Dua (Lem’alar)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i a’zamın hakkına ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine Lem’alar mecmuasını bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini cennetü’l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmin! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmin! Ve defter-i hasenatlarına Lem’alar mecmuasının her bir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmin! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmin!

Yâ Erhame’r-râhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mesud eyle, âmin! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmin! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle, âmin!

Umum Nur Şakirdleri namına

Said Nursî

***

Loading

Fihrist

BİRİNCİ LEM’A:

Hazret-i Yunus aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresi olan فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakikat-i azîmesini beyan ederek her bir insan, bu dünyada, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın bulunduğu vaziyette –fakat büyük mikyasta– olduğunu beyan eder.

Hazret-i Yunus aleyhisselâma “hut, deniz, gece” ne ise her insan için nefsi, dünyası, istikbali de odur.

İKİNCİ LEM’A:

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresini beyan eder. اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini beş nükte ile tefsir edip, bütün musibetzedelere manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir ilaç hükmünde bir risaledir. Bu risale, maddî musibetleri ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor.

Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A:

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin mühim iki hakikatini يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-i mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halk edilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Saniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelal’i tanımayan ruh-u insanın seneleri, saniyeler hükmünde olduğunu beyan edip ispat eden kıymettar bir risaledir.

Fenayı fena gören ve bekayı merak edenler, bu risaleyi merakla okumalı.

DÖRDÜNCÜ LEM’A:

Minhacü’s-Sünne namında gayet mühim bir risaledir. Ehl-i Şîa ve Ehl-i Sünnet mabeyninde en mühim bir mesele-i ihtilafiye olan mesele-i imameti gayet vâzıh ve kat’î bir surette hall ü fasleder.

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ ۞ قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى

âyât-ı azîmenin çok hakaik-i azîmesinden iki büyük hakikatini dört nükte ile tefsir ediyor. Bu risale, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e hem Alevîlere gayet kıymettar ve menfaattardır, hakikaten Minhacü’s-Sünne’dir. Sünnet-i seniyenin yolunu, o meselede tam beyan eder.

BEŞİNCİ LEM’A:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetinin gayet mühim bir hakikatini on beş mertebe ile beyan edecek bir risale olacaktı. Fakat hakikat ve ilimden ziyade, zikir ve tefekkür ile münasebettar olduğundan şimdilik tehir edildi. Çendan On Birinci Lem’a olan “Mirkatü’s-Sünneti ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” namındaki gayet mühim bir risale Beşinci Lem’a namıyla bidayeten yazılmıştı. Fakat o risale, on bir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden On Birinci Lem’a’ya girdi. Beşinci Lem’a açıkta kaldı.

ALTINCI LEM’A:

لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظٖيمِ cümlesinin ifade ettiği çok âyâtın mühim hakikatini yine on beş yirmi mertebe-i fikriye ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu Lem’a da Beşinci Lem’a gibi nefsimde hissettiğim ve harekât-ı ruhiyemde zikir ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakikatten ziyade zevk ve hale medar olmak cihetiyle, hakikat lem’aları içinde değil belki âhirlerinde yazılması münasip görüldü.

YEDİNCİ LEM’A:

Sure-i Feth’in âhirinde

لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ اٰمِنٖينَ مُحَلِّقٖينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرٖينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَرٖيبًا ۞ هُوَ الَّذٖٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدٖينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّٖينِ كُلِّهٖ وَ كَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيدًا ۞ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذٖينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا سٖيمَاهُمْ فٖى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ وَ مَثَلُهُمْ فِى الْاِنْجٖيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِهٖ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغٖيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَ اَجْرًا عَظٖيمًا

olan üç âyet-i azîmeden on vücuh-u i’caziyeden yalnız ihbar-ı bilgayb vechinden sekiz ihbarat-ı gaybiyeyi beyan ediyor. Şu üç âyet, tek başıyla bir mu’cize-i bâhire olduğunu ispat ediyor. Tetimmesinde فَاُولٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَ الصِّدّٖيقٖينَ وَ الشُّهَدَٓاءِ وَ الصَّالِحٖينَ وَ حَسُنَ اُولٰٓئِكَ رَفٖيقًا âyetinin mühim bir nükte-i i’caziyesini, Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin aynı ihbar-ı gaybîsi nevinden, gaybî ihbarlarına işaret eder.

Hâtimesinde, Kur’an-ı Hakîm’in tevafukat cihetinde i’cazî nüktelerinden gayet parlak bir nükte-i i’caziyesini beyan edip Kur’an Fatiha’da, Fatiha Besmele’de, Besmele Elif Lâm Mim’de bir cihette dercedildiğini beyan ediyor.

Hem en münteşir ve mütedavil derkenar Mushaflarda lafzullahın tevafukat-ı latîfe-i i’caziyesinden birisi şudur ki: Sahifenin âhirki satırının yukarı kısmında bütün Kur’an’da seksen ve aşağı kısmında yine lafza-i Celal birbiri üstünde seksen olup tevafuk ederek gelmesi ve sahifeler arkasında tam muvafakatla birbirini göstermesi, âdeta seksen adetten bir tek lafza-i Celal tezahür etmesi hem âhirki satırın tam ortasında elli beş ve başında yirmi beş, beraber yine seksen ederek bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevafuk ettikleri gibi iki yüz kırk tevafukat-ı latîfe yalnız sahifenin âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hem âyâtı hem kelimatı hem hurufatı her biri, ayrı ayrı medar-ı i’caz oldukları gibi kelimatın nakışları ve hatları dahi ayrı bir şule-i i’caza mazhar olduğunu beyan eder.

SEKİZİNCİ LEM’A:

Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

DOKUZUNCU LEM’A:

Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

ONUNCU LEM’A:

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَدًا بَعٖيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ وَاللّٰهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ

âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor.

Evet bu risale, iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısımda, has ve sadık Kur’an hizmetkârlarının sehiv ve hataları neticesinde yedikleri tenbihkârane şefkat tokatları…

İkinci kısımda, zahirî dost ve kalbi muarız olanların bilerek verdikleri zarara mukabil, zecirkârane yedikleri tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bazıların hatırlarını rencide etmemek için yüzer hâdisattan birinci kısmın yalnız on beş adedinden bahsedildi. İkinci kısım şimdilik yazılmadı.

Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim, yazdım. Nefsim gibi telakki ettiğim Abdülmecid ile Hulusi’ye vekaleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Numune nevinden olarak onlarla iktifa ettik. Yoksa hâdisat çoktur.

Bununla kat’iyen kanaatimiz gelmiştir ki bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inayet nazarındayız ve kuvvetli hıfz ve himayet tahtındayız.

O risalenin âhirinde اَلظُّلْمُ لَا يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrına dair mühim bir hakikat beyan edilerek, hizmetimize zulüm nevinden ilişen mülhidler, bu dünyada tokadını yiyecekler ve kısmen yediklerini ve zındıka ve dalalet hesabına ilişenler çabuk tokat yemeyip tehir edildiğinin sebep ve hikmetini beyan ediyor.

ON BİRİNCİ LEM’A:

“Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” namıyla gayet mühim bir risaledir.

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ ۞ قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyetlerinin gayet mühim iki hakikatini on bir nükte ile tefsir ediyor.

Birinci Nükte: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتٖى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهٖيدٍ hadîs-i şerifinin sırrını beyan ediyor.

İkinci Nükte: İmam-ı Rabbanî (ra) “Sünnet-i seniyenin ittibaı, en haşmetli en letafetli en emniyetli tarîkattır.” demesine dairdir.

Üçüncü Nükte: Sünnet-i seniyenin ehemmiyeti hakkında İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü tasdik ettiğini beyan ediyor.

Dördüncü Nükte: اَلْمَوْتُ حَقٌّ hakikatinin kapısıyla, gayet acib bir âlem-i manevîye ait bir seyahat-i ruhiyeyi beyan ediyor.

Beşinci Nükte: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinin sarahatiyle: Muhabbetullah, kat’î bir kıyas-ı mantıkî ile sünnet-i seniyenin ittibaını intac ettiğine dairdir.

Altıncı Nükte: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ hadîsinin mühim bir sırrını ve اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ âyetinin bir hakikatini tefsir ediyor.

Yedinci Nükte: Sünnet-i seniyenin her bir meselesi altında bir edep bulunduğunu beyan eder. “Allâmü’l-guyub’a karşı edep ve hicab nasıl olabilir ve ne demektir?” sualine karşı, güzel bir cevaptır.

Sekizinci Nükte: Sünnet-i seniyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (asm) tereşşuhatı olduğu gibi Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın nasıl bir maden-i şefkat olduğunu gösteriyor.

Dokuzuncu Nükte: Sünnet-i seniyenin her bir nevine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kasd ile ve taraftarane ve iltizamkârane ve takdirkârane talip olmakla, o ittiba-ı tammeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarîkatın ezkâr ve evrad ve meşrepleri, esasat-ı sünnete muhalefet etmemek şartıyla bid’ata dâhil olmadığını, olsa olsa bid’a-i hasene olduğunu beyan eder.

Onuncu Nükte: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ muhabbet-i İlahiyeye ve o muhabbetin neticesinde sünnet-i seniyenin ittibaına dair, üç nokta ile gayet merak-âver ve mühim ve güzel beyanat var. Hattâ kitabın nakşında şu Onuncu Nükte’nin bir şuâ-ı kerametini, tevafukla nazara gösteriyor.

On Birinci Nükte: Zat-ı Ahmediye’nin sünnet-i seniyesinin menbaı hem akvali hem ahvali hem ef’ali olduğunu ve her birisi hem farz hem nevafil hem âdât aksamına inkısam ettiğini ve Kur’an’da وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ sırrıyla, nev-i beşer içinde manen ve ruhen olduğu gibi mizac-ı cismanîsinin cihetiyle dahi en mutedil noktasında ve kuva-yı cismaniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemalinde bulunan ferd-i ferîd, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm olduğunu ispat ediyor.

Bu risale dahi başta denildiği gibi bir tiryak-ı enfa’ ve bir iksir-i a’zamdır.

ON İKİNCİ LEM’A:

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ ۞ اَللّٰهُ الَّذٖى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَىْءٍ عِلْمًا

âyetlerinin, ehl-i fennin ve şimdiki coğrafyacı ve kozmoğrafyacıların medar-ı tenkitleri olmuş iki hakikatini, iki nükte ile tefsir ediyor.

Birinci Nükte: Umum rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’in elinde olduğunu ve hazine-i rahmetinden çıktığını beyan ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını ispat eder.

İkinci Nükte: Küre-i arzın, münkir coğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ve semavat dahi kozmoğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ispat eder. Bu risale, öyle geveze mülhidlere bir licamdır, yani gemdir.

ON ÜÇÜNCÜ LEM’A:

“Hikmetü’l-İstiaze” namıyla maruf, gayet kıymettar ve kuvvetli ve hakikatli bir risaledir.

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ۞ مَلِكِ النَّاسِ ۞ اِلٰهِ النَّاسِ ۞ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ ۞ الَّذٖى يُوَسْوِسُ فٖى صُدُورِ النَّاسِ ۞ مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ

suresinin en mühim bir hakikatini وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ âyetinin mühim bir hikmetini ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ in en mühim bir sırrını on üç işaret ile tefsir ederek, on üç anahtarla قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ın kale-i hasînine girmek için kapı açar, tahassungâhı gösterir.

Birinci İşaret: “Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiç medhalleri olmadığı ve dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde ve Cenab-ı Hak rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu ve hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri, ehl-i hakkı müeyyid ve müşevvik bulunduğu halde; hizbü’ş-şeytanın çok defa hizbullaha galebe etmesinin hikmeti nedir?” diye suale karşı gayet kat’î ve vâzıh bir cevaptır.

İkinci İşaret: “Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanların küfre girip cehenneme girmelerine, Cemil-i Ale’l-ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bi’l-hakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve bu dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve ne için cevaz gösteriyor?” diye sualine karşı gayet kuvvetli ve mukni bir cevaptır.

Üçüncü İşaret: “Kur’an-ı Hakîm’de, ehl-i dalalete karşı azîm şekvalar ve kesretli tahşidat ve çok şiddetli tehdidat; aklın zahirine göre, adaletli ve münasebetli belâgatına ve üslubundaki itidaline ve istikametine münasip düşmüyor? Âdeta âciz bir adama karşı orduları tahşid ediyor ve müflis ve mülkte hissesiz âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkii verir gibi ondan şekvalar etmenin sırrı ve hikmeti nedir?” diye sualine karşı, gayet kat’î ve ehemmiyetli bir cevaptır.

Dördüncü İşaret: Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğundan; mehasin ve kemalât vücuda ve şerler ve musibetler ademe istinad ettiğini ve ondan neş’et ettiğini beyan ediyor.

Beşinci İşaret: Cenab-ı Hak kütüb-ü semaviyede beşere karşı cennet gibi azîm bir mükâfatı ve cehennem gibi dehşetli bir mücazatı göstermekle beraber, çok irşad ve mükerrer ikaz ve defaatle ihtar ve müteaddid tehdit ve teşvik ettiği halde, hizbü’ş-şeytanın çirkin ve mükâfatsız ve zayıf desiselerine karşı, ehl-i imanın mağlup olmalarının sırrı nedir?” diye müthiş suale karşı mukni bir cevaptır.

Altıncı İşaret: Şeytanların en tehlikeli ve kesretli bir desisesi olan “tasavvur-u küfrî”yi “tasdik-i küfür” suretinde “tasavvur-u dalalet”i “tasdik-i dalalet” tarzında göstermesiyle, hassas ve safi-kalp insanları tehlikelere atmasına mukabil, ilmî ve mantıkî ve hakikatli bir cevaptır.

Yedinci İşaret: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telakki ettikleri için küfür ve dalaletin icadını Allah’a vermeyip, güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar. Mutezilenin bu mühim meselelerine ve Mecusilerin hâlık-ı şerri ayrı telakki etmelerine karşı gayet kuvvetli ve mantıkî bir cevab-ı müskit. Hem “Günah-ı kebireyi işleyen, mü’min kalamaz!” diyen Mutezile ve bir kısım Haricîlere karşı gayet makbul ve mukni bir cevaptır.

Sekizinci İşaret: “Bazı risalelerde kat’î delillerle ispat edilmiş ki küfür ve dalalet yolu o kadar müşkülatlı ve suubetlidir ki hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değildir. İman ve hidayet yolu o kadar zahir ve kolaydır ki herkes ona girmeli idi dediğiniz halde; bu Hikmetü’l-İstiaze’de, dalaletli yolun kolay ve tahrip ve tecavüz olduğu için çoklar o yola sülûk ettiğini beyanın, birbirine muhalif oluyor, vech-i tevfiki nedir?” sualine karşı gayet merak-âver ve mantıkî ve kat’î bir cevap olmakla beraber, “Dalalette o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki kâfir değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i imandan ziyade kendini hayatta mesud görmesinin sırrı nedir?” diye sualine karşı gayet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevaptır.

Dokuzuncu İşaret: “Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem sallallahu teâlâ aleyhi vesellem, o kadar inayat-ı İlahiyeye ve imdadat-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden hizbü’ş-şeytana karşı bazen mağlup olmuşlar. Hem Hâtemü’l-enbiya’nın güneş gibi parlak nübüvveti ve risaletinin komşuluğunda bulunan Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?” diye suale karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevaptır.

Onuncu İşaret: İblisin kendini kendine tabi olanlara inkâr ettirmek suretindeki desise maskesini yırtarak (iblisin) pis ve mülevves yüzünü gösterip, vücudunu ispat eder.

On Birinci İşaret: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinat kızdıklarını ve anâsır-ı külliye hiddet ettiklerini ve umum mevcudat manen galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ettiğine dair merak-âver bir beyandır.

On İkinci İşaret: Dört sual ve cevaptır. “Mahdud bir hayatta mahdud günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir cehennem nasıl adalet olur?”

Hem “Şeriatta denilmiştir ki: Cehennem, ceza-yı ameldir fakat cennet, fazl-ı İlahî iledir. Bunun hikmeti nedir?”

Hem “Seyyiat intişar ve tecavüz ettiğinden bir seyyie bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken seyyienin bir, hasenenin on yazılmasının sırrı nedir?”

Hem “Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet, ehl-i hidayette bir zaaf ve hakikatsizlik olduğundan mıdır?” diye dört suale gayet kısa ve kuvvetli dört cevaptır.

On Üçüncü İşaret: Üç noktadır.

Birincisi: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalpli ve kısa akıllı ve kāsır fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamıyla şeytan-ı cinnî ve insîyi de susturacak bir cevaptır.

İkinci Nokta: Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi nefsini müdafaa ettirir. Âdeta nefsini taksirattan takdis ettirmesine mukabil, herkesi ikna edecek bir cevaptır. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusuru kusurluktan çıkarmak olduğunu beyan eder.

Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden en mühim bir desise-i şeytaniye “Mü’minin bir tek seyyiesiyle hasenatını örtmek” ile o mü’mine karşı adâvet ettirmeye mukabil, mizan-ı ekberde adalet-i mutlaka-i İlahiyenin tecellisindeki düstur ile herkese lüzumlu, hususan hadîdü’l-mizaç ve müşkül-pesend insanlara, kıymettar ve haklı ve kuvvetli bir cevaptır.

İşte şu risale on üç işaret ile şeytan-ı insî ve cinnînin on üç hücum yollarını kapadığı gibi قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ Suresi’nin kale-i metininde tahassun etmek için on üç anahtar olup on üç kapıyı ehl-i imana açar.

Şu Hikmetü’l-İstiaze Risalesi’nin iki mühim kardeşi var. Birisi Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Altıncı Risalesi olan “Hücumat-ı Sitte” mühim bir kale olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmi Altıncı Mektup’un “Hüccetü’l-Kur’an Ale’ş-şeytan Ve Hizbihi” namındaki risalesi dahi bir hısn-ı hasîndir. Bu üç risale birbiriyle münasebettardır. Ve ehl-i imana bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum.

Fakat şu risaleler tamamıyla Kur’an’a sadık olanların ellerine verilebilir. Bid’a ve dalalete taraftar veya siyasetçiliğe müptela olanların ellerine vermemek gerektir. Bilhassa “Hücumat-ı Sitte” içerisinde Eski Said’in şiddetli lisanı karıştığı için en has ve en sadık kardeşlerime mahsustur. Şimdilik hakkı dinlemek ve kabul etmek istidadında olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de “İşarat-ı Seb’a”, “Hücumat-ı Sitte” gibi şimdilik havassa mahsustur.

ON DÖRDÜNCÜ LEM’A:

İki makamdır.

Birinci Makam: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan sorulmuş ki: “Arz ne üstünde duruyor?” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ Yani “Öküz ve balık üstünde duruyor.” Şu hadîse dair çok münakaşat vardır. Coğrafyacılar, hâşâ bu hadîsi inkâr ediyorlar.

İşte bu hadîsin hakiki manasını üç vecihle, bu risalenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyan ediyor ki münkirlerin zerre miktar insafı varsa ve coğrafyacıların hakka karşı zerre miktar iz’anları bulunsa bu hadîsi, bâhir bir mu’cize-i Ahmediye (asm) sayacaklardır. Çünkü o üç cevap hem hakiki ve kat’î hem manidardırlar.

İkinci Makam:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ Kur’an’ın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nurani olmakla beraber, saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba-ı envar olduğunu beyan eder.

Bu İkinci Makam, en birinci risale olan “Birinci Söz”e bakar. Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup müntehası, iptidasına بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hatt-ı mübareğiyle ittihat ediyor.

Ve bu makamda altı sır yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır fakat gayet büyük hakaiki tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

ON BEŞİNCİ LEM’A:

Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler, Mektubat ve On Dördüncü Lem’a’ya kadar olan kısmının fihristesidir. Her kısmın fihristesi, yani Sözler kısmının fihristesi, Sözler mecmuasında bulunduğundan, Mektubat ve Lem’aların da kendilerine ait fihristeleri o mecmuaların âhirlerine ilhak edildiğinden burada yazılmadı.

ON ALTINCI LEM’A:

Mesail-i mühimmeden bazı mesail hakkında sorulan suallerin cevaplarını muhtevidir. Şöyle ki en başta, merak-âver dört suale cevaptır.

Birincisi: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat hakkında bir ferec ve bir fütuhat olacağı hakkında ehl-i keşfin verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?” diye sorulmasına mukabil, gayet güzel bir cevaptır.

İkincisi: “Risale-i Nur’un müellifi, kendisini şiddetli tazyikat altında tutan ehl-i dünyanın aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilişmemesinin sebebi nedir?” sualine gayet latîf bir cevaptır.

Üçüncüsü: “İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muharebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir surette harp aleyhinde bulunuyorsunuz? Halbuki bu gibi hâdiseler, milletin kuvve-i maneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyic etmekle, şeair-i İslâmiyenin ihyasına ve bid’aların ref’ine bir derece medar olur.” diye vaki sualine verilen pek letafetli bir cevaptır.

Dördüncüsü: “Neden elinizdeki nurlu risaleleri herkese göstermemek için arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?” sualine verilen pek hoş, pek güzel bir cevaptır.

Hâtime’sinde, Lihye-i Saadet hakkında sorulan bir suale karşı şüpheleri izale eden gayet mukni bir cevaptır.

Daha sonra, eskiden beri mülhidlerin iliştikleri üç meseleye dair sorulan suallere verilen üç cevaptır.

Birinci Sual: حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyet-i kerîmesinin meali olan: “Zülkarneyn, güneşi hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurûb ettiğini görmüş?”

İkinci Sual: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ve Ye’cüc ve Me’cüc kimlerdir?

Üçüncü Sual: Hazret-i İsa aleyhisselâm, âhir zamanda gelip Deccal’ı öldüreceğine dair suallere o kadar ulvi cevaplar verilmiş ki hem ehl-i imanın imanlarını takviye eder hem belâgatıyla edibleri susturur hem de mülhidleri ilzam ederek tokatlar.

Nihayetinde, Mugayyebat-ı Hamse’den yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suale ehemmiyetli bir cevaptır.

Rüşdü

ON YEDİNCİ LEM’A:

Zühre’den gelmiş on beş notadan ibarettir.

Birinci Nota: Nefs-i insaniyetin müptela olduğu âfil ve nâfil şeylerin, etvar-ı âlem üzerinde hakikatlerini gösterip, kalbin rabıtasını kesip yüzünü beka ve âhirete çevirir.

İkinci Nota: Bir düstur-u Kur’anî olan tevazuu emir ve tekebbürden men’eder.

Üçüncü Nota: كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ sırrıyla mevtin hakikatini, güzel ve ayn-ı hakikat bir temsil ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy u Kayyum, Bâki ve Daim ve Biyedihi’l-hayr’a her umûru teslim eder.

Dördüncü Nota: Muttarid bir kanun-u âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iade edileceğini, kat’iyen ispat eder.

Beşinci Nota: Şu asr-ı felaket ve helâketin en büyük musibeti olan ve dinsizliğe giden medeniyet-i sakîmenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve cehennem-nümun mahiyetini, hüda-yı Kur’anî ile muvazene suretiyle açar, gösterir. Ehl-i imanı ona temayülden şiddetli tenfir ettirip, sâri bir vebayı teşhis ile eczahane-i Kur’aniyeden zemzem-i tiryakı içirir.

Altıncı Nota: Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden olan, kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarını, vesvese suretiyle göstererek, şüpheleri ve dine karşı lâkaytlığı, ayn-ı hak ve hakikat bir temsil ile kökünden kesen ve Tûba-i cennet olan iman ağacını yetiştiren mücerreb bir iksir-i nuranidir.

Yedinci Nota: Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin muzır bir mikrobu olan ve terakkiyat-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü ve zulmetli ihtirasat-ı dünyevîye ehl-i imanı sevk eden sahtekâr hamiyet-füruşları, Kur’an’ın elmas kılıncıyla öldürerek, irtidada yüz tutan veyahut mertebe-i fıska inen ehl-i imanı, Kur’an-ı Hakîm’in hastahanesine alır, tedavi eder.

Sekizinci Nota: وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ nin bir sırrını, وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir hakikatini, اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un bir nüktesini tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar her şey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa’y ü hareketleri kanun-u kader ile cereyan ettiğini ve Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini ispat ve izah ile mevcudatın en mükemmeli ve zîhayatın reisi ve arzın halifesi olan insan, tembellik edip gaflete düşerse cemadattan daha camid, sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar ile insanları vazife-i fıtriyelerine sevk edip, uluhiyet-i mutlakayı ispat eder.

Dokuzuncu Nota: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle, en büyük şeyi en küçük şeyde dercettiği cihetle; kâinattaki hayır ve kemalâtı, şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan, nev-i insanın hakikatini taşıyan nebilerde gösterdiğini ve nebilere intisap eden, hayır ve kemalâta, nura ve sürura çıkacağı gibi ubudiyet cihetiyle de bir zerre gibi küçük bir mahluk olan insanın, fihristiyet ve o intisap cihetiyle, ağzından çıkan “Allahu ekber” sadâsı, küre-i arzın büyük bir “Allahu ekber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyan ile hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemalini bilbedahe izhar edip dalalet, şer, hasaret; dinin muhalifinde olduğunu kat’î ispat eder.

Onuncu Nota: Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak; ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde berahin ve delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup bir kısmı, su gibi; ikinci kısmı, hava gibi; üçüncü kısmı, nur gibi olup takarrubun tarifini ve bu’diyetin vartalarını beyan eder.

On Birinci Nota: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini hem üslub-u Kur’aniyedeki cezalet ve selasetteki fıtrîliği gösterir.

On İkinci Nota: مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا kavl-i şerifine imtisalen كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker. Hem kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevap “İmanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak” olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattir.

On Üçüncü Nota: Medar-ı iltibas olmuş beş meseledir.

Birincisi: اِنَّكَ لَا تَهْدٖى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدٖى مَنْ يَشَٓاءُ sırrıyla tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifesini düşünüp Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamaları lâzım geldiğini; ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet ve memuriyeti, âmiriyet ve mabudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir meseledir.

İkinci Mesele: Ubudiyetin menşei, emr-i İlahî ve neticesi, rıza-yı İlahî ve semeratı ve fevaidi, uhreviye olduğunu ve dünyaya ait faydalar ve semereler ve menfaatler, ubudiyete, vird ve zikre illet veya illetin bir cüzü olsa, ubudiyeti kısmen iptal ettiğini beyan ile sırr-ı ubudiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir meseledir.

Üçüncüsü: طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ hadîs-i kudsîsinin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlahînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini hem her amelde bir ihlas ciheti olduğundan insan, hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir meseledir.

Dördüncü Mesele: وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ âyetinin mana-yı işarîsiyle, Mün’im-i Hakiki’yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemek ve almak caiz olmadığını, eğer muhtaç ise esbab-ı zahiriyenin başı üzerinde Mün’im-i Hakiki’nin rahmet elini görüp, “Bismillah” deyip alınacağını hem esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan iktiranı, illet zannetmelerini güzel ve mukavemetsûz izahla, yüzleri Mün’im-i Hakiki’ye çevirir.

Beşinci Mesele: Bir cemaatin sa’yleriyle hasıl olan bir netice veya şerefi, o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile ispat edip, hakikat-i hale pencere açıp gösterir.

On Dördüncü Nota: Tevhide dair dört küçük remizdir.

Birinci Remiz: Dar nazarlı, kāsır fikirli ve muhakemesiz akıllı, esbab-perest insanın nazarını vahdaniyet-i İlahiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” der, tevhidi ispat eder.

İkinci Remiz: يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى nin bir sırrını tefsir edip aşk-ı mecazîye müptela olan insana, aşk-ı hakikiyi ve Mabud-u Bi’l-hakk’ı gösterir.

Üçüncü Remiz: Hayat-ı bâkiyeye ve sermedî manzaralara namzet, yüksek makamda halk olunan istidadat ve letaif-i insaniye, bazen hiç-ender hiç olan heva-yı nefse esir bulunduğundan, ikaz ve inzar ile insanı teyakkuza sevk eden büyük bir hakikatin küçük bir ucudur.

Dördüncü Remiz: Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i kudsiyesinin şifayâb ve rahmet-bahş hazinesine teslim eder.

On Beşinci Nota: Üç meseledir.

Birincisi: İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmine işaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ âyetiyle, Hafîz-i Zülcelal’in küre-i arz tarlasında ezel ilmiyle halk edip zer’ ettiği tohumları, kesif toprak içinde ve şiddet-i bürudet karşısında mukavemetsiz, nihayetsiz zayıf ve küçük oldukları halde muhafaza edip, haşr-i baharîde başka bir âlemden gelmişler gibi evamir-i tekviniyeye imtisal ile gelmeleriyle, emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi ve kâinatın meyvesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları muhafaza edilip haşrin sabahında meydan-ı muhasebeye getirileceğini kat’î ispat edip, haşri bazı sebepler neticesi baîd gören insanlara, bilmüşahede numunesini gösterir.

Hâfız Ali

ON SEKİZİNCİ LEM’A:

Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

ON DOKUZUNCU LEM’A:

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا âyet-i kerîmesini yedi nükte ile tefsir eden, iktisadı emredip israf ve tebzirden nehyeden ve bilhassa bu asırdaki beşere gayet mühim bir ders-i hikmet veren, kıymettar ve çok mübarek bir risaledir.

Birinci Nükte: Cenab-ı Hak, beşere ihsan ettiği bi’l-cümle nimetlerin mukabilinde beşerden ancak bir “şükür” istediğini; iktisat hem nimetlere karşı bir ihtiram hem Cenab-ı Hakk’a bir şükr-ü manevî hem nimetin bereketlenmesine bir vesile olduğunu… İsraf ise Mün’im-i Hakiki’nin nimetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir olmakla, vahim neticeleri bulunduğunu beyan eder.

İkinci Nükte: Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcı, et’imenin verdiği lezzetler birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idaresi iktisat ile temin edildiğini, israf ise muvazenesizliği ve hastalıkları tevlid ettiğini beyan eder.

Üçüncü Nükte: Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takip edilebileceğini ve bu hakikat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylanî (ks) Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle izah edilerek ruh cesede, kalp nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder.

Dördüncü Nükte: İktisat sebeb-i bereket olduğundan muktesidlerin hayatları izzetle geçtiğini; israf edenlerin her vakit sefalete, hattâ dilenciliğe kadar düştüklerini, hattâ haysiyet ve namuslarını ve hattâ mukaddesat-ı diniyelerini bile feda ettiklerini ve iktisadın menafi-i azîmesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehavetin güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnasını zikrederek, iktisadın kıymet ve izzetini, sehavetin fevkine çıkarır.

Beşinci Nükte: Gayet merak-âver bir bal vakıasıyla, iktisattaki izzet ve bereketin ve israftaki sefalet ve mahrumiyetin bir sırrını, pek hakikatli bir surette izah eder.

Altıncı Nükte: Hısset ile hıssetten ayrı olan iktisat haslet-i memduhasını, Hazret-i Ömer’in oğlu Hazret-i Abdullah’ın (ra) bir vakıasıyla öyle izah eder ki iktisadın hısset olmadığını ve israftan ayrı olan sehavetin derece-i kemalini gösterir.

Yedinci Nükte: İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, kanaatsizlik haybet ve hasareti ve hem ihlası kaçırmakla a’mal-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid ettiğini ve zekâvetleri yüzünden maruf ediblerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dıyk-ı maişete giriftar olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki fevkinde beyan ve izah tasavvur edilemez.

Hüsrev

YİRMİNCİ LEM’A:

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ … اِلٰى اٰخِرِ âyet-i kerîmesiyle

هَلَكَ النَّاسُ اِلَّا الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلَّا الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلَّا الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظٖيمٍ

hadîs-i şerifi mûcibince, İslâmiyet’te ihlas en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden beş nokta ile tefsir ve izah eder.

Birinci Nokta: “Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve ehl-i nifak rekabetsiz bir surette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidayet rekabetli ihtilaf ediyorlar?” diye vaki pek mühim ve pek müthiş ve ehl-i hak ve ehl-i hamiyeti hakikaten kan ağlattıran bu suale, çok esbabdan yedi sebep ile cevap verilmiştir. Şöyledir:

Ehl-i hak ve ehl-i hidayetin ihtilafatı; hakikatsiz, zelil olduklarından ve himmetsiz, aşağı ve âkıbeti düşünmeyerek kāsıru’n-nazar olduklarından ve kıskanç ve dünyaya harîs olduklarından olmadığı gibi… Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin de kuvvetli ittifakları, hakikatli ve âkıbeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı olduklarından olmadığını o kadar âlî bir üslupla ve hakikatli bir ifade ile beyan ve izah eder ki “Fesübhanallah, sebepleri bilinmediğinden, her an için üç yüz elli milyon fedakâr tebaası bulunan bu âlî İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi yüz elli milyonu tecavüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört Frenk hükûmetin elinde esir olmuşlar?

Hem öyle bir esaretle mahkûm edilmişler ki –Allah! Allah!– her fırsatta öyle dehşetli şenaatler yapılmış ki Engizisyon mezalimine rahmet okutacak işkenceler, bîçare ehl-i İslâm’a tatbik edilmiş; gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemadiyen kanlar akıttırılmış; bir değnek cezaya mukabil, ehl-i hamiyetin boyunları, gaddar zalimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o bîçare Müslüman hamiyet-perverlerinin bir kısmı darağaçlarına asılmış, hayatlarına hâtime verilmiş, dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş. Hem hayat-ı dünyevîleri parça parça edilmiş hem hayat-ı uhreviyeleri zedelenmiş; bir kısmının ise her iki hayatları ve saadetleri birden imha edilmiş… Nedendir?” diye vaki olacak sualin cevapları, elmas hazinesine değer kıymetindeki bu risalenin Birinci Nokta’sının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır.

İşte bu zavallı Müslümanlar hak ve hakikat mesleğinde giderlerken, hataya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlasları zedelenmiş, aralarına rekabet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihat yerine tefrika ve ihtilaf girmiş. Bi’n-netice, bu haller tedavi edilmemiş, bu marazlar tevessü etmiş; bu halleri gören ehl-i dalalet, ehl-i İslâm’ın bu ihtilafat ve tefrikasını ganimet bilmiş, desiselerle âlem-i İslâm’a hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâm’ı pek müthiş bir esaret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar.

İşte asırlardan beri üç yüz elli milyon ehl-i İslâm’ı, zincirler altında, her gün her saat her an inim inim inleten haletlerin sebepleri, bu risalenin Birinci Noktasıyla pek hakikatli bir surette izah edilmiş. Fakat heyhat! Zaman ve zemin müsait değilmiş ki beş noktadan yalnız bir noktası yazılmış, diğerleri tehir edilerek yazılmamış.

Hüsrev

YİRMİ BİRİNCİ LEM’A:

وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رٖيحُكُمْ ۞ وَ قُومُوا لِلّٰهِ قَانِتٖينَ ۞ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلًا

âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, hususan uhrevî hizmetlerde ihlasın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymettar bir risaledir. Bu risale, evvela bu müthiş zamandaki Kur’an hâdimleriyle konuşarak der ki:

“Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikat altında, müthiş dalaletler ve savletli bid’alar içinde, sizler gayet az ve gayet zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır ve gayet büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye, sırf bir ihsan-ı İlahî olarak, Cenab-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyle ise herkesten ziyade ihlası kazanmaya ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeye mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlası zayi eden esbabdan şiddetle kaçmalısınız.” der ve ihlası kazanmak için dört düsturu beyan eder.

Birinci Düstur: Doğrudan doğruya rıza-yı İlahîyi maksat yapmalısınız, der.

İkinci Düstur: Rekabetsiz, tahakkümsüz, gıptasız, ataletsiz, hakiki bir tesanüd ile faaliyetlerini umumî maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız, der. Ve saadet-i ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (asm) dünya ve âhirette sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede hizmet ettirildiğiniz için ihlasa, ittifaka, tesanüde samimiyetle sarılmalısınız diye emreder.

Üçüncü Düstur: Hem birkaç misal ile ihlasın bir sırr-ı mühimmini izah eder hem İmam-ı Ali (ra) ve Şah-ı Geylanî (ra) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini beyan eder.

Dördüncü Düstur: Kardeşler arasında “tefani” sırrını, yani “Kardeş kardeşte fâni olmak” esasını ikame eder.

Ve ihlası kuvvetlendiren bir vasıtanın “rabıta-i mevt” olduğunu ve zedeleyen sebeplerin “riya ve tûl-i emel” gibi merdud hasletler olduğunu bildirir.

İhlası kazanmanın ikinci sebebi, daima huzur-u İlahîde olduğunu düşünmektir. Bu suretle hem riyadan kurtulma çaresini hem kazanılan ihlasta çok meratib olduğunu beyan eder.

Daha sonra, ihlası kıran sebeplerden üç maniden birincisinin “maddî menfaatler” olduğunu ve a’mal-i uhreviyedeki teşrik-i mesaide muazzam menfaat olduğunu hem bu uhrevî kazanç, dünyevî şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzi ve inkısam etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlahî ile teraküm eden sevap yekûnlerinin bir misli, iştirak eden fertlerin her birinin defter-i a’maline aynen gireceğini beyan ederek, rekabet ve ihlassızlıkla bu ticaretin kaçırılmamasını tavsiye eder.

Maniin ikincisi, ihlası kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhî olup şirk-i hafîye yol açan “teveccüh-ü âmme”den şiddetli kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder.

Üçüncü manide de korku ve tama’ yüzünden gelecek zararlar ile ihlasın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumat-ı Sitte’de izahat-ı kâfiye verildiğinden, o kıymettar risaleye havale edilmekle hâtime verilen, şirin ve latîf ve çok âlî ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu bir risale-i mübarekedir.

Hüsrev

BİR KISIM KARDEŞLERİME HUSUSİ BİR MEKTUPTUR:

Bid’aların istilası zamanında, sünnet-i seniyeye ittibaın ehemmiyetini ve Risale-i Nur’u yazmanın “beş nevi ibadet olduğunu” bildiren kıymettar bir mektuptur.

YİRMİ İKİNCİ LEM’A:

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِهٖ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَىْءٍ قَدْرًا gibi âyetlerle, üç işaret ile Risale-i Nur müellifine ve Risale-i Nur’a ait çoklar tarafından deniliyor ki: “Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki her bir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ hiçbir hükûmet târiki’d-dünya ve münzevilere karışmıyor?” mealinde bir suale karşı, gayet güzel cevap veriyor.

Birinci İşaret: Risale-i Nur müellifi ve Risale-i Nur, bütün ehl-i imanın, hususan Isparta vilayetinin manevî terakkiyatlarına ve imanlarının inbisatına mühim bir medar olduğundan; bu sualin cevabını, din ve şeriat namına, haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, hususan Isparta vilayetinin insanlarının hakları olduğunu kat’î gösterir.

İkinci İşaret: Tenkit ve istifsarkârane, mimsiz medeniyet tarafından denilen: “Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var. Bu asrın muktezası olarak hususi düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i imana kabul etmiyorsun. Halbuki bu Cumhuriyetler devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen, hocalık ve inziva perdesi altında nazar-ı dikkati celbetmekliğin ve hükûmetin rejimi hilafına çalıştığını, macera-yı hayatın gösteriyor. Bu senin halin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibahı ile sosyalizm ve Bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. Prensiplerimize muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor.” gibi suallerine karşı:

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hakikat

Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

düsturuyla Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremiyle ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini ve bu ihsanı kaldırmaya uğraşan, insan suretinde şeytanlar olduğunu; birkaç mühim misal ile ehl-i ilhad ve kısmen münafıklar bu fevka’l-kanun muameleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muameleye cumhuriyet hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risale-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev-i beşer küseceğini ve anâsırın hiddetlendiğini göstermekle, gayet güzel bir cevap veriyor.

Üçüncü İşaret: İki sualin cevabıdır.

Birincisi: Ehl-i felsefe, zındıka hesabına diyorlar ki: “Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburi cumhuriyetin kanunlarına inkıyad edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun.” demelerine karşı bir müskit cevap veriyor ki onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.

İkinci Sual: “Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz?” demelerine karşı:

Eğer insan, bir cesetten ibaret olsaydı, lâyemutane dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse; o vakit vazifeler, yalnız maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki böyle manevî ve gayet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı “El-mevtü Hak” davasını, her gün cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmek ile olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhaldir; öyle ise manevî hâcat-ı zaruriyeye istinad eden manevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve ispat eder.

Şu risalenin hâtimesinde “Enaniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassasiyet var ki eğer şuurları olsaydı, deha derecesinde bir muamele olurdu.” diye ehl-i imana onların o hassasiyet ve desiselerine aldanmamalarını tavsiye ile onların bu hali bir istidrac olduğunu haber verir.

Küçük Ali

YİRMİ ÜÇÜNCÜ LEM’A:

Otuz Birinci Mektup’un Yirmi Üçüncü Lem’a’sı olan “Tabiat Risalesi”dir. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi, dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul mudill efkârı, insaflı kafilelerden tard edip, çıkaran ve saadet-i ebediyenin o hakikatli yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gayet zevkli bir surette açarak, delilleriyle, bürhanlarıyla ispat eden ve müellifine ebedî rahmet okunmasına vesile olan âlî, gayet kıymettar bir risaledir.

Bu risale, قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyet-i kerîmesinin bir tefsir-i vâzıhı olup “Cenab-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı.” demekle, vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde gösterir.

Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar ile bin üç yüz otuz sekiz senesinde ordu-yu İslâm’ın Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içine gayet müthiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gayesiyle Ankara’da Arapça olarak tabedilmiş olan bu risalenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır.

Mukaddime: İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın bilmeyerek istimal ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyan eder.

Birinci Kelime: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ Yani, esbab-ı âlem icad ediyor.

İkinci Kelime: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ Yani, kendi kendine oluyor.

Üçüncü Kelime: اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani, tabiat iktiza edip yapıyor.

Bu üç dehşetli kelimelerin, lâekall doksan muhalatı tazammun eden üçer muhalden dokuz muhal ile açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan “Tarîk-i Vahdaniyet” ile bi’l-cümle mevcudat, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle vücud bulduğunu, hakiki ve letafetli temsilleriyle ispat eder.

Birinci Kelime: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ Teşkil-i eşya, esbab-ı âlemin içtimaıyla vücud bulmasının pek çok muhalatından üç tanesini zikreder.

Birincisi: “Herhangi bir zîhayatın icadı Vâhid-i Ehad’e verilmeyip esbabdan talep edilse, bir eczahane-i kübrada mevcud kavanozların içindeki maddelerin garib bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması” temsiliyle gösterilen vücud-u eşyayı esbaba vermek itikadının hadsiz muhaliyetini, beyan eder.

İkinci Muhal: Mevcudattan bir sineğin inşası Vâcibü’l-vücud’a verilmeyip, esbab-ı âlem yapıyor denilse; kâinatın ekserisiyle alâkadar olan bu sineğin her bir zerresini; gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için erkân-ı âlemi ve anâsır ve tabâyii, usta gibi o sineğin hem zahirinde hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhal, sofestaîleri dahi eblehane meslekleri içinde utandırıyor.

Üçüncü Muhal: “Bir vâhidin vahdeti varsa her halde bir elden sudûr ettiği” kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mizan ve şu câmi’ hayata mazhar olan bir mevcud, eğer Vâhid-i Ehad’in bir masnuu kabul edilmezse camid, cahil, kör, sağır, şuursuz, karmakarışık hadsiz esbabın karıştırıcı elleri arasında inşa edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gayet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi’ bir hayata mâlik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhali birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir.

İkinci Kelime: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ Yani, kendi kendine teşekkül ediyor. Şu muhalin bâtıl olduğunu gösteren çok muhalatlardan üç muhali, numune olarak zikrediyor.

Birincisi: Her mevcud, basit bir madde olmadığı gibi camid ve tagayyürsüz dahi olmadığından ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gayet acib bir makine ve gayet hârika bir saray olmakla beraber, zahirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte her bir mevcud Hâlık-ı külli şey’e isnad edilmeyip “Kendi kendine teşekkül ediyor.” denilse; o vakit her bir mevcudun her bir zerresine, bir Eflatun’a bedel binler Eflatun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve divaneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyan edip ispat eder.

İkincisi: Her bir mevcud, bilhassa ferd-i insan; birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve her bir kubbesi binler zerratın baş başa vermesiyle teşekkül etmiş acib nakışlı garib bir sanat-ı hârika olduğu halde “Bu masnuat bir Sâni’-i Vâhid’in eser-i sanatı değildir, kendi kendine teşekkül ediyor.” denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zerrat-ı vücudiye adedince muhaller ortaya çıkar ki bu mefkûre sahiplerini cehlin en müntehasında oturtarak, echeliyetle techil eder.

Üçüncü Muhal: Sâni’-i Zülcelal’in icadı olan her bir masnû, kalem-i kader-i ezelînin bir mektubu olmazsa “Esbab-ı âlem icad ediyor.” denilse o vakit o esbab, evvela o masnuun bedenindeki hüceyrelerinden tut, binler mürekkebat adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkeza bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenahî muhalatı intac eden bu fikri kabul edenler, bu hakikatten yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der.

Üçüncü Kelime: اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani, tabiat iktiza ediyor. Bu idlâl edici mudill fikrin pek çok muhalatından üç muhalinin

Birincisi şudur ki: Şems-i Ezelî’nin kalem-i kader ve kudreti olan alîmane, basîrane, hakîmane sanat-ı icad, o Zat-ı Zülcelal’e verilmezse hem kör hem sağır hem akılsız hem düşüncesiz bir tabiata verilse o tabiat, bu masnuatı yapmak için ya her şeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahut her şeyde kâinatı halk edip idare edecek bir kudret ve hikmeti dercedecektir. Bu ise her bir mevcudda hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya bir kuvveti ve âdeta bir ilahı, içinde kabul etmek lâzım gelir ki bu ise kâinattaki muhalatın en bâtılı ve hurafenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı kâinat’ın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyatına “tabiat” namı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.

İkincisi: Gayet intizamlı ve mizanlı ve hikmetli olan şu mevcudat, nihayetsiz Kadîr ve Hakîm bir zatın icadıdır denilmezse, tabiata verilse o vakit tabiat, nebatatın menşei ve meskeni olan ve nebatata saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makineleri ve matbaaları yerleştirmeli ki o toprak, her türlü nebatatın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurafeyi ve hadsiz muhalatı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suubetli ve müşkülatlı acib muhalatın, nasıl suhuletli vücuda inkılab ettiği hakkındaki suale hakikatli ve gayet makul bir cevap verilmiştir.

Üçüncüsü: İki misali var.

Birincisi: Hâlî bir sahrada kurulmuş gayet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşi bir adamın misaliyle izah edilen bir hakikattir. Şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu’cizat-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, uluhiyeti inkâr eden vahşi tabiiyyunlar girerler. Gördükleri mevcudatın, daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek; daire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlahiyenin tebeddül ve tagayyür eden icraat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavanin-i âdetullaha ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbaniye olan İlahî kanunlara yanlışlıkla “Tabiat” namını verip, eşyanın icadını ona tahmil ederek, öylece ahmakane bir bâtıl yola girerler ki ahmaklığın müntehasında en büyük ahmaklık nişanını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.

Üçüncü Muhal’in ikinci misali: Gayet muhteşem bir kışlaya ve gayet muazzam bir camiye giren vahşi bir adamın misaliyle temsil edilen ikinci bir hakikattir. Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki bütün mevcudat iş başında vazifededirler. Sâni’-i Zülcelal’in Zat-ı Akdes’inden i’raz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal’in bir cilve-i Rabbaniyesi olan kuvvetini müstakil bir kādir telakki ederek manevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunların ellerine icad vererek “Tabiat” namını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudatı tabiata isnad edip, vahşilerin en vahşisi olduklarını ilan ederler.

İşte taksim-i aklî ile; mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından, bu yollar hadsiz ve hesapsız muhalleri icab eden dokuz muhal ile kapatılarak, bilbedahe ve bizzarure, dördüncü yol olan vahdet yolu kat’î bir surette sabit olur. Ve her bir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir.

Esbab-perest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra onları insafa davet eden ve mesleklerini terk ettiren gayet izahlı ve çok şirin ve gayet latîf bir beyandan sonra, sorulan iki şüpheli sualin birincisine “redd-i müdahale ve men’-i iştirak kanunları”nın muktezasıyla; ikincisine de Hâlık-ı Zülcelal bütün bütün hikmetine zıt olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i rububiyetini inkâr ettirecek bir tarz olan mahlukatın ibadetlerini ve bilhassa insanın şükür ve ubudiyetini başkalara vermeye rıza göstermediği gibi müsaade dahi etmediğini izah eden gayet güzel cevaplarla mukabele edilmiştir.

Hâtimesinde, tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve imana gelen zatın, merak-âver üç sualinden:

Birincisi: “Tembelliklerinden dolayı namazı terk edenlerin cehennem gibi bir azap ile tehdit edilmelerinin sebebi nedir?”

İkincisi: “Gözle görülen bu nihayet derecede mebzuliyet ve icad-ı eşyadaki intizamlı suret hem vahdet yolundaki nihayet derecede kolaylık ve suhulet hem nass-ı Kur’an’la مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ۞ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”

Üçüncüsü: “Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkip ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten bir şey idam edilmediği gibi hiçten bir şey de icad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?” demesine karşı, pek dakik ve çok derin ve gayet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede mukni ve müskit olarak serdettiği delail-i akliye ile esbaba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve hâlen o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatli ve musîb cevaplar vardır.

Hüseyin

YİRMİ DÖRDÜNCÜ LEM’A:

Dört hikmeti hâvidir.

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَٓاءِ الْمُؤْمِنٖينَ يُدْنٖينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَابٖيبِهِنَّ … اِلٰى اٰخِرِ

gibi âyetlerle, Kur’an-ı Hakîm tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyetin ise Kur’an’ın bu hükmüne karşı muhalif gittiğini ve tesettürü fıtrî görmediğinden “Bir esarettir.” deyip dinsizcesine bir sualine karşı Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam yerinde olup, belki esaret olmayıp tesettürün fıtrî olduğunu çok tecrübe ve misallerle izah ve ispat edip, onları iskât ve tesettüre kat’î emrediyor.

Birincisi: Kadınların fıtratı tesettürü iktiza ediyor. Çünkü hilkaten zaîfe ve nazik olduğundan, kendi hayatından ziyade çocuklarını himayeye fıtraten bir meyli bulunduğundan, onu himaye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ittihama maruz kalmamak için fıtrî bir meyli bulunduğunu… Hem kadınların ondan altısı ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini… Hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar ancak ondan bir iki olup, diğerleri ise pis ve şehvanî ve sakîl insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini… Ve Kur’an-ı Hakîm’in tesettüre emri fıtrî olmakla beraber, o nazik ve zaîfeyi, bir refika-i ebediye olabilmesi için tesettürle zahirî ve bâtınî zilletten ve manevî bir esaretten kurtarıyor diye gayet güzel bir cevapla gaddar medeniyeti iskât ediyor.

İkinci Hikmet: Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedî bir hayatta ciddi bir arkadaş olmak için o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle o kadının, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat’iyen ve fıtraten iktiza ettiğini ve sefih, gaddar medeniyetin “Gayr-ı fıtrî ve esarettir.” demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre kat’î emrediyor.

Üçüncü Hikmet: Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir muhabbetle devam ettiğini ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını. Ve açık saçık kadının ondan bir tanesi, kocasından daha iyisini görmediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden, açık saçıklık ve hayvanî nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını. Hattâ o hayvanî, süflî ve pis görünmek, akrabalık misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünüş akraba misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabanın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu gayet kat’î bir surette ispat eder.

Dördüncü Hikmet: Kesret-i nesil her cihetle matlub olup, her millet ve her hükûmet buna taraftar olduğu, hattâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنّٖى اُبَاهٖى بِكُمُ الْاُمَمَ yani “İzdivaç ediniz. Ben, sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” buyurmasını… Tesettürsüzlük izdivacı çoğaltmayıp, pek azalttığını, çünkü serseri asrî bir genç dahi refikasının gayet namuslu olmasını istediğini… Ve kadın ise erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve her şeyine dâhilî muhafız olduğundan, kadında sadakat ve emniyet lâzım olduğunu… Tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise o sadakati ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azabı çektirdiğini… Ve kadınlarda şecaat ve sehavet o sadakat ve emniyeti ihlâl ettiğini… Ve memleketimizin Avrupa’ya kıyas edilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin zaafına ve kuvvetin sukutuna sebep olacağını… Ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünkü köylüler maişet meşgalesiyle uğraştığından, sanat ile iştigal eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini ve daha çok hikmetlerini gayet kat’î ispat eder.

Rüşdü

EHL-İ İMAN ÂHİRET HEMŞİRELERİM OLAN KADINLAR TAİFESİ İLE BİR MUHAVEREDİR:

Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar taifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risale-i Nur’la alâkaları bulunduğunu fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû-i istimal edildiğini ve kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyelerinin de çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektuptur.

YİRMİ BEŞİNCİ LEM’A:

Yirmi beş devayı hâvidir. Bu risale اَلَّذٖينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ gibi âyetler, ehl-i imanın musibetleri musibet olmadığını, belki bir ihtar-ı Sübhanî ve iltifat-ı Rahmanî olduğunu gösterir gayet mukni bir tefsir ve o ehl-i imanın on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzedelere karşı manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir eczahane gibi olduğunu, hattâ her bir deva, ayrı ayrı binler çeşit ilaçlar gibi hâsiyetlerini gösteren bir eczahane hükmünde ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın eczahane-i kübrası olan وَالَّذٖى هُوَ يُطْعِمُنٖى وَيَسْقٖينِ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفٖينِ gibi şifa hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifalı, devalı bir mübarek ma’kes ve bir mâ-i zemzeme-i Kur’an hükmünde olduğunu gösterir.

Birinci Deva: İnsanın hastalığı zahiren bir nevi dert gibi ise de dert değil belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesi sıhhat ve âfiyet ve istiğnadan gelen bir gafletle zayi olduğundan, hastalık o zayiatı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devadır.

İkinci Deva: İbadet iki kısım olup, bir kısmı müsbet ibadettir ki namaz ve niyaz gibi malûm ibadetler olup, diğeri menfî ibadettir ki hastalıklar insana aczini, zaafını hissettirdiğinden, hâlis, riyasız manevî bir ibadet olduğunu ve bu hastalıkların, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devadır.

Üçüncü Deva: İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahit olduğunu hem insan zîhayatın en mükemmeli ve cihazatça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belaları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini; hastalık ise sağlık ve âfiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların elemlerinden vazgeçirdiğinden, hiç aldatmaz bir vaiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devadır.

Dördüncü Deva: İnsan, hastalıktan şekva değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünkü o, cihazatını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından; ve mülk sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezalarla, o sayede güzel bir mahsul aldığından; o eza, o bağın hakkında eza değil belki mahsulünün yetişmesine medar olduğundan, şikayete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da hastalıkla yapılan tasarruftan şikayet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman “Yâ Sabûr” deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor.

Beşinci Deva: Bu zamanda, hususan gençler hakkında; hastalık o gençleri gençlik sarhoşluğundan men’ettiği için onların hakkında o hastalık, manevî bir sıhhat ve âfiyet olduğunu haber verir gayet şirin bir devadır.

Altıncı Deva: Musibetin gitmesiyle manevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünkü “Elemin zevali lezzettir.” diye o elemli musibetler, zeval ile ruhta bir lezzet irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır. Hattâ bu devanın ehemmiyetindendir ki telifatında iki kere aynı numara tekerrür etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini ispat eder.

Yedinci Deva: Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor. Çünkü bir şey devam etse tesirini kaybeder, usanç verir. Hattâ ehl-i hakikat demişler: اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani “Her şey zıddıyla bilinir.” “Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz.” diye makul ve şirin bir devadır.

Sekizinci Deva: Hastalık, imanlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyade terakki ettiriyor. Çünkü hastalık, sabun gibi günahları siler, temizler; güzel bir keffaretü’z-zünub olduğu hadîs-i şerifle sabit olduğunu hem imanlı olan bir insanın maddî hastalığı manevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zahirîsinin hatasıyla şahs-ı manevîsi hasta olduğundan zahir hastalığı o hatalardan geri koyup, manevî istiğfara sebep olduğundan, o maddî hastalık çok büyük bir hazine olduğunu bildirir.

Dokuzuncu Deva: Cenab-ı Hakk’ı tanıyan bir insan için ölüme sebep olan hastalıktan korkmak olmadığını ve ölüm, insanın tanıdığı ve bildiği bütün ehl-i iman olan ahbaplarına kavuşmak olduğunu hem ölüm mukadder olup, bazen hastalıklıların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması hem ölüm, vazife-i hayattan bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalalet için gayet korkunç bir zulümat-ı ebediye olduğunu bildiren gayet mülayimane güzel bir devadır.

Onuncu Deva: İnsanın hastalığı, merak ettikçe gayet ağırlaşacağı, hususan evhamlı bir hastanın bir dirhem zahir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber veren mühim bir devadır.

On Birinci Deva: Hastalık insana hazır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğun hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu ana kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hazır eleminden kurtulmak ile bulunduğun dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu hem yok bir zamanda, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücud rengi vermek manasız olduğunu ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak fayda vermediğinden, bütün kuvvetiyle hazır zamana dayanmak lâzım olduğunu haber veren en a’lâ bir devadır.

On İkinci Deva: Hem insan hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kaldığına teessüf etmemesine; sabır ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalıkta, ibadet ve evradının sevabı aynen ve daha hâlis bir surette verileceği hadîsçe sabit olduğu ve insan o sayede aczini ve zaafını bildiğinden, bütün cihazatının lisan-ı hal ve lisan-ı kāliyle dergâh-ı İlahiyeye iltica etmesine sebep olduğundan قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ sırrını anlattığından, şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir.

On Üçüncü Deva: Hastalıktan şikayet edilmeyeceğini ve hastalık bazılarına bir define olduğunu ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf ve reca ortasında bulunmak lâzım olduğunu ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimali bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gayet güzel bir nâsih olduğunu gösterir mühim bir devadır.

On Dördüncü Deva: Hem ehl-i imanın göz hastalığı perdesi altında –yani kör olmasında– pek mühim bir nur ve manevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazînane fâni bir güzelliğini fâni bir surette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedî gözler ile ebedî bir surette cennette cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder. (Hâşiye: Bu devanın tesirindendir ki misafireten bir köye gittiğimde; orada gözsüz Mehmed Ağa isminde bir zat, gözünün hastalığından şikayeti üzerine, yanımda bulunan Hastalar Risalesi’nin On Dördüncü Devasını okuyunca, onun manevî tesiriyle o zat dedi: “Keşke ben bu sevabı ve manevî bu kazancı bana açan bu hastalığımdan şikayet etmeseydim.” diye nedametkârane, bir şükür kapısına döndü. Onun için o hastalık, onun hakkında bir rahmet-i İlahiye olduğunu kat’î anladı.)

On Beşinci Deva: Hastalığın suretine bakıp “Âh!” eylemek caiz olmadığını, belki manasına bakılsa “Oh!” diye manevî lezzetler akıtacağını çünkü manevî sevap lezzeti olmasaydı, Cenab-ı Hak en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi diye hadîs-i şerifte اَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْاَوْلِيَاءُ اَلْاَمْثَلُ فَالْاَمْثَلُ –اَوْ كَمَا قَالَ– hadîs-i şerifinin sırrını ve bazı hastalıklar şehit makamını kazandıracağını, bâhusus kadınların lohusa zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehit olacaklarını en güzel bir surette haber verir.

On Altıncı Deva: Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünkü sıhhat ve âfiyet, nefs-i emmareye, her cihetçe istiğna gösterdiğinden hastalık, o istiğna yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine karşı bir şefkat celbetmeye vesile olacağını gösteren gayet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devadır.

On Yedinci Deva: İnsan, hastalık vasıtasıyla, hayrat yapamadığından müteessir olmak caiz olmadığını çünkü en mühim hayrat hastalıkta dahi bulunduğunu, hattâ hastalara bakmak bile en mühim hayır ve sadaka hükmüne geçeceğini çünkü imanı olan bir hastanın hatırını sormak ve güzel teselli etmek, hususan ana ve baba olsa onların dualarını kazanmak en a’lâ bir hayrat ve sadaka olduğunu, pek mühim bir tarzda gösterir.

On Sekizinci Deva: İnsan şükrü bırakıp şekvaya gitmeye ve bir hakkının zayi olmasından şikayete hiç hakkı olmadığını çünkü senin üstünde Cenab-ı Hakk’ın çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını îfa etmediğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a karşı bir haksızlık ettiğini hem sen sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki bîçarelere bakmak lâzım olduğunu, yani bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu, çünkü sen hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp insan olup İslâm nimetini ve sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir dereceye nâil olduğun halde, bazı arızalarla ve kendi sû-i ihtiyarınla ve sû-i istimalinle elinden kaçırdığın ve elin yetişmediği nimetlerden şekva etmek, sabırsızlık göstermek bir küfran-ı nimet olduğunu gösterir bir devadır.

On Dokuzuncu Deva: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri “esma-i hüsna” tabir-i Samedanîsiyle güzel olduklarını ve mevcudat içinde en latîf, en câmi’ âyine-i samediyet de hayat olduğunu ve güzelin âyinesi güzel olduğunu ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o âyineye de o güzelden ne gelse, güzel olduğunu ve hayat daima sıhhat ve âfiyet ve yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olacağını ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni’-i Hakîm sair azaları o uzva muavenettarane teveccüh ettirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine âfiyete bırakıp gittiğini ispat eder.

Yirminci Deva: Hastalık iki kısım olup bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmî olduğunu; hakiki kısmına Şâfî-i Zülcelal küre-i arz eczahane-i kübrasında her derde bir deva istif ettiğini ve o devalar ise dertleri istediğinden, onları istimal etmek meşru olduğunu fakat devanın tesirini Cenab-ı Hak’tan bilmek lâzım olduğunu; vehmî hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse hafif geçeceğini güzel bir temsil ile ispat eder.

Yirmi Birinci Deva: Hastalıkta maddî bir elem olup, o elemi izale edecek manevî bir lezzet ihata ettiğini ve zahiren peder ve valide ve akrabaların şefkatleri, onun etrafında hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbettarane baktığından, o elem çok ucuz düştüğünü; maddî ve manevî çok yardımcıları bulunduğundan şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu ispat eder.

Yirmi İkinci Deva: Nüzul gibi ağır hastalıklar, mü’min için pek mübarek sayıldığını ve ehl-i velayetçe mübarekiyeti meşhud olduğunu ve Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmak için iki esasla gidildiğini; nüzul gibi hastalıklar ise o iki esasın hâssasını verdiğini; o iki esasın birisi: Rabıta-i mevt (yani dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi kendinin de fâni ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir.) İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için bir kısım ehl-i iman çilelerle nefs-i emmareyi öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini bu suretle kazandıklarını ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hâssa bulunduğundan, o hastalık onun için gayet ucuz düştüğünü ispat edip gösterir.

Yirmi Üçüncü Deva: Hastalık, gurbette ve kimsesizlikte bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en katı kalplerin dahi rikkatini celbettiğini ve Kur’an’ın bütün surelerinin başlarında “Er-Rahmanu’r-Rahîm” sıfatıyla kendini bize takdim eden Allah, bir lem’a-i şefkatiyle, umum yavruların yardımına validelerini koşturduğunu ve her baharda, bir cilve-i rahmeti ile nimetlerini bize gönderdiğini ve o nimetlere nâil olmak, iman ve intisapla ve onu tanımakla olduğunu ve o gurbet ve kimsesizlikteki hastalık ise Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbettireceğini, ehemmiyetli haber verir.

Yirmi Dördüncü Deva: Masum çocuklara ve masum gibi ihtiyar hastalara bakan ve hizmet edenlerin hakkında uhrevî büyük bir ticaret olduğunu ve o nazik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına tahammül için birer şırınga-i Rabbaniye olduğunu ve o şırıngalardan gelen sevap ve ücret, onlara bakanların ve bilhassa validelerinin defter-i a’maline yazıldığını ve bu hakikatin ehl-i hakikatçe meşhud olduğunu ve bilhassa ihtiyar peder ve valide ve akraba gibi ihtiyarların dualarını almak, âhiretin saadetine medar olduğunu ve onlara bakanların da ileride kendi evlatlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadıkları cihetle, neticede azab-ı uhrevî olduğu gibi dünyaca da çok felaketlere maruz kaldıkları ve kalacakları vukuat ile sabit olduğunu ve akrabası olmazsa bile, yine onlara bakmak İslâmiyet’in iktizasından olduğunu gayet kat’î ispat eder.

Yirmi Beşinci Deva: Bütün hastalıkların gayet nâfi’ ve manevî bir devası ve hakiki ve kudsî bir tiryakı ise imanın inkişafı olduğunu; tövbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile o tiryak-ı kudsî olan iman ve imandan gelen ilacın istimal edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin zeval ve firak darbeleriyle yaralanan manevî büyük dünyalarının tedavisi, kudsî bir tiryak olan imanın şifa vermesiyle yaralardan kurtulacaklarını ve o iman ilacının tesiri ise feraizi yapmak ile olduğunu ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men’ettiğini göze gösterip gayet kat’î bir surette izah ve ispat eder.

Hâfız Mustafa (rh)

YİRMİ ALTINCI LEM’A:

كٓهٰيٰعٓصٓ ۞ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا ۞ اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا ۞ قَالَ رَبِّ اِنّٖى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّٖى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّا

Yirmi Altıncı Lem’a, yirmi altı ricadır.

Birinci Rica: Her şeyin aslı, nuru, ziyası, menbaı, madeni, çeşmesi iman olduğunu; her şeyden evvel, o kudsî, münezzeh, muallâ nuru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, îcazlı bir ricadır.

İkinci Rica: Hakikatte sabî hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahîm’e iman ve intisap ve itaatle, sabîler gibi “Rahmanu’r-Rahîm” isimlerinin mazharı olacağını tebşir eden nur-efşan bir hakikattir.

Üçüncü Rica: Nev-i beşerin ister istemez müptela olduğu sevkiyat-ı berzahiye ve inkılabat-ı uhreviyede, iki cihanın serveri ve enbiyanın seyyidi ve rahmet ve merhamet-i İlahiyenin timsali olan Peygamber-i Zîşanımız Habibullah aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesine ittiba ile selâmet ve necat bulunacağını beyan eder.

Dördüncü Rica: Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelerin, yakınlaştıkları kabir kapısını düşündükleri ve o zahiren karanlıklı görünen âlemleri, nuruyla tenvir eden ve aydınlaştıran ve insana bir harfi on sevap ve hayır ve bazen yüz ve bazen bin sevap ve hayır kazandıran ve hazine-i rahmetin miftahı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı nur-u iman ile dinleyip, evamirine itaat ve nevahisinden içtinab edenlerin âlem-i ebedîde müferrah olacaklarını müjdelemekle, çok kuvvetli bir rica kapısını gösterir.

Beşinci Rica: Her fertte ve her şahısta cüz’î küllî tesirini gösteren teselli-i iman-ı bi’l-âhiret, ihtiyarlara daha azîm ve kuvvetli bir rica ve teselli verdiği için ihtiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbaniye bilip sevmek ve hoşnut olmak ve Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamdedilmesini tavsiye eder.

Altıncı Rica: Nur-u iman ile kâinatın tabakaları ve arzın mevcudatı ve mahlukatı, munis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahîm’e şehadet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izale ettiği gibi ihtiyarlıkla, hayatıyla refakat eden şeylerin müfarakat zamanında kitab-ı âlemin harfleri sayısınca şahitleri ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olan cihazatı ve mat’umatı ve nimetleri adedince rahmetin delilleri bulunan ve en makbul bir şefaatçi olan acz ve zaafın dürbünüyle ve ihtiyarlık gözüyle görüleceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, ihtiyarlığı sevmekle, rica yolunu gösterir.

Yedinci Rica: Fâni dünyaya eblehane bâki süsü veren ve payitaht-ı hükûmette görülen bina-yı evhamı altı cihetten çürütüp, dalaletten gelen müthiş zulmeti, nur-u Kur’an ve sırr-ı iman ile dağıtıp, bîçare musibetzede ihtiyarları evham ve şübehat vâdilerinden çıkarıp sahil-i selâmete ve rahmet-i Rahman’a yetiştiren mücahid bir ricadır.

Sekizinci Rica: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle ve nihayetsiz re’fet ve şefkatiyle, ebed ve ebedî bir hayat için halk ettiği nev-i insanı nisyan-ı mutlaktan kurtarmak için Kur’an-ı Azîmüşşan’da كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ferman-ı kudsiyesiyle her nefsin ölümünü haber verdiği gibi o ölümün bir emaresi ve bir müjdecisi ve insanın daimî arkadaşı ve hocası olan saçlarının ağarmasıyla, başı aşağı olmaya hazırlanmış olan ve gaflete daimî meyyal ve fâniye müptela olan insanı, sırr-ı iman ve nur-u Kur’an ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir rica düsturunu eline verir.

Dokuzuncu Rica: Acz ve zaafı bilfiil tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesile olduğu gibi emr-i Kur’an ve işaret-i Nebeviye (asm) ile küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber neferler gibi etrafında toplayan ve bu suretle hem Hâlık-ı Kerîm’in teveccühüne mazhar hem insanların hizmet ve yardımına medar olan ihtiyarlıktan razı olmakla, rica kapısını açar.

Onuncu Rica: Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla, hakikat ve vakiü’l-hal olan mevt, hayata tercih edilip sevildiği gibi âlem-i berzahta olan emvatın, elbette dünyada muvakkat misafirler olup, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyade ünsiyet ve ülfete lâyık olduğu, imanlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşahede edildiğinden imanlı ihtiyarlığın büyük bir nimet-i İlahiye olduğunu ve bazen seyr ü sülûk ile derecat-ı evliya gibi yüksek makam ile tebşir ve müjde ve sürur veren kuvvetli bir ricadır.

On Birinci Rica: İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm edilen vücudun, başka bir âleme namzet olup fâniliği ve bazı vefadar zannedilen vefasızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe değmediği görülerek bir melce, bir istinadgâh taharriler neticesinde, Kur’an-ı Hakîm’in lisanından çıkan “Lâ ilahe illâ Hû” ferman-ı kudsiyesi imdada yetişip, kâinatta esbab ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evham-ı küfrî olduğunu gösteren ayn-ı hakikat bir iki temsil ile zerreden şemse kadar, felekten meleğe kadar, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda ve ihata-i ilminde olan bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücudunu ispat edip, nur-u imana vesile olan kuvvetli bir rica kapısını ihsan eder.

On İkinci Rica: Rahmetullahi aleyh Abdurrahman’ın vefatı üzerine كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyesinin sırrıyla يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى hakikatiyle فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ âyetinin tesellisiyle bir tek cilve-i inayeti bütün dünya yerini tutan ve bir tek cilve-i nuru bütün zulmeti izale eden Bâki-i Zülcelal ve Sermedî-i Zülkemal ve Rahîm-i Zülcemal’in teveccühü bâki ise yeter. Gidenler onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki bir hakikatle gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete müptela olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelal’e çeviren, zulmeti nura tebdil eden, kalplere iman nuru bahşeden elektrik-misal bir ricadır.

On Üçüncü Rica: Harb-i Umumî’de Van şehrinin, Rus’un istila etmesi ve ihrak etmesiyle harabezar olması ve ekser ahalisinin şehadet ve muhaceretle kaybolması ve Medrese-i Horhor’un harap olup vefatı içinde, bu memlekette kapanan ve vefat eden bütün medreselerin, Horhor’un başında duran ve yekpare bir taş olan Van Kalesi kabir taşı olarak görünmesi üzerine, Van Kalesi’nin başında, şiddet-i meyusiyet ve matem içinde iken, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ ۞ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ âyetinin hakikati tecelli edip o rikkatli, hırkatli, dehşetli hâlâttan kurtarıp nazarı âfaka, âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun’î bir mektubun silinmesi yerine, Nakkaş-ı Ezelî’nin her bir harfinde bir kitap yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye etmesi ve okutturmasıyla izale edip, bilâhare de Medrese-i Horhor yerine Isparta’yı medrese ve müfarakat eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle, sırr-ı hikmetini ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-i Rahîm’in dergâhına yakınlaşan ve o dergâhta makbul birer abd olan imanlı ihtiyarların dünyanın ehval-i muhavvifanesinden mükedder ve meyus olmamalarını; o kudsî imanı ve müsellem İslâmiyet’i ihsan eden bir Muhsin-i Kerîm’e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymettar bir ricadır.

Hâfız Mustafa

(rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten)

On Dördüncü Rica: Ehl-i dünya, Üstadımızı her şeyden tecrit edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, meyusane olarak başını eğdiği zaman حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ Âyet-i Hasbiye’si imdadına yetişerek “Beni dikkatle oku.” demesi üzerine, günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz mertebe-i Hasbiye’nin yalnız ilmelyakîn ile değil aynelyakîn inkişaf ettiğini…

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ondaki aşk-ı beka, mutlak kemal sahibi Zat-ı Zülcelal ve Zülcemal’in bir isminin, bir cilvesinin mahiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını ve kendisindeki beka lezzetinin ve saadetinin daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasında ve ona olan tasdik ve imanda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn zevk aldığını ifade etmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Üstadımız ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrit içinde bulunduğu ve ehl-i dünya desiseleriyle ve casusları ile ona hücum ettikleri zaman “Eli bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye kalbine hitap edip حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona: “İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultan’a intisap edersin ki: Dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat orduları, onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin.” diye manevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dediğini ifade etmiştir.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzet olduğunu fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak mahlukatın bütün harekâtlarını ve her şeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itminan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona: حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat ve hayvanatın lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâd ettiklerini gördüğünü ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kendi vücudu, belki bütün mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye elîm bir endişede iken, yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğini ve iman dürbünü ile baktığında; ölümün firak değil visal olduğunu, bir tebdil-i mekân ve bâki bir meyvenin sümbüllenmesi olduğunu beyan etmiştir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Hayatın çabuk sönmesi teellümüne karşı, Âyet-i Hasbiye’den aldığı imdat ile der: Hayat, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur hem bâki meyveler verdiği için ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir.

Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatini anlamayı arzu edenler, Dördüncü Şuâ’daki bu mertebenin dört meselesine baksınlar, dirilsinler.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Daimî tahribatçı olan zeval ve fena; ve mütemadiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli bulmak için bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğinde “Beni oku ve dikkatle manama bak!” demesi üzerine, Sure-i Nur’daki اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin rasathanesine girip, imanın dürbünüyle bu Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına baktığını beyan etmekte ve dürbünle gördüğü esrarı zikretmektedir.

Bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat; Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık ettiklerini ve Risale-i Nur’un eczalarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyan etmektedir.

On Beşinci Rica: Bu rica Denizli Hapsinden sonra, Nurların teksirle basılarak intişarı üzerine, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıklar; türlü desise ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini müsadere ettirip tetkik edilmesi neticesinde; değil tenkit edip düşmanlık göstermek, belki tetkik eden memurların kalplerini de fethederek, tenkit yerine takdir ettirdiğini ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebep olduğunu ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini ve bu hapiste inayet-i İlahiye ile bir hakikat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini ve ruhuna “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi hem manevî lezzetleri hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun.” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillah” diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir.

Bu ricanın sonunda, Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiçbirisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.” diye olan itiraflarını ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur’an ve iman nuruna set çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vazgeçmeyecekler inşâallah!” dediğini beyan etmektedir.

On Altıncı Rica: Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan’a ve Nur’un kerametlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde, bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü ve Üstadımız müteellim ve Nurlara gelen zarardan müteessir iken, birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, mahrem risaleleri okuyan resmî dairelerin, bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını ve yine Denizli Hapsinde ihtiyarlık, hastalık ve masum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inayet-i Rabbaniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip, bir Medrese-i Yusufiye (as) olduğunu ispat ederek Medresetü’z-Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara başlamasını ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini ve onun yerine merhum Hâfız Ali’nin şehit olarak berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine; hepsi müteellim ve müteessir bir halde iken, yine birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin kabirde Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine Nurlarla cevap vermesi ve onun bedeline Denizli Kahramanı Hasan Feyzi rahmetullahi aleyh ve arkadaşlarının hizmete girmesi ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emarelerle, inayet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra, gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil; bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, çilehanelere, mutlak tecrit hücrelerine çevrilip, Yusufiye medreseleri olarak Kur’an ve imanın hakikatlerine mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini ve o çileli hapislerde, üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir ricadır.

YİRMİ YEDİNCİ LEM’A:

Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmemiştir.

YİRMİ SEKİZİNCİ LEM’A:

Yirmi sekiz nükte olup bir kısmı bu mecmuaya dercedilmiş, diğerleri başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmemiştir.

Yirmi İkinci Nüktenin İkincisi:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ۞ مَٓا اُرٖيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ

âyet-i kerîmesinin gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan etmiş.

Birinci Vecih: Âyetteki it’am ve irzak, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait olduğunu…

İkinci Vecih: Rızka çalışmak bahanesini, ubudiyete mani tevehhüm ederek özür bulmak isteyenlere, gayet güzel bir cevap verir. Bu âyetten kinaye olan mana: “Bana ait olup, rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir ibadettir.” der.

Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’taki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ âyet-i kerîmesini misal alarak “Rızık ve it’am kabiliyetinde olan eşya, ilah ve mabud olamazlar; mabudiyete lâyık değiller.” manasını beyan etmektedir.

Uykunun nevilerini, vakitlerini ve sünnet-i seniyeye muhalif ve muvafık uyku zamanlarını beyan eden mühim bir mektup:

Yatsı namazı tesbihatından sonra اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesini okurken; bu dünya hanesini şenlendiren, ünsiyetlendiren, nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi nasıl müşahede ettiğini ve onun getirdiği nur ve hediyelere karşı şâkirane bir mukabele olarak bütün cin ve insin ona hadsiz salât ü selâm getirmeleri lâzım geldiğini ifade eden gayet latîf bir mektup:

Hazret-i Muhyiddin’in Vahdet-i Vücud meşrebini şimdiki insanlara telkin etmekte üç mühim zararın bulunduğunu beyan eden gayet mühim bir mektup:

Yine Muhyiddin-i Arabî ve Vahdet-i Vücud hakkında münakaşa mevzuu olan bir suale verilen ilmî, mücmel bir cevap:

Bir bayramda, gayr-ı meşru dairede gülüp eğlenen elli zavallının, elli sene sonraki hallerini nasıl müşahede ettiğini beyan eden gayet güzel bir ibret levhası:

Nefs-i emmareye uymanın zararlarını ta’dad ederek, nefse şiddetli bir tokat mahiyetinde tesirli bir yazı:

Kısa bir zamandaki küfre mukabil hadsiz bir cehennem azabının nasıl hakiki adalet olduğunu beyan eden mukni bir cevap:

Manidar bir tevafuk-u latîfe:

Risale-i Nur’un makbuliyetine ve inayet-i İlahiyeye mazhariyetine dair manalı tevafuklar.

Masum kalplere nurların nasıl aksettiğini anlatan samimane, nurlu bir mektuptur:

Zekâinin rüyası:

Müjdeli ve manalı hayırlı bir rüyadır.

Tarafgirane ve risale-i nur’a rakibane söylenen sözlere mukabildir:

Risale-i Nur’un yüksekliğini ve makbuliyetini ifade eden manzum bir kasidedir.

Yirmi Sekizinci Lem’anın Yirmi Sekizinci Nüktesi:

لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ۞ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ۞ اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ۞ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

âyet-i kerîmesinden anlaşıldığı üzere: Cüz’î ve bazen şahsî gaybî hâdiseleri haber almak için gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında, o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitmesi ve getirmesi aklen ve hikmeten nasıl kabul edilebilir?

Hem âyet-i kerîmeye göre bazı peygamberler ve evliyalar, semavatın üstünde bulunan cennetin meyvelerini yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Ve bazen yakından cenneti temaşa ediyorlarmış. Nihayet derecede uzak bir şeyin, nihayet derecede yakın olması, bu asrın aklına nasıl sığar?

Hem cüz’î bir şahsın, cüz’î bir ahvali, küllî ve geniş olan semavat memleketindeki mele-i a’lâda mevzubahis olması, kâinatın idaresindeki gayet hakîmane hikmete nasıl muvafık geliyor? diye sorulan bu üç başlı suale, gayet ilmî, aklî ve mukni cevapları tazammun eder.

YİRMİ DOKUZUNCU LEM’A-İ ARABİYE:

Risale-i Nur’un içinde, lisan-ı cennet ve üslub-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve tarz-ı Kur’an-ı bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek “Tefekkürname” ismiyle müsemma olan bu Lem’a’nın bir kısmı, numune olarak bu mecmuaya dercedilmiş olup, tamamı Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.

OTUZUNCU LEM’A:

“Sekine” nam-ı âlîsiyle tabir edilen ve her biri bir ism-i a’zam olan veyahut altısı birden ism-i a’zam bulunan Esma-i Hüsnadan “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” ism-i şeriflerine ait pek çok kıymettar ve Risale-i Nur’un şaheserlerinden biri olan bu Lem’a, yüksek bir ifade ve çok ince hakikatlerle kaleme alınmış hem çok derin mesail-i vahdaniyet, azametli genişlikleriyle tefhim edilmiş hem pek bâriz bir surette mevcudiyet-i İlahiyeye işaret eden şu hayret-engiz faaliyet ile müdebbiriyet-i Rabbaniye o kadar güzel izah edilmiş ki âh ne olurdu, bu risalenin hakikatlerinin a’makına ulaşmak şöyle dursun, sathını olsun bari görebilseydim. Heyhat!

Kāsır fehmime bakılmayarak, bu risale, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mazeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyakatsizliğimle beraber perişan halim böyle bir şaheseri fihristeye idhal edebilecek surette hülâsa etmeye kâfi gelmediğinden, mahcubiyetle emre itaat ediyorum.

Bu kıymettar Lem’a, altı nükte-i mühimmeye inkısam etmiştir.

BİRİNCİ NÜKTE:

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ âyetinin bir nüktesi ve “Kuddüs” ism-i a’zamının bir cilvesi olup hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhur ile hem vahdaniyet-i İlahiyeyi kemal-i vuzuh ile göstermektedir.

Evet, şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika; bütün mevcudatıyla hummalı bir faaliyet içinde mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını tertemiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan tut, tâ zerrata kadar her mevcud, Kuddüs-ü A’zam’dan gelen emirlere müheyya ve münkad olarak gayet faal ve gayet hârika bir istihale makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa cennetnümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme arz ediyorlar. Ve şu kasr-ı âlemdeki masnuatın cephelerinde müşahede edilen şu dil-ruba güzellik ve gayet müstahsen temizlik; bütün enzarı istihsanla kendilerine celbediyorlar ve Sâni’lerini takdir ve tahsinlerle medh ü sena ettiriyorlar.

Bu Kuddüs-ü A’zam ism-i şerifinin tecelli-i a’zamından küçük bir cilvesini şaşaalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak: Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar giymiş, güzelleşmiş, tertemiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüt gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara arz ediyorlar. Camid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla süslenmiş, sündüs-misal güzelliklerle kendilerini Sâni’lerinin nazarına takdim ediyorlar.

Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cin, ruhanîler ve melaikeler de hayran oluyorlar. “Mâşâallah, bârekellah! Bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!” deyip Sâni’-i Zülcelal’lerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki’ ve sâcid oluyorlar.

İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef’al-i İlahiye gibi vahdaniyet ve mevcudiyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde ispat edip göstermektedir.

İKİNCİ NÜKTE:

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ âyetinin bir nüktesi ve “Adl” ism-i a’zamının bir cilvesidir. Şöyle ki:

Şu kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanmakta, her vakit harp ve hicret içinde kaynamakta, her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanmaktadır. Bu hayret-engiz tebeddülat ve tahavvülat ise dehşetli cirmlerin intizamlı hareketlerinden ve küre-i zeminin yüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî zîhayatın muntazaman iaşe ve terbiyelerinden ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilacı unsurların gayet muntazam vazifelerinden; ziya ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve mematın dövüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak maziye akıp gidiyor ki Fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, muhakkak olarak diyecek:

“Bu saray-ı âlemin Sâni’i; bu saray-ı âlemi, Adl isminin a’zamî tecellisine mazhar etmekle beraber hem vâhiddir hem de öyle mizan-ı adaletle işler görüyor ki en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telakki edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor. Hem bu pek hârika intizam-ı ekmel içindeki gayet hassas mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inden başkası müdahale edemeyecek.” Hem bütün esbab o Sâni’-i Zülcelal’in dest-i kudretinin bir perdesi olduğunu anlayacak. Ve o Sâni’-i Zülcemal’in hem vâhid olduğuna hem mevcudiyetine hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi iman edecek.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

اُدْعُ اِلٰى سَبٖيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ âyetinin bir nüktesi ve “Hakem” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, beş nokta ile izah edilmiştir.

Birinci Nokta: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir hükmüne getirmiştir ki o kitab-ı kebirin zemin yüzü, bir sahifesi ve her müzeyyen bahçe, bir satırı ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halk etmiştir. O halde, şu kâinat baştan başa Hakîm-i Zülcelal’in eserleriyle süslenmiş.

Hem kendi sanatını kendisi müşahede edip hem de nâmütenahî gözlerle birbirine baktıran ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle nakkaşının vücuduna şehadet eden ve daima mizan ve intizam içinde tazelenen ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağacı derceden ve her bir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren ve her bahar sahifesini murassa nişan ve münakkaş hediyelerle süsleyip, huzurunda resmigeçit ettiren ve her an bu masnuatının lisanıyla medh ü senasını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki parmak uzatabilsin.

İkinci Nokta: İki meseledir.

Birinci Mesele: Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttırıp sevdirmesine mukabil, iman ile onu tanımayı ve ubudiyetle kendini ona sevdirmeyi ders veriyor.

İkinci Mesele: Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizam-ı mükemmel hem vahdeti hem istiklal ve infiradı iktiza ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahval ve keyfiyatıyla mizan-ı adl ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’a şirk ve küfür ile acz isnad etmek ne kadar büyük bir hata ve tevhid ile iman etmek ne kadar doğru, hak ve hakikatli bir mukabele olduğunu bildiriyor.

Üçüncü Nokta: Sâni’-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîm’iyle, kâinatta en ziyade hikmetlere medar ve mazhar kıldığı insanı; bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve insan dairesi içinde de rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakem’in parlak bir surette cilvesinin göründüğünü ve yüzer fenlerden her bir fennin bir cihette ism-i Hakem’in cilvesini tarif ettiğini mesela, fenn-i tıp, fenn-i kimya, fenn-i ziraat, fenn-i ticaret ve hâkeza bu fenlerin her birisinin kat’î şehadetleriyle, ihtiyar ve irade, kasd ve meşieti gösteren bu hadsiz intizamat ve hikmetleri o Sâni’-i Hakîm umum kâinata verdiği gibi en küçük bir zîhayatta ve en küçük bir çekirdekte dahi dercetmesiyle, Zat-ı Akdes’inin fâil-i muhtar olduğunu ve her şey onun emriyle vücud bulduğunu ve onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğunu izah ediyor.

Dördüncü Nokta: Sâni’-i Hakîm, her bir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcudların nihayet hassasiyetiyle tavzif ettiği yüzler vazifelerinden pek çok fayda ve gayeleri nihayet dikkat ile takip ettiği halde, onun cemal-i rahmet ve kemal-i adaletine ve nihayet derecede hikmetine zıt olan ve rahmet ve adaletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyan ediyor.

Beşinci Nokta: İki meseledir.

Birinci Mesele: Fıtratta israf ve abesiyet ve faydasızlık bulunmadığından كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا âyet-i kerîmesiyle, iktisatsız hareket edenleri tehdit eder.

İkinci Mesele: Cenab-ı Hakk’ın “Hakem ve Hakîm” isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ettiklerini; ve esma-i hüsnadan çok isimlerin dahi her biri bir cihette, cilve-i a’zamıyla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (asm) istilzam ettiklerini, pek parlak bir surette izah ediyor.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ âyetinin bir nüktesi, Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden “Ferd” ism-i a’zamının tecelli-i a’zamına dair tevhid-i hakikiyi gösteren yedi işarettir.

Birinci İşaret: İsm-i Ferd’in kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder.

Birinci Sikke: Kâinatın mevcudatında ve envalarında görünen ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk” sikkesidir.

İkinci Sikke: Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen, dört yüz bin nebatî ve hayvanî envaın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir.

Üçüncü Sikke: Hazret-i Âdem’den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların aza-yı esasîde bir olan simalarındaki sikke-i vahdaniyettir.

İkinci İşaret: İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, kâinatın bütün envalarını ve unsurlarını öyle bir surette birbirine girift etmekle birbirinin içine almıştır ki mecmu-u kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği ve çok birliklerle vahdaniyeti ilan ettiğini gösteriyor.

Üçüncü İşaret: Yine ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir ki her bir mektupta hadsiz hâtem-i vahdaniyet basılmış ve her bir mektup, kelimatı adedince kâtibini bildiren ehadiyet mühürlerini taşıdığını gösteriyor.

Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd’in güneş gibi zahir cilve-i a’zamını gayet makul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhaliyetini ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren bürhanlardan üç tanesini beyan ediyor.

Birincisi: Zat-ı Ferd’in hadsiz kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şeyin icadı gibi kolay ve suhuletli olduğunu; bir baharı, bir çiçek kadar ve bir ağacı, bir meyve kadar rahatça icad edip idare ettiğini ve bu keyfiyet-i icad eğer müteaddid esbaba verilse, vahdetten kesrete girildiği için en küçük bir şeyin icadı, en büyük bir şeyin icadı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkülatlı, pek çok zahmetli olduğunu temsilleriyle ispat eder.

İkincisi: Mevcudatın icadı ya ibda ve ihtira suretiyle hiçten ve yoktan olacak veyahut inşa ve terkip suretiyle anâsır ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki surette; icad-ı eşya Zat-ı Ferd-i Vâhid’e verilmez de esbabdan istenilse, hadsiz derece müşkülatlı ve suubetli ve gayr-ı makul, belki de pek çok muhalatı intac edecek. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete verilse; bir kibrit çakar gibi eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahut anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle âyine-i ilmindeki muayyen ilmî kalıplarla, hadsiz derece kolaylıkla ve suhuletle eşyanın icad edildiği görülecek.

Üçüncüsü: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zat-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olduğunu ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkülatlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder.

Birinci Temsil: Bin nefere ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zabite havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin idaresinin ne kadar müşkülatlı olduğunu…

İkinci Temsil: Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu…

Üçüncü Temsil: Küre-i arz, Zat-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hasıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet suhuletle husulü, vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal etmek için küre-i arzdan milyonlar defa büyük, hadsiz hesapsız cirmleri hudutsuz bir mesafede küre-i arzın etrafında hem küre-i arzın mihver-i yevmîsi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir defa hem mihver-i senevîsi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suubet ve müşkülatın en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini ve esbab ve tabiata icad verenler “kitap, saat, fabrika ve saray misalleriyle” echeliyetlerin en antikasını irtikâb ettiklerini izah eder.

Beşinci İşaret: Müdahale-i gayrı şiddetle reddeden, hâkimiyet-i İlahiyedir. لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla ve فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ âyetinin işaretiyle, zerrattan seyyarata kadar, ferşten arşa kadar hiçbir cihette kusur ve futur, noksaniyet ve müşevveşiyet eseri görülmemesi, ferdiyetin cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder.

Altıncı İşaret: Bütün kemalâtın medarı ve esası ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni ve zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesi, ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye olmasıdır.

Yedinci İşaret: Tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle en ekmel bir surette ders verip ispat eden ve ilan eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaleti, o tevhidin kat’iyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder.

Birincisi: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli defter-i hasenatına geçmekle ve hususan her günde umum ümmetin ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyenin (asm) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını…

İkincisi: Mahiyet-i Muhammediye (asm) âlem-i İslâmiyet’in şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevka’l-had istidat ve cihazatıyla âlem-i İslâmiyet’in maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (asm) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O zatın (asm) hadd ü nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini bildirir.

Üçüncüsü: Zat-ı Ferd-i Zülcemal bütün nev-i beşer namına, belki umum kâinat hesabına Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı kendine muhatap ittihaz etmekle; elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar ettiğini ve şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, kâinatın manevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ve ism-i a’zamın ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesi olduğunu ders verir.

BEŞİNCİ NÜKTE:

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ âyet-i azîmesiyle اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ âyet-i azîminin bir nüktesi ve “Hay” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, muhtasaran beş remiz içinde gösterilmiştir.

Birinci Remiz: İsm-i Hay ve ism-i Muhyî’nin cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevari, yirmi dokuz mertebede, iki sahife içerisinde, öyle güzel bir surette cevap verilerek tarif edilmiştir ki bu nasıl acib bir izah, bu nasıl fesahatli bir tarz-ı beyan, bu nasıl garib bir tabirattır ki misli görülmemiş. İnsan, bu hakikatlerin güzelliklerine meftun oluyor, hayretinden parmaklarını ısırıyor, daha fevkinde tarif tasavvur edilemiyor, takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor.

İkinci Remiz: Hayatın yirmi dokuz hâssasından yirmi üçüncü hâssasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye esbab-ı zahiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor.

Üçüncü Remiz: Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni’-i Hayy-ı Kayyum’u, hadsiz nimetleriyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirmesine mukabil, zîhayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar sanatlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini ve her bir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor.

Dördüncü Remiz: Hayat, imanın altı erkânı olan اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ rükünlerine bakıp ispat ettiğini o kadar latîf bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki o belâgat-ı ifade, insanı hayran ediyor.

Beşinci Remiz: Birinci Remzin on altıncı hâssasında zikredilen: Hayat bir şeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz ise küll gibi cüz’î ise küllî gibi bir câmiiyet verdiğini çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor. Hem hâtimesinde, ism-i a’zam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor.

ALTINCI NÜKTE:

Kayyumiyet-i İlahiyeye bakan âyetlerin bir nüktesine ve “Kayyum” ism-i a’zamının bir cilve-i a’zamına, muhtasar olarak beş şuâ ile işaret eder.

Birinci Şuâ: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i bizatihî Kayyum’dur, Daim’dir, Bâki’dir. Bütün eşya onun Kayyumiyetiyle kaimdir, devam eder, vücudda kalır, beka bulur. O nisbet-i Kayyumiyet bir an kesilse bütün eşya birden mahvolur. Şeriki ve naziri yoktur. Maddeden mücerred, mekândan münezzeh, tecezzi ve inkısamı muhal, tagayyür ve tebeddülü mümteni; ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zat-ı Akdes’in bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalalet kimseler, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde hissettikleri hayret-engiz hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin cilve-i a’zamının nereden geldiğini bilemediklerinden ve kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm etmeleriyle açtıkları inkâr-ı uluhiyet mesleklerindeki yollarının içyüzünü gösteren ve hak ve hakikat mesleğinin letafetli yüzünü sırr-ı Kayyumiyetin tecelli-i a’zamıyla izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gayet dakik ve çok amîk ve pek geniş bir ifade ile tabiiyyun ve maddiyyun mesleklerini iptal edip, onları techil eden ve utandıran âlî bir beyandır.

İkinci Şuâ: İki meseledir.

Birincisi: Hadd ü hesapsız ecram-ı semaviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mizan içinde, sırr-ı Kayyumiyetle kıyam ve beka ve devamları ve “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyadları, ism-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi her bir zîhayatın cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her azasında o azaya göre toplanmaları ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkanan unsurların, dağılmayarak o cesette muntazaman durmaları ve o emr-i İlahiyeye inkıyadları, sırr-ı Kayyumiyeti ilan eden hadsiz diller olduğunu beyan eder.

İkinci Meselesi: Eşyanın sırr-ı Kayyumiyetle münasebettar fayda ve hikmetlerine işaret eden pek çok envaından üç nevine işaret eder.

Birinci Nevi: Eşyanın kendisine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.

İkinci Nevi: Hem umum zîşuurun mütalaasına bakar hem Fâtır’ının esmasını bildiren birer âyet ve birer kaside olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar.

Üçüncü Nevi: Doğrudan doğruya Sâni’-i Zülcelal’e bakar. İşte bu üçüncü nevide bir saniye kadar yaşamak kâfi olmakla beraber, اَللّٰهُ الَّذٖى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا âyetinin işaretiyle; kayyumiyet-i İlahiye, hadsiz ecrama ve nihayetsiz zerrata nokta-i istinad olduğunu ve bi’l-cümle mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin uçları وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ işaretiyle sırr-ı Kayyumiyete bağlı bulunduğunu iş’ar eder.

Üçüncü Şuâ: Hallakıyet-i İlahiye ve Faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına işaret eden mukaddimelerin birincisi: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderilen bu mahlukatın, bu hayret verici seyahat ve seyeranı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor.

Birinci Şubesi: Faaliyetin her bir nev’i, cüz’î olsun küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla –tabirde hata olmasın– Zat-ı Hayy-ı Kayyum’da bulunan bir aşk-ı lahutînin ve bir muhabbet-i kudsiyenin ve bir lezzet-i mukaddesenin şuunatı, hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz hallakıyetle kâinatı mütemadiyen tazelendirip çalkalandırdığını…

İkinci Şubesi: Her bir cemal ve hüner sahibi, kendi cemalini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilan etmesi kaidesiyle; Cemil-i Zülkemal’in bin bir esma-i hüsnasından her bir isminin her bir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsün ile hadsiz hakaik-i cemile bulunmasındandır ki o aşk-ı mukaddese-i İlahiye, o sırr-ı Kayyumiyete binaen kâinatı mütemadiyen değiştirip tazelendirdiğini…

Üçüncü Şubesi hem Dördüncü Şuâ: Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlîcenab olan zat, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mesud etmekten lezzet alması ve her âdil zat, ihkak-ı hak etmekten keyiflenmesi ve her hüner sahibi sanatkâr, yaptığı sanatını teşhir etmekten ve sanatının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binaen, bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’i bin bir esma-i hüsnasının hadd ü nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudatı mazhar etmek için bu kâinatı böyle acib bir hallakıyet-i daime ve hayret-engiz bir faaliyet-i Sermediye içinde sırr-ı Kayyumiyet ile mütemadiyen tazelendirip tecdid ettiğini pek garib, pek şirin, pek latîf, gayet hoş bir ifade ile izah ediyor.

Ve bir kısım ehl-i dalaletin, “Kâinatı böyle tağyir ve tebdil eden zatın, kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelmez mi?” diye sordukları suale, bilakis Zat-ı Zülcelal’in mütegayyir ve mütehavvil olmaması lâzım geldiğini gayet kat’î bir surette beyan eden bir cevapla mukabele edilmiştir.

Beşinci Şuâ: İki meseledir.

Birinci Mesele: İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamına baktırmak için hayalî iki dürbünden biriyle, en uzaklarda esîr maddesi içinde sırr-ı Kayyumiyetle durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dürbünle zîhayat mahlukat-ı arziyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir.

Hülâsası: Bu altı ism-i a’zam birbiriyle imtizaç ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyum cilve-i a’zamı arkasında tecelli eden ism-i Hayy’ın bütün o mevcudatı hayat ile ışıklandırdığını ve ism-i Hayy’ın arkasında tecelli eden ism-i Ferd’in, o mevcudatı bir vahdet içine alıp yüzlerine birer hâtem-i ehadiyet bastığını ve ism-i Ferd’in arkasında tecelli eden ism-i Hakem’in, o mevcudatı meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine alıp süslendirdiğini ve ism-i Hakem’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Adl’in, o mevcudatı yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar gayet hassas bir mizan-ı adl içinde tutarak “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyad ile itaat ettirdiğini ve ism-i Adl’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Kuddüs’ün, o mevcudatı, Cemil-i Mutlak’ın cemal-i zatına ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına lâyık ve münasip olacak gayet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.

İkinci Mesele: Kayyumiyetin, vâhidiyet ve celal noktasında kâinatta tecellisi olduğu gibi ehadiyet ve cemal noktasında insanda dahi cilvesinin tezahüratı olduğunu ve bu tecelli ile Zat-ı Zülcemal’in, beşere, melaikelerin fevkinde ettiği ihsanatını ve o ihsanatın câmiiyetini ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet edip, insana teshir etmesinin ve kâinatın, insanla mazhar olduğu sırr-ı Kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini ta’dad eder. Ve insanın o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a âyinedarlık ettiğini anlatır. Ve bu âyinedarlık ettiği vecihlerden üçüncü vecihteki âyinedarlığının da iki yüzü olduğunu; birinci yüzüyle esma-i İlahiyeye, ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık ettiğini emsali nâ-mesbuk bir talâkat-ı lisan ile ifade ediyor ki beşerin dâhîlerini dahi bu hakikatlere meftun edip hayran eder.

Hüsrev

MÜNÂCAT:

Cenab-ı Hakk’a ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisab-ı marifet ederek ubudiyetin (kema hiye hakkıha) iktiza ettiği acz ve fakr-ı tammı izhar ederek dergâh-ı İlahiyeye iltica ve huzur-u Rahman’a takarrub gibi mezaya-yı insaniyeyi bihakkın talim ve dünya ve mâfîhaya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i enbiya aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimizin münâcatından ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me’huz nazirsiz şu münâcatın menba-ı manevîsi, evvela başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; sâniyen, Cevşenü’l-Kebir’in bin bir esmasından hilkat-i mevcudatla münasebettar birkaç ukdelerinden; sâlisen, “İlim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali kerremallahu vechehu radıyallahu anhın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vâhid-i Ehad’i ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi mukteda-bih ittihaz ederek mevzu ve gaye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevzi eder ki bu hakaike ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup, yalnız mükerreren sâdır olan emre mutavaat niyet ve kasdıyla şürû’ edilen şu fihristte deriz:

Birinci Fıkrada: Semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemal-i faaliyet, Mabud-u Bi’l-hak olan Vâcibü’l-vücud Vâhid-i Ehad’e delâlet ettiğini…

İkinci Fıkrada: Fezanın bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzası yine mezkûr biküll-i lisan olan Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad’e dâll bulunduğunu…

Üçüncü Fıkrada: Unsurlar sair müştemilatıyla ve küre-i arz umum mahlukatıyla ve teferruatıyla…

Dördüncü Fıkrada: Edille-i sâbıka gibi denizler, nehirler, pınarlar maruf biküll-i ihsan olan Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad’e delâlet ettiğini…

Beşinci Fıkrada: Geçen şehadet gibi; dağlar, zelzele tesiratından zeminin muhafaza ve sükûnetine ve içindeki inkılabat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilasından halâsına hem havanın muzır gazlardan tasfiyesine ve suların iddiharına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet ettiğini…

Altıncı Fıkrada: Geçen deliller gibi zemindeki ağaçların ve nebatatın; yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarane hareket-i zikriyeleri ve kemal-i suhuletle giydirilen cihazat ve ziynetleri bilbedahe vücub-u vücud ve vahdet-i Bâri’ye delâlet ettiğini…

Yedinci Fıkrada: Keza zîruhun ve hususan nev-i beşerin cisimlerinde mevcud ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî aza ve cevarih ve bilhassa havass-ı hamse-i zahire gibi kemal-i faaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti ispat ettiğini…

Sekizinci Fıkrada: Kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiya ve evliya ve asfiyanın hülâsaları olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatıyla, yüzler icma ve tevatür kuvvetinde ve kat’iyetinde vücub-u vücud ve vahdet-i İlahiyeye şehadet ettiklerini kemal-i vuzuh ile beyan ve tahaccür etmiş kalpleri ıslah hem Cenab-ı Kibriya’ya münâcat olan şu yekta ravza-i hakikat, hâtime-i tazarru ve niyazını şöyle bağlar ki:

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı külli şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve imana hizmet için insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Musa aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve cennetü’l-firdevste mesud kıl, âmin âmin!

Kelimat-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münâcat, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı müfarıkı olmaya çok lâyık olduğu aşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi.

  1. Sabri rahmetullahi aleyh

***

 

Sekizinci Lem’a’nın Fihristesinden Bir Parça

İşarat-ı gaybiye hakkında bir yazı ve bir takriz.

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ve فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı A’zam Seyyid Abdülkadir-i Geylanî’nin bir keramet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor. Mütevatir keramat-ı hârikaya mazhar olan o Sultanü’l-evliya mematında, aynı hayatında olduğu gibi müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşif ve ehl-i velayetçe kabul edilmiş. İşte o zat sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlahî ile kerametkârane bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş.

Bu dağdağalı ve fitneli zamanda, ona mensup bir kısım Kur’an hizmetkârlarına teselli verip, teşci ve teşvik etmek suretinde bir meşhur kasidesinin âhirinde beş satır içinde on beş cihetle aynı haberi veriyor. Hem ilm-i Cifr’in üç dört vechiyle o beş satırın manası hem kelimatı hem hurufun adedi birbirini teyid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, kat’iyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş.

Malûmdur ki istikbalden haber veren enbiya ve evliya لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. Bazı bir işaret, bazı iki işaret, en kuvvetlisi beş altı işaretle aynı hâdiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı A’zam, bu zamandaki hizmet-i Kur’aniyenin heyetini işaret edip, içinde bir hâdimini sarahat derecesinde gösteriyor.

Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihraçlarıyla ve tasdikleriyle olduğundan bana ait haddimden fazla hisseyi, onların hatırları için kabul ettim. Yoksa o risalenin başında söylediğim gibi bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur.

On sene mukaddem o kaside-i gaybiyeyi görmüştüm ve bana manevî bir ihtar gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:

Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ve şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.

İkinci Cihet: Bu muannid zamanda bedihî davaları ve zahir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nevinden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet esaretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nevinden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir!”

O risalenin başında dediğim gibi bunu izharda en mühim maksadım: Esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam imza basması nevinden olduğudur.

İkinci Maksadım: O kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip hizmet-i Kur’aniyeye füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.

Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstadımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim.

Bu Keramet-i Gavsiye Risalesi tedricen istihraç edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaratın bazısında zafiyet varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o zaafı izale eder.

Hattâ cây-ı hayrettir ki o beş satırın âhirinde, her birinin mertebesini ve has bir sıfatını îma etmek suretinde on beşten fazla hizmet-i Kur’aniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risalede, Keramet-i Gavsiye münasebetiyle birkaç ehemmiyetli meseleler ve birkaç mühim hakikatler beyan edilmiştir.

Bu risaleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlas ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem başında olan maksatlarımı düşünerek öyle baksın. Beni, bir keramet-füruşluk vaziyetinde tasavvur etmesin.

***

Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Fihristesinden Bir Parça

BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, Kaside-i Ercuze’sinde اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا deyip, bu zamanda tamim edilen ecnebi harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifrî ve ebcedî rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla vaki cereyan-ı küfriyaneye işaret ettiği gibi hem Ercuze’sinde hem Ercuze’yi teyid ve takviye eden Kaside-i Celcelutiye’sinde sarahate yakın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً § تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur’a ve müellifine hususi iltifatını اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَالْاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ deyip, âhir zamana kadar Risale-i Nur’un bedî’ bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci nâşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bidayet-i İslâm’da Kur’an’ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a’zamı şefî tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyet’i muhafazaya çalıştığı gibi; âhir zamanda bütün bütün Kur’an’a muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a’zamı şefî ve melce ve tahassungâh ittihaz edip cerh edilmez Kur’an’ın i’cazından gelen ve hâtem-i mu’cizeyi gösteren Risale-i Nur’un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, ism-i a’zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve ism-i Rahman ve Rahîm’in şefkatli ve re’fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur’u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın makam-ı velayetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir.

Hem Kaside-i Celcelutiye’nin bir kerameti olan فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى جَلَّ قَدْرُهُ dan başlayan üç dört satırda kuvvetli emare ve delilden:

Birinci Emare: فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى جَلَّ قَدْرُهُ cifir ve ebcedî hesabıyla bin üç yüz elli üç senesi ki Risale-i Nur şakirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda “Sekine” tabir edilen ism-i a’zamı, yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa daimî vird eden Risale-i Nur müellifinin isimlerine tevafuk sırrıyla parmak basması, o zamanda ism-i a’zamı hâmil Risale-i Nur müellifinin hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini; lillahi’l-hamd, selâmet ile kurtulmaları, keramet-i Aleviye’yi tasdik ettiğini…

İkinci Emare: فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ وَحَارِبْ وَلَا تَخَفْ fıkrasıyla, Eski Harb-i Umumîye iştirak ile yara bereye ve nihayetsiz korkulara maruz kalıp, nihayet Rusya’ya esir giden hem dehşetli bir harb-i âhir zamanda mühim bir vazife ile mükellef edilip, yılandan daha zehirli akreplerin bulunduğu bir memlekete düşen ve gece gündüz yılanlarla harp eden Risale-i Nur müellifine فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ وَحَارِبْ وَلَا تَخَفْ ile iltifatını ve manevî sıyanet ve muhafaza ve imdadını haber veriyor.

Üçüncü Emare: Üç güz mevsiminde medar-ı teselli üç keramettir.

Birincisi: Gavs-ı A’zam radıyallahu anh يَا مُرٖيدٖى كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعٖيشُ سَعٖيدًا tabiriyle on beş emare-i kaviye ile

İkinci güzde, aynı mevsimde, Hazret-i Ali radıyallahu anh وَيَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ tabiriyle kuvvetli delillerle

Üçüncü güzde, فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى … اِلٰى اٰخِرِ diye yine Hazret-i Ali radıyallahu anh kerametkârane Risale-i Nur müellifine bakıp Sekiz, On Sekiz, Yirmi Sekizinci Lem’alar olan risalelerin kuvvetli ve i’cazlı telifleriyle havfa düşen ve teselliye muhtaç olan Risale-i Nur şakirdlerinin altı yedi defa لَا تَخْشَ kelimeleriyle korkularını izale edip teşci etmeleri, Kur’an hizmetkârlarına bir ikram-ı İlahî olduğunu gösterir. Hem وَاقْبِلْ وَلَا تَهْرَبْ fıkrasının yine evvelki fıkralar gibi muhatabı Saidü’n-Nursî olduğundan “Yâ Saidü’n-Nursî! Karşıla, kaçma!” deyip teşci ediyor.

Netice: Dokuz “hem hem”lerin gösterdiği dokuz hakikatin, Risale-i Nur’da ve müellifinde bilfiil icrası ve bilmüşahede görünmesi hattâ düşmanlarının tasdikiyle de sabittir ki: Hazret-i Ali radıyallahu anhın Kaside-i Ercuze ve Celcelutiye’sindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir Vâris-i Nebi ve Mukavvi-i Din ve Hâmil-i ism-i a’zam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğu çünkü bütün dünya meydandadır ve bütün nidaları işitiyoruz; ekseriya hareketleri görüyoruz ki hak ve hakikatte yanılmayan ve Kur’an’ın hukukunu emrolunduğu gibi tevilsiz muhafazaya çalışan “Risale-i Nur”dur diye şek ve şüphesiz olarak Hazret-i Ali radıyallahu anhın muhatabı o olduğunu kat’î ispat eder.

Hâfız Ali rahmetullahi aleyh

***

Loading

Münâcat

Yâ İlahî ve yâ Rabbî!

Ben, imanın gözüyle ve Kur’an’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.

Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nurani tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i uluhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.

Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!

Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla derece-i bedahette –ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı!– senin vücub-u vücuduna öyle zahir şehadet –ve ey zerratı, muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!– senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nurani bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.

Hem bu safi, temiz, güzel gökler; fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik lambalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve her şeyi icad eden kudretinin azametine zahir delâlet ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlukat-ı semaviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümulüne şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar zahirdir ki güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nurani delilleridirler.

Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise mutî neferler, muntazam sefineler, hârika tayyareler, acayip lambalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı uluhiyetinin şaşaasını gösteriyorlar.

Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla, güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

Ey Vâcibü’l-vücud! Ey Vâhid-i Ehad!

Bu hârika yıldızlar, bu acib güneşler, aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden bir tek Hâlık’a tesbih ederler, tekbir ederler; lisan-ı hal ile “Sübhanallah, Allahu ekber” derler.

Ben dahi onların bütün tesbihatıyla, seni takdis ederim ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelal!

*

Ey Kādir-i Mutlak!

Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar, senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârları ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.

Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi lisan-ı kāl ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.

Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi cevvi, âdeta bir hikmete binaen “levh-i mahv ve ispat” ve “yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, senin vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.

Ey Mutasarrıf-ı Faal ve ey Feyyaz-ı Müteâl!

Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem koca fezayı mahşer-i acayip yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve her bir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün mahlukatına cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şeye yetişmelerine delâlet eder.

Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faydalarda istimal olunur ki her şeye ihata eden bir ilim ve her şeye şâmil bir hikmet olmazsa o istimal, o istihdam olamaz.

Ey Fa’alün limâ yürîd!

Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir numune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.

Ey Kadîr-i Zülcelal!

Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet süratli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.

*

Ey arz ve semavatın Hâlık-ı Zülcelali!

Senin Kur’an-ı Hakîm’inin talimiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de arz bütün mahlukatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler eder.

Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül cüz’î olsun, küllî olsun yoktur ki intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.

Hem hiçbir hayvan yoktur ki zafiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatın hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki sanat-ı acibesiyle ve latîf ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîm’lerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istila edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettah-ı Allâm! Ey Fa’al-i Hallak!

Nasıl arz, bütün sekenesiyle Hâlık’ının Vâcibü’l-vücud olduğuna şehadet eder. Öyle de senin –Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannan-ı Mennan! Ey Vehhab-ı Rezzak!– vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine şehadet, belki mevcudat adedince şehadetler eder.

Hem nasıl zemin bir ordugâh, bir meşher, bir talimgâh vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanat fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıklarını, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan, rahîmane, kerîmane verilmesi ve hadsiz o efradın kemal-i musahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin her şeye şümulünü ve hâkimiyetinin her şeye ihatasını gösteriyor.

Hem zeminde değişmekte bulunan mahlukat kafilelerinin sevk ve idareleri, mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi her şeye taalluk eden bir ilim ile ve her şeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevî cihazat ile teçhiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.

Ey Hâlık-ı külli şey!

Zeminin bütün mahlukatı, senin mülkünde, senin arzında, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ve iradetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve şümul gösteriyor. Ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır. Ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki tecezzi kabul etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rububiyet olduğunu bildiriyor.

Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zahir hadsiz lisanlarla Hâlık’ını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelal’inin hamd ve medh ü senasını ediyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zat-ı Akdes!

Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.

*

Ey Rabbü’l-berri ve’l-bahr!

Kur’an’ın dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının talimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin senin birliğine ve varlığına şehadet ederler. Öyle de bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler.

Evet, bu dünyamızın menba-ı acayip buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud, hattâ hiçbir katre su yoktur ki vücuduyla, intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlık’ını bildirmesin.

Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hilkatleri gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi, bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki hilkatiyle ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzak’ına şehadet etmesin.

Hem denizde kıymettar, hâsiyetli, ziynetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin.

Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve icadca gayet kolay ve efradca gayet çokluk noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit denizlerini muallakta durdurmak ve dökmeden, dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istila ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halk etmek ve erzak ve sair umûrlarını küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, senin varlığına ve Vâcibü’l-vücud olduğuna mevcudatı adedince işaretler ederek şehadet eder.

Ve senin saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve her şeye muhit olan kudretinin azametine pek zahir delâlet ettikleri gibi göklerin fevkindeki gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar her şeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve intizamatıyla ve faydalarıyla ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin her şeye muhit ilmine ve her şeye şâmil hikmetine işaret ederler.

Ve senin, bu misafirhane-i dünyada, yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine ve gemisine ve istifadesine musahhar olması işaret eder ki yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zat, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki bunlar onların fâni ve küçük numuneleridirler.

İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile senin mülkünde, senin emrine musahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlık’ını takdis edip “Allahu ekber” derler.

*

Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelal!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki nasıl denizler acayipleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de dağlar dahi zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envaından ve muhtelif hastalıklara ilaç olan maddelerin aksamından ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyla hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle ve bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit envalarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve sanatça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, o Sâni’in vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnûlar, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mani olmadan, sair neviler ile beraber karışık iken, karıştırmaksızın icadları; Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.

Öyle de zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlukların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve toprak tabakatı içinde, gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde; bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle, senin her şeye taalluk eden ilminin ihatasına ve her bir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve ilaçların ihzaratı ve madenî maddelerin iddiharatıyla rububiyetinin rahîmane ve kerîmane olan tedabirinin mehasinine ve inayetinin ihtiyatlı letaifine pek zahir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumlu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehadet eder ki bu kadar Kerîm ve misafirperver ve bu kadar Hakîm ve şefkat-perver ve bu kadar Kadîr ve rububiyet-perver bir Sâni’in, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ey Kādir-i külli şey!

Dağlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar ve müddehardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshir eden Hâlık’ını takdis ve tesbih ederler.

*

Ey Hâlık-ı Rahman! Ve ey Rabb-i Rahîm!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım: Nasıl ki sema ve feza ve arz ve deniz ve dağ, müştemilat ve mahluklarıyla beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar.

Ve umum eşcarın ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve ziynetleriyle Sâni’inin isimlerini tavsif ve tarif eden çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden her birisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika sanat içindeki nizam ve nizam içindeki mizan ve mizan içindeki ziynet ve ziynet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taalluk eden icad fiilleri ve Rabbanî isimlerde muvafakat ve o yüz bin envaın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalarıyla, o Vâcibü’l-vücud Sâni’in bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine dahi şehadet ederler.

Hem nasıl ki onlar senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüz binler tarzda iaşe ve idareleri; şaşırmayarak, karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, senin rububiyetinin vahdaniyetteki haşmetine ve bir baharı, bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine ve her şeye taallukuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in’amlar ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemal-i intizamla cereyanları ve her şey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle, hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine kat’î delâlet etmekle beraber o ağaçların ve nebatların ve her bir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi her birisinin her bir şeyini, her bir işini bilerek, görerek; faydalara, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, senin ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her şeye şümulüne pek zahir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve senin gayet kemaldeki cemal-i sanatına ve nihayet cemaldeki kemal-i nimetine hadsiz dilleriyle sena ve medhederler.

Hem bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymettar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret belki şehadet eder ki:

Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zat-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlukat tarafından “Bize tattırdı fakat yedirmeden bizi idam etti.” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı uluhiyetini ıskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise müşterilere göstermek için numunelerdir.

Hem ağaçlar ve nebatlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve tesbih ve tahmid ettikleri gibi o kelimelerden her birisi dahi ayrıca seni takdis eder. Hususan meyvelerin bedî’ bir surette, etleri çok muhtelif, sanatları çok acib, çekirdekleri çok hârika olarak yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların başlarına koyarak zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal olan tesbihatları, zuhurca lisan-ı kāl derecesine çıkar. Bütün onlar senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsanatınla, senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar ve senin her bir emrine mutîdirler.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni’-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm!

Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.

*

Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki nasıl nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar. Öyle de zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî azalarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faydalar ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet sanatlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir muvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin.

Çünkü bu kadar basîrane nazik sanat ve şuurkârane ince hikmet ve müdebbirane tam muvazeneye, elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünkü o halde her bir zerresi; her bir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu her şeyini bilecek, görecek, yapabilecek âdeta ilah gibi ihatalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra teşkil-i ceset ona havale edilir ve “Kendi kendine oluyor.” denilebilir.

Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta birlik ve her bir nev’in efradı simalarında görülen sikke-i hikmette ittihat ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki senin vahdetine kat’î şehadette bulunmasın. Ve her bir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.

Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envaı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetinin derece-i haşmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet sanatlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla, kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine ve her biri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silaha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delâlet ederler.

Hem nasıl ki hayvanattan her birisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musağğarı hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmayarak, hatasız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her şeye şümulüne, adetlerince işaretler ederler.

Öyle de her biri birer mu’cize-i sanat ve birer hârika-i hikmet olacak kadar sanatlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin sanat-ı Rabbaniyenin kemal-i hüsnüne ve gayet derecede güzelliğine işaret ve her birisi, hususan yavrular, gayet nazdar, nâzenin bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, senin inayetinin gayet şirin cemaline hadsiz işaretler ederler.

Ey Rahmanu’r-Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Emin! Ey Mâlik-i Yevmi’d-din!

Senin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin irşadıyla anladım ki: Madem kâinatın en müntehab neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehab hülâsası ruhtur. Ve zîruhun en müntehab kısmı zîşuurdur. Ve zîşuurun en câmii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar, zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar, insanlara musahhardır, onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlık’ını pek ciddi severler ve Hâlık’ları onları hem sever hem kendini onlara her bir vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı ve cihazat-ı maneviyesi, başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor. Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor. Ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için Hâlık’ına yalvarıyor.

Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mesudane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.

Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.

Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nev’in ara sıra istimal için bir tek cesedi bulunacağı rivayat-ı sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.

Ey Kādir-i Kayyum!

Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur; senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle ve ancak senin irade ve tedbirinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin emirlerine teshir ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil belki fıtraten zaafı ve aczi için rahmet tarafından ona musahhar olmuşlar. Ve lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile Sâni’lerini ve Mabud’larını kusurdan, şerikten takdis ve nimetlerine şükür ve hamdederek, her biri ibadet-i mahsusasını yapıyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zat-ı Akdes!

Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ diyorum.

*

Yâ Rabbe’l-âlemîn! Yâ İlahe’l-evvelîne ve’l-âhirîn! Yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.

Evet kalplerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zata bakan hiçbir hatırat-ı gaybiye ve ilham edici bir zata baktıran hiçbir ilhamat-ı sadıka ve hakkalyakîn suretinde sıfât-ı kudsiye ve esma-i hüsnanı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne ve enbiya ve evliyada bir Vâcibü’l-vücud’un envarını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nurani kalp ve asfiya ve sıddıkînde, bir Hâlık-ı külli şey’in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.

Ve bilhassa bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve sıddıkînin imamı ve reisi ve hülâsası olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarını tasdik eden hiçbir mu’cizat-ı bâhiresi ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-i âliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatli kitapların hülâsatü’l-hülâsası olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hiçbir âyet-i tevhidiye-i kātıası ve mesail-i imaniyeden hiçbir mesele-i kudsiyesi yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma ve sıfâtına şehadet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.

Hem nasıl ki bütün o yüz binler muhbir-i sadıklar, mu’cizatlarına ve keramatlarına ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlığına ve birliğine şehadet ederler. Öyle de her şeye muhit olan arş-ı a’zamın külliyat-ı umûrunu idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î hatıratını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden hiçbir fiil, bir fiile; bir iş, bir işe mani olmadan, en büyük bir şeyi, en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icma ile ittifak ile ilan ve ihbar ve ispat ediyorlar.

Hem nasıl ki bu kâinatı, zîruha hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatı unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihatasına ve her bir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ her bir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve her bir zîhayatta azaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takip eden hattâ insanın lisanını çok vazifeler ile tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mizancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin her bir şeye şümulüne hem bu dünyada numuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icma, bi’l-ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu’cizat-ı bâhiresine ve âyât-ı kātıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-ü nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalalet için cehennem bulunduğunu haber verip ilan ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal!

Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzip edip, saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaatle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve davalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve seni vaadinde tekzip etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin!

Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten, senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum! سُبْحَانَهُ وَ تَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبٖيرًا âyetini, vücudumun bütün zerratı adedince söylemek istiyorum!

Belki senin o sadık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatın –hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde– senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler. Ve bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-i ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin ibadına ders veriyorlar.

Ey Rabbü’l-enbiya ve’s-sıddıkîn!

Bütün onlar; senin mülkünde, senin emrin ve kudretin ile senin irade ve tedbirin ile senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzaftırlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile küre-i arzı bir zikirhane-i a’zam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı külli şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve imana hizmet için insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve cennetü’l-firdevste mesud kıl, âmin âmin âmin!

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Kur’an’dan ve münâcat-ı Nebeviye olan Cevşenü’l-Kebir’den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîm’imin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’an’ı ve Cevşenü’l-Kebir’i şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum.

***

Loading

Otuz Üçüncü Lem’a

Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyllerinden ibarettir. “Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mesnevî-i Nuriye” ismi altında intişar etmiştir.

***

Loading

Otuz İkinci Lem’a

Eski Said’in en son telifi ve yirmi gün ramazanda telif edilen, kendi kendine manzum gelen “Lemaat” risalesidir. “Sözler” mecmuasında neşredilmiştir.

Loading

Otuz Birinci Lem’a

Şuâlara inkısam etmiş olup Şuâların on üçü telif edilmiş, bir kısmı henüz telif edilmemiştir. “Şuâlar” namı altında müstakil bir mecmua halinde neşredilecektir. (*)

* Bilâhare Üstadımızın tensibi ile On Dördüncü Şuâ Afyon Mahkemesi Müdafaası ve mektupları ve On Beşinci Şuâ ise “El-Hüccetü’z-Zehra” olarak tesmiye edilmiş ve neşredilmiştir.

Bedîüzzaman’ın Hizmetkârları

Loading

Otuzuncu Lem’a

Otuz Birinci Mektup’un Otuzuncu Lem’a’sı

ve

Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi

Altı nüktedir.

Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli El-Hüccetü’z-Zehra olması gibi Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı da ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’a’dır.

İsm-i a’zamdan Hayy-ı Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş meseleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.

Birinci Nükte

İsm-i Kuddüs’ün bir nüktesine dairdir.

(Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Zeylinin Zeyli olması münasiptir.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan Kuddüs isminin bir cilvesi şaban-ı şerifin âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki gördüm:

Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; muzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahirî bulunsa da çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor.

Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranilik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor.

Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın fezasında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki küre-i arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak yalnız birkaç semavî taşlar düşmüş ise de hiç kimsenin başını kırmamış.

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve dövüşmeleri yüzünden yüz binler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyûr-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddüs’ün bir cilve-i a’zamına mazhardır ki o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü’l-lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler.

Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor.

Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi bütün zerreler dahi dinliyorlar ki hayret-engiz tahavvülat fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latîf suretleri almak için bir dest-i hikmet tarafından sevk olunuyorlar.

İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; ism-i Kuddüs gibi bir ism-i a’zamdan, kâinatın daire-i a’zamında görünen bir cilve-i a’zamdır ki doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, güneş gibi geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.

Evet, Risale-i Nur’un çok cüzlerinde kat’î bürhanlarla ispat edilmiş ki: İsm-i Hakem ve ism-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve ism-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve ism-i Cemil ve Kerîm’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve ism-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, her biri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından bir tek zatın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de ism-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i neviyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi esma-i hüsnanın ekserisinin, belki bin bir esmanın her birinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.

Evet, her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve her şeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şâmile ve her şeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vâsia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatler ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi bir tek Zat-ı Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzak, Hay ve Muhyî’yi bilbedahe gösteriyorlar.

Eğer her biri birer bürhan-ı bâhir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad’e verilmezse yüzer vecihte muhaller lâzım gelir. Mesela, onlardan değil hikmet, inayet, rahmet, iaşe, ihya gibi bedihî hakikatler ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif fiili kâinat Hâlık’ına verilmezse o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak veyahut Hâlık-ı âlem’in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak veyahut bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve vâridat ve masarifinin muvazenelerini tanzim etmek için kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin azaları olacak ve hâkeza… Bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı, ulvi tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüz bin muhal ortaya girer.

Evet, eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler güneşe verilmezse ve bir tek güneşin cilve-i in’ikasıdır denilmezse o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakiki güneş bulunmak lâzım gelir. Tâ ki o umumî ziya vücud bulabilsin.

İşte hikmet dahi bir ziyadır. Rahmet-i muhita bir ziyadır. Tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki o Şems-i Ezelî’nin şuâlarıdırlar.

İşte gel, bak; dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى دٖينِ الْاِسْلَامِ وَ كَمَالِ الْاٖيمَانِ de.

Evet, kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvi, umumî tanzif elbette ism-i Kuddüs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasıl ki bütün mahlukatın tesbihatları ism-i Kuddüs’e bakar, öyle de bütün nezafetlerini de Kuddüs ismi ister. (Hâşiye: Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.) Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki اَلنَّظَافَةُ مِنَ الْاٖيمَانِ hadîsi, nezafeti imanın nurundan saymış. اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابٖينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرٖينَ âyeti dahi tahareti, muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş.

***

Otuzuncu Lem’a’nın İkinci Nüktesi

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kâinat öyle bir saraydır ki o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe ispat eder ki bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülat ve vâridat ve masarif; her bir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zatın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yani deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülatından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve dövüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki akl-ı beşer hiçbir yerde hakiki olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi hikmet-i insaniye dahi her şeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte gel, güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zat-ı Zülcelal’i göstermiyor mu? Ve bilhassa seyyarattan olan gemimiz yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika süratiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sürati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi bir tek Zat-ı Adl ve Rahîm’i gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin azası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki o tenasüp, o muvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ve Hakîm’i gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvanînin bedenindeki hüceyratın ve kan mecralarının ve kandaki küreyvatın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve hârika muvazeneleri var, bilbedahe ispat eder ki:

Her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında ve bir şey bir şeye mani olmuyor. Umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ve Hakîm’in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cin ve insin muvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse elbette istib’adı kalmaz.

Ey israflı, iktisatsız; ey zulümlü, adaletsiz; ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîm’in cilve-i a’zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor.

Ve ism-i Adl’in cilve-i a’zamından gelen kâinattaki adalet-i tamme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman’da وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمٖيزَانَ اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْمٖيزَانِ وَاَقٖيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمٖيزَانَ âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi hiçbir şeyde de hakiki zulüm ve mizansızlık yoktur.

Ve ism-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

İşte hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisat, nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’aniye, ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil! Ve bu üç ziya-yı a’zam gibi rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalı hakikatler haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki kâinatta ve umum mevcudatta hüküm-ferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatler; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve tabiri caiz ise rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i rububiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika sanatlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemal-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez.

Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz, kat’î delillerle ispat etmiştir ki âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.

***

İsm-i a’zamın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden

Üçüncü Nükte

اُدْعُ اِلٰى سَبٖيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan ism-i Hakem’in bir cilvesi ramazan-ı şerifte Eskişehir Hapishanesinde görüldü. Ona yalnız bir işaret olarak beş noktadan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı, müsvedde halinde kaldı.

Üçüncü Nükte’nin Birinci Noktası: Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi ism-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki her sahifesinde yüzer kitap yazılmış ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur ve her harfinde yüzer kelime var ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder. Çünkü bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet, bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitaplar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi, çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’in medh ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi o ağaç dahi nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

Hem güya Hakem-i Zülcelal, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.

Hem güya o Sultan-ı Ezelî’nin o ağaca verdiği murassa hediye ve nişanları ve formaları, hususi bayramı ve resm-i küşadı olan baharda padişahının nazarına arz etmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki her bir çiçeğinde, her bir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve deliller ile nakkaşının vücuduna ve esmasına şehadet ederler.

Mesela, her bir çiçekte, her bir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde ve o tevzin ve tanzim, bir ziynet ve sanat içinde ve o ziynet ve sanat, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan her bir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal’e işaretler ediyor.

Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hâkeza…

Buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle ism-i Hakem ve Hakîm’in cilvesiyle yalnız her bir sahifesi değil, belki her bir satırı ve her bir kelimesi ve her bir harfi ve her bir noktası, birer mu’cize hükmüne getirilmiştir ki bütün esbab toplansa bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler.

Evet, bu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın her bir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu’cizeler gösterdiklerinden elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.

Üçüncü Nükte’nin İkinci Noktası: İki meseledir.

Birinci Mesele: Onuncu Söz’de beyan edildiği gibi nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki bu kitab-ı kebir-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelî’si, bu kâinatla ve bu kâinatın her bir sahifesiyle ve her bir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz’îden en küllîye kadar her bir mevcudun müteaddid lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali ve’l-cemal, sana karşı kendisini her bir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!

İkinci Noktanın İkinci Meselesi: Bu kâinatın Sâni’-i Kadîr ve Hakîm’inin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü her şeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan şirki kabul edemez. Çünkü müteaddid eller bir işe karışırsa o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi; en edna bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki hâkimiyetin en esaslı hâssası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder.

Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse elbette derece-i rububiyette hakiki bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak’ta bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı intizam bozulacaktı.

Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki bir çekirdeği halk etmek için bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun numunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet, bir çekirdekte belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise muhalatın ve bâtıl hayalatın en manasız ve en uzak bir muhalidir. Koca kâinatın umum ahval ve keyfiyatını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’ın aczini, hattâ bir çekirdekte dahi iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduğunu ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الْاٖيمَانِ de.

Üçüncü Nokta: Sâni’-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîm’iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faydaları, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakîm’in cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden her bir fen, Hakem isminin bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.

Mesela, tıp fenninden sual olsa: “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradır. İçinde her bir ilaç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”

Fenn-i kimyadan sorulsa: “Bu küre-i arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan gayet mükemmel bir fabrikadır.”

Fenn-i ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok sanatlı bir dükkândır.”

Fenn-i iaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın envaını câmi’ bir ambardır.”

Fenn-i rızık diyecek: “Yüz binler leziz taamlar, beraber kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve bir kazan-ı Rahmanîdir.”

Fenn-i askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silaha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dört yüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde; ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silahları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları kemal-i intizamla hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak bir tek Kumandan-ı A’zam’ın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp idare ediliyor.”

Ve Fenn-i elektrikten sorulsa elbette diyecek: “Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lambalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar hârika bir intizam ve mizan iledir ki başta güneş olarak küre-i arzdan bin defa büyük o semavî lambalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gaz yağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lamba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi (Hâşiye: Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahut lambasına ne kadar odun ve kömür ve gaz yağı lâzım olduğu hesap edilsin. Her gün yanması için –kozmoğrafyanın sözüne bakılsa– bir milyon küre-i arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gaz yağı gerektir. Şimdi düşün; onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelal’in haşmetine, hikmetine, kudretine Güneşin zerreleri adedince “Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah” de.) kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine, kudretine bak, ‘Sübhanallah’ de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikalarının âşiratı adedince ‘Mâşâallah, bârekellah, lâ ilahe illâ hû’ söyle.

Demek bu semavî lambalarda gayet hârika bir intizam var ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kitle-i nâriyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise harareti tükenmez bir cehennemdir ki onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lambalarının makinesi ve merkezî fabrikası, daimî bir cennettir ki onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor.” Ve hâkeza…

Bunlara kıyasen yüzer fennin her birisinin kat’î şehadetiyle noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o hârika ve ihatalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir.

Ve malûm ve bedihîdir ki intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile irade ile kasd ile meşiet ile olabilir, başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar’ı, bir Sâni’-i Hakîm’i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez.

Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa o da bu inkârdır. Çünkü kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahitler bulunduğu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen sofestaîler, en akıllılarıdır. Çünkü kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlık’ına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler. “Hiçbir şey yok.” diyerek akıldan istifa ederek akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar.

Dördüncü Nokta: Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi bir sâni’-i hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın her bir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harap olmasıyla takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği ve bir hakîm-i mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek fayda, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarifini yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de bu kâinat sarayının her bir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ her bir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni’-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlak’ın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi; o Hakîm-i Mutlak’ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faydasızlığı ve o Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlak’ın kemal-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise en acib bir muhaldir ki hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur.

Ehl-i dalalet gelsin, baksın; gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi kendi dalaletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise cennet gibi güzel ve nurani bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

Beşinci Nokta: İki meseledir.

Birinci Mesele: Sâni’-i Zülcelal, ism-i Hakîm’in muktezasıyla her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki israf, abesiyet, faydasızlık fıtratta yoktur. İsraf ise ism-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi iktisat, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.

Ey iktisatsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil! كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!

İkinci Mesele: İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet, madem gayet manidar bir kitap, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir sanat, teşhirci bir dellâl ister. Elbette her bir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki o kitapta bulunan kudsî ve hakiki hikmetleri ders verecek belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i sanatını, cemal-i esmasını bildirecek, âyinedarlık edecek ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip berr ve bahri cezbeye getirecek, semavat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile o zîşuurların nazarını, o sanatların Sâni’ine çevirecek ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’an-ı Azîmüşşan’la, o Sâni’-i Hakem-i Hakîm’in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdır. Öyle ise güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (asm) istilzam eder.

Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamı ile a’zamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de esma-i hüsnadan Allah, Rahman, Rahîm, Vedud, Mün’im, Kerîm, Cemil, Rab gibi çok isimlerin her biri, kâinatta görünen bir cilve-i a’zamla a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (asm) istilzam ederler.

Mesela, ism-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedud’un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabbü’l-âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve ism-i Cemil’in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zat, cemal-i esma, cemal-i sanat, cemal-i masnuat dahi o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan Zat-ı Ahmediye’nin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkeza… Bu misaller gibi ekser esma-i hüsnanın her biri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.

Elhasıl: Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, sıfatları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a’zam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi bunun risaleti dahi kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

عَلَيْهِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ الْاَيَّامِ وَذَرَّاتِ الْاَنَامِ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

Otuzuncu Lem’a’nın Dördüncü Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan Ferd isminin bir cilvesi, şevval-i şerifte Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. O cilve-i a’zamın tafsilatını Risale-i Nur’a havale edip burada muhtasar yedi işaretle ism-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla gösterdiği tevhid-i hakikiyi, gayet muhtasar beyan edeceğiz.

Birinci İşaret: Ferd ism-i a’zamı, a’zamî bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasına ve her bir nevine ve her bir ferdine birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmi İkinci Söz ile Otuz Üçüncü Mektup tafsilen göstermişlerdir. Burada yalnız üç sikkeye işaret edeceğiz.

Birinci Sikke: Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüzüne hakiki mâlik olamaz. O sikke de şudur: Kâinatın mevcudatı, envaları, en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teşkil ediyorlar ki bir insanın cesedindeki unsurlar gibi birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa o tek unsurun dizginini zapt edemez.

İşte kâinatın simasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk pek parlak bir sikke-i kübra-yı vahdettir.

İkinci Sikke: Zeminin yüzünde ve bahar simasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet ve sikke-i vahdaniyet, ism-i Ferd’in cilvesiyle görünüyor ki küre-i arzın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zat, icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını ispat ediyor. O sikke de şudur:

Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve camidat mahlukatın gayet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat’-ı nazar; yalnız iki yüz bin hayvanat taifelerinin ve iki yüz bin nebatat envaının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber; ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları; hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile gayet hassas bir mizanla her bir şeye lâzım olan her şeyleri külfetsiz, tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden zeminin simasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir sikke-i ehadiyettir ki bütün o mevcudatı birden, hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zat; rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünkü karışmış olsa o hadsiz geniş muvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i rububiyetin hüsn-ü cereyanlarına yine emr-i İlahî ile surî bir hizmeti var.

Üçüncü Sikke: İnsanın yüzünde… Belki insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve her birine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz.

Evet, insanın yüzüne o sikkeyi koyan zat, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki her bir insanın siması; göz, kulak, ağız gibi aza-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile hiçbirisine tamam benzemez. Nasıl ki o simada göz, kulak gibi azaların umum efradında birbirine benzediği, o nev-i insanın Sâni’i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair envaın fevkinde olarak o simalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zat, bir sebep o sikkeyi koyamaz.

İkinci İşaret: Kâinatın âlemleri, envaları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki kâinatın heyet-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebep, hiçbir nevine, hiçbir unsuruna hakiki tasarruf edemez. Âdeta ism-i Ferd’in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; her şey o vahdeti ilan ediyor.

Mesela, bu kâinatın lambası olan güneşin bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması ve aşçıları olan ateş bir olması ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin her birisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i neviyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zatın malı olduğuna delâlet ederler.

İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan envaları, mecmu-u kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebep, rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye rububiyetini dinlettiremez.

Üçüncü İşaret: İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip her mektupta hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, her bir mektubun kelimatı adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor.

Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir ot, hattâ her bir hayvan, her bir ağaç birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise bir mektup suretini alması cihetiyle her biri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor.

Mesela, bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna açık bir surette delâlet ediyor.

Demek oluyor ki her bir şey, umum eşyayı Hâlık’ına isnad edip a’zamî bir tevhide işaret ediyor.

Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı güneş gibi zahir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkül ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu ispat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur’un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o risalelere havale edip yalnız üç noktasını burada beyan edeceğiz.

Birincisi: Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektup’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile ispat etmişiz ki Zat-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi suhuletle halk eder. Binler haşrin numunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddid esbaba havale edilse her bir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkülatlı ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur.

Evet, nasıl ki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle, bir fabrikada yapılsa o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır. Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse o vakit her bir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.

Aynen öyle de eğer her şey Zat-ı Ferd ve Ehad’e verilse bütün bir nev’in hadsiz efradı, bir tek fert gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse her bir fert, o nevi kadar müşkülatlı olur. Evet, vahdet de ferdiyet de her şeyin o Zat-ı Vâhid’e intisabıyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap ise o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisap ve istinad kuvvetiyle binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad’e istinad ve intisap etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür.

Mesela, nasıl ki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımaya mecbur olduğundan ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünkü şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad eden bir adam, kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımaya mecbur olmadığı için o intisap ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden mağlup düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber o intisap kuvvetiyle esir edebilir.

Demek vahdette, ferdiyette bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı o intisap kuvvetiyle mağlup edebildiği gibi nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet, nasıl ki bir kumandan-ı a’zam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur.

Öyle de Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad olduğundan –hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer faraza ihtiyaç olsa– her şeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve her bir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve her bir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve her bir şeye karşı bütün eşya –faraza eğer ihtiyaç olsa– o Kumandan-ı Ferd’in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer ferdiyet olmazsa her bir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.

İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok hârika eserlerin gayet küçük ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe ferdiyet ve ehadiyeti gösteriyor. Yoksa her şeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymettar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı kırk bin lira ile de yiyemezdik.

Evet, dünyadaki bütün suhulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet vahdetten gelir ve ferdiyete şehadet eder.

İkinci Nokta: Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri, “ibda ve ihtira” tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri, “inşa ve terkip” tabir edilen mevcud olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse hadsiz derece müşkül ve gayr-ı makul, belki imtina derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve her şey doğrudan doğruya Zat-ı Ferd-i Zülcelal’in sanatı olduğunu ispat ediyor.

Evet, eğer bütün eşya Ferd-i Vâhid’e verilse bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle hiçten icad eder ve ihatalı nihayetsiz ilmiyle her şeye manevî bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki her şeyin suretine ve planına göre, kolayca her bir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler.

Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle mutî bir ordunun neferatı gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve miktar-ı kaderî içine girip kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahut görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet suhuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.

Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anâsırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek sanatlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıp, belki azaları adedince kalıplar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir.

İşte bu surette bir sineğin icadı, kâinat kadar müşkülatlı olur; yüz derece müşkül müşkül içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünkü Hâlık-ı Ferd’den başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabiata havale edilse her şeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir.

Üçüncü Nokta: Eğer bütün eşya, bir Zat-ı Ferd-i Vâhid’e verilse bir tek şey gibi kolay olmasına, eğer esbaba ve tabiata havale edilse bir tek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkülatlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen iki üç temsili muhtasaran beyan edeceğiz.

Mesela, bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkülatlı olur. Çünkü ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek zabite havale edilse külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir.

Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkülatla tahsil edilebilir.

İkinci Temsil: Mesela, Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.

Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse her bir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki birbirine baş başa verip muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.

Üçüncü Temsil: Mesela küre-i arz, Zat-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru, bir neferi olduğundan yalnız o bir tek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvi ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için arz gibi bir tek nefer, bir tek zatın bir tek emrini almakla, o vazifenin neşesinden gelen bir cazibe ile meczup mevlevî gibi semâa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder.

Eğer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı rububiyeti umum kâinatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferd’e verilmezse o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmi dört saatte, her bir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir.

İşte küre-i arz gibi bir tek memur, meczup bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise vahdette ne derece hadsiz suhulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkül ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkülatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.

Esbaba tapanların ve tabiat-perestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Mesela, “Bir zat hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde sanatıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkip edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için her bir cüzü, her bir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve sanatını onlara havale ediyor.” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!

Aynen öyle de esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünkü tabiatların ve sebeplerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i sanat var, onlar da sair mahlukat gibi masnûdurlar. Onları öyle yapan zat, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeplerin vücuda gelmeleri için yine muntazam başka tabiatları, sebepleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise cehaletlerin en antikasıdır.

Beşinci İşaret: Çok yerlerde kat’î delillerle ispat etmişiz ki hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklaliyetini muhafaza etmek için gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlatlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler.

Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.

İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip şirki, iştiraki azîm tehditlerle reddediyor.

İşte rububiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir muktezîyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin tâ cüz’iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şüphe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bâhirdir. Çünkü gayrın müdahalesi olsa bu gayet hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti. لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla bu hârika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu muvazene-i mevcudat, ism-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder.

Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musağğarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan o tek zîhayata sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu; her bir zîhayat dahi küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.

Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden ondaki her bir cüz, bir cüz’î ve bir ferdî hükmünde ve o küll dahi bir küllî hükmünde olduğundan hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, hakikat-i tevhidi bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde ispat ediyor.

Evet, kâinatın envaları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve her birinin vazifesi umuma baktığı cihetle kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani mesela hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkeza… Böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihat etmesi haysiyetiyle ve o ef’alin her biri, mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü ve vahdanî birer fiil olduğundan her halde fâilinin bir tek zat olması ve her biri, umum kâinatı istila etmesi ve sair ef’al ile muavenettarane birleşmesi itibarıyla, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi zîhayat mahlukların her birisi; kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir numunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir.

Demek kâinat öyle bir külldür ki bir cüze Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki her bir cüz, bir fert hükmüne geçip bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi musahhar etmekle olabilir.

Altıncı İşaret: Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalâtın (Hâşiye: Hattâ hadsiz kemal ve cemal-i İlahînin tahakkukuna en zahir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünkü kâinatın sâni’i Vâhid-i Ehad bilinse bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemalâtı ve cemalleri, mahlukata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.) medarı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni olduğu gibi zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir. Eğer ferdiyet olmazsa beşerin bütün metalib ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kâinatın neticeleri hiçe inecek, hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’idamına vesile olacak.

Mesela, insanda en şedit ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zat, o arzu-yu bekayı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-i tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zat-ı Ferd olmazsa o matlablar yerine gelmez. Faraza gelse de çok nâkıs olur.

İşte bu sırr-ı azîm içindir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi bütün enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini, kelime-i tevhid olan لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ da buluyorlar.

Yedinci İşaret: İşte bu tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, ispat eden, ilan eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaleti, elbette o tevhidin kat’iyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünkü madem daire-i vücudun en büyük hakikati olan tevhidi bütün hakaikiyle o zat ders veriyor. Elbette tevhidi ispat eden bütün bürhanlar, dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î ispat eder, denilebilir. Evet, böyle binler hakaik-i âliyeyi cem’eden, ferdiyet ve vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet; gayet kat’î bir surette o tevhid, o ferdiyetin muktezasıdır ve lâzımıdır. Onlar, onu her halde isterler.

İşte o vazifeyi tam tamına yerine getiren Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeplerden üç tanesini numune olarak beyan ediyoruz.

Birincisi: Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın sahife-i hasenatına geçtiği gibi umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.

İkincisi: Âlem-i İslâm’ın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın fevkalâde istidat ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyet’in maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (asm) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla!

Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı Muhammediye (asm) ise onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zat, bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

İşte bu nokta-i nazardan Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.

Üçüncüsü: Bu kâinatın Hâlık’ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer olduğundan; o nev-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem fert olan Zat-ı Muhammediye’yi (asm) o nevi namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatap eden Zat-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.

İşte bu üç nokta gibi çok noktalar var, kat’î bir surette ispat ederler ki şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (asm), kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesidir.

Kâinatın umum zerratının umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince o Zat-ı Ahmediye’ye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, Zat-ı Ferd-i Ehad-i Samed’den niyaz ediyoruz.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

âyet-i azîmenin ve

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ

âyet-i azîmin birer nüktesi ile ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayy’ın bir cilvesi, şevval-i şerifte, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebâud ettikten sonra hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-i ekberin ve nur-u a’zamın bazı şuâlarını muhtasaran göstereceğiz.

Birinci Remiz: İsm-i Hay ve ism-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevap şudur ki:

Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en latîf mâyesi, hem gayet süzülmüş bir hülâsası, hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemali, hem en güzel cemali, hem en güzel ziyneti, hem sırr-ı vahdeti, hem rabıta-i ittihadı, hem kemalâtının menşei, hem sanat ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu, hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikati, hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir.

Hem en büyük bir küll kadar –hayat ile– küçük bir cüzü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir sanat-ı İlahiyedir.

Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı sanat-ı Rabbaniyedir.

Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tabi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir.

Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Âdeta Zat-ı Hay ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı latîfleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.

Hem hayatın iki yüzü yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvidir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için sair eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur.

Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı imaniyeye bakıp manen ve remzen ispat eder. Yani hem Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini hem vücud-u melaike hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-i nuraniyedir.

Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır.

İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hâssalarını ve ulvi ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyî isminin arkasında ism-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hay nasıl bir ism-i a’zam olduğunu bil.

Hem anla ki bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de hayatı veren Zat-ı Hay ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise hayatın meyvesi olduğu gibi kâinatın gayesidir.

Ve bundan anla ki bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

İkinci Remiz: İsm-i Hayy’ın bir cilve-i a’zamı ve ism-i Muhyî’nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz’deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden kısmen tafsilatı Risale-i Nur’a havale edip burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.

İşte, hayatın yirmi dokuz hâssalarından yirmi üçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan esbab-ı zahiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki:

Kâinatta gerçi her şeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır ve şer ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubuh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zahirîsinde görünen zahirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a teveccüh etmemek için hem aklın zahirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için zahirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.

Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makamı’nın Mukaddime’sinde beyan edildiği gibi Hazret-i Azrail (as) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münâcat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münâcatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (as) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler.

Evet, izzet-i azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında fakat vahdet ve celal ister ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

Fakat hayatın hem zahirî hem bâtınî hem mülk hem melekût vecihleri; kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından doğrudan doğruya perdesiz olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zat-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabi kılınmamış, tâ ki her vakt-i hâcette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, güneşin tulûu gibi bir kanuna tabi olsaydı o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

Üçüncü Remiz: Yirmi dokuzuncu hâssasında denilmiştir ki kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet, bu kâinatın Sâni’-i Hayy-ı Kayyum’u, bu kadar hadsiz enva-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar sanatlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır, diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet, doğrudan doğruya Mâlik-i Hakiki’sine gitmek lâzım olduğunu ifade için hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delâlet eden

وَهُوَ الَّذٖى يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ ۞ هُوَ الَّذٖى يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ فَاِذَا قَضٰى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ فَيُحْيٖى بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

gibi âyetler, pek sarîh bir surette vasıtaları nefyedip doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyum’un dest-i kudretine münhasıran veriyor.

Evet, minnettarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızık ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zat-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu, esbab ve vesait bir perde olduğunu

هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ ۞ وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفٖينِ ۞ وَهُوَ الَّذٖى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا

gibi âyetler ile “Rızık, şifa ve yağmur, münhasıran Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan هُوَ الَّذٖى ۞ هُوَ الرَّزَّاقُ ifade etmiştir. İlaçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halk eden ancak o Şâfî-i Hakiki’dir.

Dördüncü Remiz: Hayatın yirmi sekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki:

Hayat, imanın altı erkânına bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna işaretler ediyor.

Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmi dokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faydasız, hakikatsiz olmak lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan mesela, yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece bâtıldır.

Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade numunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı, hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususi ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve cennetin icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ!

Hem hiç kabil midir ki hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın ve zerreyi görsün, güneşi görmesin; sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi sanatını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zatı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.

Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki o lem’alar, yüksek bir tek güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâd ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.

Aynen öyle de Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hay!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hüküm-ferma olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail; bi’l-ittifak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar.

Çünkü nasıl bir şeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleriyle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır. Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envaıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envalarını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latîf ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar. Âdeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan daha latîf daha nurani daha büyük daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasip sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki onlar da melaikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir zatın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi o hayat-ı ezeliyenin şuâatı, celevatı, münasebatı olan irsal-i rusül ve inzal-i kütüb rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir, denilebilir.

Evet nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır. Ve risalet-i Muhammediye (asm) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (asm) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’an dahi hayattar hakaikinin şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bi’l-kader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mazi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabidirler.

Aynen öyle de şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla her birinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüzünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır.

Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem her bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir.

Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki her bir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında her bir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte kadere ve kazaya iman rüknü dahi geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayattar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki levh-i kaza ve kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

Beşinci Remiz: Hem hayatın on altıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat bir şeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet, hayatın öyle bir câmiiyeti var, âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halk eden, elbette umum kâinatın Hâlık’ıdır.

İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasıl ki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan her bir katre suda ve her bir cam zerresinde bulunuyor; öyle de her bir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir.

Evet seni yaratan, bütün nev-i insanı yaratan zat olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünkü mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi her bir cüzde dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tard eder.

Hem hayatta sanat-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde hârika mu’cizeleri var ki bütün kâinatı halk edemeyen bir zat, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kur’an’ı yazar gibi; çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet, bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser envaıyla münasebettar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zat; elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.

Elhasıl: Hayat nasıl ki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir ve her bir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir ve hayatın her bir ferdinde bulunan nakş-ı sanat, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektupta tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler. Öyle de hayat gibi, her bir zîhayat dahi bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, her birinin yüzünde ve simasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur.

Hem nasıl ki hayat, cüz’iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir; öyle de ihya ve diriltmek fiili dahi efradı adedince tevhide imza basıyor. Mesela ihyanın bir ferdi olan ihya-yı arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünkü baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üç yüz bin envaın ve her nev’in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet, böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-ı Kayyum’dur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad’dir.

Şimdilik hayatın hâssalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hâssaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz.

Hâtime

İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor.

Mesela, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında; “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hay!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza… Pek çok zatlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir.

Bu Beşinci Nükte ism-i Hay hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük hem şahit hem delil hem kudsî bir hüccet hem kendimize bir dua hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Cevşenü’l-Kebir namındaki münâcat-ı a’zamında marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi’ derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dediğine “Âmin!” diyerek aynı münâcatı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâm ile deriz:

يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ ۞ يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى لَيْسَ كَمِثْلِهٖ حَىٌّ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يُشْبِهُهُ شَىْءٌ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يَحْتَاجُ اِلٰى حَىٍّ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يُشَارِكُهُ حَىٌّ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى يُمٖيتُ كُلَّ حَىٍّ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى يُحْيِى الْمَوْتٰى ۞ يَا حَىُّ الَّذٖى لَا يَمُوتُ ۞ سُبْحَانَكَ يَا لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ اٰمٖينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesi

İsm-i Kayyum’a bakar.

İsm-i Hayy’ın bir hülâsası, Nur Çeşmesi’nin bir zeyli olmuş; bu ism-i Kayyum dahi Otuzuncu Söz’ün zeyli olması münasip görüldü.

İ’tizar: Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyum’un cilve-i a’zamı, hem muntazaman değil belki ayrı ayrı lem’alar tarzında kalbe hutur ettiğinden hem gayet müşevveş ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Meselelerin güzelliklerine benim kusurlarımı bağışlamalısınız.

İhtar: İsm-i a’zama ait nükteler, a’zamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan hususan ism-i Kayyum’a ait meseleler ve bilhassa Birinci Şuâ’ı (Hâşiye: Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuâ’yı okumasın veya âhirde okusun; ikinciden başlasın.) maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “Bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum.” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kârdır.

İsm-i a’zama ait meselelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hay ve Kayyum’a ve bilhassa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa kaza ve kader rüknüne hayatın işaretine ve ism-i Kayyum’un Birinci Şuâ’ına herkesin fikri yetişmez fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde imanını kuvvetlendirir.

Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ ۞ لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ۞ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ ۞ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

gibi kayyumiyet-i İlahiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i a’zam veyahut ism-i a’zamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut ism-i a’zamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i a’zamı, zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-u a’zamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim, fakat Hazret-i İmam-ı Ali (ra), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam ve Celcelutiye’sinde pek muhteşem isimlerle ism-i a’zam içinde bulunan o altı ismi en a’zam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiği için bu ism-i Kayyum’a dahi evvelki beş esma gibi hiç olmazsa muhtasar bir surette beş şuâ ile o nur-u a’zama işaret edeceğiz.

Birinci Şuâ: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ dür. Yani ne zatında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet, bir zat ki ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine musahhar ola ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola ve bütün sesleri birden işite ve umumun hadsiz hâcatını birden yapabile ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya ve hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola ve her şey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendirler.

İşte böyle misilsiz ve Vâcibü’l-vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zat-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zat-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde kat’î bürhanlarla ispat edilmiş ki:

Tabiat bir sanat-ı İlahiyedir, sâni’ olmaz. Bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtip olmaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Bir mistardır, masdar olmaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz.

Farz-ı muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabiata havale edilse “Bunu yap.” denilse; Risale-i Nur’un çok yerlerinde kat’î bürhanlarla ispat edildiği gibi, o küçük zîhayatın azaları ve cihazatları adedince kalıplar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki tabiat o işi görebilsin.

Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i a’zamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar.

Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki mekândan münezzeh olmakla beraber her bir yerde her bir şeyin icadında her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler, yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani bir tek Zat-ı Akdes’in hâssası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından o hadsiz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar.

İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet, zerrelerdeki cilve ise zerreler taifesini Vâcibü’l-vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı A’zam’ın emri ve kuvveti geri alınsa o çok kesretli camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.

Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni’-i Zülcelal’in gayet latîf, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zayıf bir perde-i tasarrufatı ve latîf bir midad-ı (mürekkep) kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i icadatı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esîr” maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latîf ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; her şeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.

Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki her şeyde, hususan zîhayat olsa ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet –sırr-ı kayyumiyetle– en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlık’ının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı a’zamı taşıyor.

Evet, mesela bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı kâinat’a hususiyetini gösteriyor.

Birincisi: O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki bu cüz’î ve hususi fiil ise ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise o cüz’î fiil dahi onundur.

İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden o cüz’î fiili yapan zatın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.

Demek en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı külli şey’e has olduğunu gösterir.

En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un en has hâssası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüzlerinde kat’î bürhanlarla gösterilmiştir.

İkinci Şuâ: İki meseledir.

Birinci Mesele: İsm-i Kayyum’un bir cilve-i a’zamına işaret eden لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ ۞ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ۞ لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i a’zamın bir vechi şudur ki:

Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları sırr-ı kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler.

Nasıl ki mesela, havada –tayyareler yerinde– binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür. Öyle de o Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i kün feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, her bir mevcudun zerreleri dahi yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar.

Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin her bir azaya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; her bir ceset muntazam bir tabur, her bir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilan ederler.

İkinci Mesele: Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebettar faydalarının ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.

Evet, her şeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir:

Birinci nevi, kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.

İkinci nevi, daha mühimdir ki her şey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelal’in cilve-i esmasını bildirecek birer âyet, birer mektup, birer kitap, birer kaside hükmünde olarak manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.

Üçüncü nevi ise Sâni’-i Zülcelal’e aittir, ona bakar. Her şeyin faydası ve neticesi kendine bakan bir ise Sâni’-i Zülcelal’e bakan yüzlerdir ki Sâni’-i Zülcelal kendi acayib-i sanatını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i esmasına, kendi masnuatında bakar. Bu a’zamî üçüncü nevide, bir saniye kadar yaşamak kâfidir.

Hem her şeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki Üçüncü Şuâ’da izah edilecek.

Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir, diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur:

Her şey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanîdir, bir ilanname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince sanatın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı sanat, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi her bir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı sanatına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zat-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acayib-i sanatını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arz etmektir.

Bu gaye ise çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ı sanat bulunması, Zat-ı Kayyum-u Ezelî’nin nazarına arz etmek, yani Zat-ı Kayyum-u Ezelî kendi sanatını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarife kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı sanat devam etmiyor; gayet süratle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merak ile ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım. Bir zaman sonra, lillahi’l-hamd Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın feyzi ile sırr-ı kayyumiyet noktasında azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile “tılsım-ı kâinat” ve “muamma-yı hilkat” tabir edilen bir sırr-ı İlahî anlaşıldı. (Yirmi Dördüncü Mektup’ta tafsilen beyan edildiğinden burada yalnız icmalen iki üç noktasını Üçüncü Şuâ’da zikredeceğiz.)

Evet, sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki bütün mevcudatı ademden çıkarıp her birisini bu nihayetsiz fezada رَفَعَ السَّمَاءَ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا sırrıyla durdurup kıyam ve beka verip umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.

Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır. Öyle de mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Mesela, bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona… Gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; her şey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.

Üçüncü Şuâ:

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فٖى شَاْنٍ ۞ فَعَّالٌ لِمَا يُرٖيدُ ۞ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُ ۞ بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ ۞ فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

gibi âyetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddime ile işaret edeceğiz.

Birincisi: Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir saniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip konup vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün akıllar faraza ittihat edip bir tek akıl olsa o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.

İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde o sevimli ve sevdiği masnuatın hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor; kalem-i kaza ve kader, küre-i arzı yazar bozar tahtası gibi yaparak يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ cilveleriyle mütemadiyen küre-i arzda yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder.

İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktezîsi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.

O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev’i cüz’î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebâud ile silkinmesidir.

Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takip eder. Her bir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Her bir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takip eder. Madem her bir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zatın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.

Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esma-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; her bir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler, her şeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in bin bir esma-i hüsnasından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakiki bir hüsün, hakiki bir kemal, hakiki bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki her bir ismin her bir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.

Madem bu esmanın kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlerini ifade eden sahifeleri, bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esma, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitaplarını; hem müsemmaları olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli mahdud bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikatten pek kesretli hakikatleri göstermek için o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.

Dördüncü Şuâ:

Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Her bir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Her bir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir. Her bir âlîcenab zat, başkasını mesud etmekle lezzet alır. Her bir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstahaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi her bir sanatkâr, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.

İşte bu mezkûr düsturların her biri birer kaide-i esasiyedir ki kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıfı’nda izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasip olduğundan deriz:

Nasıl ki mesela, gayet merhametli, sehavetli, gayet kerîm âlîcenab bir zat, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde arzın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder.

Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan küre-i arz gemisine bindirerek rûy-i zemini, enva-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada cennetlerinden her birini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki bu daimî faaliyeti ve mütemadî hallakıyeti iktiza eder.

Hem mesela, bir mahir sanatkâr, plaksız bir fonoğraf yapsa o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese sanatkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine “Mâşâallah” der. Madem icadsız ve surî bir küçük sanat, sanatkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa elbette bu mevcudatın Sâni’-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envaıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın her bir nevini, her bir âlemini ayrı bir sanatla ve ayrı sanat mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber her bir insan kafasına, değil yalnız plaksız fonoğraf, birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvi şuunatı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.

Hem mesela, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstahak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un bütün mahlukatına, hususan zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle ve zayıfları kavîlerin şerrinden rahîmane himaye etmekle ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla ve bilhassa mahkeme-i kübra-yı haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.

İşte bu üç misal gibi esma-i hüsnanın umumunda, her birisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler.

Hem madem her kabiliyet, her bir istidat, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem bir tek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlukattaki hadsiz istidatları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymettar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani unsurları, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatına; nebatları, rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına; ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor.

İşte her bir zîhayatın zahirî bir vücudunun zevaliyle (Yirmi Dördüncü Mektup’ta izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.

Mühim bir suale kat’î bir cevap

Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zatın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”

Elcevap: Hâşâ yüz bin defa hâşâ! Yerdeki âyinelerin tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilakis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ı Akdes’in tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü, onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünkü müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Mesela, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tagayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın.

Meşhurdur ki intizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iş intizamla devam etsin.

Sâniyen: Tagayyür ve tebeddül, hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise hem kadîm hem her cihetçe kemal-i mutlakta hem istiğna-yı mutlakta hem maddeden mücerred hem Vâcibü’l-vücud olduğundan elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Beşinci Şuâ: İki meseledir:

Birinci Meselesi: İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamını görmek istersek hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dürbün yapıp birinci dürbünle bakıyoruz, görüyoruz ki ism-i Kayyum’un cilvesiyle küre-i arzdan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latîf olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.

Sonra o hayalin hurdebîni olan ikinci dürbünüyle küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle zîhayat mahlukat-ı arziyenin her birinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.

Bir hülâsatü’l-hülâsa: (Hâşiye: Otuzuncu Lem’a’nın altı risaleciğinin esası ve mevzuu ve ism-i a’zamın sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gayet kısa bir hülâsalarıdır.) İsm-i a’zamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için bir hülâsanın zikri münasiptir. Şöyle ki:

Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyum’un bu cilve-i a’zamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i a’zamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor.

Şimdi bak: İsm-i Hayy’ın arkasında ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, bütün kâinatı envaıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor; her şeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor; her şeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet basıyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilan ettiriyor.

Şimdi ism-i Ferd’in arkasından ism-i Hakem’in cilve-i a’zamına bak ki yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaşa ettiğimiz mevcudatın her birisini, cüz’î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, her birine lâyık ve münasip olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış.

Sonra ism-i Hakem’in cilve-i a’zamı arkasından bak ki ism-i Adl’in cilve-i a’zamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayret-engiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki ecram-ı semaviyeden biri, bir saniye de muvazenesini kaybetse yani ism-i Adl’in cilvesi altından çıksa yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i a’zamı, Kehkeşan’dan yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar her bir dairesini, her bir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i musahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor.

Şimdi ism-i Adl’in cilve-i a’zamı arkasından (Birinci Nükte’de izah edildiği gibi) ism-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, safi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zatîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasip olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.

Elhasıl: İsm-i a’zamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka ziynetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.

Beşinci Şuâ’nın İkinci Meselesi: Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani nasıl ki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir öyle de ism-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zat-ı Hayy-ı Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış, denilebilir. Çünkü insan, câmiiyet-i tamme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.

İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-ı mat’umatıyla kerîmane doldurmuş.

Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasıyla o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile teşekküratın her nevini yapar.

Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızık ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.

Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızık ister bir manevî mide hükmüne getirip onun rızık sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki o mide ile ism-i Rahman’ı ve ism-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى حَكٖيمِيَّتِهٖ der ve hâkeza bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana musahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise insanın mühim üç vazifesidir:

Birincisi: Kâinatta münteşir bütün enva-ı nimeti insanla tanzim etmek… Ve insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.

İkinci Vazifesi: Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatap olmak ve hayretkârane sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün envaıyla bütün enva-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.

Üçüncü Vazifesi: Hayatı ile üç cihetle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.

Birinci Vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlık’ının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkeza noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lambalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.

İkinci Vecih: İnsan, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve sanatını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.

Üçüncü Vecih’teki âyinedarlığın iki yüzü var:

Birisi, esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup umum esmanın nakışlarını gösteriyor.

İkinci yüzü, şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. Yani kendi hayatıyla Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına işaret ettiği gibi kendi hayatında inkişaf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un sem’ ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir. Hem insan, hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Mesela, o hassasiyet içinde sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zat-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasip ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.

Hem insan, nasıl ki hayat-ı câmiasıyla Zat-ı Zülcelal’in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir ve hâkeza çok cihetlerle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a âyinedarlık eder. Öyle de insan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır.

Mesela, kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir numunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve numune, kuvve-i hayaliyedir (Hâşiye: Evet, nasıl ki insanın anâsırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları, nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de insanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden ve hâkeza her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.) ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve numunesi, insandaki kuvvelerdir ve latîfelerdir ve hâkeza… İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.

İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşığı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.

Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise o muhabbeti adâvete kalbeder, çevirir.

Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün hâşiyesinde beyan edildiği gibi bir zaman bir dünya güzeli, bir âşığını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete dönüyor ve diyor ki: “Tuh! Ne kadar çirkindir.” diyerek kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.

Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakiki ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek.

Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebedü’l-âbâd yolunda seyahatinde beraber bulunmak için alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.

Evet, madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye müştak ve muhib bir surette halk edilmiştir. Ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz. Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adâvet etmekle kendini teskin eder. Ve madem bu kâinat, insan için halk edilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, esmasıyla sermedîdir. Ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır.

Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki nasıl kâinat, insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de insandan dahi en büyük maksud ve en kıymettar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.

عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهٖ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكٖيمِ وَ بِحُرْمَةِ حَبٖيبِكَ الْاَكْرَمِ وَ بِحَقِّ اَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى وَ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ اِحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَ الشَّيْطَانِ وَ مِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَ الْاِنْسَانِ اٰمٖينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

Loading

Yirmi Dokuzuncu Lem’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

İfade-i Meram

On üç seneden beri kalbim, aklım ile imtizaç edip Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın

لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ ۞ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ۞ اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فٖٓى اَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضَ ۞ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

gibi âyetler ile emrettiği tefekkür mesleğine teşvik ettiği ve

تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ

hadîs-i şerifi bazen bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip, tefekküre azîm teşvikat yaptığı cihetle, ben de bu on üç seneden beri meslek-i tefekkürde akıl ve kalbime tezahür eden büyük nurları ve uzun hakikatleri kendime muhafaza etmek için işarat nevinden bazı kelimatı o envara delâlet etmek için değil belki vücudlarına işaret ve tefekkürü teshil ve intizamı muhafaza için vaz’ettim. Gayet muhtelif Arabî ibarelerle kendi kendime o tefekkürde gittiğim zaman, o kelimatı lisanen zikrediyordum.

Bu uzun zamanda ve binler defa tekrarında ne bana usanç geliyordu ve ne de verdiği zevk noksanlaşıyordu ve ne de onlara ihtiyac-ı ruhî zâil oluyordu. Çünkü bütün o tefekkürat, âyât-ı Kur’aniyenin lemaatı olduğundan; âyâtın bir hâssası olan usandırmamak ve halâvetini muhafaza etmek hâssasının bir cilvesi, o tefekkür âyinesinde temessül etmiştir.

Bu âhirde gördüm ki Risale-i Nur’un eczalarındaki kuvvetli ukde-i hayatiye ve parlak nurlar, o silsile-i tefekküratın lem’alarıdır. Bana ettikleri tesiri başka zatlara da edeceği düşüncesiyle âhir ömrümde, mecmuunu kaleme almak niyet etmiştim. Gerçi çok mühim parçaları risalelerde dercedilmiştir fakat heyet-i mecmuasında başka bir kuvvet ve kıymet bulunacaktır.

Âhir-i ömür muayyen olmadığı için bu hapisteki mahkûmiyetim ve vaziyetim ölümden daha beter bir şekil aldığından, âhir-i hayatı beklemeyerek, kardeşlerimin ısrar ve ilhahları ile tağyir etmeyerek o silsile-i tefekkürat yedi bab üstünde yazıldı.

(Bu Lem’a’nın diğer altı babı, Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.)

اَلْبَابُ الثَّالِثُ فٖى مَرَاتِبِ اَللّٰهُ اَكْبَرُ

Otuz üç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı, Yirminci Mektup’un İkinci Makam’ında ve Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ının âhirinde ve Üçüncü Mevkıf’ının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler, o iki Söz’e müracaat etsinler.

اَلْمَرْتَبَةُ الْاُولٰى:

وَ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ شَرٖيكٌ فِى الْمُلْكِ وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَ كَبِّرْهُ تَكْبٖيرًا ٠

لَبَّيْكَ وَ سَعْدَيْكَ جَلَّ جَلَالُهُ ٠ اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ الَّذٖى صَنَعَ الْاِنْسَانَ بِقُدْرَتِهٖ كَالْكَائِنَاتِ وَ كَتَبَ الْكَائِنَاتِ بِقَلَمِ قَدَرِهٖ كَمَا كَتَبَ الْاِنْسَانَ بِذٰلِكَ الْقَلَمِ اِذْ ذَاكَ الْعَالَمُ الْكَبٖيرُ كَهٰذَا الْعَالَمِ الصَّغٖيرِ مَصْنُوعُ قُدْرَتِهٖ مَكْتُوبُ قَدَرِهٖ اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا اٖيجَادُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ سَاجِدًا اِنْشَائُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مُلْكًا بِنَائُهُ لِهٰذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا صَنْعَتُهُ فٖى ذَاكَ تَظَاهَرَتْ كِتَابًا صِبْغَتُهُ فٖى هٰذَا تَزَاهَرَتْ خِطَابًا قُدْرَتُهُ فٖى ذَاكَ تُظْهِرُ حِشْمَتَهُ رَحْمَتُهُ فٖى هٰذَا تَنْظِمُ نِعْمَتَهُ حِشْمَتُهُ فٖى ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ نِعْمَتُهُ فٖى هٰذَا تُعْلِنُ هُوَ الْاَحَدُ سِكَّتُهُ فٖى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَ الْاَجْزَاءِ سُكُونًا حَرَكَةً خَاتَمُهُ فٖى هٰذَا فِى الْجِسْمِ وَ الْاَعْضَاءِ حُجَيْرَةً ذَرَّةً ٠

فَانْظُرْ اِلٰى اٰثَارِهِ الْمُتَّسِقَةِ كَيْفَ تَرٰى كَالْفَلَقِ سَخَاوَةً مُطْلَقَةً مَعَ اِنْتِظَامٍ مُطْلَقٍ فٖى سُرْعَةٍ مُطْلَقَةٍ مَعَ اِتِّزَانٍ مُطْلَقٍ فٖى سُهُولَةٍ مُطْلَقَةٍ مَعَ اِتِّقَانٍ مُطْلَقٍ فٖى وُسْعَةٍ مُطْلَقَةٍ مَعَ حُسْنِ صُنْعٍ مُطْلَقٍ فٖى بُعْدَةٍ مُطْلَقَةٍ مَعَ اِتِّفَاقٍ مُطْلَقٍ فٖى خِلْطَةٍ مُطْلَقَةٍ مَعَ اِمْتِيَازٍ مُطْلَقٍ فٖى رُخْصَةٍ مُطْلَقَةٍ مَعَ غُلُوٍّ مُطْلَقٍ ٠ فَهٰذِهِ الْكَيْفِيَّةُ الْمَشْهُودَةُ شَاهِدَةٌ لِلْعَاقِلِ الْمُحَقِّقِ مُجْبِرَةٌ لِلْاَحْمَقِ الْمُنَافِقِ عَلٰى قَبُولِ الصَّنْعَةِ وَ الْوَحْدَةِ لِلْحَقِّ ذِى الْقُدْرَةِ الْمُطْلَقَةِ وَ هُوَ الْعَلٖيمُ الْمُطْلَقُ ٠ وَ فِى الْوَحْدَةِ سُهُولَةٌ مُطْلَقَةٌ وَ فِى الْكَثْرَةِ وَ الشِّرْكَةِ صُعُوبَةٌ مُنْغَلِقَةٌ ٠ اِنْ اُسْنِدَ كُلُّ الْاَشْيَاءِ لِلْوَاحِدِ فَالْكَائِنَاتُ كَالنَّخْلَةِ وَ النَّخْلَةُ كَالثَّمَرَةِ سُهُولَةً فِى الْاِبْتِدَاعِ ٠ اِنْ اُسْنِدَ لِلْكَثْرَةِ فَالنَّخْلَةُ كَالْكَائِنَاتِ وَ الثَّمَرَةُ كَالشَّجَرَاتِ صُعُوبَةً فِى الْاِمْتِنَاعِ ٠

اِذِ الْوَاحِدُ بِالْفِعْلِ الْوَاحِدِ يُحَصِّلُ نَتٖيجَةً وَ وَضْعِيَّةً لِلْكَثٖيرِ بِلَا كُلْفَةٍ وَ لَا مُبَاشَرَةٍ ٠ لَوْ اُحٖيلَتْ تِلْكَ الْوَضْعِيَّةُ وَ النَّتٖيجَةُ اِلَى الْكَثْرَةِ لَا يُمْكِنُ اَنْ تَصِلَ اِلَيْهَا اِلَّا بِتَكَلُّفَاتٍ وَ مُبَاشَرَاتٍ وَ مُشَاجَرَاتٍ ٠ كَالْاَمٖيرِ مَعَ النَّفَرَاتِ وَ الْبَانٖى مَعَ الْحَجَرَاتِ وَ الْاَرْضِ مَعَ النُّجُومِ وَ السَّيَّارَاتِ وَ الْفَوَّارَةِ مَعَ الْقَطَرَاتِ وَ نُقْطَةِ الْمَرْكَزِ مَعَ النُّقَطِ فِى الدَّائِرَةِ بِسِرِّ اَنَّ فِى الْوَحْدَةِ يَقُومُ الْاِنْتِسَابُ مَقَامَ قُدْرَةٍ غَيْرَ مَحْدُودَةٍ ٠ وَ لَايَضْطَرُّ السَّبَبُ لِحَمْلِ مَنَابِعِ قُوَّتِهٖ وَ يَتَعَاظَمُ الْاَثَرُ بِالنِّسْبَةِ اِلَى الْمُسْنَدِ اِلَيْهِ ٠ وَ فِى الشِّرْكَةِ يَضْطَرُّ كُلُّ سَبَبٍ لِحَمْلِ مَنَابِعِ قُوَّتِهٖ فَيَتَصَاغَرُ الْاَثَرُ بِنِسْبَةِ جِرْمِهٖ وَ مِنْ هُنَا غَلَبَتِ النَّمْلَةُ وَ الذُّبَابَةُ عَلَى الْجَبَابِرَةِ وَ حَمَلَتِ النُّوَاةُ الصَّغٖيرَةُ شَجَرَةً عَظٖيمَةً ٠

وَ بِسِرِّ اَنَّ فٖى اِسْنَادِ كُلِّ الْاَشْيَاءِ اِلَى الْوَاحِدِ لَا يَكُونُ الْاٖيجَادُ مِنَ الْعَدَمِ الْمُطْلَقِ بَلْ يَكُونُ الْاٖيجَادُ عَيْنَ نَقْلِ الْمَوْجُودِ الْعِلْمِىِّ اِلَى الْوُجُودِ الْخَارِجِىِّ كَنَقْلِ الصُّورَةِ الْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْمِرْاٰةِ اِلَى الصَّحٖيفَةِ الْفُطُوغْرَفِيَّةِ لِتَثْبٖيتِ وُجُودٍ خَارِجِىٍّ لَهَا بِكَمَالِ السُّهُولَةِ اَوْ اِظْهَارِ الْخَطِّ الْمَكْتُوبِ بِمِدَادٍ لَا يُرٰى بِوَاسِطَةِ مَادَّةٍ مُظْهِرَةٍ لِلْكِتَابَةِ الْمَسْتُورَةِ ٠

وَ فٖى اِسْنَادِ الْاَشْيَاءِ اِلَى الْاَسْبَابِ وَ الْكَثْرَةِ يَلْزَمُ الْاٖيجَادُ مِنَ الْعَدَمِ الْمُطْلَقِ.. وَ هُوَ اِنْ لَمْ يَكُنْ مُحَالًا يَكُونُ اَصْعَبَ الْاَشْيَاءِ ٠ فَالسُّهُولَةُ فِى الْوَحْدَةِ وَاصِلَةٌ اِلٰى دَرَجَةِ الْوُجُوبِ ٠ وَ الصُّعُوبَةُ فِى الْكَثْرَةِ وَاصِلَةٌ اِلٰى دَرَجَةِ الْاِمْتِنَاعِ ٠ وَ بِحِكْمَةِ اَنَّ فِى الْوَحْدَةِ يُمْكِنُ الْاِبْدَاعُ وَ اٖيجَادُ الْاَيْسِ(*اَلْاَيْسُ : Mevcud demektir.) مِنَ اللَّيْسِ ((*) اَللَّيْسُ : Adem-i sırf demektir.) يَعْنٖى اِبْدَاعُ الْمَوْجُودِ مِنَ الْعَدَمِ الصِّرْفِ بِلَا مُدَّةٍ وَ لَا مَادَّةٍ .. وَ اِفْرَاغُ الذَّرَّاتِ فِى الْقَالَبِ الْعِلْمِىِّ بِلَا كُلْفَةٍ وَ لَا خِلْطَةٍ ٠

وَ فِى الشِّرْكَةِ وَ الْكَثْرَةِ لَا يُمْكِنُ الْاِبْدَاعُ مِنَ الْعَدَمِ بِاِتِّفَاقِ كُلِّ اَهْلِ الْعَقْلِ فَلَا بُدَّ لِوُجُودِ ذٖى حَيَاةٍ جَمْعُ ذَرَّاتٍ مُنْتَشِرَةٍ فِى الْاَرْضِ وَ الْعَنَاصِرِ .. وَ بِعَدَمِ الْقَالَبِ الْعِلْمِىِّ يَلْزَمُ لِمُحَافَظَةِ الذَّرَّاتِ فٖى جِسْمِ ذِى الْحَيَاةِ وُجُودُ عِلْمٍ كُلِّىٍّ وَ اِرَادَةٍ مُطْلَقَةٍ فٖى كُلِّ ذَرَّةٍ ٠ وَ مَعَ ذٰلِكَ اَنَّ الشُّرَكَاءَ مُسْتَغْنِيَةٌ عَنْهَا وَ مُمْتَنِعَةٌ بِالذَّاتِ بِخَمْسَةِ وُجُوهٍ مُتَدَاخِلَةٍ ٠ وَ الشُّرَكَاءُ الْمُسْتَغْنِيَةُ عَنْهَا وَ الْمُمْتَنِعَةُ بِالذَّاتِ تَحَكُّمِيَّةٌ مَحْضَةٌ لَا اَمَارَةَ عَلَيْهَا وَ لَا اِشَارَةَ اِلَيْهَا فٖى شَىْءٍ مِنَ الْمَوْجُودَاتِ اِذْ خِلْقَةُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ تَسْتَلْزِمُ قُدْرَةً كَامِلَةً غَيْرَ مُتَنَاهِيَةٍ بِالضَّرُورَةِ فَاسْتُغْنِىَ عَنِ الشُّرَكَاءِ وَ اِلَّا لَزِمَ تَحْدٖيدُ وَ انْتِهَاءُ قُدْرَةٍ كَامِلَةٍ غَيْرِ مُتَنَاهِيَةٍ فٖى وَقْتِ عَدَمِ التَّنَاهٖى بِقُوَّةٍ مُتَنَاهِيَةٍ بِلَا ضَرُورَةٍ مَعَ الضَّرُورَةِ فٖى عَكْسِهٖ وَ هُوَ مُحَالٌ فٖى خَمْسَةِ اَوْجُهٍ فَامْتَنَعَتِ الشُّرَكَاءُ مَعَ اَنَّ الشُّرَكَاءَ الْمُمْتَنِعَةَ بِتِلْكَ الْوُجُوهِ لَا اِشَارَةَ اِلٰى وُجُودِهَا وَ لَا اَمَارَةَ عَلٰى تَحَقُّقِهَا فٖى شَىْءٍ مِنَ الْمَوْجُودَاتِ فَقَدِ اسْتَفْسَرْنَا هٰذِهِ الْمَسْئَلَةَ (فِى الْمَوْقِفِ الْاَوَّلِ) مِنَ الرِّسَالَةِ الثَّانِيَةِ وَ الثَّلَاثٖينَ مِنَ الذَّرَّاتِ اِلَى السَّيَّارَاتِ .. (وَ فِى الْمَوْقِفِ الثَّانٖى) مِنَ السَّمٰوَاتِ اِلَى التَّشَخُّصَاتِ الْوَجْهِيَّةِ فَاَعْطَتْ جَمٖيعُهَا جَوَابَ رَدِّ الشِّرْكِ بِاِرَائَةِ سِكَّةِ التَّوْحٖيدِ فَكَمَا لَا شُرَكَاءَ لَهُ كَذٰلِكَ لَا مُعٖينَ وَلَا وُزَرَاءَ لَهُ ٠

وَ مَا الْاَسْبَابُ اِلَّا حِجَابٌ رَقٖيقٌ عَلٰى تَصَرُّفِ الْقُدْرَةِ الْاَزَلِيَّةِ لَيْسَ لَهَا تَاْثٖيرٌ اٖيجَادِىٌّ فٖى نَفْسِ الْاَمْرِ ٠ اِذْ اَشْرَفُ الْاَسْبَابِ وَ اَوْسَعُهَا اِخْتِيَارًا هُوَ الْاِنْسَانُ مَعَ اَنَّهُ لَيْسَ فٖى يَدِهٖ مِنْ اَظْهَرِ اَفْعَالِهِ الْاِخْتِيَارِيَّةِ كَالْاَكْلِ وَ الْكَلَامِ وَ الْفِكْرِ مِنْ مِاٰتِ اَجْزَاءٍ اِلَّا جُزْءٌ وَاحِدٌ مَشْكُوكٌ فَاِذَا كَانَ السَّبَبُ الْاَشْرَفُ وَ الْاَوْسَعُ اِخْتِيَارًا مَغْلُولَ الْاَيْدٖى عَنِ التَّصَرُّفِ الْحَقٖيقِىِّ كَمَا تَرٰى فَكَيْفَ يُمْكِنُ اَنْ تَكُونَ الْبَهٖيمَاتُ وَ الْجَمَادَاتُ شَرٖيكًا فِى الْاٖيجَادِ وَ الرُّبُوبِيَّةِ لِخَالِقِ الْاَرْضِ وَ السَّمٰوَاتِ ٠

فَكَمَا لَا يُمْكِنُ اَنْ يَكُونَ الظَّرْفُ الَّذٖى وَضَعَ السُّلْطَانُ فٖيهِ الْهَدِيَّةَ اَوِ الْمَنْدٖيلُ الَّذٖى لَفَّ فٖيهِ الْعَطِيَّةَ اَوِ النَّفَرُ الَّذٖى اَرْسَلَ عَلٰى يَدِهِ النِّعْمَةَ اِلَيْكَ شُرَكَاءَ للِسُّلْطَانِ فٖى سَلْطَنَتِهٖ كَذٰلِكَ لَا يُمْكِنُ اَنْ يَكُونَ الْاَسْبَابُ الْمُرْسَلَةُ عَلٰى اَيْدٖيهِمُ النِّعَمُ اِلَيْنَا وَ الظُّرُوفُ الَّتٖى هِىَ صَنَادٖيقُ للِنِّعَمِ الْمُدَّخَرَةِ لَنَا وَ الْاَسْبَابُ الَّتٖى اِلْتَفَّتْ عَلٰى عَطَايَا اِلٰهِيَّةٍ مُهْدَاتٌ اِلَيْنَا شُرَكَاءَ اَعْوَانًا اَوْ وَسَائِطَ مُؤَثِّرَةً ٠

اَلْمَرْتَبَةُ الثَّانِيَةُ:

جَلَّ جَلَالُهُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلٖيمُ الصَّانِعُ الْحَكٖيمُ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ الَّذٖى هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْاَرْضِيَّةُ وَ الْاَجْرَامُ الْعُلْوِيَّةُ فٖى بُسْتَانِ الْكَائِنَاتِ مُعْجِزَاتُ قُدْرَةِ خَلَّاقٍ عَلٖيمٍ بِالْبَدَاهَةِ ٠ وَ هٰذِهِ النَّبَاتَاتُ الْمُتَلَوِّنَةُ الْمُتَزَيِّنَةُ الْمَنْثُورَةُ وَ هٰذِهِ الْحَيْوَانَاتُ الْمُتَنَوِّعَةُ الْمُتَبَرِّجَةُ الْمَنْشُورَةُ فٖى حَدٖيقَةِ الْاَرْضِ خَوَارِقُ صَنْعَةِ صَانِعٍ حَكٖيمٍ بِالضَّرُورَةِ وَ هٰذِهِ الْاَزْهَارُ الْمُتَبَسِّمَةُ وَ الْاَثْمَارُ الْمُتَزَيِّنَةُ فٖى جِنَانِ هٰذِهِ الْحَدٖيقَةِ هَدَايَاءُ رَحْمَةِ رَحْمٰنٍ رَحٖيمٍ بِالْمُشَاهَدَةِ تَشْهَدُ هَاتٖيكَ وَ تُنَادٖى تَاكَ وَ تُعْلِنُ هٰذِهٖ بِاَنَّ خَلَّاقَ هَاتٖيكَ وَ مُصَوِّرَ تَاكَ وَ وَاهِبَ هٰذِهٖ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ قَدْ وَسِعَ كُلَّ شَىْءٍ رَحْمَةً وَ عِلْمًا تَتَسَاوٰى بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَتِهِ الذَّرَّاتُ وَ النُّجُومُ وَ الْقَلٖيلُ وَ الْكَثٖيرُ وَ الصَّغٖيرُ وَ الْكَبٖيرُ وَ الْمُتَنَاهٖى وَ غَيْرُ الْمُتَنَاهٖى وَ كُلُّ الْوُقُوعَاتِ الْمَاضِيَّةِ وَ غَرَائِبِهَا مُعْجِزَاتُ صَنْعَةِ صَانِعٍ حَكٖيمٍ تَشْهَدُ عَلٰى اَنَّ ذٰلِكَ الصَّانِعَ قَدٖيرٌ عَلٰى كُلِّ الْاِمْكَانَاتِ الْاِسْتِقْبَالِيَّةِ وَ عَجَائِبِهَا اِذْ هُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلٖيمُ وَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ ٠

فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدٖيقَةَ اَرْضِهٖ مَشْهَرَ صَنْعَتِهٖ مَحْشَرَ فِطْرَتِهٖ مَظْهَرَ قُدْرَتِهٖ مَدَارَ حِكْمَتِهٖ مَزْهَرَ رَحْمَتِهٖ مَزْرَعَ جَنَّتِهٖ مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ مَسٖيلَ الْمَوْجُودَاتِ مَكٖيلَ الْمَصْنُوعَاتِ فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهٖ خَوَارِقُ صُنْعِهٖ هَدَايَاءُ جُودِهٖ بَرَاهٖينُ لُطْفِهٖ ٠ تَبَسُّمُ الْاَزْهَارِ مِنْ زٖينَةِ الْاَثْمَارِ، تَسَجُّعُ الْاَطْيَارِ فٖى نَسْمَةِ الْاَسْحَارِ، تَهَزُّجُ الْاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ الْاَزْهَارِ، تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى الْاَطْفَالِ الصِّغَارِ، تَعَرُّفُ وَدُودٍ، تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ، تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ الْاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ ٠

وَ الْبُذُورُ وَ الْاَثْمَارُ وَ الْحُبُوبُ وَ الْاَزْهَارُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ هَدَايَاءُ الرَّحْمَةِ بَرَاهٖينُ الْوَحْدَةِ شَوَاهِدُ لُطْفِهٖ فٖى دَارِ الْاٰخِرَةِ شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ بِاَنَّ خَلَّاقَهَا عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ قَدْ وَسِعَ كُلَّ شَىْءٍ بِالرَّحْمَةِ وَ الْعِلْمِ وَ الْخَلْقِ وَ التَّدْبٖيرِ وَ الصُّنْعِ وَ التَّصْوٖيرِ ٠ فَالشَّمْسُ كَالْبُذْرَةِ وَ النَّجْمُ كَالزُّهْرَةِ وَ الْاَرْضُ كَالْحَبَّةِ لَا تَثْقُلُ عَلَيْهِ بِالْخَلْقِ وَ التَّدْبٖيرِ وَ الصُّنْعِ وَ التَّصْوٖيرِ ٠ فَالْبُذُورُ وَ الْاَثْمَارُ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فٖى اَقْطَارِ الْكَثْرَةِ اِشَارَاتُ الْقَدَرِ رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ بِاَنَّ تِلْكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَ التَّصْوٖيرِ ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهٖى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الصَّانِعِ فِى الْخَلْقِ وَ التَّدْبٖيرِ ٠ وَ تَلْوٖيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ خَالِقَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ ثُمَّ اِلٰى جُزْئِهٖ اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ الْاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هٰذَا الشَّجَرِ ٠

فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهٰذِهِ الْكَائِنَاتِ فَهُوَ الْمَقْصُودُ الْاَظْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ وَ الْقَلْبُ كَالنُّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْاٰةُ الْاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْمَخْلُوقَاتِ ٠ مِنْ هٰذِهِ الْحِكْمَةِ فَالْاِنْسَانُ الْاَصْغَرُ فٖى هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ هُوَ الْمَدَارُ الْاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَ الْمَحْشَرِ فٖى هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَ التَّخْرٖيبِ وَ التَّبْدٖيلِ وَ التَّحْوٖيلِ وَ التَّجْدٖيدِ لِهٰذِهِ الْكَائِنَاتِ ٠

اَللّٰهُ اَكْبَرُ يَا كَبٖيرُ اَنْتَ الَّذٖى لَا تَهْدِى الْعُقُولُ لِكُنْهِ عَظَمَتِهِ ٠

كِه: لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ بَرَابَرْ مٖى زَنَنْد هَرْشَىْ دَمَادَمْ جُويَدَنْد يَا حَقّ سَرَاسَرْ گُويَدَنْد يَا حَىّ

اَلْمَرْتَبَةُ الثَّالِثَةُ : (Bu Üçüncü Mertebe, cüz’î bir çiçeği ve güzel bir kadını nazara alıyor. Koca bahar bir çiçektir, cennet dahi bir çiçek gibidir, o mertebenin mazharlarıdırlar. Ve âlem güzel ve büyük bir insan ve huriler nev’i ve ruhanîler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı her biri manen güzel bir insan hükmünde, bu mertebenin gösterdiği esmayı safahatıyla gösteriyor.)

(اٖيضَاحُهَا فٖى رَاْسِ الْمَوْقِفِ الثَّالِثِ مِنَ الرِّسَالَةِ الثَّانِيَةِ وَ ثَلَاثٖينَ)

اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْقَدٖيرُ الْمُقَدِّرُ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ الْمُصَوِّرُ الْكَرٖيمُ اللَّطٖيفُ الْمُزَيِّنُ الْمُنْعِمُ الْوَدُودُ الْمُتَعَرِّفُ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ الْمُتَحَنِّنُ الْجَمٖيلُ ذُو الْجَمَالِ وَ الْكَمَالِ الْمُطْلَقِ النَّقَّاشُ الْاَزَلِىُّ الَّذٖى مَاحَقَائِقُ هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ كُلًّا وَ اَجْزَاءً وَ صَحَائِفَ وَ طَبَقَاتٍ وَ مَا حَقَائِقُ هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًّا وَ جُزْئِيًّا وَ وُجُودًا وَ بَقَاءً اِلَّا وَ هِىَ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهٖ وَ قَدَرِهٖ بِتَنْظٖيمٍ وَ تَقْدٖيرٍ وَ عِلْمٍ وَ حِكْمَةٍ وَ اِلَّا نُقُوشُ پَرْكَارِ عِلْمِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ بِصُنْعٍ وَ تَصْوٖيرٍ وَ اِلَّا تَزْيٖينَاتُ يَدِ بَيْضَاءِ صُنْعِهٖ وَ تَصْوٖيرِهٖ وَ تَزْيٖينِهٖ وَ تَنْوٖيرِهٖ بِلُطْفٍ وَ كَرَمٍ وَ اِلَّا اَزَاهٖيرُ لَطَائِفِ لُطْفِهٖ وَ كَرَمِهٖ وَ تَعَرُّفِهٖ وَ تَوَدُّدِهٖ بِرَحْمَةٍ وَ نِعْمَةٍ وَ اِلَّا ثَمَرَاتُ فَيَّاضِ عَيْنِ رَحْمَتِهٖ وَ نِعْمَتِهٖ وَ تَرَحُّمِهٖ وَ تَحَنُّنِهٖ بِجَمَالٍ وَ كَمَالٍ وَ اِلَّا لَمَعَاتُ جَمَالٍ سَرْمَدِىٍّ وَ كَمَالٍ دَيْمُومِىٍّ بِشَهَادَةِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا وَ سَيَّالِيَّةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ دَوَامِ تَجَلِّى الْجَمَالِ عَلٰى مَرِّ الْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الْاَدْوَارِ وَ مَعَ دَوَامِ الْاِنْعَامِ عَلٰى مَرِّ الْاَنَامِ وَ الْاَيَّامِ وَ الْاَعْوَامِ ٠

نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلَازِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ مِنْ اَبْهَرِ الْبَوَاهِرِ عَلٰى اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ اَنَّ الْكَمَالَ الزَّاهِرَ لَيْسَا مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ لِلْاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ ٠

نَعَمْ فَالْاَثَرُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلَى الْاِسْمِ الْمُكَمَّلِ وَ الْفَاعِلِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِلَا رَيْبٍ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِلَا شَكٍّ عَلَى الشَّاْنِ الْمُكَمَّلِ ثُمَّ الشَّاْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقٖينِ عَلٰى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلٖيقُ بِالذَّاتِ وَ هُوَ الْحَقُّ الْيَقٖينُ ٠

اَلْمَرْتَبَةُ الرَّابِعَةُ:

جَلَّ جَلَالُهُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْعَدْلُ الْعَادِلُ الْحَكَمُ الْحَاكِمُ الْحَكٖيمُ الْاَزَلِىُّ الَّذٖى اَسَّسَ بُنْيَانَ شَجَرَةِ هٰذِهِ الْكَائِنَاتِ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ بِاُصُولِ مَشٖيئَتِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ وَ فَصَّلَهَا بِدَسَاتٖيرِ قَضَائِهٖ وَ قَدَرِهٖ وَ نَظَّمَهَا بِقَوَانٖينِ عَادَتِهٖ وَ سُنَّتِهٖ وَ زَيَّنَهَا بِنَوَامٖيسِ عِنَايَتِهٖ وَ رَحْمَتِهٖ وَ نَوَّرَهَا بِجَلَوَاتِ اَسْمَائِهٖ وَ صِفَاتِهٖ بِشَهَادَاتِ اِنْتِظَامَاتِ مَصْنُوعَاتِهٖ وَ تَزَيُّنَاتِ مَوْجُودَاتِهٖ وَ تَشَابُهِهَا وَ تَنَاسُبِهَا وَ تَجَاوُبِهَا وَ تَعَاوُنِهَا وَ تَعَانُقِهَا وَ اِتِّقَانِ الصَّنْعَةِ الشُّعُورِيَّةِ فٖى كُلِّ شَىْءٍ عَلٰى مِقْدَارِ قَامَةِ قَابِلِيَّتِهِ الْمُقَدَّرَةِ بِتَقْدٖيرِ الْقَدَرِ فَالْحِكْمَةُ الْعَامَّةُ فٖى تَنْظٖيمَاتِهَا وَ الْعِنَايَةُ التَّامَّةُ فٖى تَزْيٖينَاتِهَا وَ الرَّحْمَةُ الْوَاسِعَةُ فٖى تَلْطٖيفَاتِهَا وَ الْاَرْزَاقُ وَ الْاِعَاشَةُ الشَّامِلَةُ فٖى تَرْبِيَتِهَا وَ الْحَيَاةُ الْعَجٖيبَةُ الصَّنْعَةِ بِمَظْهَرِيَّتِهَا للِشُّؤُنِ الذَّاتِيَّةِ لِفَاطِرِهَا وَ الْمَحَاسِنُ الْقَصْدِيَّةُ فٖى تَحْسٖينَاتِهَا وَ دَوَامُ تَجَلِّى الْجَمَالِ الْمُنْعَكِسِ مَعَ زَوَالِهَا وَ الْعِشْقُ الصَّادِقُ فٖى قَلْبِهَا لِمَعْبُودِهَا وَ الْاِنْجِذَابُ الظَّاهِرُ فٖى جَذْبَتِهَا وَ اِتِّفَاقُ كُلِّ كُمَّلِهَا عَلٰى وَحْدَةِ فَاطِرِهَا وَ التَّصَرُّفُ لِمَصَالِحَ فٖى اَجْزَائِهَا وَ التَّدْبٖيرُ الْحَكٖيمُ لِنَبَاتَاتِهَا وَ التَّرْبِيَةُ الْكَرٖيمَةُ لِحَيْوَانَاتِهَا وَ الْاِنْتِظَامُ الْمُكَمَّلُ فٖى تَغَيُّرَاتِ اَرْكَانِهَا وَ الْغَايَاتُ الْجَسٖيمَةُ فٖى اِنْتِظَامِ كُلِّيَّتِهَا وَ الْحُدُوثُ دَفْعَةً مَعَ غَايَةِ كَمَالِ حُسْنِ صَنْعَتِهَا بِلَا اِحْتِيَاجٍ اِلٰى مُدَّةٍ وَ مَادَّةٍ وَ التَّشَخُّصَاتُ الْحَكٖيمَةُ مَعَ عَدَمِ تَحْدٖيدِ تَرَدُّدِ اِمْكَانَاتِهَا وَ قَضَاءُ حَاجَاتِهَا عَلٰى غَايَةِ كَثْرَتِهَا وَ تَنَوُّعِهَا فٖى اَوْقَاتِهَا اللَّائِقَةِ الْمُنَاسِبَةِ مِنْ حَيْثُ لَا يُحْتَسَبُ وَ مِنْ حَيْثُ لَا يُشْعَرُ مَعَ قَصْرِ اَيْدٖيهَا مِنْ اَصْغَرِ مَطَالِبِهَا وَ الْقُوَّةُ الْمُطْلَقَةُ فٖى مَعْدَنِ ضَعْفِهَا وَ الْقُدْرَةُ الْمُطْلَقَةُ فٖى مَنْبَعِ عَجْزِهَا وَ الْحَيَاةُ الظَّاهِرَةُ فٖى جُمُودِهَا وَ الشُّعُورُ الْمُحٖيطُ فٖى جَهْلِهَا وَ الْاِنْتِظَامُ الْمُكَمَّلُ فٖى تَغَيُّرَاتِهَا الْمُسْتَلْزِمُ لِوُجُودِ الْمُغَيِّرِ الْغَيْرِ الْمُتَغَيِّرِ وَ الْاِتِّفَاقُ فٖى تَسْبٖيحَاتِهَا كَالدَّوَائِرِ الْمُتَدَاخِلَةِ الْمُتَّحِدَةِ الْمَرْكَزِ وَ الْمَقْبُولِيَّةُ فٖى دَعَوَاتِهَا الثَّلَاثِ بِلِسَانِ اِسْتِعْدَادِهَا وَ بِلِسَانِ اِحْتِيَاجِهَا الْفِطْرِيَّةِ وَ بِلِسَانِ اِضْطِرَارِهَا وَ الْمُنَاجَاةُ وَ الشُّهُودَاتُ وَ الْفُيُوضَاتُ فٖى عِبَادَاتِهَا وَ الْاِنْتِظَامُ فٖى قَدَرَيْهَا وَ الْاِطْمِئْنَانُ بِذِكْرِ فَاطِرِهَا وَ كَوْنُ الْعِبَادَةِ فٖيهَا خَيْطَ الْوُصْلَةِ بَيْنَ مُنْتَهٰيهَا وَ مَبْدَئِهَا وَ سَبَبُ ظُهُورِ كَمَالِهَا وَ لِتَحَقُّقِ مَقَاصِدِ صَانِعِهَا ٠

وَ هٰكَذَا بِسَائِرِ شُؤُنَاتِهَا وَ اَحْوَالِهَا وَ كَيْفِيَّاتِهَا شَاهِدَاتٌ بِاَنَّهَا كُلَّهَا بِتَدْبٖيرِ مُدَبِّرٍ حَكٖيمٍ وَاحِدٍ وَ فٖى تَرْبِيَةِ مُرَبٍّ كَرٖيمٍ اَحَدٍ صَمَدٍ وَ كُلَّهَا خُدَّامُ سَيِّدٍ وَاحِدٍ وَ تَحْتَ تَصَرُّفِ مُتَصَرِّفٍ وَاحِدٍ وَ مَصْدَرُهُمْ قُدْرَةُ الْوَاحِدِ الَّذٖى تَظَاهَرَتْ وَ تَكَاثَرَتْ خَوَاتٖيمُ وَحْدَتِهٖ عَلٰى كُلِّ مَكْتُوبٍ مِنْ مَكْتُوبَاتِهٖ فٖى كُلِّ صَفْحَةٍ مِنْ صَفَحَاتِ مَوْجُودَاتِهٖ ٠

نَعَمْ فَكُلُّ زُهْرَةٍ وَ ثَمَرٍ وَ كُلُّ نَبَاتٍ وَ شَجَرٍ بَلْ كُلُّ حَيْوَانٍ وَ حَجَرٍ بَلْ كُلُّ ذَرٍّ وَ مَدَرٍ فٖى كُلِّ وَادٍ وَ جَبَلٍ وَ كُلِّ بَادٍ وَ قَفَرٍ خَاتَمٌ بَيِّنُ النَّقْشِ وَ الْاَثَرِ يُظْهِرُ لِدِقَّةِ النَّظَرِ بِاَنَّ ذَا ذَاكَ الْاَثَرِ هُوَ كَاتِبُ ذَاكَ الْمَكَانِ بِالْعِبَرِ فَهُوَ كَاتِبُ ظَهْرِ الْبَرِّ وَ بَطْنِ الْبَحْرِ فَهُوَ نَقَّاشُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ فٖى صَحٖيفَةِ السَّمٰوَاتِ ذَاتِ الْعِبَرِ جَلَّ جَلَالُ نَقَّاشِهَا اَللّٰهُ اَكْبَرُ

كِه لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ بَرَابَرْ مٖى زَنَدْ عَالَمْ

اَلْمَرْتَبَةُ الْخَامِسَةُ: (Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ının zeylinde ve Yirminci Mektup’un İkinci Makamı’nda izah edilmiştir.)

اَللّٰهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْخَلَّاقُ الْقَدٖيرُ الْمُصَوِّرُ الْبَصٖيرُ الَّذٖى هٰذِهِ الْاَجْرَامُ الْعُلْوِيَّةُ وَ الْكَوَاكِبُ الدُّرِّيَّةُ نَيِّرَاتُ بَرَاهٖينِ اُلُوهِيَّتِهٖ وَ عَظَمَتِهٖ وَ شُعَاعَاتُ شَوَاهِدِ رُبُوبِيَّتِهٖ وَ عِزَّتِهٖ تَشْهَدُ وَ تُنَادٖى عَلٰى شَعْشَعَةِ سَلْطَنَةِ رُبُوبِيَّتِهٖ وَ تُنَادٖى عَلٰى وُسْعَةِ حُكْمِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ وَ عَلٰى حِشْمَةِ عَظَمَةِ قُدْرَتِهٖ فَاسْتَمِعْ اِلٰى اٰيَةِ ( اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا … الخ ) ثُمَّ انْظُرْ اِلٰى وَجْهِ السَّمَاءِ كَيْفَ تَرٰى سُكُوتًا فٖى سُكُونَةٍ حَرَكَةً فٖى حِكْمَةٍ تَلَئْلُأً فٖى حِشْمَةٍ تَبَسُّمًا فٖى زٖينَةٍ مَعَ اِنْتِظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا لِتَبْدٖيلِ الْمَوَاسِمِ تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا لِتَنْوٖيرِ الْمَعَالِمِ تَلَئْلُأُ نُجُومِهَا لِتَزْيٖينِ الْعَوَالِمِ تُعْلِنُ لِاَهْلِ النُّهٰى سَلْطَنَةً بِلَا اِنْتِهَاءٍ لِتَدْبٖيرِ هٰذَا الْعَالَمِ ٠

فَذٰلِكَ الْخَلَّاقُ الْقَدٖيرُ عَلٖيمٌ بِكُلِّ شَىْءٍ وَ مُرٖيدٌ بِاِرَادَةٍ شَامِلَةٍ مَاشَاءَ كَانَ وَ مَا لَمْ يَشَاْ لَمْ يَكُنْ وَ هُوَ قَدٖيرٌ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ بِقُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ مُحٖيطَةٍ ذَاتِيَّةٍ وَ كَمَا لَا يُمْكِنُ وَ لَا يُتَصَوَّرُ وُجُودُ هٰذِهِ الشَّمْسِ فٖى هٰذَا الْيَوْمِ بِلَا ضِيَاءٍ وَ لَا حَرَارَةٍ كَذٰلِكَ لَا يُمْكِنُ وَ لَا يُتَصَوَّرُ وُجُودُ اِلٰهٍ خَالِقٍ للِسَّمٰوَاتِ بِلَا عِلْمٍ مُحٖيطٍ وَ بِلَا قُدْرَةٍ مُطْلَقَةٍ فَهُوَ بِالضَّرُورَةِ عَلٖيمٌ بِكُلِّ شَىْءٍ بِعِلْمٍ مُحٖيطٍ لَازِمٍ ذَاتِىٍّ لِلذَّاتِ يَلْزَمُ تَعَلُّقُ ذٰلِكَ الْعِلْمِ بِكُلِّ الْاَشْيَاءِ لَا يُمْكِنُ اَنْ يَنْفَكَّ عَنْهُ شَىْءٌ بِسِرِّ الْحُضُورِ وَ الشُّهُودِ وَ النُّفُوذِ وَ الْاِحَاطَةِ النُّورَانِيَّةِ فَمَا يُشَاهَدُ فٖى جَمٖيعِ الْمَوْجُودَاتِ مِنَ الْاِنْتِظَامَاتِ الْمَوْزُونَةِ وَ الْاِتِّزَانَاتِ الْمَنْظُومَةِ وَ الْحِكَمِ الْعَامَّةِ وَ الْعِنَايَاتِ التَّامَّةِ وَ الْاَقْدَارِ الْمُنْتَظَمَةِ وَ الْاَقْضِيَةِ الْمُثْمِرَةِ وَ الْاٰجَالِ الْمُعَيَّنَةِ وَ الْاَرْزَاقِ الْمُقَنَّنَةِ وَ الْاِتِّقَانَاتِ الْمُفَنَّنَةِ وَ الْاِهْتِمَامَاتِ الْمُزَيَّنَةِ وَغَايَةِ كَمَالِ الْاِمْتِيَازِ وَ الْاِتِّزَانِ وَ الْاِنْتِظَامِ وَ الْاِتِّقَانِ وَ السُّهُولَةِ الْمُطْلَقَةِ شَاهِدَاتٌ عَلٰى اِحَاطَةِ عِلْمِ عَلَّامِ الْغُيُوبِ بِكُلِّ شَىْءٍ وَ اَنَّ اٰيَةَ (اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ) تَدُلُّ عَلٰى اَنَّ الْوُجُودَ فِى الشَّىْءِ يَسْتَلْزِمُ الْعِلْمَ بِهٖ وَ نُورَ الْوُجُودِ فِى الْاَشْيَاءِ يَسْتَلْزِمُ نُورَ الْعِلْمِ فٖيهَا فَنِسْبَةُ دَلَالَةِ حُسْنِ صَنْعَةِ الْاِنْسَانِ عَلٰى شُعُورِهٖ اِلٰى نِسْبَةِ دَلَالَةِ خِلْقَةِ الْاِنْسَانِ عَلٰى عِلْمِ خَالِقِهٖ كَنِسْبَةِ لُمَيْعَةِ نُجَيْمَةِ الذُّبَيْبَةِ فِى اللَّيْلَةِ الدَّهْمَاءِ اِلٰى شَعْشَعَةِ الشَّمْسِ فٖى نِصْفِ النَّهَارِ عَلٰى وَجْهِ الْغَبْرَاءِ ٠

وَ كَمَا اَنَّهُ عَلٖيمٌ بِكُلِّ شَىْءٍ فَهُوَ مُرٖيدٌ لِكُلِّ شَىْءٍ لَا يُمْكِنُ اَنْ يَتَحَقَّقَ شَىْءٌ بِدُونِ مَشِيَّتِهٖ وَ كَمَا اَنَّ الْقُدْرَةَ تُؤَثِّرُ وَ اَنَّ الْعِلْمَ يُمَيِّزُ كَذٰلِكَ اَنَّ الْاِرَادَةَ تُخَصِّصُ. ثُمَّ يَتَحَقَّقُ وُجُودُ الْاَشْيَاءِ فَالشَّوَاهِدُ عَلٰى وُجُودِ اِرَادَتِهٖ تَعَالٰى وَ اِخْتِيَارِهٖ سُبْحَانَهُ بِعَدَدِ كَيْفِيَّاتِ الْاَشْيَاءِ وَ اَحْوَالِهَا وَ شُؤُنَاتِهَا نَعَمْ فَتَنْظٖيمُ الْمَوْجُودَاتِ وَ تَخْصٖيصُهَا بِصِفَاتِهَا مِنْ بَيْنِ الْاِمْكَانَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَ مِنْ بَيْنِ الطُّرُقِ الْعَقٖيمَةِ وَ مِنْ بَيْنِ الْاِحْتِمَالَاتِ الْمُشَوَّشَةِ وَ تَحْتَ اَيْدِى السُّيُولِ الْمُتَشَاكِسَةِ بِهٰذَا النِّظَامِ الْاَدَقِّ الْاَرَقِّ وَ تَوْزٖينُهَا بِهٰذَا الْمٖيزَانِ الْحَسَّاسِ الْجَسَّاسِ الْمَشْهُودَيْنِ ٠

وَ اَنَّ خَلْقَ الْمَوْجُودَاتِ الْمُخْتَلِفَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْحَيَوِيَّةِ مِنَ الْبَسَائِطِ الْجَامِدَةِ كَالْاِنْسَانِ بِجِهَازَاتِهٖ مِنَ النُّطْفَةِ وَ الطَّيْرِ بِجَوَارِحِهٖ مِنَ الْبَيْضَةِ وَ الشَّجَرِ بِاَعْضَائِهِ الْمُتَنَوِّعَةِ مِنَ النُّوَاةِ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّ تَخَصُّصَ كُلِّ شَىْءٍ وَ تَعَيُّنَهُ بِاِرَادَتِهٖ وَ اِخْتِيَارِهٖ وَ مَشِيَّتِهٖ سُبْحَانَهُ ٠

فَكَمَا اَنَّ تَوَافُقَ الْاَشْيَاءِ مِنْ جِنْسٍ وَ الْاَفْرَادِ مِنْ نَوْعٍ فٖى اَسَاسَاتِ الْاَعْضَاءِ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلٰى اَنَّ صَانِعَهَا وَاحِدٌ اَحَدٌ كَذٰلِكَ اَنَّ تَمَايُزَهَا فِى التَّشَخُّصَاتِ الْحَكٖيمَةِ الْمُشْتَمِلَةِ عَلٰى عَلَامَاتٍ فَارِقَةٍ مُنْتَظَمَةٍ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّ ذٰلِكَ الصَّانِعَ الْوَاحِدَ الْاَحَدَ هُوَ فَاعِلٌ مُخْتَارٌ مُرٖيدٌ يَفْعَلُ مَايَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرٖيدُ جَلَّ جَلَالُهُ ٠

وَ كَمَا اَنَّ ذٰلِكَ الْخَلَّاقَ الْعَلٖيمَ الْمُرٖيدَ عَلٖيمٌ بِكُلِّ شَىْءٍ وَ مُرٖيدٌ لِكُلِّ شَىْءٍ لَهُ عِلْمٌ مُحٖيطٌ وَ اِرَادَةٌ شَامِلَةٌ وَ اِخْتِيَارٌ تَامٌّ كَذٰلِكَ لَهُ قُدْرَةٌ كَامِلَةٌ ضَرُورِيَّةٌ ذَاتِيَةٌ نَاشِئَةٌ مِنَ الذَّاتِ وَ لَازِمَةٌ لِلذَّاتِ فَمُحَالٌ تَدَاخُلُ ضِدِّهَا وَ اِلَّا لَزِمَ جَمْعُ ضِدَّيْنِ الْمُحَالُ بِالْاِتِّفَاقِ ٠

فَلَا مَرَاتِبَ فٖى تِلْكَ الْقُدْرَةِ فَتَتَسَاوٰى بِالنِّسْبَةِ اِلَيْهَا الذَّرَّاتُ وَ النُّجُومُ وَ الْقَلٖيلُ وَ الْكَثٖيرُ وَ الصَّغٖيرُ وَ الْكَبٖيرُ وَ الْجُزْئِىُّ وَ الْكُلِّىُّ وَ الْجُزْءُ وَ الْكُلُّ وَ الْاِنْسَانُ وَ الْعَالَمُ وَ النُّوَاةُ وَ الشَّجَرُ بِسِرِّ النُّورَانِيَّةِ وَ الشَّفَّافِيَّةِ وَ الْمُقَابَلَةِ وَ الْمُوَازَنَةِ وَ الْاِنْتِظَامِ وَ الْاِمْتِثَالِ بِشَهَادَةِ الْاِنْتِظَامِ الْمُطْلَقِ وَ الْاِتِّزَانِ الْمُطْلَقِ وَ الْاِمْتِيَازِ الْمُطْلَقِ فِى السُّرْعَةِ وَ السُّهُولَةِ وَ الْكَثْرَةِ الْمُطْلَقَاتِ بِسِرِّ اِمْدَادِ الْوَاحِدِيَّةِ وَ يُسْرِ الْوَحْدَةِ وَ تَجَلِّى الْاَحَدِيَّةِ وَ بِحِكْمَةِ الْوُجُوبِ وَ التَّجَرُّدِ وَ مُبَايَنَةِ الْمَاهِيَّةِ وَ بِسِرِّ عَدَمِ التَّقَيُّدِ وَ عَدَمِ التَّحَيُّزِ وَ عَدَمِ التَّجَزّٖى وَ بِحِكْمَةِ اِنْقِلَابِ الْعَوَائِقِ وَ الْمَوَانِعِ اِلَى الْوَسَائِلِ فِى التَّسْهٖيلِ اِنْ اُحْتٖيجَ اِلَيْهِ وَ الْحَالُ اَنَّهُ لَا اِحْتِيَاجَ كَاَعْصَابِ الْاِنْسَانِ وَ الْخُطُوطِ الْحَدٖيدِيَّةِ لِنَقْلِ السَّيَّالَاتِ اللَّطٖيفَةِ بِحِكْمَةِ اَنَّ الذَّرَّةَ وَ الْجُزْءَ وَ الْجُزْئِىَّ وَ الْقَلٖيلَ وَ الصَّغٖيرَ وَ الْاِنْسَانَ وَ النُّوَاةَ لَيْسَتْ بِاَقَلَّ جَزَالَةً مِنَ النَّجْمِ وَ النَّوْعِ وَ الْكُلِّ وَ الْكُلِّىِّ وَ الْكَثٖيرِ وَ الْكَبٖيرِ وَ الْعَالَمِ وَ الشَّجَرِ فَمَنْ خَلَقَ هٰؤُلَاءِ لَا يُسْتَبْعَدُ مِنْهُ خَلْقُ هٰذِهٖ اِذِ الْمُحَاطَاتُ كَالْاَمْثِلَةِ الْمَكْتُوبَةِ الْمُصَغَّرَةِ اَوْ كَالنُّقَطِ الْمَحْلُوبَةِ الْمُعَصَّرَةِ فَلَا بُدَّ بِالضَّرُورَةِ اَنْ يَكُونَ الْمُحٖيطُ فٖى قَبْضَةِ تَصَرُّفِ خَالِقِ الْمُحَاطِ لِيُدْرِجَ مِثَالَ الْمُحٖيطِ فِى الْمُحَاطَاتِ بِدَسَاتٖيرِ عِلْمِهٖ وَ اَنْ يَعْصُرَهَا مِنْهُ بِمَوَازٖينِ حِكْمَتِهٖ فَالْقُدْرَةُ الَّتٖى اَبْرَزَتْ هَاتٖيكَ الْجُزْئِيَّاتِ لَا يَتَعَسَّرُ عَلَيْهَا اِبْرَازُ تَاكَ الْكُلِّيَّاتِ فَكَمَا اَنَّ نُسْخَةَ قُرْاٰنِ الْحِكْمَةِ الْمَكْتُوبَةِ عَلَى الْجَوْهَرِ الْفَرْدِ بِذَرَّاتِ الْاَثٖيرِ لَيْسَتْ بِاَقَلَّ جَزَالَةً مِنْ نُسْخَةِ قُرْاٰنِ الْعَظَمَةِ الْمَكْتُوبَةِ عَلٰى صَحَائِفِ السَّمٰوَاتِ بِمِدَادِ النُّجُومِ وَ الشُّمُوسِ كَذٰلِكَ لَيْسَتْ خِلْقَةُ نَحْلَةٍ وَ نَمْلَةٍ بِاَقَلَّ جَزَالَةً مِنْ خِلْقَةِ النَّخْلَةِ وَ الْفٖيلِ وَ لَا صَنْعَةُ وَرْدِ الزُّهْرَةِ بِاَقَلَّ جَزَالَةً مِنْ صَنْعَةِ دُرِّىِّ نَجْمِ الزُّهْرَةِ وَ هٰكَذَا فَقِسْ ٠

فَكَمَا اَنَّ غَايَةَ كَمَالِ السُّهُولَةِ فٖى اٖيجَادِ الْاَشْيَاءِ اَوْقَعَتْ اَهْلَ الضَّلَالَةِ فٖى اِلْتِبَاسِ التَّشْكٖيلِ بِالتَّشَكُّلِ الْمُسْتَلْزِمِ لِلْمُحَالَاتِ الْخُرَافِيَّةِ الَّتٖى تَمُجُّهَا الْعُقُولُ بَلْ تَتَنَفَّرُ عَنْهَا الْاَوْهَامُ كَذٰلِكَ اَثْبَتَتْ بِالْقَطْعِ وَ الضَّرُورَةِ لِاَهْلِ الْحَقِّ وَ الْحَقٖيقَةِ تَسَاوِىَ السَّيَّارَاتِ مَعَ الذَّرَّاتِ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى قُدْرَةِ خَالِقِ الْكَائِنَاتِ جَلَّ جَلَالُهُ وَ عَظُمَ شَانُهُ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ٠

اَلْمَرْتَبَةُ السَّادِسَةُ: (Bu Mertebe-i Sâdise, sair mertebeler gibi yazılsaydı pek çok uzun olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin kısa ifade ile beyan edilemez. Otuzuncu Söz’de bir nebze zikredildiğinden burada kitabeten kısa kesip, derste izahat verdik.)

جَلَّ جَلَالُهُ وَ عَظُمَ شَانُهُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْعَادِلُ الْحَكٖيمُ الْقَادِرُ الْعَلٖيمُ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ السُّلْطَانُ الْاَزَلِىُّ الَّذٖى هٰذِهِ الْعَوَالِمُ كُلُّهَا فٖى تَصَرُّفِ قَبْضَتَىْ نِظَامِهٖ وَ مٖيزَانِهٖ وَ تَنْظٖيمِهٖ وَ تَوْزٖينِهٖ وَ عَدْلِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ وَ عِلْمِهٖ وَ قُدْرَتِهٖ وَ مَظْهَرُ سِرِّ وَاحِدِيَّتِهٖ وَ اَحَدِيَّتِهٖ بِالْحَدْسِ الشُّهُودِىِّ بَلْ بِالْمُشَاهَدَةِ اِذْ لَا خَارِجَ فِى الْكَوْنِ مِنْ دَائِرَةِ النِّظَامِ وَ الْمٖيزَانِ وَ التَّنْظٖيمِ وَ التَّوْزٖينِ وَ هُمَا بَابَانِ مِنَ الْاِمَامِ الْمُبٖينِ وَ الْكِتَابِ الْمُبٖينِ وَ هُمَا عُنْوَانَانِ لِعِلْمِ الْعَلٖيمِ الْحَكٖيمِ وَ اَمْرِهٖ وَ قُدْرَةِ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ وَ اِرَادَتِهٖ فَذٰلِكَ النِّظَامُ مَعَ ذٰلِكَ الْمٖيزَانِ فٖى ذٰلِكَ الْكِتَابِ مَعَ ذٰلِكَ الْاِمَامِ بُرْهَانَانِ نَيِّرَانِ لِمَنْ لَهُ فٖى رَاْسِهٖ اِذْعَانٌ وَ فٖى وَجْهِهِ الْعَيْنَانِ اَنْ لَا شَىْءَ مِنَ الْاَشْيَاءِ فِى الْكَوْنِ وَ الزَّمَانِ يَخْرُجُ مِنْ قَبْضَةِ تَصَرُّفِ رَحْمٰنٍ وَ تَنْظٖيمِ حَنَّانٍ وَ تَزْيٖينِ مَنَّانٍ وَ تَوْزٖينِ دَيَّانٍ ٠

اَلْحَاصِلُ: اِنَّ تَجَلِّى الْاِسْمِ الْاَوَّلِ وَ الْاٰخِرِ فِى الْخَلَّاقِيَّةِ النَّاظِرَيْنِ اِلَى الْمَبْدَاِ وَ الْمُنْتَهٰى وَ الْاَصْلِ وَ النَّسْلِ وَ الْمَاضٖى وَ الْمُسْتَقْبَلِ وَ الْاَمْرِ وَ الْعِلْمِ الْمُشٖيرَانِ اِلَى الْاِمَامِ الْمُبٖينِ وَ تَجَلِّى الْاِسْمِ الظَّاهِرِ وَ الْبَاطِنِ عَلَى الْاَشْيَاءِ فٖى ضِمْنِ الْخَلَّاقِيَّةِ يُشٖيرَانِ اِلَى الْكِتَابِ الْمُبٖينِ فَالْكَائِنَاتُ كَشَجَرَةٍ عَظٖيمَةٍ وَ كُلُّ عَالَمٍ مِنْهَا اَيْضًا كَالشَّجَرَةِ فَنُمَثِّلُ شَجَرَةً جُزْئِيَّةً لِخِلْقَةِ الْكَائِنَاتِ وَ اَنْوَاعِهَا وَ عَوَالِمِهَا وَ هٰذِهِ الشَّجَرَةُ الْجُزْئِيَّةُ لَهَا اَصْلٌ وَ مَبْدَاٌ وَ هُوَ النُّوَاةُ الَّتٖى تَنْبُتُ عَلَيْهَا وَ كَذَا لَهَا نَسْلٌ يُدٖيمُ وَظٖيفَتَهَا بَعْدَ مَوْتِهَا وَ هُوَ النُّوَاةُ فٖى ثَمَرَاتِهَا فَالْمَبْدَاُ وَ الْمُنْتَهٰى مَظْهَرَانِ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الْاَوَّلِ وَ الْاٰخِرِ فَكَاَنَّ الْمَبْدَاَ وَ النُّوَاةَ الْاَصْلِيَّةَ بِكَمَالِ الْاِنْتِظَامِ وَ الْحِكْمَةِ فِهْرِسْتَةٌ وَ تَعْرِفَةٌ مُرَكَّبَةٌ مِنْ مَجْمُوعِ دَسَاتٖيرِ تَشَكُّلِ الشَّجَرَةِ وَ النُّوَاتَاتُ فٖى ثَمَرَاتِهَا الَّتٖى فٖى نِهَايَاتِهَا مَظْهَرٌ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الْاٰخِرِ فَتِلْكَ النُّوَاتَاتُ فِى الثَّمَرَاتِ بِكَمَالِ الْحِكْمَةِ كَاَنَّهَا صُنَيْدِقَاتٌ صَغٖيرَةٌ اُودِعَتْ فٖيهَا فِهْرِسْتَةٌ وَ تَعْرِفَةٌ لِتَشَكُّلِ مَا يُشَابِهُ تِلْكَ الشَّجَرَةَ وَ كَاَنَّهَا كُتِبَ فٖيهَا بِقَلَمِ الْقَدَرِ دَسَاتٖيرُ تَشَكُّلِ شَجَرَاتٍ اٰتِيَةٍ وَ ظَاهِرُ الشَّجَرَةِ مَظْهَرٌ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الظَّاهِرِ فَظَاهِرُهَا بِكَمَالِ الْاِنْتِظَامِ وَ التَّزْيٖينِ وَ الْحِكْمَةِ كَاَنَّهَا حُلَّةٌ مُنْتَظَمَةٌ مُزَيَّنَةٌ مُرَصَّعَةٌ قَدْ قُدَّتْ عَلٰى مِقْدَارِ قَامَتِهَا بِكَمَالِ الْحِكْمَةِ وَ الْعِنَايَةِ وَ بَاطِنُ تِلْكَ الشَّجَرَةِ مَظْهَرٌ لِتَجَلِّى الْاِسْمِ الْبَاطِنِ فَبِكَمَالِ الْاِنْتِظَامِ وَ التَّدْبٖيرِ الْمُحَيِّرِ لِلْعُقُولِ وَ تَوْزٖيعِ مَوَادِّ الْحَيَاةِ اِلَى الْاَعْضَاءِ الْمُخْتَلِفَةِ بِكَماَلِ الْاِنْتِظَامِ كَاَنَّ بَاطِنَ تِلْكَ الشَّجَرَةِ مَاكٖينَةٌ خَارِقَةٌ فٖى غَايَةِ الْاِنْتِظَامِ وَ الْاِتِّزَانِ ٠

فَكَمَا اَنَّ اَوَّلَهَا تَعْرِفَةٌ عَجٖيبَةٌ وَ اٰخِرَهَا فِهْرِسْتَةٌ خَارِقَةٌ يُشٖيرَانِ اِلَى الْاِمَامِ الْمُبٖينِ .. كَذٰلِكَ اِنَّ ظَاهِرَهَا كَحُلَّةٍ عَجٖيبَةِ الصَّنْعَةِ وَ بَاطِنَهَا كَمَاكٖينَةٍ فٖى غَايَةِ الْاِنْتِظَامِ تُشٖيرَانِ اِلَى الْكِتَابِ الْمُبٖينِ.. فَكَمَا اَنَّ الْقُوَاتِ الْحَافِظَاتِ فِى الْاِنْسَانِ تُشٖيرُ اِلَى اللَّوْحِ الْمَحْفُوظِ وَ تَدُلُّ عَلَيْهِ كَذٰلِكَ اَنَّ النُّوَاتَاتِ الْاَصْلِيَّةَ وَ الثَّمَرَاتِ تُشٖيرَانِ فٖى كُلِّ شَجَرَةٍ اِلَى الْاِمَامِ الْمُبٖينِ وَالظَّاهِرُ وَ الْبَاطِنُ يَرْمُزَانِ اِلَى الْكِتَابِ الْمُبٖينِ فَقِسْ عَلٰى هٰذِهِ الشَّجَرَةِ الْجُزْئِيَّةِ شَجَرَةَ الْاَرْضِ بِمَاضٖيهَا وَ مُسْتَقْبَلِهَا وَ شَجَرَةَ الْكَائِنَاتِ بِاَوَائِلِهَا وَ اٰتٖيهَا وَ شَجَرَةَ الْاِنْسَانِ بِاَجْدَادِهَا وَ اَنْسَالِهَا وَ هٰكَذَا جَلَّ جَلَالُ خَالِقِهَا وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يَا كَبٖيرُ اَنْتَ الَّذٖى لَا تَهْدِى الْعُقُولُ لِوَصْفِ عَظَمَتِهٖ وَلَا تَصِلُ الْاَفْكَارُ اِلٰى كُنْهِ جَبَرُوتِهٖ ٠

اَلْمَرْتَبَةُ السَّابِعَةُ:

جَلَّ جَلَالُهُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْخَلَّاقُ الْفَتَّاحُ (Bu esma-i mübareke dürbünleri ile mevcudattaki cilveleri altında ef’al-i İlahiye ve âsârına bakmakla, Müsemma-i Zülcelal’e intikal edilir.) الْفَعَّالُ الْعَلَّامُ الْوَهَّابُ الْفَيَّاضُ شَمْسُ الْاَزَلِ الَّذٖى هٰذِهِ الْكَائِنَاتُ بِاَنْوَاعِهَا وَ مَوْجُودَاتِهَا ظِلَالُ اَنْوَارِهٖ وَ اٰثَارُ اَفْعَالِهٖ وَ اَلْوَانُ نُقُوشِ اَنْوَاعِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهٖ وَ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَائِهٖ وَ قَدَرِهٖ وَ مَرَايَا تَجَلِّيَاتِ صِفَاتِهٖ وَ جَمَالِهٖ وَ جَلَالِهٖ وَ كَمَالِهٖ بِاِجْمَاعِ الشَّاهِدِ الْاَزَلِىِّ بِجَمٖيعِ كُتُبِهٖ وَ صُحُفِهٖ وَ اٰيَاتِهِ التَّكْوٖينِيَّةِ وَ الْقُرْاٰنِيَّةِ وَ بِاِجْمَاعِ الْاَرْضِ مَعَ الْعَالَمِ بِاِفْتِقَارَاتِهَا وَ اِحْتِيَاجَاتِهَا فٖى ذَاتِهَا وَ ذَرَّاتِهَا مَعَ تَظَاهُرِ الْغِنَاءِ الْمُطْلَقِ وَ الثَّرْوَةِ الْمُطْلَقَةِ عَلَيْهَا وَ بِاِجْمَاعِ كُلِّ اَهْلِ الشُّهُودِ مِنْ ذَوِى الْاَرْوَاحِ النَّيِّرَةِ وَ الْقُلُوبِ الْمُنَوَّرَةِ وَ الْعُقُولِ النُّورَانِيَّةِ مِنَ الْاَنْبِيَاءِ وَ الْاَوْلِيَاءِ وَ الْاَصْفِيَاءِ بِجَمٖيعِ تَحْقٖيقَاتِهِمْ وَ كُشُوفَاتِهِمْ وَ فُيُوضَاتِهِمْ وَ مُنَاجَاتِهِمْ قَدْ اِتَّفَقَ الْكُلُّ مِنْهُمْ وَ مِنَ الْاَرْضِ وَ الْاَجْرَامِ الْعُلْوِيَّةِ وَ السُّفْلِيَّةِ بِمَا لَا يُحَدُّ مِنْ شَهَادَاتِهِمُ الْقَطْعِيَّةِ وَ تَصْدٖيقَاتِهِمُ الْيَقٖينِيَّةِ بِقَبُولِ شَهَادَاتِ الْاٰيَاتِ التَّكْوٖينِيَّةِ وَ الْقُرْاٰنِيَّةِ؛ وَ شَهَادَاتِ الصُّحُفِ وَ الْكُتُبِ السَّمَاوِيَّةِ الَّتٖى هِىَ شَهَادَةُ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ عَلٰى اَنَّ هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ اٰثَارُ قُدْرَتِهٖ وَ مَكْتُوبَاتُ قَدَرِهٖ وَ مَرَايَا اَسْمَائِهٖ وَ تَمَثُّلَاتُ اَنْوَارِهٖ جَلَّ جَلَالُهُ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ٠

***

İ’tizar:

Bu Arabî Lem’a, yeni yazılı Lem’alar arasına girmesi dolayısıyla, sahife numaraları, kitabın numaraları ile takip edilmesi mecburiyetinde kalındığından Arapça sahife numarası takibine uymaması cihetinin, nazar-ı müsamaha ile karşılanması rica olunur.

***

Loading

Yirmi Sekizinci Lem’a

Bazı kısımları buraya dercedilen bu risalenin tamamı, Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.

İkinci Nükte

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ۞ مَٓا اُرٖيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ

Şu âyet-i kerîmenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek ifade-i i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’an’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan edeceğiz.

Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazen kendine isnad eder.

İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.” manasında “Ben sizi ibadet için halk etmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil.” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihî bir malûmu i’lam kabîlinden olur, i’caz-ı Kur’an’ın belâgatına uygun gelmez.

İkinci Vecih: İnsan rızka çok müptela olduğu için rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerîme diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!”

Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i’lam-ı malûm kabîlinden olur. İlm-i belâgatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Mesela sen, birisine desen: “Sen hâfızsın.” O, malûmunu i’lam kabîlinden olur. Demek, maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasıl ki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zahir manası malûm ve bedihî olduğundan o mananın bir lâzımı muraddır. Yani “Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar.” manasında ve Hazret-i İsa (as) ve Üzeyr (as) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi aynen onun gibi bu misalimizde de “Rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar.” manasında, Mabud’unuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.

Said Nursî

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ

Re’fet اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.

Uyku üç nevidir:

Birincisi: Gayluledir ki fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır.

Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddimatını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

İkincisi: Feyluledir ki ikindi namazından sonra mağribe kadardır.

Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi; manevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

Üçüncüsü: Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır.

Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arap’ta vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan o sünnet-i seniyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.

Said Nursî

***

“Bu da güzeldir.”

اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latîf bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım fakat işaret nevinden bir iki cümlesini söyleyeceğim.

Gördüm ki gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (asm) hayalen müşahede ettim.

Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zatlara selâm ettiği gibi “Binler selâm (Hâşiye: Zat-ı Ahmediye’ye (asm) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerîm’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zat-ı Risalet’teki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.) sana yâ Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, her birerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim.

Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirane bir mukabele nevinden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.

O Zat-ı Ahmediye (asm) ubudiyeti cihetiyle –halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle– rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle –Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle– selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten her birinin namına bir salâta lâyıktır.

Çünkü getirdiği nur ile her bir şeyin kemali görünür ve her bir mevcudun kıymeti tezahür eder ve her bir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve her bir masnûdaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için her bir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi lisan-ı kāli de olsaydı ‌اَلصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰه‌ diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına ‌اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَ الْاِنْسِ وَ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَ النُّجُومِ‌ manen deriz.

فَيَكْفٖيكَ اَنَّ اللّٰهَ صَلّٰى بِنَفْسِهٖ وَ اَمْلَاكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَتْ

Said Nursî

***

Aziz kardeşim!

Vahdetü’l-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektup’un bir Lem’a’sında, Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse hakikat telakki edilir. (Hâşiye: Nasıl ki iki melaike, teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telakki edilmiştir.) Öyle de vahdetü’l-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdetü’l-vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe; gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki mâsivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin belki her bir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi “el-iyazü billah” öyle şımartır ki ele avuca sığmaz.

Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdetü’l-vücuddan bahseden; fikren serâdan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını arş-ı a’lâya diken, istiğrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.

Fikren arşa çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin.” desen manen arştan ferşe sukut eder gibi hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur.

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ ۞ مَا لِلتُّرَابِ وَ لِرَبِّ الْاَرْبَابِ

سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ الْاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ الْاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهٖ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلَالُهُ وَلَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

Said Nursî

***

Bir Suale Cevap

Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır.

Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnet’e muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberradır. Bazen kelâm küfür görünür fakat sahibi kâfir olamaz.

Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnet’e taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.

Musa Bekuf ise ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu’l-Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnet’e muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor. قَالَ مُحْيِى الدّٖينِ : تَحْرُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَنْ لَيْسَ مِنَّا yani “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak, zararlıdır.

Said Nursî

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum.

Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:

Elli sene sonra, bu kemal-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılab etmiş olacaklar. كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ kaidesiyle madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir, elbette gördüğün hayal değildir.

Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur. Elbette bîçare insanların ebed-perest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir.

Bunun içindir ki bayramlarda gaflet istila edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.

Said Nursî

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ

Meali: (Hâşiye: Bu parçanın da herkese faydası var.) “Nefis daima kötü şeylere sevk eder.” âyetinin hem de اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتٖى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mana-yı şerifi “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadîsinin bir nüktesidir.

Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zahirî sevse de samimi sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusuru nefsine almaz belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise aksü’l-amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür.

Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptela olan hisse ve heva-yı nefse mağlup olup yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldığı Amme Cüzü’nü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak ve hevasını memnun etmek ve hevesini tatmin etmek için ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip kârlı işlerde hasaret eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَالْاِنْسَانِ

***

Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman cehennemde hapis nasıl adalet olur?

Elcevap: Sene, üç yüz altmış beş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstahak olur. Elbette خَالِدٖينَ فٖيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için gayra tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâekall zahirî âdete göre on beş sene maktûlün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar خَالِدٖينَ de hapseder.

Said Nursî

***

Manidar Bir Tevafuk-u Latîfe

Risale-i Nur şakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163’üncü maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüz elli bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 mebustan 163 mebusun adedine tevafuk edip, manen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i cumhuriyenin 163 mebusun takdirkârane imzaları, 163’üncü madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.

Hem yine manidar tevafukat-ı latîfedendir ki Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitap ediyor. Risale-i Nur’un şakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27 Nisan 1935 tarihi ile mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19 Ağustos 1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor. (Hâşiye: Cây-ı dikkattir ki Risale-i Nur şakirdlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25 Nisan 1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran bu suretle şakirdlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevafuk edip evvelki tevafukata bir letafet daha katmıştır.)

***

Bu Lem’a’nın başında İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a, Elmas Cevher Nur ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’a’nın âhirinde derci münasip görüldü:

Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki Risale-i Nur’un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliğim ile beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrılamaz.

Affınıza mağruren Risale-i Nur’un bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır: Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir.

Arama, bendenizin odasında idi. Çocuk odaya geldi, odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nurları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da bir şey demediler. Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor. “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nurları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir halet kesbediyordum.” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas Cevher Nurlar ele geçmemiş oluyor.

Bu keramet değil de nedir? Kur’anî bir mu’cize değildir de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas Cevher, hangi telifatta vardır ki bu Elmas Cevher Nurlar, şimdiye kadar hangi zatın ağzından dökülmüştür? Ben de hapis değil, bu Elmas Cevher Nurlar için her an her dakika her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas Cevher Nurlar yoluna evladım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.

İşte bu Elmas Cevher Nur’un ikinci kerametini ispat ile üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evladım, bu Elmas Cevher Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas Cevher Nur’u okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas Cevher Nur’u okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas Cevher Nur’dur.” diye bunlara okumaya başladım. Onuncu Söz’ü okurken saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas Cevher Nur’u onların anlayabileceği şekilde izah ederken çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.

Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında; “Evet Nur, bunu okumaktır. Bak sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar, tasdik ettiler. “Ya Elmas nedir? Bu sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler. “Ya Cevher nedir? İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım.

İşte Elmas Cevher Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.

Âciz talebeniz

Şefik

***

Zekâi’nin Rüyası

Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor!” dediler. Bu izdiham yarıldı, hiç durmaksızın bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.

Zekâi

***

Tarafgirane ve Risale-i Nur’a rakibane söylenen sözlere mukabildir.

Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadın

Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz

Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur’un

Arz değil, âfitab dahi peykidir onun

Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur

Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur

Bir nur ki bahr-i hakikat ve mahz-ı hidayettir o

مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اهْتَدٰى yı oku.

Hak’tan olmaz şikayet, belki maksat hikâyet

Şer’in üzere giderken Hakk’a malûm

Risale-i Nur’a ki eylemiştim hem de hizmet

Risale-i Nur ki Aliyyü’l-Murtaza ve Gavs-ı A’zam

Celcelutiye’de ve bazı kasaidde etmişler işaret

Risale-i Nur ki urvetü’l-vüska, lenfisam

Temessük etmiştim zira hem hidayet ve ayn-ı hakikat

Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf aleyhisselâm

Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

Halil İbrahim

***

Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Yirmi Sekizinci Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ۞ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ۞ اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ۞ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalaletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:

Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi gaibden haber verenlere haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şahaplarla recm ve men’edildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevaptır.

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki cüz’î ve bazen şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor.

Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazen yakından cenneti temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki bu asrın aklına sığmaz?

Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lâ’nın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?

Elcevap:

Evvela: On Beşinci Söz namındaki bir risalede yedi basamak namında, yedi kat’î mukaddime ile وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan casuslarının semavattan ref’ ve tardı, öyle bir surette ispat edilmiş ki en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.

Sâniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi, kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.

Mesela, bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa telsiz telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa âdeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi ilmiye dairesi oluyor.

Hem mesela, müteaddid devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükûmetlerin bazen oluyor ki müstemlekat cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, her bir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebettardır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa her cüz’î bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor fakat o cüz’î meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsil gibi semavat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalplerine uzanmış manevî telefonları olduğu gibi semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervahı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir.

Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan cennet dahi hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında, her tarafta nurani bir surette uzanmış, yayılmış.

Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, her biri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor.

Öyle de bu insan-ı ekber olan kâinat dahi mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüzler, cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.

Fakat bazen cüz’î ve hususi bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse o hâdise işitilir.

Ve bazen de büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil belki izhar-ı haşmet için yapılır. Mesela, Hâdise-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’an’ın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve def’ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’anînin derece-i haşmetini ve şaşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilana bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi o ilan-ı tekvinîyi tercüme edip ilan ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder.

Evet, bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir.

Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise cinnîlerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil belki kalb-i Muhammedîden (asm) tâ semavat âlemine, tâ arş-ı a’zama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için vahy-i Kur’anî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki bir derece ona temas etmek için şeytanlar tâ semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki kalb-i Muhammedîye (asm) gelen vahiy ve huzur-u Muhammedîye (asm) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye (asm) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan mu’cizane haber veriyor.

Amma cennetin uzaklığıyla beraber âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasıyla, cennetin bu âlem-i fânide –temsilde hata olmasın– bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalp telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikati şu olmak gerektir ki:

Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin –teşbihte hata yok– karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki o mevkilerde arz memleketi ile münasebettarlık oluyor, cüz’î hâdiseler için o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki melek-i ilham ile şeytan-ı hususi o mevkide mübareze ediyorlar.

Ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (asm) ise ne kadar cüz’î de olsa en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan arş-ı a’zamda ve daire-i semavatta –temsilde hata olmasın– mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahis oluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedîden (asm) tâ daire-i arşa varıncaya kadar ise hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (asm) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane belki mu’cizane ilan etmek ve göstermektir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Said Nursî

***

Loading

Yirmi Yedinci Lem’a

Eskişehir Mahkeme Müdafaası olup Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında ve kısmen de Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.

***

Loading