ı insaniye ona ilişecekti.
Ve ikinci ameliyat-ı kaderiye rızık ve mide üzerine olması cihetiyle ya insanların nazarlarını o hizmetten çevirecekti, mideleriyle meşgul edecekti veyahut o hizmetin ihlasını bir derece kırıp maişet derdinin bir hissesi onda bulunacaktı.
Sâniyen: Yazılmasına şimdilik lüzum yok.
Sâlisen: İzharına bu zamanda izin yok… Fakat madem şakirdlerin gayret ve şevk ve himmetleri şimdiye kadar matbaalara ihtiyaç bırakmamışlar. İnşâallah o kudsî hizmete devam edip o elmas kalemler ile neşr-i envar edecekler. Madem bütün bütün mesleğimize muhalif olan yeni hurufu, bir iki risale için kabul ettiğimiz halde matbaacılar çekindiler, o hayr-ı azîmi kaybettiler. Siz o iki risaleyi bizim hesabımıza, kahraman kardeşlerimizden yirmi otuz zata tevzi ederek, yirmi otuz nüshayı eski hurufla yazdırınız. Yazan kalem sahiplerine daimî hasenat kazandıran o pek büyük hayrı, siz kazanınız. Eğer yeni hurufla, el makinesiyle o iki risaleden yazılmış nüshalar varsa bize bazı nüshalar gönderiniz.
***
(İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye hakkındaki Sikke-i Gaybiye Risalesi’ne bir tenbih ve ihtardır.)
Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa muannid bir nâmahremin eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî ve inat nazarıyla bir iki yerine haksız bir itiraz ile ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden bu mecmua Risale-i Nur’un has talebelerine belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına müsaade olmasıyla beraber; şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese değil belki ehl-i insaf ve Risale-i Nur’la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara, haslardan birkaç şakirdin tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık.
İkinci Nokta: Bu risale (Sikke-i Gaybiye) baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbuliyetine gaybî bir imza basıldığını ispat ediyor. Böyle bir tek davaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi ilmelyakîn değil belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o davayı ispat eder.
Üçüncü Nokta: Bu risaleyi mütalaa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem Keramet-i Gavsiye’nin âhirinde, iki yüz yirmi dördüncü sahifede, Şamlı Hâfız Tevfik’in fıkrasından başlayıp âhire kadar mütalaadan sonra ve baştaki mukaddimeyi de okuduktan sonra istediği parçayı okusun.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Hem Kâtip Osman’ın hem mübareklerden İbrahim’in hem Nur fabrika sahibinin hem Hulusi-i Sâni’nin mektupları bir iki günde geldiler. Merak ile mahzun kalbimizi müferrah eylediler.
Kâtip Osman’ın mektubunda, hususi selâmlarını gönderdiği zatların, hususan kahraman Rüşdü, Zühdü Bedevî ve Nuri kardeşlerimize hâssaten ve umuma selâm ve selâmetlerine dua. Ve Hüsrev’in yakında gelmesinin tebşiri, onun hakkındaki merakımızı izale etti. Mâşâallah Kâtip Osman da Hüsrev gibi mûcib-i merak noktaları yazıyor.
Onun mektubunu getiren Halıcı İbrahim demiş ki: “Sıddık Süleyman Rüşdü buraya gelmek ihtimali var.” O kahraman kardeşim yakînen bilsin ki ben, ondan ziyade ona müştakım. Fakat o her gün, has dairesinin birinci safında manen yanımızda bulunuyor, manevî kazançlarımıza da hissedar oluyor. Bizim mesleğimizde sohbet-i suriye ehemmiyeti azdır. Hem bu dehşetli ameliyat-ı dâhiliye hengâmında ve yol masrafı çok ziyade olduğundan, gelmek münasip olmuyor. Ve vehham ehl-i dünya, burada ziyade bize dikkat ediyorlar. Hattâ bu bayramda kapımı ziyaretçilere kapadık.
Hâfız Ali’nin mektubunda Rüşdü’nün bir teşebbüsü var ki gençlere ait dört beş parça ders ki Hâfız Mustafa’ya vermiştim ki tabetsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, sizin kesretli kalemleriniz matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Eğer kolayca, ucuzca mümkün olsa eski veya yeni hurufla yaparsınız.
Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hâsiyet-i mümtaziyesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp duasına âmin derim.
Mübarek köyünden, mübarekler cemaatinden, mübarek İbrahim’in bereketli mektubunu okudum. Beni memnun eden çok sözler var içinde. Ve bilhassa benim başıma yağan yağmurdan rüyada içmesi ve biraderzadesi Osman’ın ileride Risale-i Nur’a talebe olması için kendini okutması bizi mesrur eyledi. Cenab-ı Hak öyle mübarekleri o köyde çoğaltsın, âmin!
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde olan yazdığınız Mecmua-i İşarat’a, Lâhika’dan intihab ettiğinizden iki misli daha ilâve ettik. Eğer siz de kendinize öyle bir mecmua yazmışsanız, ilâve ettiğimiz miktarı size de göndereceğiz. Bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i Nur’da bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları ispat ediyor.
Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa aleyhisselâm İncil-i Şerif’te demiş ki: “Ben gidiyorum tâ size tesellici gelsin.” Yani Ahmed aleyhissalâtü vesselâm gelsin, demesiyle Kur’an’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellisidir.
Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şey ile alâkadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinad ve istimdad noktalarını yalnız Kur’an veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. Bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. On Altıncı Söz gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin yüzer tılsımlarını keşif ve izah edip aklı inkârdan ve tereddütlerden kurtarmış.
İşte bu hakikat içindir ki bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risale-i Nur’la meşgul ediyor. Re’fet Bey’in mektubunda dediği gibi “Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti, usandırmamak. Yüz defa okunsa yüz birinci defa yine zevkle okunabilir.” diye pek doğru demiş.
Risale-i Nur’un tercümanı, hakiki vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata ara sıra bakması, bir derece zahirî bir müşevveşiyet verir. Mesela, bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nurani âlemi göreceğiz.” deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.
Hem bundan on dört, on beş sene evvel “Dinsizliği çevirenler müthiş semavî tokatlar yiyecekler.” diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi.
Evet, Eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz.” demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş; geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi Sırr-ı İnna A’tayna’nın remziyle, on üç on dört sene sonra “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş tokatlar yiyecekler.” deyip o hakikati dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikati tam tabir ve tefsir etti.
Evet, başta Isparta vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi, birinci hakikati pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikati de medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyyunluk (Hâşiye[3]) taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli, semavî tokatlar, geniş bir dairede o Sırr-ı İnna A’tayna’nın hakikatini tam tamına ispat etmiş.
Risale-i Nur kat’î bürhanlara istinaden hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden bazen tabir ve tevile muhtaç oluyor, diye hatırıma geldi.
Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde ve dünya işlerinde başa gelen hâdisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip yalnız mübhem ve mücmel bir surette ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rüya-yı sadıkada bir kısım gaybî hakikatleri ihsas eder. O hakikatlerin hususi suretleri, vukuundan sonra bilinir.
Kardeşlerim! Bu defa Hilmi Bey ile gelen Re’fet ve Rüşdü’nün mektupları bizi çok sevindirdi. Zaten Hüsrev, Re’fet, Rüşdü Risale-i Nur’a intisapta eskiden beri beraber bulunmalarından ben, birisini tahattur etsem üçü birden hatıra geliyor. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ki bu dehşetli fırtınalar onları ve sizleri sarsmadı. Mâşâallah Re’fet şimdi de eski sadakatini ve tam alâkasını tamamıyla muhafaza ettiğini anladık. Bir iki senedir ondan hiçbir mektup ve hizmet-i Kur’aniyedeki vaziyetinden bir haber alamamıştım, merak ediyordum. Bu defa mektubunda “Ne vakit bir araya gelsek Sözler’den birini açıp okuyoruz, tatlı tatlı istifade edip üstadımızla görüşüyoruz.” demesi, bizi sürur ile şükre sevk etti. Sadakatte namdar Rüşdü’nün mektubunda merak ettiğim noktaları beyan etmesi ve hizmet-i Nuriye tevakkuf etmemesi ve sizlere sıkıntı olmaması, bizi çok mesrur eyledi.
Latîf bir tevafuk: Ahmed Nazif’in bu defa çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız On Dokuzuncu Mektup’ta [Mu’cizat-ı Ahmediye (asm)] tevafukatın mecmuu, dokuz bin sekiz yüz otuz üç (9833) adede bâliğ olduğunu gördük. O mektuptaki Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (asm) bir kerametidir diye hükmettik.
***
(Risale-i Nur şakirdlerinden Emin ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır.)
Hem Risale-i Nur’un kasabalara ve cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar edenlere tokat gelmesi gibi; şahıslara da pek zahir bir surette hem bereket ve hüsn-ü maişet ona çalışanlara ve gaybî tokatlar, onun aleyhinde çalışanlara gelmesi, bu havalide çok hâdiseleri var. Biz kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman pek zahir bir surette bir hüsn-ü maişet, bir inayet gördüğümüz gibi Risale-i Nur veya şakirdleri aleyhinde çalışanlara şiddetli tokatlar geldiğini görüyoruz. Ezcümle:
Risale-i Nur’un erkânından birisi, kat’î bir surette haber veriyor ki: Üç dört adam, dünya servetinin hatırı için toplanıp münafıkane tedbir kurdukları hengâmda; üç gün sonra o üç dört adamın haneleri ve birinin dükkânı yanıp her biri binler lira zayiatla tokat yediler.
Hem bir dessas, casus adam; Risale-i Nur şakirdleri aleyhinde çalışıyordu ki onları hapse attırsın. Bir gün –serbest olarak– “Ben bir ipucu bulamadım ki bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım.” diye ilan ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp Risale-i Nur şakirdleri yerinde, o adam iki sene hapse girdi.
Hem bedbaht, muannid bir adam, Risale-i Nur aleyhinde hem şakirdlerinin bir rüknü aleyhinde mütecavizane bulunduğu hengâmda, bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu neviden çok hâdiseler var. Demek Risale-i Nur, dostlara tiryak olduğu gibi düşmanlara da sâıka oluyor.
***
(Risale-i Nur şakirdlerinden Hâfız Tevfik, Mehmed Feyzi, Emin, Hilmi, Kâmil’in bir fıkrasıdır.)
Gavs-ı A’zam’ın üstadımız hakkında فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasıyla, inayet ve teshile mazhar olduğuna ve tevafuk, Risale-i Nur’un kerametinin bir madeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında, küçük ve latîf fakat kat’î kanaat veren cüz’î hâdiselerin tevafukunda gözümüzle gördüğümüz inayet-i Rabbaniyenin numunelerinden beş altısını beyan ediyoruz ki onlar bu iki gün zarfında beraber vuku bulmuş:
Birincisi: Dün Üstadımıza, Risale-i Nur’a ait üç hizmet lâzım geldi. Kimse de yok. Biz de uzaktayız. Merdivenden inip bir çocuğu bulup bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nur’un o hizmetini görecek fevkalâde bir tarzda, dakikasıyla üç şakirdi kapıya geldiler.
İkincisi: İki seneden ziyade Risale-i Nur’un mühim parçaları, Risale-i Nur’un berekâtıyla hanesi yangından kurtulan Hâfız Ahmed kendine yazdırıp başka bir kaza ve nahiyede bulunan bir iki zat onları istinsah için aldılar. İki seneden beri ellerinden kaçırıp mahcubiyetlerinden haber vermedikleri için hem biz hem Hâfız Ahmed merak hem hiddet ediyorduk. O kitaplar bugün geldiği aynı vakit, dün aynı saatte; Üstadımıza, beş seneden beri her birkaç gün zarfında kolaylık için bir parça yemek pişirmek ile hatırını soruyordu. İki seneden beri o âdeti terk etmişti. Hem komşuluktan da başka yere nakletmesiyle, iki senedir o âdet terk edilmiş iken yine dün o aynı saatte, iki sene evvelki aynı âdetiyle, o zatın hanesinden aynen eskisi gibi küçücük bir hatır sormak nevinde oğlu getirdi. Üstadımız dedi: “İki sene evvelki âdete lüzum kalmamış, siz de komşuluktan gitmişsiniz.” dedi. Bugün aynı vakitte, o Hâfız Ahmed’in yazdırdığı kaybolan kitaplar, mükemmel bir surette istinsah ile beraber geldi. Bizde şüphe bırakmadı ki bu latîf tevafuk da Risale-i Nur hakkındaki inayetin bir cilvesidir.
Üçüncüsü: Üstadımız, aynı yine bugün Emin’e dedi: “Üç dört aydır her hafta karyesinden buraya gelen hane sahibesi gelmedi, kirasını dört aydır almadı. Herhalde cevap gönderin gelsin, alsın.” dediği aynı dakikada, dört aydan beri yanına gelmeyen o hane sahibesi kapıya vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı. Üstadımız, bu hâdise-i inayetten memnuniyeti için uzak bir nahiyeden gelen yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sahibesine verdi. Aynı vakitte yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan aynı ekmekten, iki sene Risale-i Nur’un iki kitabını alıp mütalaasının manevî ücretinden binde bir ücret olarak geldi. Ve bir parçacık aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen o aşurenin on misli kadar latîf üç ekmek, yine iki sene iki kitabın okunmasına binde bir ücreti diye geldi. Gözümüzle gördük.
Hem yine Üstadımız, bugün o hane sahibesine, yedi senedir adını bilmediği için “İsmin nedir?” diye sormuş. O da demiş: “Hayriye’dir.” Hayriye isminde olmak tevafukuyla, iki saat sonra Hayri namında Risale-i Nur’un bir şakirdi, haberimiz yokken İstanbul’a gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirdler dahi gidip geç kaldılar. Maddî manevî fırtınalar münasebetiyle Üstadımız onları hem oradaki mühim bir şakirdi çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat Hayriye’den sonra geldi; o üç şakird hakkındaki merakı izale ettikten sonra, dört aydan beri devam eden tefarik namında Üstadımızın bir kokusu bugün bitmişti. Hayri’nin elinde bir küçük şişe… Dedi: “Size tefarik getirdim.” Biz de bu küçük, latîf tefarikteki tevafuka bârekellah dedik.
Bu iki gün zarfında bu küçücük numuneler gibi Üstadımız Mu’cizat-ı Ahmediye’nin tashihatıyla meşgul olduğu için bunlardan başka çok numuneleri görmüş. Madem iki günde böyle inayetin cilvelerini görüyoruz. Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse herkes –kendi nefsinde– hizmeti derecesinde böyle numuneleri görebilir.
Risale-i Nur şakirdlerinden
Hâfız Tevfik Evet
Hilmi Evet
Kâmil Evet
Hayri Evet
Mehmed Feyzi Evet
Emin Evet
Gözümüzle gördük.
Evet, ben de tasdik ediyorum.
Said Nursî
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bu şiddetli kışta ve manevî, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer içtimaî hayatında müthiş, kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan bîçarelere, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi yine Erhamü’r-Râhimîn ve Ahkemü’l-Hâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm ve Rahîm’in hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Manen denildi ki:
“Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakîm ve Rahîm’in hikmetini, rahmetini bir nevi tenkit hükmüne geçer. Rahmet-i İlahiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz. Âsiler cezalarını; masumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın.” Ben de o lüzumsuz, şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.
Otuz sene evvel aşâirlerde gezerken böyle sual ettiler: Acaba şu zaman ve dehrin şikayetindeki, hattâ büyük zatlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikayet ediyorlar. Ondan, Sâni’-i Zülcelal’in sanat-ı bedî’ine itiraz çıkmaz mı?
Cevap: Hayır ve aslâ!.. Belki manası şudur: Güya şikayetçi der ki: İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal, hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergârıyla nakşolunan feleğin kanunu müsait değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tabolunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahiye razı değildir ki şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak’ın yed-i kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz her bir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.
İşte otuz sene evvelki cevaba Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde, böyle küçük bir hâşiye ilhak ediyor ki:
Her bir unsurun, maddî ve manevî kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terk etmekle, yüzer şer yapmak, tâ bir tek şer gelmesin gibi hikmete, hakikate, rububiyete münafî olur. Fakat küllî kanunların tazyikinden feryat eden fertlere, inayat-ı hâssa ve imdadat-ı hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanu’r-Rahîm her bîçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakiki menfaatiyle yardım eder. Bazen dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.
***
Üstadımızın ve Risale-i Nur’un ciddi hakaikleri içinde en tatlı bir fakihesi tevafuk olduğu için kardeşlerimize yine bu iki gün zarfında küçük bir iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka hâşiye olarak yazıyoruz:
Evet, nasıl ki kelimatta ve kelimat-ı mektubede tevafuk; bir kasd, bir inayet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazen hârika olup keramet derecesine çıkıyor. Bazen latîf bir zarafet veriyor. Aynen öyle de Risale-i Nur’a ait ve Üstadımıza ait hâdisatta da aynen kasdî ve inayetkârane tevafuku, akvaldeki o ef’alde dahi görüyoruz. Ezcümle:
Size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: “Haber gönder.” tekellümünde, onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi aynı cümle, iki defa okunduğu zaman “Emin’e dediği” kelimesi okunduğu anında, aşağıki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi. İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit “Emin’e dediği” kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelmek âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki en cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur.
Hem dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirdlerinden Fuad’ın İstanbul’a gidip otuz gün tehirinden geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi, tevafuk etti.
Hem aynı günde, bir parça tereyağı –biz ve Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk– bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip zannımızca aynı yerde, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi hem buralarda köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam edip bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Mukabiline bir teberrük verdi.
Gözümüzle bu latîf tevafuktaki şirin inayet-i İlahiyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki kör tesadüf işimize karışmıyor. Manidar tevafuk, Risale-i Nur’un kelimatında ve hurufatında olduğu gibi ona temas eden harekât ve ef’alde de öyle manidar tevafuklar var. İnayete temas ettiği için en cüz’î bir şey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünkü manası olan inayet ve iltifat-ı rahmet muraddır. Ve o bahis dahi manevî bir şükürdür.
Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Feyzi
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Nur Fabrikasının sahibi ile kahraman Tahirî bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar hem bazı meseleleri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın verdikleri karar ve münasip gördüğü tarzlar, benim reyimin fevkinde inşâallah isabet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa, Risale-i Nur’un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil. Sizler, el makinesiyle yazdığınız miktar yeter. Zaten Nazif de el makinesiyle bir derece çalışıyor. Tashihine çok dikkat etmek lâzım. Eski hurufla elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.
Sorduğunuz ikinci cihet ise Hâfız Mustafa’ya verdiğim yeni hurufla iki risale, çoğu ayrı ayrı olsun, bazı da beraber olsun. Gençlere ait risaleciğin başında isim olarak “Siracü’l-Gafilîn” veyahut “Gençlik Rehberi” namı, tevhide ait risaleye “Hüccetullahi’l-Bâliğa” namını veyahut “Misbahu’l-İman”, keramet mecmuasının ismi ise “Sikke-i Tasdik-i Gaybî” veya “Tasdik-i Gaybînin Hâtemi” namını başında yazarsınız.
Arabî “Virdü’l-Ekber-i Nuriye” tabedilmişse Arabî bilmeyen Risale-i Nur şakirdlerine bir teshilat olmak için Yedinci Şuâ Âyetü’l-Kübra ve Yirminci Mektup’ta izah ve tercüme edilen sahifelerinin numaraları, Virdü’l-Ekber’in kenarlarına rakamla bir hâşiyecik gibi yazılsa iyi olur. Yani “Bu Arabî makam, filan risalede, filan sahifede izahı var.” diye işaret edilse ve elmas kalemli kardeşlerimiz bunu tevzi edip her biri bazı nüshaları böyle işaretlerle kaydetse ve hem el makinesiyle yaptığınız veya matbaadan gelen risalelerden numune için bir iki nüshasını bize gönderseniz iyi olur.
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bu şiddetli maddî ve manevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü’l-hal olan Risale-i Nur şakirdlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanüdleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum.
Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.
Derd-i maişet zaruretine karşı iktisat ve kanaatle mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarîkatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşâallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de itiraz edilmemeli.
Zarurete düşen bir şakird, zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hizmettir. Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tama’ ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalalet ki hırs ve tama’ yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı bi’n-nefs cihetiyle “Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri dahi dinini dünyaya âlet ediyorlar.” diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.
Sizler ara sıra İhlas’ı ve İktisat Lem’alarını ve bazen Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medar-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına, sizin tesanüdünüzü bozmasın.
Arabî Virdü’l-Ekber-i Nuriye’ye dair müjdeniz ve kahraman Tahirlerin ve mübareklerin, sâri ve dehşetli hastalıklara tiryaklar ve ilaçlar yetiştirmeleri ve mütemadiyen çalışmaları, bizi belki ruhanîleri ve ricalü’l-gayb zatları dahi sevindiriyor.
Hulusi’nin Ve’l-Asrı nükte-i i’caziyesine karşı tam takdiri ve tasdiki ve Konya’ya tahvili, hizmet-i Nuriye noktasında beni memnun eyledi. Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin birincilerinden faal birisi, o ehemmiyetli şehre gitmesi lâzım idi.
Kardeşlerim! Lem’a-i Müdafaat’ta “Isparta muhbirleri” unvanıyla, bizi hapse sevk eden Ankara’daki zalimler irade edilmiş. Mecburiyet tahtında öyle demişiz. Şimdi Isparta benim mübarek bir vatanım ve çok kıymettar kardeşlerimin dahi sevgili vatanları olduğundan, Isparta muhbirleri kelimesini o makamlardan kaldırdım, onların yerlerine “mülhid zalimler” yazdım. Siz de öyle yazınız.
Hem kahraman Tahir’in bana yazdığı Müdafaat Risalesi’nde, İhtiyar Lem’ası’nda Ankara’ya ait bahsinde Sekizinci Rica yazmış. Halbuki Yedinci Rica’dır. Onu da tashih ediniz. Tahirî gibi kahraman bir mahduma sahip olan ve hanesinde Risale-i Nur’un altı şakirdi bulunan kardeşimiz Hüsnü Efendi’ye bi’l-mukabele selâm ve tebrik ederiz.
***
[1] Hâşiye: Hem tam yedi senedir aynı hal devam etti. Ne merak etti ve ne de sordu ve ne de bildi.
[2] Hâşiye: Risale-i Nur’un bir vazifesi; huruf-u Kur’aniyeyi muhafaza olduğundan yeni hurufa, zaruret derecesinde inşâallah müsaade olur.
[3] Hâşiye: Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.