Dua (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i a’zamın hakkına ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıran Risale-i Nur talebelerini cennetü’l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmin! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmin! Ve defter-i hasenatlarına Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin her bir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmin! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmin!

Yâ Erhame’r-râhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mesud eyle, âmin! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmin! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle, âmin!

Umum Nur Şakirdleri namına

Said Nursî

Loading

Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Latîf, manidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum:

Birincisi: Meyusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar:

Bugünlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihetle günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanların hususi ibadatı ve takvası nasıl mukabele edebilir? diye meyusane düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risaletü’n-Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işarat-ı Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviye ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risaletü’n-Nur’un hakiki ve sadık şakirdleri mabeynindeki düstur-u esasî olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve sadık tesanüd sırrıyla her bir hâlis ve hakiki şakird bir dil ile değil belki kardeşleri adedince dilleriyle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara karşı, bin dil ile mukabele eder. İhlas ve sadakat ve sünnet-i seniyeye mütâbaat ve hizmet derecesine göre o küllî ubudiyete sahip olur.

Bu büyük kazancı elden kaçırmamak gerektir. Bazı melaikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis ve hakiki, müttaki bir şakird dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstahak olur, inşâallah.

İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan, üstad tarafından bir cübbe bana giydirmek vaziyetine maniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığını…

Sâniyen: O zaman büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyetini değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana bir cübbe giydirmek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört beş zatın da vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek, bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlana Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek yüz yaşında (Hâşiye[1]) cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum.

Said Nursî

***

Emin ve Feyzi’nin Isparta’daki kardeşlerine, Üstadlarının hastalığı hakkında bir mektuplarıdır

Ramazan-ı şerifte beş gün savm-ı visal içinde gıda olarak, ekmeksiz muhallebi üç ve beş altı kaşık soğuk yoğurt… Üçüncü gece, yarım kaşık muhallebi ve dördüncü gece iftarda sulu şehriyeden beş kaşık ve beş kaşık da yine o şehriyeden sahurda ve yoğurt keza üç dört kaşık; beşinci gece, tanesiz gibi gayet hafif şehriye beş altı kaşık; sahurda ise yine beş altı kaşık. İşte beş günde pirinç çorbası su sayılmamak şartıyla şehriyeden beş dirhem, yoğurt süzülse on dirhem, muhallebi susuz altı yedi dirhem, mecmuu otuz dirhem gıda ile beş gün savm-ı visal, yalnız teravih noksan olarak sair vazifelerin yapılması, Risaletü’n-Nur şakirdlerine ihata edilen inayatın hârikalarından bir kerametini gördük.

Hem Üstadımızdan hiç görmediğimiz ikimiz yani Feyzi, Emin; Barla, Isparta Süleymanları gibi inceden inceye hastalık hiddetlerini tahrik etmemek için ihtiyat edemediğimizden, şiddetli hiddetini gördük. Bu hastalığında yine eser-i rahmettir ki hiç hayal ve hatıra gelmeyen aşr-ı âhirin gayet mühim gecelerinde, Üstadımızın tam îfa edemediği vazife yerinde bu havalide her bir şakird, kendi hususi çalışmasından başka, bir saati Üstad hesabına Risaletü’n-Nur’un şakirdlerinin mücahede-i maneviyelerine iştirak ve onları hedef edip onların defter-i a’maline geçmeye, aynı Üstad gibi çalışmaya başladılar. Hattâ Üstadımız diyordu: Ehemmiyetsizliğimle beraber Isparta ve havalisinde kardeşlerimizin a’mal-i uhreviyesine bir medar-ı müheyyic hükmünde benim kusurlu çalışmam kâfi gelmiyordu; demek Üstad yerinde, onun birkaç saat çalışmasına bedel, pek çok saatler aynı vazifeyi görmeye başladılar. Cenab-ı Hak rahmetiyle, bu hastalık vesilesiyle bir şahs-ı manevî ve kuvvetli bir medar olacak bu tedbiri ihsan eyledi, cüz’iyetten külliyete çıkardı.

Hem bu hastalık letaifindendir ki Üstadımızın hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmeden, birden iftar vaktinde bir doktor geldi, elini tuttu. Üstadımız dedi ki: “Ben hastalığımı muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim. Hekim, Cenab-ı Hak’tır.” Birden canlandı, sesi çıkmaya başladı. Güya kendisi bir doktor şeklini aldı. Doktor ise bir hasta hükmüne geçti. Doktora ehemmiyetli bir mektubu okudu, doktorun derdine deva olacak bir ilaç oldu. Sonra top atıldı. Doktora dedi: “Burada iftar et.” Doktor dedi: “Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım.” demesiyle çok hayret ettiğimiz Üstadımızın vaziyeti, orucu bozmuş bir doktorun tıp noktasında hâkimane vaziyetini kabul etmedi ki o vaziyet ona verildi.

Evet, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinden gelen şifa duası, öyle yüz bin doktora mukabil gelir diye biz de tasdik ettik. Hem bu hastalığın Leyle-i Kadirde Risaletü’n-Nur talebeleri, hususan masumlar ettikleri şifa duaları öyle bir derecede hârika bir surette tesirini gösterdi ki Üstadımıza sıhhat halinden daha ileri bir surette bir vaziyet verildi, Leyle-i Kadre lâyık bir tarzda çalışmaya başladı. Risale-i Nur şakirdlerinden gelen bu dua-yı şifa, hârika bir mu’cize gibi bir keramet olduğunu biz gözümüzle gördük.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Feyzi

***

Bizden bir ay uzakta bulunan Risaletü’n-Nur şakirdleri, Üstadımızın hastalığının aynı zamanında hastalığının vaziyetini rüyada aynen gördükleri gibi; Sabri ve Hâfız Ali’nin taifeleri de aynı vakitte burada yani Kastamonu’da olduğu gibi, hasta olan Üstadımızın hesabına daha mühim bir tarzda çalışmışlar. Şöyle ki:

(Sabri’nin mektubunun bir parçasıdır)

Üstadım efendim!

Rahatsızlığınız anında oradaki menba-ı Nur’un mücahidleri bir saat mesai-i maneviyelerini hâdim-i Kur’an hesabına yaptıkları gibi bu havalide de bu seneye mahsus îfa edilen mesai-i diniye tahdis-i nimet zımnında zikre vesile oldu. Fakire bu sene Leyle-i Kadirden bir gün evvel ihtar edildi ki: “Bu sene Leyle-i Kadri iki gece yap.” Bendeleri de cemaate şöyle söyledim ki: “Üstadım (Sellemehullahu ve âfâhu) bazı bu gibi mübarek geceleri bazı maksatlara binaen o leyle-i mübarekeyi ihya için bir gece evvel, hattâ ma’hud geceden bir gece sonra daha ihyaya sa’y ederlerdi. Biz de o isre ittibaen onun hesabına Leyle-i Kadri iki gece yapacağız.” diye niyet ve karar ettik. Birinci gecede Evrad-ı Bahaiye ve Tesbihat ve Sekine ve Delailü’l-Hayrat ve Cevşenü’l-Kebir gibi ders ve virdlerimize çalıştık. İkinci gece keza hem nasihat… Demek ittiba cihetiyle, Üstadımızın hesabına yüz cemaatle “tekabbelallah” çalıştırılmışız. Sonra Isparta, Atabey, İslâmköy, Kuleönü vesaire gibi mahallerde de sair vezaiften maada her gün Kur’an’ın cüzlerini taksim suretiyle hatm-i Kur’an, Üstad hesabına bütün ramazanda ve Âyetü’l-Kürsî hatimleri keza… Şu halde, bu seneye mahsus yapılan ibadat-ı maruzaların bir hikmeti varmış ki bilmediğimiz halde Kastamonulu kardeşlerimiz gibi Üstad hesabına çalıştırılmışız. Fîmâba’d Rabb’im uzun ömürler ihsan etsin; muammer, ebedî şifa ve deva ve inayetler ihsan buyursun, âmin!

Talebeniz Sabri

***

Namaz tesbihatının faziletine ait Isparta’ya gönderilen bir mektuptur

Bugünlerde ince bir mesele kalbime geldi. Vaktinde kaleme alamadım. Vakit geçtikten sonra o ehemmiyetli hakikate bir işaret ederiz:

Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsülüne binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar, tarîkat-ı Muhammediyedir (asm) ve velayet-i Ahmediyenin (asm) bir evradıdır. O nokta-i nazarda ehemmiyeti büyüktür. Sonra bu kelimenin hakikati böyle inkişaf etti:

Nasıl ki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye (asm) bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de o velayetin tarîkatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan farz namazların akabindeki tesbihat, o derece sair tarîkatların ve evradların fevkindedir. Ve bu sır dahi şöyle inkişaf etti:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nurani bir vaziyet hissediliyor. Öyle de kalbi hüşyar bir zat, namazdan sonra “Sübhanallah Sübhanallah” deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zat-ı Ahmediye’nin (asm) muvacehesinde, tesbih elinde yüz milyon adam tesbih çektiklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle “Sübhanallah Sübhanallah” der. Sonra o serzâkirin emr-i manevîsiyle ona ittibaen “Elhamdülillah Elhamdülillah” dediği vakit, o halka-i zikrin ve o geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediyenin (asm) dairesinde yüz milyon müridlerin “Elhamdülillah Elhamdülillah”larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde “Elhamdülillah Elhamdülillah” ile iştirak eder ve hâkeza… “Allahu ekber Allahu ekber” ve duadan sonra “Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah” otuz üç defa o tarîkat-ı Ahmediyenin (asm) halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sâbık mana ile o ihvan-ı tarîkatı nazara alıp o halkanın serzâkiri olan Zat-ı Ahmediye’ye (asm) müteveccih olup اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ der diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

Said Nursî

***

Hâfız Ali’nin bu defaki mektubunda çok mübarek ve yüksek duası bizi en derin ruhumuzdan mesrur edip şükre sevk etti. Ve her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere mana-yı işarîsiyle mededres ve halâskâr ve şifadar ve medar-ı sürur olan اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ ve اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا her musibetzedeye baktığı gibi bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor. Evet, Hâfız Ali (rh) o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezauf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nisbeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hâfız Ali’nin (rh) üstadı hakkında, benim haddimden çok fazla isnad ettiği meziyet ve masumiyeti; onun masum lisanıyla hakkımda medih olarak değil belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.

Hem Hâfız Ali’nin, Sava gibi yerler, karyeler ve Isparta, bir medrese-i Nuriye hükmüne geçmesi ve Risale-i Nur’un sadık şakirdleri hârikulâde olarak günden güne yükselmeleri, tenevvür etmeleri, bizleri belki Anadolu’yu belki âlem-i İslâm’ı mesrur ve müferrah eden bir hakikatli haber telakki ediyoruz.

Âhir fıkrasında, “Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemini hemen hemen gelmiş.” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ve temenni ediyoruz. Fakat biz Risaletü’n-Nur şakirdleri ise:

Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemiyete değil, keyfiyete bakmak hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında Risaletü’n-Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkaların ve dalaletlerin savletlerinin kırılması ve yüz binler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze mukabil binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ispat etmiş ve ediyor ve inşâallah daha edecek. Hem öyle kökleşmiş ki inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri (yani Mehdi ve şakirdleri) Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugünlerde Rumuzat-ı Semaniye’ye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere, bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalaa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli ve güzel ve meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edilmeden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştırıldık.”

Birden ihtar edildi ki: O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyet’in temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. Çünkü o esrar-ı gaybiye, zevkli ve meraklı olduğu için nazarı kendine çekecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi ki Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ remzinde, esrar-ı gaybî gösterildi; birden kapandı, perde indi. Hem bu sır için idi ki o yolda istihdam edilmedik, yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir ziynet ve huruf-u Kur’aniyenin intizamından ve vaziyetinden tezahür eden bir nevi i’caz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.

Said Nursî

***

Rüya hakkında Isparta’ya gönderilen bir fıkradır

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hediyeniz Kastamonu’ya geleceği anında rüyada gördüm ki bizlere bir ferman-ı şahane manevî bir canibden geliyor, kemal-i hürmetle ellerinde tutup bize getiriyorlar. Biz baktık ki o ferman-ı âlî, Kur’an-ı Azîmüşşan olarak çıktı. O halde bu mana kalbe geldi: Kur’an yüzünden Risaletü’n-Nur’un şahs-ı manevîsi ve biz şakirdleri, bir terfi ve terakki fermanını âlem-i gaybdan alacağız.

Şimdi tabiri ise o fermanı temsil eden masumların kalemiyle manevî tefsir-i Kur’anîyi aldığımızdır. Bu rüyanın şimdiki tabiri çıkmadan bir iki saat evvel, Feyzi ile Emin’in gösterdikleri tabir dahi haktır, ehemmiyetlidir.

Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuriyeyi, bir hiss-i kable’l-vuku ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında beyan edilen rüyayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci gününde kısmen, hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip otuz kırk defa tebessüm ile güldüm. Hem ben hem Feyzi taaccüb ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyen, bir günde otuz defa gülmek bizleri hayrette bıraktı.

Şimdi anlaşıldı ki o sürur, o sevinç, mezkûr manevî fermanı temsil eden masumların ve ümmilerin kalemlerinin yazıları nesl-i âtinin sahaif-i hayatlarına, âlem-i İslâm’ın sahife-i mukadderatına ve ehl-i imanın istikbalinin defterlerine neşr-i envar edeceklerinin ve o masumların hâlis ve safi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a’malimizde hasenatlarını yazıp kaydetmesinin ve Risale-i Nur şakirdlerinin istikbalinin mukadderatını mesudane idamesinin haberini veren o hediyeden ve daha gelmeden geliyordu. Ben, o azîm yekûnden hisseme düşen binden bir cüzünü ruhen hissetmiş idim ki beni mesrurane heyecana getirmişti.

Evet, böyle yüzer masumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları sair kardeşlerimin defterlerine geçmesi misillü, benim gibi günahkârın sahife-i a’maline dahi girmesi, binler sürur ve sevinç verebilir. Böyle karanlık bir zamanda, bu ağır şerait altında böyle masumane ve kahramanane çalışmak için biz hem o masumları hem o ümmileri hem onların muallimlerini hem peder ve validelerini hem köylülerini hem Anadolu’yu hem memleketlerini tebrik ederiz.

O mübarek masumların ve ümmilerin her birisine birer hususi teşekkür ve tebrikname yazmak elimden gelseydi yazacaktım.

Said Nursî

***

Emin ve Feyzi’nin Ispartalı kardeşlerine gönderilmiş bir fıkrasıdır

Isparta’da bulunan kardeşlerimize!

Latîf bir rüyanın, kadere ait bir meseleyi şuhud derecesinde bize kanaat verdiği gibi o latîf rüyanın ikinci parçası, bizlere manevî bir müjde ve beşaret verdiği cihetle, siz kardeşlerimize beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Üstadımız rüyada görüyor ki: Ben yani Feyzi ile beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken, birden Üstadımıza söylüyorum ki: Burada ben ayının tesbihini toplayacağım. Üstadımız da bakıyor ki beyaz ipler gibi dolaşmış bir şey görüyor. Bu acib güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnad etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda, yirmi otuz defa o hâdise-i nevmiyeyi gülerek benimle mülâtafe etti. Münasebeti olmayan bazı şeylerle tabire çalıştıksa da münasebet tutmadı. Sonra aynı ikinci günün aynı saatinde bana benzeyen bir dost –ki rüyada Üstadıma benim suretimde görünmüş– Üstadımızın yanına geldi dedi ki: “Ayının yağını toplayanlardan alıp müezzin ve tesbih yapan bir adam tavsiyesiyle mühim bir adama, her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsunuz?” Üstadımız da rüyada güldüğü gibi aynı öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acib ve aynı aynına tabiri kemal-i taaccüb ve hayretle karşılayıp ona demiş: “Sakın istimal etmesin.”

Yirmi Sekizinci Mektup’un Birinci Risalesi’nin Altıncı Nüktesi’nde; rüya-yı sadıka, kader-i İlahî her şeyi ihata ettiğine bir hüccet-i kātıa hükmünde. Üstadımızın binler tecrübe ile gördüğü gibi aynen bu vakıa dahi bizlere şuhud derecesinde kat’î ispat etti ki hâdisat, vücuda gelmezden evvel mukadderdir, malûmdur, muayyendir. Kader-i İlahînin mizanlarıyla geliyor diye bu rükn-ü imanîye bize gayet kat’î bir numune oldu.

Hem rüyanın ikinci tabakasında Üstadımız diyor ki ona ve Risale-i Nur’un heyetine bir ferman geliyor. Birden geldi, o kudsî ferman Kur’an çıktı. Bunun tabiri, aynı günün aynı tecrübe saatinde, Hizbü’l-Ekber-i Kur’anî ümit edilmediği o vakitte, Âsiye Hanım’ın hanesinde tezyin için gönderilen Hizbü’l-Ekber yüz senelik güzel bir kap içerisinde, o kabın üzerinde sırma ile padişahın mühim fermanlardaki turra-i şahane işlenmiş gördük. Üstadımız dedi ki: Ferman geldi diye Kur’an çıktı. Şimdi de Kur’an’ın Hizbü’l-Ekber’i geldi. Üstünde ferman turrası bulunduğundan, Risale-i Nur’un heyetine beşaretli ve medar-ı feyz ü terakki ve bir ferman-ı Rabbanî hükmüne geçeceğini rahmet-i İlahiyeden bekleriz. Hem bu tabirden az sonra sizlerin kıymettar hediyelerinizi aldık ki rüyanın tam tabiri çıktı.

Orada bulunan umum kardeşlerimize selâm, arz-ı hürmet eder, dualarınızı isteriz.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Feyzi

***

Isparta’ya gönderilen bir mektup

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Namaz tesbihatının sırrına göre: Nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlil ile hatme-i muazzama-i Muhammediye (asm) ve zikir ve tesbih eden ve rûy-i zemin kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye (asm) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medar-ı füyuzat olduğu gibi; biz dahi Risaletü’n-Nur’un geniş dairesine ve halka-i envarında ders alan ve çalışan binler masum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve a’mal-i salihalarına hissedar olmak ve âmin demek hükmünde olan, tayy-ı mekân ederek gıyaben omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevka’l-had bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymettar, masum, manevî evlatları ve yüzer Abdurrahmanları bulmak, benim için dünyada bir cennet hayatı hükmüne geçiyor.

Geçen ramazan-ı şerifte, hastalık münasebetiyle, her bir kardeşim benim hesabıma bir saat çalışmasının büyük bir neticesini aynelhak ve hakkalyakîn gördüğümden böyle duaları reddedilmez masumların ve mübarek ihtiyarların ve üstadlarının, benim hesabıma olan duaları ve çalışmaları, benim Risale-i Nur’a hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkiyesini dünyada gösterdi.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz

Said Nursî

***

Risale-i Nur’un küçük ve masum şakirdleri

Risale-i Nur’un küçük ve masum şakirdlerinden elli altmış talebenin yazdıkları nüshaları bize de gönderilmiş, biz de o parçaları üç cilt içinde cem’ettik. Hem o masum şakirdlerin bazılarını isimleriyle kaydettik.

Mesela, Ömer 15 yaşında, Bekir 9 yaşında, Hüseyin 11 yaşında, Hâfız Nebi 12 yaşında, Mustafa 14 yaşında, Mustafa 13 yaşında, Ahmed Zeki 13 yaşında, Ali 12 yaşında, Hâfız Ahmed 12 yaşında; bu yaşta daha çok çocuklar var, uzun olmasın diye yazılmadı.

İşte bu masum çocukların Risaletü’n-Nur’dan aldıkları derslerinin ve yazdıklarının bir kısmını bize göndermişler. Biz de onların isimlerini bir cetvelde dercettik. Bunların bu zamanda bu ciddi çalışmaları gösteriyor ki: Risaletü’n-Nur’da öyle manevî bir zevk ve cazibedar bir nur var ki mekteplerdeki çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risaletü’n-Nur veriyor ki çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki Risaletü’n-Nur kökleşiyor. İnşâallah daha hiçbir şey onu koparamayacak, ensal-i âtiyede devam edecek.

Aynen bu masum küçük şakirdler gibi Risaletü’n-Nur’un cazibedar dairesine giren ümmi ihtiyarların dahi kırk elli yaşından sonra Risaletü’n-Nur’un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parçayı, iki üç mecmua içinde dercettik. Bu ümmi ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin bu zamanda, bu acib şerait içinde her şeye tercihen Risale-i Nur’a bu suretle çalışmaları gösteriyor ki: Bu zamanda Risaletü’n-Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri hâcat-ı zaruriyeden ziyade Risalei’n-Nur’a çalışmaları, Risaletü’n-Nur’un hakkaniyetini gösteriyorlar.

Bu ciltte az, sair altı cild-i âherde masumların ve ihtiyar ümmilerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl hem kalp hem ruh hem nefis hem his, hisselerini alabilirler. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve marifetlere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin de kut ve nurlarıdır.

Elhasıl: Masumların ve ümmi ve ihtiyarların noksan yazılarında iki fayda var:

Birincisi: Teenni ve dikkatle okumaya mecbur etmektir.

İkincisi: O masumane ve hâlisane samimi ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur’un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.

Said Nursî

***

Isparta’ya gönderilen bir fıkradır

Risaletü’n-Nur kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî sarsılmaz bir sebat ister. Evet Risaletü’n-Nur, on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.

Hem iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla, her bir şakirdinin, her bir günde binler hâlis lisanlarıyla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salahatin işledikleri a’mal-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp her bir hakiki, sabit ve sebatkâr şakirdlerini amelce binler adam hükmüne getirdiğini; kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı A’zam’daki tahsinkârane ve teşvikkârane beşareti ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kuvvetli işaretle, o hâlis şakirdler ehl-i saadet ve ehl-i cennet olacaklarını müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.

Madem hakikat budur. Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi-meşrep zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlenmesine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa başka bir çığır açmakla hem o zarar eder hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’aniyeye bilmeyerek zarar verir, belki zındıkaya bilmeyerek bir nevi yardım hesabına geçer.

Said Nursî

***

Latîf bir tevafuka işaret eden bir fıkradır

Otuz altı yapraktan ibaret ve İmam-ı Ali’nin fevkalâde takdirine mazhar olan Otuz İkinci Söz’ün kendi kendine gelen beş bin yedi yüz on beş (5715) tevafuku, Risaletü’n-Nur’un bu havalideki gayet mühim bir talebesi olan Ahmed Nazif’in nüshasında çıkmıştır. Demek o risalenin hatt-ı hakikisine rast gelmiş ki bu hârika kerameti göstermişler.

Hem iki Hüsrev’i Risale-i Nur dairesine ve Bekir Sıdkı’ya kerametini gösterip imana getiren ve tılsım-ı kâinatın üçte birisini halleden, on beş yapraktan ibaret olan Otuzuncu Söz, yine kahraman Nazif’in nüshasında tekellüfsüz üç bin sekiz yüz otuz beş (3835) tevafuku; biz gözümüzle bu keramet-i tevafukiye-i Nuriyeyi gördük. (Hâşiye[2])

Halil, Hilmi, Salahaddin, Emin, Feyzi, Said Nursî

***

Hâfız Mustafa’nın bir fıkrasıdır

Aziz Üstadım!

O cereyanın hücumu anında köyümüzde nahiye müdürü ve daha zahiren mühim memurlar bulunduğu halde, şifahen isimlerimizle ihbar edip taharri ettirmek istedikleri halde, Hazret-i Esedullah Ali kerremallahu vechehu ve Gavs-ı A’zam gibi çok manevî üstadlarımızın manevî yardımlarıyla akîm kalıp; hattâ o memurları aleyhimize değil, lehimize manevî darbeleriyle çevirdiler. اَلْفُ اَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Mektubu mütalaa ettik. Acibdir ki bizim kusurumuzdan ve ufacık ihtiyatsızlığımızdan gelen o tesirsiz cereyanı haber veriyor gördük. Çünkü “Bir kısım avam-ı nâs ve bid’alara tabi bir kısım ulema-i zahir, hakikaten kendilerinin pis ve dalalet bataklığından giden yollarında arkadaşlık etmeyen ve bir cadde-i kübrayı bulan Risaletü’n-Nur şakirdlerini zemmediyor.” diye sizden gelen o mektup haber veriyordu. Hakikaten öyle oldu. Mektuptan bir gün sonra, merakı mûcib üzerimizde hiçbir tesir kalmadı.

Talebeniz Hâfız Mustafa

***

Emin ve Feyzi’nin Isparta’daki kardeşlerine yazdığı bir fıkradır

Evet, Isparta’da bulunan kardeşlerimizin haber verdikleri bu ehemmiyetli hâdise-i taarruziyeye teşebbüs vukuu zamanında muhaberemiz kesildiği halde, mütemadiyen her vakit Üstadımız, aynı taarruza maruz bulunuyoruz gibi bizi, (yani Feyzi ve Emin’i) ikaz ediyordu: “Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz. Bir halt edemezler.” Biz de bakıyorduk ki bizde bir şey yok, hissetmiyorduk.

Hem o gaybî hâdiseyi bertaraf etmek için mutabık bir mektup bize yazdırdı, size gönderildi.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Feyzi

***

Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır

Lâhika’nın bu defa irsal buyurulan kısmını aldım. Lehü’l-hamd kudsî vazifede istihdamımız devam ediyor. Hakikaten insan, seyyidinin mütenevvi hizmetler arasında böyle nurlu ve nurani hizmette bulundurmasını hissedince, zaten ücretini peşin alan bir köle olduğunu da nazar-ı dikkate alınca, bütün zerrat-ı kâinat kadar dil ile hamdetmek istiyor. Yani kalbinde yanan Elhamdülillah kandili, her şeyi müsebbih ve hâmid gösteriyor ve güzel bir niyetle, o hâmidlerin hamdini ve müsebbihlerin tesbihini ve o şâkirlerin şükrünü beraberce seyyidine takdime bir iştiyak hissediyor.

Nurlu ve kudsî mektuplarınız yekdiğerini takip ettikçe, hakikaten tahkikî imanın kemale doğru seyran ettiği görülüyor. Bu âciz kardeşiniz şüphesiz bir surette iman ettim ki: Şeriat-ı garra-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın hakaikine, ruhuna nüfuz etmenin en kısa en hatarsız en zevkli tarîkı, Risaletü’n-Nur’a intisapladır.

Evet, bahtiyar odur ve ona derler ki: Risaletü’n-Nur’a intisap etmiş bütün mü’minleri kendisine tam hakiki kardeş bilip bu zulmetli asırda iman-ı tahkikî nuruyla Cadde-i Kübra-yı Ahmediyeyi (asm) buluyor. Nihayetsiz şekillere, karışıklıklara rağmen Bismillah ile açılan Risaletü’n-Nur kapısından girince, tıfl iken “Ümmetî!” diyen Şefî’ini ciddi sevmek, yani sünnet-i seniyesine ittiba eylemenin muaccel mükâfatı olarak buluyor. Her emri işlerken, bu emri canib-i Hak’tan bu ümmete getireni; her nehyi yapmamaya cebrederken, bu nehyi taraf-ı İlahîden bu ümmete getireni düşüne düşüne, derslerde geçtiği gibi bütün ömür dakikaları ibadet olabilir. Ve o Habib-i Hudâ, o Şefî-i Rûz-i Ceza’yı her işinde numune etmek azminden mütevellid muhabbet, o Habib’in bulunduğu âleme göçmeyi sevdirecek hale getiriyor ve böylece مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrı tezahür ediyor.

Tezekkür-ü mevt veya rabıta-i mevt تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ

Elhasıl: Ne arasak hep Risaletü’n-Nur’da güneş gibi görünüyor. Risaletü’n-Nur şakirdleri dikkat etseler daha bu fâni âlemde iken Livaü’l-Hamd-i Ahmedî aleyhissalâtü vesselâm altında bulunduklarını inayet-i Hak ile anlarlar.

Âcizane fehmedebildiğim, şu anda kalbime gelen hakikatlere istinaden diyeceğim ki: Bu dalalet ve bid’aların ve dinsizliğin taun ve vebadan daha ziyade ve daha şiddetli sâri illetlerine karşı Risaletü’n-Nur’un getirdiği ve talim ve tefhim ettiği çok hakikatlerden sünnet-i Ahmediyeye (asm) temessük dersini en hakiki olarak alan, Risaletü’n-Nur şakirdleridir. Onlar bu temessük ve intisaplarının, iki kere iki dört eder kat’iyetinde mazhar oldukları inayet-i Rabbaniye şehadetiyle, muaccel mükâfatlarını görüyorlar. Yani burada sünneti ile dalalet ve bid’at ve dinsizlik ateşlerinden kurtaran, mensup olduğumuz şeriatın mübelliği; burada halâs ve mukavemetle, âhir hayatımızda iman ile haşr-i ekberde şefaatiyle inşâallah ebedî sevindirecektir diyorlar, diyebiliyorlar. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Mademki böyle olmuştur; o halde şüphesiz Risaletü’n-Nur’un intişarındaki maksat, şu zamanın insanlarına tahkikî imanı ders vermek, mütehayyirlerini kurtarmak, müteharrilerini takviye ve tarsin etmek, zındıka ve ehl-i ilhadı iskât ve ilzam etmektir. Amma fitne ateşleri âfet halini alan bu zamanda, cam ile elmasın beraber satıldığı bir çarşıda bu mübarek Nurları, yani şanında اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ buyurulan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakiki tefsirleri olan Risaletü’n-Nur’un hakaretten sıyaneti için hem سِرًّا تَنَوَّرَتْ sırr-ı tenvirini Rahîm ve Kerîm Rabb’imiz irade ve takdir buyurmuş.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Hulusi

***

Halil İbrahim’in Risale-i Nur’a hitaben yazdığı bir fıkradır

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الرِّسَالَةِ النُّورِيَّةِ Şümus-u Kur’an’ın envarlarından in’ikas eden ecram-ı ulviye, seyyarat ve sevabit-i kevkebiye ve ezhar-ı müzeyyene-i ravza-i safaiyye ve hakaik-aşina ile memlû dürr-i meknune اَلْمُؤَيَّدُ بِالدَّلَائِلِ الْعَقْلِيَّةِ وَ التَّسْلٖيمِيَّةِ olan Risale-i Nuriye, esrar-ı kitabullah, âlemi ziyalandırdı ve inşâallah daimî ziyalandıracaktır. Ve öyle bir şaheserdir ki selef-i salihînin eserlerinin sonunda gelmekle hepsinden ileridedir. Öyle mebzul bir feyz var ki en zulmetli kalpleri dahi nur-u iman ile nurlandırır. Ve öyle bir marifet-i İlahiyeyi serd ve beyan eyler ki körlere bile gösterdi.

O benim gözümün nuru, kalbimin süruru, gönlümün bülbülü, ruhumun gıdası, letaifimin incilâsı, canımın canı… Ben onun her bir hakikatine bin can versem, inşâallah bir cana mukabil bâkide bin can alacağım. O benim kabirde enisim, berzahta refikim ve mizanda a’malim, sıratta Burak’ım, cennette yoldaşım…

Ben onun hakkında nasıl tarif edebilirim? Yirmi Sekizinci Mektup’ta serdedilen

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ

fehvasınca ben de derim:

وَ مَا مَدَحْتُ رِسَالَةَ النُّورِ بِمَقَالَتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِرِسَالَةِ النُّورِ

Hem ne haddime düşmüş ki o menşur-u Kur’an’dan bahsedeyim! Olsa olabilse bu fakir, ondan istişfâ (اِسْتِشْفَاء) ve istişfâ’ (اِسْتِشْفَاع) ve istifaza edebilir. Şöyle ki:

گَرْ نَه خٰواهٖى دَادْ نَه دَادٖى خٰواهْ kaidesince rıza-yı Bâri’nin kendisinden hoşnut ve razı olmasını isteriz. Ve onun nuruyla dünyada bütün âlem-i İslâm’ın nurlanmasını isteriz. Ve talebelerinin dünyada birer arslan ve âhirette birer sultan olmasını ve Livaü’l-Hamd sancağının altında, önde Üstadımızla, bütün talebeleriyle varmak isteriz.

Elhasıl: İstemesini bilmediğim için maddî ve manevî bütün rızık ve ihtiyaçlarımızın verilmesini, Üstadımın istemesini isteriz. Orada bulunan kardeşlerimizin, başta Üstadımız olarak, cümlesine ayrı ayrı selâmlarla sıhhat ve âfiyette berdevam olmasını isteriz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Talebeniz

Halil İbrahim

Risale-i Nur’un mühim erkânından bulunan ve bu ayn-ı hakikat olan mektubunu bizlere gönderen Halil İbrahim kardeşimizin sözlerini âciz lisanım söylemeye ve âtıl kalemim yazmaya muktedir değilse de her hususta bu mübarek kardeşimizin fikrine bütün ruh u canımla iştirak ediyorum. Hem kalbime bakıyordum; bu mektubu yazarken lisanıma tercüman olamayan kalbim de aynen bu medhe manen iştirak edip beraber o kardeşimle söyler gibi hissedip telezzüz ederdim. Eğer söyleyebilseydim ben de böyle söylerdim.

Feyzi

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu yeni hâdise-i taarruziyeden müteessir olmayınız. Çünkü mükerrer tecrübelerle, Risaletü’n-Nur inayet altındadır. Hiçbir taife, şimdiye kadar böyle ehemmiyetli hizmette bizler kadar az meşakkat ile kurtulan olmamış.

Hem geçen ramazandaki hastalığım ve Eskişehir’deki musibetimiz gibi çok vakıalarla zahirî sıkıntılı, meşakkatli hâlât altında Risaletü’n-Nur’un faydasına ait inkişafatı ve daha tesirli fütuhatı görülmüş. İnşâallah bu sıkıntılı hâdise dahi münafıkların aks-i maksuduyla, Risaletü’n-Nur’un fütuhatı başka mecralarda teshile vesile olur.

Beşinci Şuâ ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat bunda bir hikmet var. Belki onlara kendi mesleklerini bildirmek ve cehenneme gidenin mahiyetini bilmek için fevkalâde ve iktidarımız haricinde bir kaza-i İlahî diye Cenab-ı Hakk’ın hikmetine ve inayetine ve hıfzına itimat edip merak etmeyiniz.

Hem siz hem onlar bilsinler ki sadaka belayı def’ettiği gibi; Risaletü’n-Nur Anadolu’dan hususan Isparta ve Kastamonu’dan âfat-ı semaviye ve arziyeyi def’ ve ref’ine vesiledir.

Evet Sabri’nin يَٓا اَرْضُ ابْلَعٖى … وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ … الخ âyetinden istihraç ettiği mana, haktır ve mutabıktır.

Evet Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına sebeptir. Çünkü zaaf-ı imandan gelen tuğyan, ekseri musibet-i âmmeyi celbettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risaletü’n-Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu.

Bu ehl-i iman, bu Anadolu halkı Risaletü’n-Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, taunların istilasına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onlar da bizim bu derece âhiretimize karışmaları onlara felaket getirmek ihtimali kavîdir.

İşte bu sekiz aydır, hususan bu heyecan veren bu hâdiselerle beraber; şimdi yanımda bulunan Feyzi, Emin ile ve bütün dostlar şahittir ki bu sekiz ay zarfında bir tek defa, ne Harb-i Umumî ne de siyaseti sormamışım. Ve odamda işitilen radyoyu da üç senedir dinlemedim. Halbuki ben, binler adam kadar dünyaya bakmak münasebetim var. Demek bize ilişen, doğrudan doğruya imana tecavüz eder. Onları, Cenab-ı Hakk’a havale ediyoruz.

Hem ehl-i siyasetle hiçbir münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki bu memlekette, bu asırda, bu milleti anarşilikten, tereddi ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çare, Risaletü’n-Nur’un esasatıdır.

Bu hâdisede sıkıntı çeken masumlar ve üstadları bilsinler ki ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet ve bir saat hakiki tefekkür-ü imanî, bir sene taat hükmüne geçtiği gibi inşâallah onların sıkıntıları da öyle sevaba medar olur. Onlar da merak edip teessür ile değil, ferah ve sürur ile karşılamalı. Fakat Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın iki kere سِرًّا بَيَانَةً ، سِرًّا تَنَوَّرَتْ demesine binaen biz, her vakit ihtiyatlı olmak ve tam sakınmak vaziyetini muhafaza etmeye mükellefiz.

Risale-i Nur’un mensupları, şuur ve ihtiyarları haricinde birbiriyle münasebettar, birbirinin hâdiseleriyle alâkadar olduğuna bir delil de bugünlerde oldu. Şöyle ki:

Oradaki hâdisenin vukuundan bugüne kadar, buradaki muhtelif tabakalardaki talebelerin vaziyetleri, ehemmiyetli bir hâdise yüzünden değişmiş gibi çekinmek ve münafıkların nazarını kendilerine ve bizlere celbetmemek için tevakkuf devresi geçti. Hem Nazif gibi birçok zatın rüyalarının tabirleriyle, sizin hâdiseniz olduğunu anladık.

Umum kardeşlerimize birer birer hususan musibetzedelere selâm ve dua ediyoruz. Cenab-ı Hak onları çabuk kurtarıp (Hâşiye[3]) vazifelerinin başlarına geçirsin, âmin!

Kardeşiniz

Said Nursî

***

Risale-i Nur’un mühim bir rüknü olan Hâfız Ali’nin (rh) fıkrasıdır

Aziz Üstadım Efendim!

“Bu acib zamanın en büyük tehlikesi, hadîs-i şerifle sabit olan âhir zamanda çok ehl-i sefahet ve gaflet dünyadan imansız çıkmak yarasını lisan-ı Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’la, kabre iman ile girmek ilacıyla tedavi eden Risaletü’n-Nur şakirdlerine bir hüccet-i kātıa bahşeden Risaletü’n-Nur’a hizmet, acaba âciz insanların cüz’î ve fazl-ı İlahî ile hizmetleri nasıl mukabele eder; belki her iki cihetle bir fazl-ı İlahîdir.” beyan buyurulduktan sonra, nasıl gecenin zulümatında yanan bir nur ve bir ziya lisan-ı hal-i şavkıyla bütün ruh sahiplerini, hattâ en küçük pervaneleri dahi zulümattan nura çağırıp çıkardığı gibi Risaletü’n-Nur dahi lisan-ı hal ve kāl ile şeriat kılıncıyla manen idam olmamış ve zulümatta boğulup ölmemiş ehl-i ilim ve ehl-i tarîkatı davet etmesi, onun Rahîm ismine mazhariyeti şe’nindendir.

İki hatıradan birincisi: İhtiyare hanımlar hakkında ve her zamanda nüfuzunu ve kat’î tesirini gördüğümüz hadîs-i şerifin beyan buyurulması, bizleri ve çok alâkadar kadınları sevindirdi. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun, âmin!

İkinci hatıra: Gaflet sâikasıyla veya gözsüz, el yardımıyla bazıların elmas yerine cam parçası aldığı gibi saadet-i ebediye dükkânı olan Risaletü’n-Nur’dan saadet-i dünyeviye aramaya gelenleri ikaz ve irşad fıkralarınız, gece gündüz yol gözleyen umum Risaletü’n-Nur şakirdlerini mesrur eyledi.

Talebeniz

Hâfız Ali (rh)

***

Mustafalar, Küçük Ali, mübarek ve münevver kardeşler!

Mektubunuz, Büyük Ali’nin mektubu gibi acib bir hakikati beyan ediyor. O hakikat, Risaletü’n-Nur hakkında haktır. Fakat benim haddim değil ki o hududa gireyim.

عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ ferman etmiş. Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî (ks), İmam-ı Gazalî (ks), İmam-ı Rabbanî (ks) gibi hem şahsen hem vazifeten büyük ve hârika zatlar bu hadîsi, kıymettar irşadlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş.

Şimdi ise aynı vazifeye fakat müşkülatlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferîd manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak dümdarlık vazifesi var.

Said Nursî

***

Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü’n-Nur’un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyesine münasip, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu’cizat-ı Ahmediye (asm), Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü’l-Kübra gibi çok risaleleri dahi her biri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat’î kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için mürşid gibi yetiştiğine müteaddid vakıalar şüphe bırakmıyor.

Hem bir saat tefekkür, bir sene ibadet-i nâfile hükmünde. Bir misal, Hizbü’l-Ekber’dir diye müşahede ettim ve kanaat getirdim.

Bir sual-cevap olarak yazdığım bir fıkrayı, size de faydası olur ihtimaliyle beyan ediyorum. Şöyle ki:

Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalaa eden bir kısım zatlar tarafından soruldu: “Risale-i Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Elcevap: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ı iman sarsılmıyordu.

Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.

Risale-i Nur ise Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud ve muhkem imandan istifade cihetine değil belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın ispatına ve tahakkukuna ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al.”

Risale-i Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”

Hem Risaletü’n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaya çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevî-i dalalet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder.

Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermiyor ve evliya misillü yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor; belki aklın ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.

Said Nursî

***

Manevî bir ihtar ile bir iki ince meseleyi yazıyorum:

BİRİNCİSİ:

Geçen sene ramazan-ı şerifte, Ehl-i Sünnet’in selâmeti ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususi iki sebep ihtar edildi:

Birinci sebep: Bu asrın acib hâssasındandır ki: Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder. Bu asırdaki ehl-i imanın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri âlîcenabane affetmesi ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahîye fetva verirler; biz buna müstahakız derler.

Evet, elması bildiği halde yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi ona tercih etmeye ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya tama’ veya hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstahak eder. Hem âlîcenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayeti affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmaya hakkı yoktur, zalemeye şerik olur.

İkinci Sebep: İzin olmadığından yazılmadı.

İKİNCİ MESELE:

Kardeşlerim! Eskişehir Hapishanesinde, âhir zamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş altı defa aynı meseleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir meseleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyet’in bidayetinde, Risaletü’n-Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikad ile ehl-i imanın meyusiyetlerini izale için “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum.” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyet’ten evvel talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda Abdurrahman’ın yazdığı gibi Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum.” diye dehşetli hâdiselere karşı o ümit ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ediyordum. Halbuki hâdisat-ı âlem iki harb-i umumî ile beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırdı.

Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki: Ciddi bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “Işık var, bir nur göreceğiz.” diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli, Risaletü’n-Nur’dur. Bu bir ışıktır ki seni şiddetli alâkadar etmiş idi. Ve bu bir nurdur ki eskide tahayyül ve tahmininle geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mesudane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddimesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet, otuz kırk sene evvel bir hiss-i kable’l-vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.

س ع

***

Emin ile Feyzi’nin Üstadlarının garib vaziyetine ve Risale-i Nur’un acib ehemmiyetine delâlet eden bir sualleri ve Üstadlarının onlara ve emsallerine verdiği bir cevaptır:

Sual: Âlem-i İslâm’ın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında elli gün kadar (Şimdi yedi seneden geçti, aynı hal devam ediyor. Hiç ne soruyor ve ne de merak eder.) her gün hizmetinizde bulunan bizlerden bir defacık sormadınız. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor yahut onunla meşgul olmanın bir zararı mı var, diye Üstadımızdan sorduk.

O da elcevap diyor ki: Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hakikat ve daha a’zam bir hâdise hükmettiği için şu Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünkü bu Cihan Harbi’nde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalaha ve sulh mahkemesine barışmak davası açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladığı hengâmda, nev-i beşerin sosyalist tabakasıyla burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübralarında açılan davalarından çok mühim öyle bir dava açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki o davanın tek bir adama isabet eden miktarı bu Cihan Harbi’nden daha büyüktür. İşte o dava da budur ki:

Şu zamanda her bir mü’min için belki herkes için küre-i arz kadar bir bâki tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülk almak veya o mülkü kaybetmek davası açılmış. Demek her bir tek adamın başına öyle bir dava açılmış ki eğer İngiliz – Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa yalnız o davayı kazanmak için bütününü sarf edecek. Elbette bu davayı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dava o derece tehlikeye düşmüş ki bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis tezkeresini alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuz dokuzu kaybetmiş.

İşte bu ehemmiyetli, azîm davayı kazandıracak ve yirmi seneden beri tecrübeler ile ondan sekizine o davayı kazandıran bir dava vekili bulunsa; elbette aklı başında her adam, o davayı kazandıran öyle bir dava vekilini vazifeye sevk edecek olan bir hizmete her hâdisenin fevkinde ehemmiyet vermeye mükelleftir.

İşte o dava vekilinin bu asırda birisi belki birincisi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur olduğunu binler onun ile o davayı kazananlar şahittir.

Evet, bu küre-i arza memuriyetle gönderilen her insan, burada misafir ve fâni olduğu ve mahiyeti bir hayat-ı bâkiyeye müteveccih bulunduğu kat’iyen tahakkuk etmiştir. O her insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini kurtaracak olan istinad noktaları sarsıldığından bu dünyasını ve içinde bütün alâkadar ahbabını ebedî terk etmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bir bâki mülkü de kaybetmek veya kazanmak davası başına açılmış. Eğer iman vesikası olmazsa ve beratı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse o davayı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?

İşte bu hakikate binaen, benim ve kardeşlerimin her birimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair meselelere bakmak, bize fuzulî ve malayani olur. Yalnız bu kadar var ki Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı öteki davalar içinde bulunduğu ve lüzumsuz ve sebepsiz bazen bize akılsızların tecavüzleri ve taarruzları zamanında zaruret derecesinde, istemeyerek muvakkaten bakmışız.

Hem bu hakiki ve pek büyük davanın haricindeki davalara ve boğuşmalara alâkadarane fikren ve kalben karışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş ve siyasî ve heyecan veren dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde vazifedar olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır veya şevki kırılır.

Hem o geniş ve cazibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, bazen kapılır; vazifesini yapamadığı gibi selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlası kaybetmese de o ittiham altında kalabilir. Hattâ mahkemede bana bu noktadan hücum ettikleri zaman dedim: Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hâdisata belki kâinata da âlet edemez dedim, onları susturdum.

İşte Üstadımızın cevabı bitti, biz de bütün kuvvetimizle tasdik ettik.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Feyzi

***

(Bir mektubun parçasıdır. Bu makam münasebetine binaen yazıldı.)

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin! اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyazü billah اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ düstur-u şeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.

Evet bu zamandaki siyaset, kalpleri ifsad edip asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdiselerini merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem, akıllarını geveze etmişler. Zarara razı olana merhamet edilmez manasında اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getiriyorlar.

Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, bu memlekette, Risaletü’n-Nur dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü onlar, Risaletü’n-Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki elem ve azap çeksinler.

İşte bu hakikate binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler –hadsiz tecrübelerle– Risaletü’n-Nur’un imanî ve Kur’anî derslerinde bulabilir ve buluyorlar.

Said Nursî

***

Ehemmiyetli bir hocanın Üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını ta’dil etmek münasebetiyle Emin ve Feyzi’nin o hocaya gönderdikleri bir mektup

Aziz, sadık ve muhterem Hoca Haşmet Efendi!

Sizin, müceddid hakkındaki mektubunuzu hayretle okuduk, Üstadımıza söyledik. Üstadımız diyor ki:

Evet, bu zamanda hem iman ve din hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasındaki tecdid, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

Rivayet-i hadîsiyede, tecdid-i din hakkındaki ziyade ehemmiyet ise imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede ve hayat-perest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

Hem bu üç vezaif birden bir şahısta veyahut bir cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhir zamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin cemaat-i nuraniyesini temsil eden Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki bu asırda Risaletü’n-Nur’un hakiki şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmıştır. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyatıyla gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk bin adam şehadet eder.

Amma benim gibi âciz ve zayıf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklenmek tarzında, bîçare şahsımı medar-ı nazar etmemeli, diyor ve size selâm ediyor. Biz de zat-ı âlînize ve oradaki Risaletü’n-Nur ile alâkadar olanlara selâm ediyoruz.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Feyzi

***

Üstadımızın ehemmiyetli bir mektubudur

Gayet ciddi bir ihtar ile bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ sırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi hasmının hakiki halini bilmedikleri için haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hata bir içtihad ile hareket edilmiş ola.

Bu sırra binaen وَ الْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَ الْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakikatin mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben Risale-i Nur şakirdleri, bu mezkûr beş esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bi’l-misil ile karşılamamalı. Yalnız kendilerini muhafaza için musalahakârane, medar-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmiyor, bozmuyor; kendisini mazur biliyor, ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.

İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrep ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risaletü’n-Nur ve şakirdlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbalarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adâvete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.

Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “Ferîd” makamına mazhar oldukları için değil hususi bir memleketin kutbu belki –ekseriyet-i mutlaka ile– Hicaz’da bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğu… Ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi onu yani kutb-u a’zamı, tanımaya mecbur olmuyor.

Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki Gavs-ı A’zam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamandaki şakirdlerinin bağlandığı Risaletü’n-Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.

Gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de dahi –farz-ı muhal olarak– Risalei’n-Nur aleyhinde bir itiraz kutb-u a’zamdan dahi gelse; Risalei’n-Nur şakirdleri sarsılmayıp o mübarek kutb-u a’zamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telakki edip teveccühünü de kazanmak için medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah ile ellerini öpmektir.

Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir. Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ âyetinin sırr-ı işarîsiyle; âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli bir lezzeti, ileride bir batman safi lezzete tercih etmek; bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, mü’minler dahi bazen ehl-i dalalete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar.

Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, âmin!

Said Nursî

***

Sual: İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’nde, Fatiha’nın sırat-ı müstakim ashabı ki اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetinin tarif eylediği taife içinde hem لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى … حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ … الخ hadîsinin âhir zamanda gösterdiği mücahidler içinde hem Ve’l-Asr Suresi’nin اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلوُا الصَّالِحَاتِ ile başlayan üç cümlesinde mana-yı işarî ile hususi bir surette dâhil bir ferdin, Risale-i Nur şakirdleri olduğuna sebep nedir ve vech-i tahsisi nedir?

Elcevap: Sebebi ise Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniye muammalarını hall ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddütlerden kurtulmayıp bazen imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansa o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmi Sekizinci Mektup’ta İnayat-ı Seb’a’da bir kısmına işaret edilmiş. İnşâallah bir zaman o tılsımlar, müstakil bir risalede cem’edilecek.

Said Nursî

***

Salahaddin’in fıkrasından bir parçadır

Bir vakit Tosya’dan Kastamonu’ya gelirken, beraberimde Risale-i Nur’un Lem’aları ve Şuâlar’ı vardı. Haşre dair bir mebhas okuyordum. Kamyon yokuşları tırmanıyordu. Havanın ve makinenin harareti bana ağırlık ve fikrime de “Bu Risale-i muazzam bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Başka sahada mu’cize gösterebilir mi? Halbuki mu’cize, enbiyalara mahsustur. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan sonra mu’cize gösterilmeyecektir.” mülahazası esnasında kamyon müthiş sadmelerle üç taklada, yirmi beş otuz metre yerden aşağıya yuvarlandı. Şehadet getiriyordum. Yaralı mıyım diye kendimi yokladım. Yüz bin şükür hiçbir yaram yok. Korkarak doğruldum, şoförün kafası parçalanmış âh, of çekiyor. Etrafımı tetkik ettim, şoför tarafındaki camlar hurdahaş olmuş. Benim tarafımdaki ince cam bile kırılmamış. O anda bunun büyük bir keramet olduğunu, mu’cize olmadığını ve bir daha böyle maceralı şeyleri tefekkür etmemek için kerametkârane Risale-i Nur’un bir tokadı olduğunu anladım.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Salahaddin Çelebi

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i Nur’da bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları ispat ediyor.

Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa aleyhisselâm İncil-i Şerif’te demiş ki: “Ben gidiyorum tâ size tesellici gelsin.” Yani Hazret-i Ahmed aleyhissalâtü vesselâm gelsin, demesiyle Kur’an’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellidir.

Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval tahribatları ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şey ile alâkadar olan insan için teselliyi ve istimdad noktalarını Kur’an veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır ve en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu ve On Altıncı Sözler gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin yüzer tılsımlarını keşif ve izah edip aklı inkârdan, tereddütlerden kurtarmış.

İşte bu hakikat içindir ki bu çok usandırıcı zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile aklı başında olanları Risale-i Nur ile meşgul ediyor. Re’fet mektubunda demiş: “Ne vakit bir araya gelsek Sözler’den birisini açıp okuruz, tatlı tatlı istifade edip Üstadımızla görüşürüz. Hem Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti, usandırmamaktır. Yüz defa okunsa yüz birincide yine zevk ile okunabilir.” demiş. Doğru söylemiş.

Yalnız Risale-i Nur’un tercümanı, hakiki vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata nadiren ara sıra bakması, zahirî bir müşevveşiyet verir. Mesela, bundan otuz kırk sene evvel: “Bir nur gelecek, bir nur âlemi göreceğiz.” demiş ve o manayı, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur etmiş.

Hem bundan on dört, on beş sene evvel “Dinsizliği çevirenler müthiş semavî tokatlar yiyecekler.” diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybîyi tasavvurun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi.

Eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz.” demesi, Risale-i Nur’un dairesinin manasını hissetmiş; geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi Sırr-ı İnna A’tayna’da, on üç on dört sene sonra “Dinsizliği, zındıkayı neşredenler, müthiş tokatlar yiyecekler.” deyip geniş bir hakikati dar bir dairede tasavvur etmiş. İstikbal, o iki hakikati tabir ve tefsir eyledi.

Başta Isparta olarak Risale-i Nur dairesi, evvelki hakikati pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi ikinci hakikati de medeniyet-i sefihenin tuğyanının ve maddiyyunluk (Hâşiye[4]) taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, Sırr-ı İnna A’tayna’nın hakikatini, tam tamına ispat etmiş.

Sual: Risale-i Nur kat’î bürhanlara istinaden hükümleri aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işaret-i tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden tabire ve tevile muhtaç oluyor? Diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde başa gelen hâdisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in çok büyük bir rahmeti saklandığı ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip yalnız mübhem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rüya-yı sadıkada bir kısım gaybî hakikatlerini ihsas eder. Ve o hakikatlerin hususi suretleri, vukuundan sonra bilinir.

Said Nursî

***

Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Hilmi, Kâmil ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır

Risale-i Nur’un kasabalara, cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar verenlere tokat gelmesi gibi; şahıslara da pek zahir bir surette hem bereket ve hüsn-ü maişet –ona çalışanlara– ve gaybî tokatlar –onun aleyhinde çalışanlara– gelmesi, bu havalide pek çok hâdiseleri var. Biz kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman pek zahirî bir surette bir hüsn-ü maişet, bir inayet gördüğümüz gibi; Risale-i Nur’un erkânından Nazif, kat’î bir surette haber veriyor ki:

Üç dört adam, dünya servetinin hatırı için Risalei’n-Nur aleyhinde toplanıp münafıkane bir tedbir kurdukları hengâmda; üç gün sonra o üç adamın haneleri ve dükkânları yanıp binler lira zayiatla tokat yediler.

Hem bir dessas ve casus adam, Risaletü’n-Nur şakirdleri aleyhinde çalışıyordu ki onları hapse attırsın. Bir gün –serbest olarak– “Ben bir ipucu bulamadım ki bunları hapse sokayım. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım.” diye ilan ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp Risale-i Nur şakirdleri yerinde o, iki sene hapse girdi.

Hem bedbaht, muannid bir adam, şiddetli Risale-i Nur aleyhinde hem şakirdlerinin bir rüknü aleyhinde bulunduğu hengâmda, bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş.

Bu nevide çok hâdiseler var. Demek, Risale-i Nur dostlara tiryak olduğu gibi düşmanlara da sâıka oluyor.

Hem Gavs-ı A’zam’ın Üstadımız hakkında فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasıyla, inayet ve teshile daima mazhar olduğuna ve tevafuk, Risale-i Nur’un bir madeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında, küçük ve latîf fakat kat’î kanaat veren cüz’î hâdiselerin tevafukatında gözümüzle gördüğümüz inayat-ı Rabbaniyenin numunelerinden beş altısını beyan ediyoruz ki onlar bu iki gün zarfında beraber vukua gelmiş:

Birincisi: Dün Üstadımıza, Risale-i Nur’a ait üç hizmet lâzım geldi. Kimse de yok. Bizler de uzakta. Merdivenden inip bir çocuğu bulup bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nur’un o üç hizmetini görecek üç şakirdi, fevkalâde bir tarzda dakikasıyla kapıya gelmişler.

İkincisi: …

Üçüncüsü: Üstadımız, aynı bugün Emin kardeşimize dedi: “Üç dört aydır her hafta karyesinden buraya gelen hane sahibesi gelmedi, dört ay oldu kirasını almadı. Herhalde haber gönderiniz gelsin, kirasını alsın.” dediği aynı vakitte, dört aydan beri gelmeyen o hane sahibesi kapıyı vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı.

Üstadımız, bu hâdise-i inayetten memnuniyeti için ona uzak bir nahiyeden gelen yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sahibesine verdi. Aynı vakitte yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan o aynı ekmekten beş misli, iki sene Risale-i Nur’un bir kitabını alıp mütalaasının manevî ücretinin binde bir ücreti olarak geldi. Ve bir parça aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen o aşurenin on misli kadar, üç latîf ekmek, yine iki sene iki kitabın okumasına binde bir ücret olarak geldi. Gözümüzle gördük.

Hem bugün o hane sahibesinin, yedi senedir adını bilmediği için Üstadımız ona “İsmin nedir?” diye sordu. Dedi: “Hayriye’dir.” Hayriye isminde olmak tefe’üliyle, iki saat sonra Hayri namında Risale-i Nur’un bir şakirdi, haberimiz yokken İstanbul’a gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirdleri dahi gidip geç kaldılar. Maddî ve manevî fırtınalar münasebetiyle Üstadımız hem onları hem oradaki mühim bir şakirdi için çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat o Hayriye’den sonra kapıyı açtı geldi; o üç şakird hakkındaki merakı izale etmekle beraber, Üstadın dört aydan beri devam eden tefarik namındaki bir kokusu bugün bitmiş, kendimiz gördük. Hayri’nin bir küçük şişe elinde “İşte size tefarik getirdim.” dedi. İşte bu küçük, latîf tefarikteki tevafuka bârekellah, dedi.

Bu iki gün zarfında bu küçük numuneler gibi Üstadımız Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (asm) tashihatıyla meşgul olduğu için çok numuneler görmüş. Madem iki gün zarfında bu kadar inayatın cilvelerini görüyoruz. Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse herkes –kendi nefsinde– hizmeti derecesinde böyle numuneleri görecektir.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Hilmi, Emin, Kâmil, Feyzi, Hâfız Ahmed

Evet, ben de tasdik ediyorum.

Said Nursî

***

Feyzi’yle Emin diyorlar: Üstadımız olan Risale-i Nur’un ciddi hakaikleri içinde en tatlı bir fakihesi tevafuk olduğu için kardeşlerimize yine bu iki gün zarfında küçük bir iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka hâşiye olarak yazıyoruz:

Evet, nasıl ki kelimatta ve kelimat-ı mektubede tevafuk; bir kasd, bir inayet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazen hârika olup keramet derecesine çıkıyor. Bazen latîf bir zarafet veriyor. Aynen öyle de Risale-i Nur’a ait ve Üstadımıza ait hâdisatta da aynen kasdî ve inayetkârane tevafuku, akvalde olduğu gibi o ef’alde de görüyoruz. Ezcümle:

Size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: “Haber gönder.” tekellümünde, onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi aynı cümleyi bir gün sonra iki defa okuduğu zaman “Emin’e dediği” kelimesi okunduğu anında, aşağıdaki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi. İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit “Emin’e dediği” kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelme âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki en cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur.

Hem dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirdlerinden Fuad’ın İstanbul’a gidip otuz gün tehirinden geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi, tevafuk etti.

Hem aynı günde, bir parça tereyağı –biz de Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk– bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip zannımızca aynı yerden, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi hem buralarda köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam eden ve bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Gözümüzle bu latîf tevafuktaki şirin inayat-ı İlahiyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki kör tesadüf işimize karışmıyor.

Manidar tevafuk, Risale-i Nur’un kelimatında ve hurufatında olduğu gibi ona temas eden harekât ve ef’alde dahi manidar tevafuklar var. İnayete temas ettiği için en cüz’î bir şey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünkü manası olan inayet ve iltifat-ı rahmet muraddır. Ve o bahis de manevî bir şükürdür.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Feyzi

***

Risale-i Nur eczalarını mahkemeden alıp bana getirip teslim eden Hâfız Mustafa’ya hitaptır.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ النُّورِ

Sen binler safalarla geldin, beni ebedî minnettar ettin. Ve sadık arkadaşların ile Risale-i Nur’un serbestiyetine hizmetiniz o derece büyük ve kıymettardır, değil yalnız bizi ve Risale-i Nur şakirdlerini belki bu memleketi belki âlem-i İslâm’ı manen minnettar ettiniz ki ehl-i imanın imdadına yetişmeye Risale-i Nur’un yolunu serbestçe açtınız. Ben, bir seneden beri seni ve seninle beraber Risale-i Nur’un bu serbestiyetine çalışanları, Hâfız Ali ve Hüsrev gibi Risale-i Nur’un kahramanlarıyla beraber manevî kazançlarıma ve dualarıma şerik etmişim hem devam edecek. Buraya kadar yoldaki her bir dakika, bir gün hizmette bulunmak gibi beni minnettar eyledin.

Hâkim-i âdil namını alan malûm zatı ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakiki adalete hizmetleri için âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı yedi aydır onları da aynen manevî kazançlarıma şerik ediyorum. Bana teslim ettikleri Risalelerin bir kısmını, kardeşlerime cevap vereceğim, bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünkü onlar, Risale-i Nur’un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar.

Bu meselede ben, Denizli şehrini kendi karyeme arkadaş edip bütün emvatını ve ehl-i imanın hayatta olanlarını hem kendim hem Risale-i Nur’un talebeleri, manevî kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Denizli Hapishanesini de bir imtihan medresemiz telakki ediyoruz.

Ve bizimle alâkadar hem Denizli’de hem hapsinde umumuna ve hususuna ve tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selâm ve dualar ederiz.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Beşinci Nokta: Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine belaların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def’ediyor, onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nevinde semavî ve arzî belaların def’ine vesile olduğu çok emareler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’an’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men’etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser yerlerde okunması, Harb-i Umumî’nin Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve’l-Asr işaret ettiği halde, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişarı ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risaleleri sahiplerine iade edildiği halde, bizi de o cihetçe konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle, belaların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i maneviye belaya karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.

Biz Risale-i Nur şakirdleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vakitte, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz’î olmasından rahmet dahi cüz’î kaldı. İnşâallah yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak. (Hâşiye[5])

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْمَطَرِ فٖى لَيْلَةِ الرَّغَائِبِ

Aziz kardeşlerim!

Size iki pusulayı Leyle-i Regaibden altı saat evvel yazdım. “Hizb-i Nuriye” ve Hüsrev’in kâğıdı ile teslimden sonra, kat’iyen benim kanaatimde bir nevi mu’cize-i Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk ve her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akîm kaldığı ve herkes meyusiyetinden derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib –bütün ömrümde hiç işitmediğim ve başkaları da işitmediği– üç saatte yüz defa belki fazla tekrarla melek-i ra’dın bu yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki en muannide dahi Leyle-i Regaibin kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten li’l-âlemîn olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Acaba dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet îma eder ki her halde bir fütuhatı perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. (Hâşiye[6]) Hem burada Lem’aların verdikleri iştiyak cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşâallah bir nevi makbul dua hükmüne geçti.

Risale-i Nur talebeleri namına

Evet, Evet

Mehmed, Ceylan

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Leyle-i Mi’racın, aynı Leyle-i Regaib gibi hiç inkâr edilmez bir tarzda, bir nevi mu’cize-i Ahmediye gibi bir kerametini ve kâinatça hürmetini gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Nasıl evvelce yazdığımız gibi iki ay kuraklık içinde burada hiç yağmur gelmediği, güya Leyle-i Regaibi bekliyor gibi o mübarek gecenin gelmesiyle emsalsiz bir gürültü ile kudsiyetini burada gösterdiği gibi; aynen öyle de o geceden beri buraya bir katre yağmur düşmediği halde, yirmi günden sonra aynen Mi’rac Gecesi birdenbire öyle bir rahmet yağdı ki dinsizlerde şüphe bırakmadı ki Sahibü’l-mi’rac, Rahmeten li’l-âlemîn olduğu gibi onun Mi’rac Gecesi de bir vesile-i rahmettir. Hem ehl-i imanın imanlarını kuvvetlendirdiği gibi meyusiyetlerini de bir derece izale etti.

Hal-i âlemi bilmiyorum fakat hissediyorum ki: Ehl-i iman hem haricî birkaç tarafta tazyikat hem dâhilî endişeler ve kuraklıktan gelen derd-i maişet ve nokta-i istinadı dünyaca bulamamaktan ehemmiyetli bir meyusiyetin tesiriyle, hattâ ibadete karşı bir fütur gelmişti. Birden Mi’rac Gecesi, burada kerametiyle Leyle-i Regaibin kerametini takviye ederek ehl-i imana bildirdi ki: “Siz sahipsiz değilsiniz. Kâinat kabzasında bulunan bir zatın, âleme rahmet gönderdiği bir istinadgâhınız vardır.” diye meyusiyet ve endişelerini kısmen izale eyledi.

Hem Risale-i Nur’un bir silsile-i kerametini teşkil eden tevafuk, bu hâdisede hiç tesadüfe havale edilmez bir tarzda üç dört tevafukla, Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Regaib hürmetlerinde Risale-i Nur’un da bir hissesi var olduğunu gördük.

Birinci tevafuk: İptida ve intiha-i terakkiyat-ı hayat-ı Ahmediyenin unvanları olan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’rac bu kuraklık zamanında kesretli rahmette tevafuklarıdır.

İkinci tevafuk: Bugünlerde Hüsrev’in tevafuklu yazdığı Mi’rac Risalesi’ni burada Risale-i Nur talebeleri şevke gelip aynen tevafukunu, hattâ yedi “fakat, fakat, fakat” kelimelerinin parlak tevafukunu gösteren nüshaları yazdılar, bitirdiler. Ben de tashih ediyordum, başkaları da okuyordular. Birden Mi’rac Gecesi kesretli rahmeti ile gelmesi, Risale-i Nur’un yazılması ve Hüsrev’in Mi’rac Risalesi ve intişarı dahi bir vesile-i rahmet olduğunu talebelerine bir kanaat verdi.

İki üç tevafuk daha var. Bize kat’î kanaat veriyor ki tesadüf içinde yoktur. Doğrudan doğruya bu muannid zamanda şeair-i İslâmiyenin ehemmiyetlerini göstermeye bir işarettir.

Umum kardeşlerime selâm ve mi’raclarını tebrik ederim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz

Said Nursî

Evet, Üstadımızı tasdik ediyoruz.

Mehmed, Mehmed, Osman, İbrahim, Ceylan, Hayri vs.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir sual: “Tevafukla bu keramet nasıl kat’î sabit oluyor?” diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük bir cevaptır.

Elcevap: Bir şeyde tevafuk olsa küçük bir emare olur ki onda bir kasd var, rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa bir tevafuk birkaç cihette olsa o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar olsa o tevafuktan gelen işaret sarîh bir delâlet hükmüne geçer ki bir kasd ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

İşte bu mesele-i mi’raciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’raca yağmur ve rahmetin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Mi’raciye Risalesi’nin burada çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabet ve neşrine rast gelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle birkaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı halde acib gürültülerle, sönmeyecek maddî manevî zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın meyusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zafiyete karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku ve bu geceler gibi şeair-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz, diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslâmiyeye karşı, hattâ semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki bu işte hususi bir kasd ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir, hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.

Demek hakikat-i mi’rac, bir mu’cize-i Ahmediye (asm) ve keramet-i kübrası olduğu ve mi’rac merdiveni ile göklere çıkması ile Zat-ı Ahmediye’nin (asm) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi; bu seneki mi’rac da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bizim kat’iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat dahi memnun olup cevv-i sema ve feza-yı âlem alkışlıyor ki üç dört ayda bir yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi, yalnız Ankara teslim kararına tevafuk eden Leyle-i Regaibdeki emsalsiz ve gürültülü rahmetin gelmesi ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine Leyle-i Mi’racda aynen Risale-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaibe tevafuk ederek kesretle melek-i ra’dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağı’nda gelmesi, o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra demek Denizli’de vekillerimizin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi’raca ve Leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi şaban-ı şerifin bir cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi onlara tevafuklarıyla kat’î kanaat verir ki Risale-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir itiraz olduğu gibi bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cuma gecesinde –ki biri Leyle-i Regaib ve biri Leyle-i Mi’rac, biri de şaban-ı muazzamın birinci cuma gecesinde– rahmetin kesretle gelmesi ve Risale-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi; küre-i havaiyenin bir tebriği, bir müjdesidir ve Risale-i Nur dahi manevî bir rahmet bir yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.

Ve en latîf bir emare de şudur ki dün birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, pencereye vurdu. Biz uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur olduk, dedim: “Pencereyi aç, o ne diyecek?” Girdi durdu tâ bu sabaha kadar; sonra o odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada döndüm. Baktım “Kuddüs Kuddüs” zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: “Bu misafir ne için geldi?” Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum, bir saat bana baktı. Ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım çıktım, yarım dakikada geldim; o misafir de kayboldu.

Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: “Ben bu gece gördüm ki merhum Hâfız Ali’nin (rh) kardeşi yanımıza gelmiş.” Ben de dedim: Hâfız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek. Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi dedi: “Hâfız Mustafa geldi.” Hem Risale-i Nur’un serbestiyetinin müjdesini hem mahkemedeki kitaplarını da kısmen getirdi hem serçe kuşunun ve benim rüyamın hem kuddüs kuşunun tabirini ispat etti ki tesadüf olmadığını gösterdi.

Acaba emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acib bir surette hem kuddüs kuşu garib bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkması hem Risale-i Nur’un Hâfız Ali gibi bir zatın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın? (Hâşiye[7])

Evet bu mesele, küçük bir mesele değil; kâinat ve hayvanat ile dahi alâkadardır. Evet, Risalei’n-Nur serbestiyetinden ben Risale-i Nur’un bir şakirdi olmak itibarıyla, kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şakirdleri ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin.

Evet, dinin ve şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arzı ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Emirdağı’nda kardeşiniz

Said Nursî

***

Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev tarafından kaleme alınmıştır

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risalei’n-Nur’un kerametlerindendir ki: Üstadımız (radıyallahu anh) çok defa risalelerde: “Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risalei’n-Nur’a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz yakında sizi bekleyen belalar, sel gibi başınıza yağacaktır.” diye on seneden beri kerratla söylüyorlardı.

Bu hususta şahit olduğumuz felaketlerden birincisi: Dört sene evvel Erzincan’da ve İzmir civarında vukua gelen hareket-i arz olmuştur. O vakitler münafıklar, desiselerle Isparta mıntıkasında Sava ve Kuleönü ve civarı köylerdeki Risale-i Nur talebelerine iliştiler. Otuz kırk kadar Risale-i Nur talebelerini “Camiye gitmiyorsunuz, takiyye (takke) giyiyorsunuz, tarîkat dersi veriyorsunuz.” diye mahkemeye sevk etmişlerdi. Cenab-ı Hak, İzmir civarını ve Azerîleri ve civarındaki halkı dehşetler içinde bırakan zelzeleler ile Risale-i Nur’un bir vesile-i def’-i bela olduğunu gösterdi. Bu zelzelelerden bir hafta sonra, mahkemeye sevk edilmiş olan o kardeşlerimizin hepsi beraet ettirilerek kurtulmuşlardı.

İkincisi: Yine vakit vakit Risale-i Nur talebelerinin arkalarında koşmakta devam eden mülhidler, hatt-ı Kur’an ile çocuk okuttuklarını bahane ederek Isparta’da müteveffa Mehmed Zühdü rahmetullahi aleyh ile Sava karyesinden Hâfız Mehmed rahmetullahi aleyh ismindeki iki Risalei’n-Nur talebesine hücum etmişler. Nur dersini okuyan çocukları, bu iki kardeşimizin evlerinden alınan Risale-i Nur eczalarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş. Merhum Mehmed Zühdü, para cezasıyla mahkûm edilmek istenilmiş. Neticede, merkezi Erbaa ve Tokat’ta vukua gelen ikinci bir korkunç zelzele ile Cenab-ı Hak, Risalei’n-Nur bir vesile-i def’-i bela olmakla şakirdlerine yardım ederek Üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için o kardeşimizi beraet ettirmiş ve alınan bütün Risale-i Nur eczalarını kendilerine iade ettirmiştir.

Üçüncüsü ise: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetin başımıza gelmesine sebep olan o münafıklar; Rumî bin üç yüz elli dokuz (1359) senesinde tekrar başta sevgili Üstadımız olduğu halde, bize ve Risalei’n-Nur’a hücum ettiler. Bir kısmımızı Isparta’dan topladılar, bir kısmını Çivril’den Isparta’ya getirdiler, sevgili Üstadımızı da yalnız olarak Kastamonu’dan Isparta’ya sevk ettiler. Daha başka vilayetlerden de arkadaşlarımız Isparta’ya getirilmişti. Ehl-i garazın iğfaline kapılan Isparta Adliyesi, Risalei’n-Nur’un gayesi haricinde bulunan cephelerde, bizce manası olmayan ithamlar altında bizi sıkıyordu. Bilhassa kıymettar Üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, Üstadımıza lüzumlu lüzumsuz birçok sualler açan Isparta Müddeiumumîsinin: “Bu belalar dediğin nedir?” diye olan sualine cevaben: Evet demiş, zındıklar eğer Risalei’n-Nur’a ve şakirdlerine ilişseler yakında bekleyen belaların hareket-i arz suretiyle geleceğini söylemişti.

Daha sonra bizi Denizli’ye sevk ettiler. Kastamonu, İstanbul, Ankara dâhil olmak üzere on vilayetten adliyelere sevk edilen yüzü mütecaviz Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret olan bir diğer kısmı da Denizli’de “Medrese-i Yusufiye” namını alan hapiste bulunuyordu. Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevap veriliyor, sevgili Üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor; ufunetli, rutubetli, zulmetli, havasız bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan men’edilmek suretiyle haps-i münferidde azap çektiriliyordu.

İşte bu sıralarda Denizli zindanının bu dehşetli ızdıraplarını geçirmekte idik. Allah’tan başka hiçbir istinadgâhları bulunmayan bu bîçarelerin bir kısmı Kastamonu’dan, diğer bir kısmı İnebolu’dan, diğer bir kısmı da İstanbul’dan henüz gelmemişlerdi. Şu vatanın her köşesinde hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalpleriyle necatları için Rabb-i Rahîm’lerine iltica eden pek çok masumların semavatı delip geçen ve arşü’r-Rahman’a dayanan âhları boşa gitmedi. Allahu Zülcelal Hazretleri, o mübarek Üstadımızın Isparta’da söylediği gibi masumları cennete götüren, zalimleri cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi. Karşısında Risalei’n-Nur müdafaa vaziyetinde bulunmamasından çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi, çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonu’dan Mehmed Feyzi ve Sadık ve Emin ve Hilmi ve İnebolu’dan Ahmed Nazif, Denizli Hapishanesine sevk edildiklerinde şu malûmatı verdiler:

“Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar, ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi. O sırada hatırımıza geldi: Risalei’n-Nur’u aşkla ve bir sâik ile üç beş defa şefaatçi ederek Cenab-ı Hak’tan halâs istedik. Elhamdülillah, derhal sakin oldu.

Kastamonu’da ise o gece kaleden kopan çok büyük bir taş, aşağıya yuvarlanarak bir haneyi ezmiş, birçok hanelerde yarıklar, çıkıklıklar olmuş, birkaç ev çökmüş, hükûmet binası yarılmış, daha bunun gibi hasarat ve zayiat olmuş. Fakat zelzele her gün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya’da bin beş yüz ev harap olmuş, ölü ve yaralı miktarı çok fazla imiş. Kargı ve Osmancık tamamen, Lâdik ve sair mahallerde zayiat fazla miktarda imiş. İnebolu’da bir minarenin alemi eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, hasarat ve zayiat olmamış.”

Ahmed Nazif, Emin, Sadık, Mehmed Feyzi

Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risalei’n-Nur’a ve talebelerine ve müellifine hücum eden ehl-i garazın sözünü dinleyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zındıka taraftarları, mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nur’un büyük kerametlerinden olup zelzeleler eliyle gelen beliyyelere ehemmiyet vermek istemiyorlardı. Risalei’n-Nur’un İlahî ve Kur’anî hakikatlerine karşı cephe alan bu zümrenin başına bir dördüncü tokat daha geldi.

Garibi şu ki biz şubatın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Izdırap ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle kendisinden sorulan suallere cevap vermek için altmış beş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek Üstadımızın cevapları arasında “O zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” kelimeleri, tekrar tekrar Heyet-i Hâkimenin yüzlerine karşı ağzından dökülüyordu. Birkaç defa mahkemeye gidip geldikten sonra 7 Şubat 1944 tarihli İstanbul’da münteşir “Hemşehri” ismindeki bir gazete elime geçti. Gazete okumaya ve radyo dinlemeye hevesli olmamaklığımla beraber “Yirminci asrın medenileriyiz.” diyerek bugünkü terakkiyat-ı beşeriyeyi kendilerinden bilen, Allah’ı unutan, âhirete inanmayan insanların başlarına Cenab-ı Hakk’ın, motorlu vasıtalar eliyle nasıl ateşler yağdırdığını, o münkirlerin dünkü cennet hayatlarının bugünkü cehennemî hâlât içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve Risalei’n-Nur’un bereketiyle Anadolu’yu bu dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte olduğunu görmek ve şükretmek haletinden gelen bir merak ile bazı bu gibi havadisleri sorardım ve dinlerdim.

İşte bu gazetenin de harp boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, Anadolu’nun yirmi bir vilayetini sarsan ve şubatın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pek çok zayiata mal olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal, şubatın üçünde mahkemede sevgili Üstadımızın Heyet-i Hâkimeye “Zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım. “Eyvah!” dedim “Risale-i Nur ıslah eder, ifsad etmez; imar eder, harap etmez; mesud eder, perişan etmez.” diye söylerken “Aksiyle bizi ve Risalei’n-Nur’u ittiham etmek, Hâlık’ın hoşuna gitmiyor.” dedim.

İşte merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zelzele, Risalei’n-Nur’un dördüncü bir kerameti idi. Bu gazete şu malûmatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilayetlerinde fazla kayıplar varmış. Gerede’de iki bin ev yıkılmış, yıkılmayan evler de oturulmayacak derecede harap olmuş, binden fazla ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen ölü çıkartılıyormuş. Düzce’de zarar çokmuş, ölü ve yaralıların miktarı malûm değilmiş. Ankara’da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhane’de iki ev çökmüş, bazı köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yer altından gelen birtakım gürültüler takip etmiş. Bolu’dan ve diğer yerlerin köylerinden bir hafta geçtiği halde henüz malûmat alınamıyormuş. Diğer bir yerde iki yüz ev yıkılmış, on bir ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürüyormuş. İzmit’te zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir birkaç saniye aydınlık içinde kalmış. Birçok yerlerde halk çırılçıplak sokaklara fırlamış. Dünyanın bütün rasathaneleri bu büyük Anadolu zelzelesini kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi sarsıntının çok harap edici olduğunu bildirmiştir. Sinop’ta aynı günde çok korkunç bir fırtına olmuş, gök gürültüleri ve şimşeklerle gittikçe şiddetini artırmıştır.

Daha sonra başka bir gazetede, tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer olarak toplanmışlar; düşünceli, hüzünlü gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel veya olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri görülmemiş, kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olarak başımıza gelecek felaketleri lisan-ı halleriyle haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diyerek taaccüb ediyorlar.

İşte Üstadımız Bedîüzzaman uzun senelerden beri “Zındıklar Risale-i Nur’a dokunmasınlar ve şakirdlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse yakından bekleyen felaketler, onları yüz defa pişman edecek!” diye Risalei’n-Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatli felaket daha…

Cenab-ı Hak bize ve Risalei’n-Nur’a taarruz edenlerin kalplerine iman ve başlarına hakikati görecek akıl ihsan etsin. Bizi bu zindanlardan, onları da bu felaketlerden kurtarsın, âmin!

Mevkuf

Hüsrev

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Şimdiye kadar gizli münafıklar, Risale-i Nur’a kanunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz müsbet hareket ettiğimiz için mecburiyet olduğu zaman tedafüî vaziyetinde idik. Şimdi planları akîm kaldı. Bilakis tecavüzleri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla Asâ-yı Musa’yı tabetmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nur’a veriliyor gibidir. Bu hâdisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektir:

Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halâskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi, Hristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.

Ve âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi; âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıtası’nın hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu memleketin vatan-perver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tabederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki bu iki belaya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda acib inkılab ve infilaklarda bu mübarek vatan; Kur’an’ını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? Her ne ise…

Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez, daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarı veya enaniyetli sofi-meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı –iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi– istimal etmek ve Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşâallah muvaffak olamazlar.

Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa dost olsunlar. “Biz size ilişmiyoruz, siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz.” deyip yatıştırsınlar.

Sâniyen: Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfü hem Büyük Hâfız Ali manalarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nur’da yüz yerde var. “Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı ne içindir? Bir ümmi mü’minin imanı büyük bir velinin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler.” diyor.

Elcevap: Başta Âyetü’l-Kübra meratib-i imaniye bahislerinde ve âhire yakın müceddid-i elf-i sânî İmam-ı Rabbanî beyanı ve hükmü ki: “Bütün tarîkatların müntehası ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mesele-i imaniyenin kat’iyetle vuzuhu, bin kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir.” ve Âyetü’l-Kübra’nın en âhirdeki ve Lâhika’dan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevap olduğu gibi Meyve Risalesi’nin tekrarat-ı Kur’aniye hakkında Onuncu Meselesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarlı ve kesretli tahşidat-ı Kur’aniyenin hikmeti, aynen bitamamiha onun hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’da cereyan etmesi de cevaptır.

Hem imanın tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesvese ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin mektubuna öyle bir cevaptır ki bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.

İkinci Cihet: İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki bin bir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki: “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.

Evet iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazen mağlup olur.

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.

Ve ulema-i ilm-i kelâmın binler cilt kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur’an’ın mu’cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye; o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte Risale-i Nur, bu câmi’ ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip bin seneden beri Kur’an aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’an nuruyla vesile olsun.

Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” “Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.” Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz

Said Nursî

***

(Risale-i Nur’un has şakirdlerinden ve ehemmiyetli eski muallimlerden ve imanı kuvvetli olan büyük muallimleri temsil eden Hasan Feyzi’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den aldığı bir ilhamla Risale-i Nur hakkında ve o nurun menbaı ve esası olan nur-u Muhammedî (asm) ve hakikat-i Kur’an ve sırr-ı iman tarifinde bu kasideyi yazmış.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Ahmed yaratılmış o büyük nur-u Ehad’den

Her zerrede nurdur o, ezelden hem ebedden

Bir nur ki odur hem yüce hem lâyetenahî

Ol Fahr-i Cihan Hazret-i Mahbub-u İlahî

Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (asm)

Halk olmasa olmaz idi bir zerre ve bir fert

Ol nuru ânın her yeri her zerreyi sarmış

Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış

Bir nur ki odur sade ve hem lâyetezelzel

Ârî ve berî cümleden üstün ve mükemmel

Bir nur ki bütün zerrede o nümayan

Bir nur ki verir kalplere hem aşk ile iman

Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an

Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan

Bir nur ki değil öyle muhat hem dahi mahsur

Bir nur ki eder kalbi de pür-nur, çeşmi de pür-nur

Bir lem’adır ândan şu büyük şems ve kamerler

Hep işte o nurdan bu acayip koca âlem

Halk oldu o nurdan yine cennetle cehennem

Şek yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur’an

Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan

Her şeye odur mebde ve asıl ve esas hem

Ondan görünür nev-i beşer böyle mükerrem

Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden

Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden

Şek yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun

Şek yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun

Sönsün diye üflense o derya gibi kaynar

Söndürmeye hem kimde aceb zerre mecal var

Söndürmeye kalkmıştı asırlar dolu küffar

Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhar

Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol

Tarihe sorun, kimdir o nur hem kim imiş menfur

Alnında yanan nur-u Muhammed’di Halil’in

Yetmezdi gücü, bakmaya her çeşm-i alîlin

Görseydi Resul’ün o güzel nurunu, Nemrut

Yakmazdı o dem, nârını ol kâfir-i matrud

Bir sivrisinek öldürüyor o şah-ı cihanı (!)

Atmıştı Halil’i ateşe çünkü o cani

Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan

Ol ateşe bahseyledi hem berd ü selâmdan

“Dostum ve Resulüm yüce İbrahim’i ey nâr

At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!”

Bir gizli hitap geldi de ol dem yine Hak’tan

Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan

Ol nurdan için Yunus’u hıfzeyledi ol hut

Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lût

Ol hüsn-ü cemal, eyledi âlemleri hayran

Nerden onu bulmuş, acaba Yusuf-u Ken’an

Hikmet nedir, ol dertlere sabreyledi Eyyüb

Hem sırrı nedir, Yusuf için ağladı Yakub

Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his

Ol namlı nebi, şanlı şehit Hazret-i Cercis

Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havva

Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dava

Hem âh, neden terk edilip ravza-i cennet

Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet

Nur şehri olan Tûr’da o dem Hazret-i Musa

Esrar-ı kelâm hep çözülüp buldu tecella

Bir parça Zebur’dan okusa Hazret-i Davud

Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev’ûd

Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler

Bilmem ki neden, hep işiten âh, diye inler

Mahluku bütün kendine râm etti Süleyman

Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman

Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes

Esrar-ı ezelden o da duymuş yine bir ses

Ol hangi acib sır ki çıkar göklere İsa

Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda

Nur derdi için tahtını terk eyledi Edhem

Bir başkasının tahtı olur derdine merhem

Çok şahs-ı veli, nur ile hem etti kanaat

Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet

Her hepsi de pervanesi, üftadesi nurun

Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun

Şakk etti kamer, Fahr-i Beşer, ol yüce Server

Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer

Kur’an’dı kavli, nurdu yolu, ümmeti mutlu

Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu

Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser

Ol Sure-i Kevser, dedi a’dasına “Ebter!”

Ol Şems-i Ezel’den kaçınan ol kuru başlar

Gayya-i cehennemde bütün yakmış ateşler

Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes

Ol nura varıp baş eğerek hep dediler pes

İdraki olan kafile ayrıldı Kureyş’ten

Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten

Ol kevser-i Ahmed’den içip her biri tas tas

Olmuştu o gün sanki mücella birer elmas

Ol başlara taç, derde ilaç, mürşid-i âlem

Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem

Bunlardı o a’dayı boğan bir alay arslan

Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban

Bunlardan o gün ehl-i nifak cümle kaçardı

Müşrik ise ol aklı anın kalmaz uçardı

Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli

Dünyada ve ukbada da hem şanları âlî

Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur’an:

Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan

Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları haktı

Merkepleri yeller gibi Düldül’dü, Burak’tı

Bir cezbe-i “Yâ Hay!” ile seller gibi aktı

A’daya varıp her biri şimşek gibi çaktı

Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar

Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar

Bunlardı mübarek yüce cemiyet-i şûra

Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübra

Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisra

Bunlarla ziyadar o karanlık koca sahra

Bunlardı veren hasta, alîl gözlere bir fer

Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer

Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habib’in

Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin

Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat

Hem buldu beka hem de bütün gördü adalet

Derhal açılıp gökyüzü hem parladı ol nurdan gelen Risalei’n-Nur

Hallak-ı Rahîm eyledi mahlukunu mesrur

Zulmet dağılıp başladı bir yepyeni gündüz

Bir neşe duyup sustu biraz ağlayan o göz

Bir dem bile düşmezken onun âhı dilinden

Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden

Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar

Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar

Her kalbe sürur, her göze nur doldu bu günden

Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden

Arz eyleyelim ol yüce Allah’a şükürler

Kalkar bu kahr, cehl ü dalal, şirk ü küfürler

Ol nur-u Hüda saldı ziya, kalbe safa hem

Gösterdi beka, göçtü fena, buldu vefa hem

Çıkmıştı şakî, geldi nakî, gördü adâvet

Eylerdi nefiy, oldu hafî nur-u hidayet

Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u risalet

Ol nur-u risalet verecek emn ü adalet

Allah’a şükür, kalkmada hep cümle karanlık

Allah’a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık

Allah’a şükür, işte bugün perde açıldı

Âlemlere artık yine bir neşe saçıldı

Artık bu sönük canlara can üfledi canan

Artık bu gönül derdine ol eyledi derman

Bir fasl-ı bahar başladı illerde bu günden

Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden

Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum

Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum

Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken

Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben

Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık

Maşukum odur şimdi benim, ben ona âşık

Ol nur-u ezel hem kararan kalplere lâyık

Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık

Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur’a akanlar

Nur kahrına uğrar, ona hasmane bakanlar

Küfrün bütün alayı hücum etse de ey nur

Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur

Sensin yine hazır, yine sensin bize nâzır

Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır

Bir neşe duyurdun imanla sırr-ı ezelden

Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden

Mademki içirdin bize ol âb-ı hayattan

Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi memattan

Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz

Masum ve alîl, türlü bela çekti sebepsiz

Yıllarca akan, kan dolu gözyaşları dinsin

Zalim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin

Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın

Öksüz ve yetim, dul ve alîl hepsi de kansın

Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından

Kalp bahçesinin kalbine diksem budağından

Her dem kokarak hem o güzel rayihasından

Çıksam yine ben âlem-i fâni tasasından

Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün

Sinemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün

Sensin bize bir neşe veren ol gül-ü hâlis

Sensin bize hem cümleden a’lâ, dahi muhlis

Ey nur-u risaletten gelen bir bürhan-ı Kur’an

Ey sırr-ı Furkan’dan çıkan hüccet-i iman

Sendin bize matlub, yine sendin bize mev’ûd

Sayende bugün herkes olur zinde ve mesud

Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya

Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rüya

Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice milyar

Mü’min ve muvahhid seni gözlerdi hep ey yâr

Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı

Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı

Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden

Söyler bana ruhum yine مَا ازْدَدْتُ يَقٖينًا

Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber

Risalei’n-Nur’dur vallah o son müceddid-i ekber

Yüzlerce senet hem nice yüzlerce işaret

Eyler bu mukaddes koca davaya şehadet

En başta gelen şahid-i adl Hazret-i Kur’an

Göstermiş ayânen otuz üç yerde o bürhan

يَا مُدْرِكًا nin kalbine gömmüş Esedullah

Çok sır ki bilenler oluyor hep sana âgâh

كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ demiş ol Pîr-i Muazzam

Binlerce veli hem yine yapmış buna bin zam

Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz

Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz

Altıncı Söz’ün aldı bütün fiil ü sıfâtı

Verdim de arındım ona hem zat u hayatı

Müflis ve fakir bekliyorum şimdi kapında

Tevhide eriştir beni, gel varını sun da

Ben ben diye yazdımsa da sensin yine ol ben

Hiçten ne çıkar hem bana benlik yine senden

Affet beni ey affı büyük, lütfu büyük Risalei’n-Nur

Bir dem bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ mehcur

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur

Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur

Ey nur-u Ezel’den gelen nur-u Muhammed (asm)

Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed

Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes

Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses

Vallah cemilsin, yeter artık bu celalin

Göster bize ey nur-u Muhammed, bir kere cemalin

Dergâhını aç, et bize ihsan, yine ey nur-u risalet

Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey nur-u hakikat

Emmare olan nefsimizin emrine uyduk

Ver bizlere sen nur ile îkan, yine ey nur-u Kur’an

Hırs ateşi sönsün de gönül gülşene dönsün

Saç nurunu hem feyzini her an, yine ey nur-u iman

Sen nur-u Bedî’, nur-u Rahîm’sin bize lütfet

Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey nur-u İlahî

Dinin çekilip dev gibi saldırmada vahşet

Rahm et, bizi gark etmeye tufan, yine ey nur-u Rahmanî

Pür-nura boyansın bütün âfakı cihanın

Her yerde okunsun da bu Kur’an, yine ey nur-u Sübhanî

Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk

Ağlatma yeter, et bizi handan, yine ey nur-u Rabbanî

Ol ravza-i pâk-i Ahmed’i (asm) göster bize bir dem

Artık olalım hep ona kurban, yine ey nur-u Samedanî

İslâm’a zafer ver, bizi kurtar, bizi güldür

A’damızı et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkanî

Her belde-i İslâm ile olsun bu yeşil yurt

Tâ haşre kadar cennet-i canan, yine ey nur-u imanî

Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için hem yâ Rab

Hıfzet bizi âfat u beladan yâ Nure’l-Envar bihakkı ismike’n-Nur!

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Mübarek Üstadım Efendim!

O büyük ve güzel, has nurunun bu fakir ve bîçare talebenize bu vâdide ve bu şekilde olan ihsan ve ikramatını aynen huzur-u irfanınıza sunuyor ve bu vesile ile mübarek ellerinizi ve dâmen-i pâkinizi bir daha öpmek şerefiyle müşerref oluyorum, kabul buyurulmasını Hazretinizden istirham ederim efendim.

Âciz ve bîçare talebeniz

Hasan Feyzi

رَحِمَهُ اللّٰهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَائِلِ الْمَكْتُوبَةِ و الْمَقْرُوئَةِ اٰمٖينَ

***

 

Yirmi Sekizinci Mektup’tan Yedinci Mesele

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهٖ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Şu mesele yedi işarettir.

Evvela tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inayetin izharına yedi sebebi beyan ederiz:

Birinci Sebep: Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir, o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’i, şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.

Madem i’caz-ı Kur’an’ı bir derece beyan, Sözler’le oldu. Elbette o i’cazın hesabına geçen ve onun reşehatı ve berekâtı nevinden olan hizmetimizdeki inayatı izhar etmek, i’caza yardımdır ve izhar etmek gerektir.

İkinci Sebep: Madem Kur’an-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O, kendi kendini medhediyor. Biz de onun dersine ittibaen, onun tefsirini medhedeceğiz.

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik ise Kur’an’ın malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’an-ı Hakîm ekser surelerde, hususan الٓرٰ larda حٰمٓ lerde kendi kendini kemal-i haşmetle gösteriyor, kemalâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözler’e in’ikas etmiş Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-ı Rabbaniyenin izharına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

Üçüncü Sebep: Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’an’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.

Hem madem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i gâliyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsıma mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

Dördüncü Sebep: Bazen tevazu, küfran-ı nimeti istilzam ediyor belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i in’amı olarak göstermektir.

Mesela, nasıl ki murassa ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârane desen: “Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: “Evet, ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”

İşte bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler çok güzeldirler, hakikattirler fakat benim değiller, Kur’an-ı Kerîm’in hakaikinden telemmu etmiş şuâlardır.

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ

düsturuyla derim ki:

وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتٖى بِالْقُرْاٰنِ

Yani “Kur’an’ın hakaik-i i’cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur’an’ın güzel hakikatleri, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvileştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’an’ın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki o zat, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki: “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak.” Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle ise o kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin ihzar ediyoruz.

Madem kendimize ait değil, elbette Sözler namındaki nurlara ait olan inayat-ı İlahiyeyi beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.

Altıncı Sebep: Sözler’in telifi vasıtasıyla Kur’anî olan hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, bir muvaffakıyettir. Muvaffakıyet ise izhar edilir. Muvaffakıyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlahî olur. İkram-ı İlahî ise izharı bir şükr-ü manevîdir. Ondan dahi geçse olsa olsa hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’aniye olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı, zararsızdır. Eğer âdi keramatın fevkine çıksa o vakit olsa olsa Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin şuleleri olur.

Madem i’caz izhar edilir, elbette i’caza yardım edenin dahi izharı i’caz hesabına geçer; hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz, belki medar-ı hamd ve şükrandır.

Yedinci Sebep: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikati, zayıf bir adamın elinde zayıf görür ve kıymetsiz bir meseleyi, kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telakki eder.

İşte ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için bilmecburiye ilan ediyorum ki:

İhtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor, biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilata mazhar oluyoruz.

Öyle ise o inayetleri bağırarak ilan etmeye mecburuz.

İşte geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.

Birinci İşaret: Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki “tevafukat”tır.

Ezcümle: Mu’cizat-ı Ahmediye Mektubatında, Üçüncü İşaret’inden tâ On Sekizinci İşaret’ine kadar altmış sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasında iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde –kemal-i muvazenetle– iki yüzden ziyade “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeler bulunsa yarı yarıya tevafuk olur ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa elbette tesadüfî olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukat, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitapların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki mu’cizat-ı Kur’aniye ve mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevi kerametidir ki o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.

İkinci İşaret: Hizmet-i Kur’aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki: Cenab-ı Hak; benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise –Hulusi’nin tabiriyle– telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve –Sabri’nin tabiriyle– nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber –yine Sabri’nin tabiriyle– bir tevafukat-ı gaybiye nevinden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere de eriştirmeleri ve şu zamanda yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda hem fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.

Evet, velayetin kerameti olduğu gibi niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.

İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

Üçüncü İşaret: Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.

Hem mesela, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk elli sahifede, meşhur Mukaddimat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın ikinci sahifesinde tamamıyla hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilmemiş ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkül-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatleri kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektup’taki وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.

Dördüncü İşaret: Elli altmış risaleler –şimdi yüz otuzdur– öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tetkikin sa’y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilat vasıtasıyla, en âmî ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “Tefhim edilmez.” deyip değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.

İşte en uzak hakikatleri, en yakın bir tarzda, en âmî bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az ve sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve bazen kısaca mücmel yazdığından zahir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri kısmen o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bilâ-şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilat-ı Kur’aniyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.

Beşinci İşaret: Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmî adama kadar ve ehl-i kalp büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur’aniye olduğu gibi çok tetkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir süratle hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki On Dokuzuncu Mektup’un beş parçası, birkaç gün zarfında her gün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi ekser risaleler böyle olması ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse daha ziyade beni dersten, teliften men’etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’aniye olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise şimdiye kadar hiç kimsede –çoklardan sorduğum halde– sû-i tesir ve aksü’l-amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.

Altıncı İşaret: Şimdi bence kat’iyet peyda etmiştir ki ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur’an-ı Hakîm’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddimat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i’caz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.

Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır.

Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârane, Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim.

Hattâ eskide mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitapların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terk ettiren, anladım ki doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler –ekseriyet-i mutlakası– hariçten hiçbir sebep gelmeyerek ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.

İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların envalarındaki hilaf-ı âdet ve ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için kuvvetli bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

Yedinci İşaret: Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâ-mübalağa yüz eser-i ikram-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’aniyeyi gözümüzle gördük. Bir kısmını, On Altıncı Mektup’ta işaret ettik; bir kısmını, Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’nın mesail-i müteferrikasında; bir kısmını, Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mesele’sinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Barlalı Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevka’l-me’mul kerametkârane bir teshilata mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’aniye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tatmin etmek için fevka’l-me’mul bir surette ihsan ediyor ve hâkeza…

İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde hem inayet altında bize hizmet-i Kur’aniye yaptırılıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ تَسْلٖيمًا كَثٖيرًا اٰمٖينَ

اَللّٰهُمَّ بِسِرِّ اسْمِكَ الْاَعْظَمِ اِجْعَلْ نَاشِرَ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ مَظْهَرِ عِنَايَتِكَ وَ كَرَامَاتِ فُرْقَانِكَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ

***

Mahrem Bir Suale Cevaptır

(Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.)

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’an’dan yazdığın Sözler’de öyle bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?”

Elcevap: –Güzel bir cevaptır– Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillahi’l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.

Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imanî hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.

Said Nursî

***

 

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Geçen mübarek Leyle-i Beratınızı ve gelecek ramazan-ı şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene Berat Gecesini Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli olduğuna bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki:

Ben Berat Gecesinden az evvel Asâ-yı Musa tashihiyle meşgul iken bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: “Müjde mi getirdin?” İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi hiç ürkmedi. Asâ-yı Musa üstüne çıktı, üç saat oturdu; ekmek, pirinç verdim, yemedi tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allah’a ısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra uçtu gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi; bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş hem Asâ-yı Musa hem Beratımızı tebrik etmek istedi.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Evvela: Şimdi tam tahakkuk etti ki zelzele, Risalei’n-Nur ile alâkadardır. Hüsrev’in müdafaatımda yazılan dört zelzele meselesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört defa zelzele, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat’î bir sû-i kasd eseri olarak hükûmet içerisinde hizmetçime bağırarak bana tahkirkârane ihanet ve şetmedip “Git ona söyle!” diyen ve kaymakamın emr-i cebriyle “Hasta da olsa buraya getiriniz!” bekçilere ve jandarmalara emir veren ve Afyon’un perde altındaki büyük memura dayanan Emirdağ Zabıtası hem Nur şakirdlerinin şevklerine hem Nurların burada yazılmasına hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesi aynı vakitte, böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki Risale-i Nur bir vesile-i def’-i beladır; tatile uğradıkça bela fırsat bulup gelir.

Said Nursî

***

Zekâi’nin bir manzumesi

Bu nur eser, tefsiridir o semavî kitabın

İlan eder hakikati, emr-i hakkı bildirir

İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın

Bu asırda gözyaşını, nur saçarak dindirir

Bu eserdir muzdarip gönüllere teselli

Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar

Bu eserdir her zulmette selâmet rehberi

Ehl-i iman bu sayede bu eserle hür yaşar

Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi

Her mazluma “Ağlama!” der “Güleceksin yarın sen!”

Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri

Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden

Bu Nur eser, her bilginin, her mü’minin sertâcı

Dertlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar

Şirklerin hem hēdimidir hem her kaygı ilacı

Zındık zalim ilişirse başına volkan patlar

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden

Kudret eli hâmisidir, hayret-efza hükmü var

Muannidler teslim olur, hükmüne mağrur iken

Her serseri feylesofu meftun eden nuru var

Ey güç yetmez, dehşet veren haletlerden ağlayan

Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma

Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan

Gir bu Nur’un âlemine, fânileri çağırma

Ayıl artık, gaflet sarhoşluğundan durma uyan

Hevesatın bir ejderhadır kalbini kemirecek

Yarın mesud olacaktır yoklukta Hakk’ı bulan

Nura ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek

Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur’un kusurlu hâdimi

Zekâi

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ

Âyetinin veraset-i Ahmediye (asm) cihetinde, mana-yı işarî noktasında, bu asırda o Rahmeten li’l-âlemîn’in bir âyinesi ve hakikat-i Kur’aniyenin bir hakiki tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir numunesi olmasından hakikat-i Muhammediyenin (asm) bir kısım evsafını, mana-yı mecazî ile cüz’î bir vârisine verilebilir diye bu parlak kasideye ilişmedim. Yalnız hakikat-i Ahmediye (asm) ile âyinesinin farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.

Said Nursî

Huzur bulur bugün seninle âlem

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Sürur bulur bugün seninle âdem

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Bu hasta gönüller çoktan perişan

Varsa sende eğer Lokman’dan nişan

Bir şifa sun, gel ey mahbub-u zîşan

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Gelmez mi sonu bu uzun hecenin

Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin

Zâri arttı, sabrı bitti nicenin

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Fahr-i Âlem, arştan bu yere indi

Şah-ı Velayet gelip Düldül’e bindi

Zülfikar’a bugün artık Nur dendi

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Yolumuz, bu Nur’un bu nurlu yolu

Olduk hepimiz o Nur’un bir kulu

Nur yolunda yürüyen hem ne mutlu

Ey numune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Nurs’un nur çıkan nurlu dağında

Bülbül öter bahçesinde bağında

Tozu olsak onun pâk ayağında

Ey rahmet-i âlem cilvesi Risaletü’n-Nur

Dertlere dermansın, mahbub-u cansın

Hem câmiü’l-esma ve’l-Kur’ansın

Hem de Nur-u Hak’tan bize ihsansın

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Bu âlemde madde değil, bir özsün

Her zerreden bakan bütün bir gözsün

Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün

Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Aslı evvelisin balın, şekerin

Deryasısın cümle ilmin, hünerin

Gelmedi cihana böyle eser benzerin

Ey mir’at-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Sen aylardan, güneşlerden üstünsün

Nihayetsiz, sonu gelmez bütünsün

Nur cemalin bütün bütün görünsün

Ey mazhar-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Boyun büküp acı acı melerdik

Gözyaşını kanlar ile silerdik

Görsek diye seni Hak’tan dilerdik

Ey bir temsil-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Çünkü sensin bu asırda Rahmeten li’l-âlemîn’in cilvesi

Çünkü sensin şimdi Şefîu’l-müznibîn’in vârisi

Ağisnâ yâ Gıyase’l-Müstagîsîn bir duası

Ey şule-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Şifa bulsun şimdi biraz yaramız

Revaç bulsun geçmez olan paramız

Saç nurunu, aka dönsün karamız

Ey ziya-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Cürmümüzle külhan gibi pür-nârız

Dert elinden hem her gün zâr u zârız

Affet bizi madem sana hep yârız

Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Meylimiz yok yalancı bir dünyaya

Son verdik biz bid’alara, riyaya

Kapılmayız öyle kuru hülyaya

Ey bir hakikat-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Yok bizde cemiyet kurma hülyası

Yok başka bir yola gitme sevdası

Olduk ancak Nur’un dertli şeydası

Ey dertlilere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Yollarda bıraktık geçtik dervişi

Attık gönüllerden öyle teşvişi

Kâfi bu parlayan nurun güneşi

Ey ma’kes-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Geçmişiz hep medihlerden senadan

Yüz çevirdik servetlerden gınadan

Nur isteriz, geçmeden bu fenadan

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Nur elinden içeli biz şarabı

Çevirmişiz tatlılığa azabı

Bir mahbubun biz de olduk türabı

Ey bize rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Âşıkların arşa çıkan feryadı

Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı

Allah için eyle bize imdadı

Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Gökler saldı bela, yer verdi bela

Sarstı âfakı bir acı vaveylâ

Rahmet et âleme ey Nur-u Mevla

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Bir yanda sel var, bir yanda kan akar

Bu bela ateşi âlemi yakar

Ağlayan bu beşer hep sana bakar

Ey numune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Çevrildi ateşle bu koca dünya

Bir cehennem gibi kaynadı derya

Yetiş imdada ey şah-ı evliya

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Her yangını senin nurun söndürür

Her bir yeri bir gülşene senin nurun döndürür

Deccal’ı da bir gün gelir elbette öldürür

Ey nur-u rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Zındıkaya, küfre karşı saldırdın

Gönüllerden kederleri kaldırdın

Bizi nurun deryasına daldırdın

Ey bîçarelere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Kaldıramaz sana aslâ kimse el

Bağlıyoruz bizler sana candan bel

Dünyalara sensin ümit ve emel

Ey ziya-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Sen ordu kurmazsın erle, uşakla

Savaşmazsın öyle topla, bıçakla

Nur’unla şu asrı tutup kucakla

Ey şimdi rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Bitsin de bu korkunç tufan-ı şedid

Açılsın yepyeni bir devr-i mesud

On sekiz bin âlem eylesin hep iyd

Ey ehl-i Kur’an’a rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet

Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet

Boğacaksın onu nurunla elbet

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Kızıl ejder yuvamıza girmesin

Zehirli eli yakamıza ermesin

Karşı durup nurun fırsat vermesin

Ey seyf-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Kara duman üstümüzden dağılsın

Kızıl alev sönüp âlem ayılsın

Bu zaferin haşre kadar anılsın

Ey zülfikar-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

O soydandır nice canlar yakanlar

O soydandır evler barklar yıkanlar

O soydandır sana kinle bakanlar

Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Masumların kanlarını içerler

Ebu Cehl’i, Nemrutları geçerler

Ölümlerden ölümleri seçerler

Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Bir mikrop ki ciğerleri dişliyor

Kanımızla kendisini besliyor

Temiz yurdu telvis edip pisliyor

Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Gazilerin, fatihlerin konağı

Seyyidlerin, serverlerin otağı

Bu vatandır, şehitlerin yatağı

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

O şehidin ala dönmüş kefeni

Miskler kokar, güle benzer bedeni

Öper melekler de nurlu naaşını

Ey numune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Kur’an diyor ölmemiştir, diridir

Her birisi Hakk’ın arslan eridir

Türbeleri yürekleri titretir

Ey âyine-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Armağansın çünkü asil millete

Düşmeyelim bir gün bile zillete

Götür bizi şanlı büyük devlete

Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Eyleyeler nurun ile hep savlet

Zaferlerle şanlar bulur bu millet

Şarka, garba ziya salsın bu devlet

Ey bizlere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur

Nurdan kanadın hem sağlam kolun var

Nurdan senin Hakk’a giden yolun var

Kabul et bir kemter Feyzi kulun var

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur!

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Üstadım, Efendim Hazretleri!

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ âyetinin nurlarından, Nur’un sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-u irfanınıza sundum. Kabulünü rica ederim. Selâmlarımızı sunar ve mübarek ellerinizi öperiz efendimiz.

Bîçare talebeniz

Hasan Feyzi

رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَيْهِ اَبَدًا دَائِمًا

***

Üniversitedeki Nur Şakirdlerinin Nur hakikatinin fen dairesinde fevkalâde kıymetini takdir ettiklerine bir numunedir

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Şu kâinat semasının gurûbu olmayan manevî güneşi olan Kur’an-ı Kerîm; şu mevcudat kitab-ı kebirinin âyât-ı tekviniyesini okutturmak, mahiyetini göstermek için şuâları hükmünde olan envarını neşrediyor. Ukûl-ü beşeri tenvir ile sırat-ı müstakimi gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki makasıdı ve fıtratındaki metalibi ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar, kalp kabiliyeti nisbetinde ona âyinedarlık ederek kurbiyet kesbeder. Eşya ve hayatın mahiyeti, o nur ile tezahür ederek ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir.

Şems-i Ezelî’nin manevî hidayet nurlarını temsil eden Kur’an-ı Kerîm, kalp gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira her şey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir.

İşte şu kitab-ı kebirin manevî ve sermedî güneşi olan Kur’an-ı Kerîm’in nur tecellisine, bu asrımızda “Nur” ismiyle müsemma olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi mazhar olmuştur. O Nurlar ki: Zulümattan ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusu ile gündüzünü gece yapan sefahet-perest, aklı gözüne inmiş, zulümatta kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlerine tevcih ederek sırat-ı müstakimi büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup: “Ya aklını başından çıkar at, hayvan ol. Yahut da aklını başına alarak insan ol.” diyor.

İlim bir nevi nur olduğuna göre, Risale-i Nur’un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir iki deliline kısa işaret ederiz:

Evvela: Şunu hatırlamalıyız ki Risale-i Nur, başka kitapları değil belki yalnız Kur’an-ı Kerîm’i üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi itibarıyla, makbuliyeti hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hâcet bırakmıyor. Biz ancak ilim erbabı mabeyninde Risale-i Nur’un değerini tebarüz ettirmek için ilâveten deriz ki:

Risale-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuhla ispat edemediği en muğlak meseleleri gayet basit bir şekilde en âmî avam tabakasından tut tâ en âlî havas tabakasına kadar herkesin istidadı nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakînî bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet, hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.

İkincisi: Bütün Nur eserleri, Kur’an-ı Kerîm’in bir kısım âyetlerinin hakiki tefsiri olup onun manevî i’cazının lem’aları olduğunu her hususta göstermesidir.

Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına, kat’î delil ve bürhanlarla ilmî mahiyette cevap vermesidir. Mesela, Vâcibü’l-vücud’un varlığı ve âhiret ve sair iman rükünlerini, bir zerrenin lisan-ı hal ve kāl suretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesi, en meşhur İslâm feylesoflarından İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd bu meselelerde bütün mevcudatı delil olarak gösterdikleri halde Risale-i Nur, o hakikatleri aynen bir zerre veya bir çekirdek lisanıyla ispat ediyor. Eğer Risale-i Nur’un ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı onlar, hemen diz çöküp Risale-i Nur’dan ders alacaklardı.

Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanın senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hülâsalar nevinden kısa bir zamanda temin etmesidir.

Beşincisi: Risale-i Nur, ilmin esas gayesi olan rıza-yı İlahîyi tahsile sebep olması ve dünya menfaatine, ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek tam manasıyla insaniyete hizmet gibi en ulvi vazifeyi temsil etmesidir.

Altıncısı: Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî ve imanî bir tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kāl suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda iman hakikatlerini ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf ettirir.

Yedincisi: Risale-i Nur, bütün ilimleri câmi’ oluşudur. Âdeta ilim iplikleri ile dokunmuş müzeyyen kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misal olarak birkaçını zikrederek heyet-i mecmuası hakkında bir fikir edinmek isteyenlere, Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.

“Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”

“Bir pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiye’yi dahi o tanzim etmiştir.”

“Bir zerreyi icad etmek için bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin bâhusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzır birer gözü vardır.”

“Tabiat, misalî bir matbaadır, tabi değil. Nakıştır, nakkaş değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”

“Sabit, daim, fıtrî kanunlar gibi ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi, o cevhere sadef etmiştir.”

Ve hâkeza binler vecizeler var.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Üniversite Nurcuları namına, duanıza çok muhtaç

Mustafa Ramazanoğlu

***

Halil İbrahim’in manzumesidir

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Zerremizi fart-ı şefkatinle şems-i envarına düşürdün

Cehlimizle enaniyetimizi diyar-ı irfanına düşürdün

Maden-i nühasımızı pota-i Furkan’a düşürdün

Hayfâ ki o potada zünnar-ı inkârımızı düşürdün

Saray-ı Kâbe-i ulyâya erip tûl-ü emelimizi düşürdün

Makam-ı nur-u tevhide varıp hâb-ı hayalimizi düşürdün

Haremgâh-ı İlahîde süveyda hücresine yükümüzü düşürdün

Heyet-i suretinin derûnundaki manaya gönlümüzü düşürdün

Tâ ezel sabahında vahdet nağmesini işittin

Leyla-yı zaman Kays ile bir demde görüştün

Dost ikliminin lalesinin bağlarına eriştin

Vahdet-i sâki midadını سَقٰيهُمْ kevserine düşürdün

Olmasaydın ey Risale-i Nur bize sen armağan

Çâh-ı mâsiva, nefs-i tağutla bel’ ederdi bizi heman

Dalaletten geçemez, küfür benliğinde kalırdık üryan

Hamden lillah katremizi bahr-i envarına düşürdün

Sendeki esrar-ı Hak سَوْفَ تَرٰينٖى yi söylesem

Gül vechindeki lahut benini şerh u beyan eylesem

Nur-u Hudâ, mü’mine hüdâ, dalalete seyf-i hemta mı desem

Zülfikar ve Asâ-yı Musa ile münkirleri girdaba düşürdün

Aşina-yı bezm-i Hak’tır Risale-i Nur talebeleri

Nur-u Yezdan, feyz-i Kur’an’dır cümlesinin rehberi

Bu âciz nâtüvan onların bir hakir kemteri

Halil İbrahim’e “hâk-i der-i âl-i abâ” tam düşürdün

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza çok muhtaç, günahkâr kardeşiniz

Hâk-i der-i Âl-i Abâ

***

 

Hüve Nüktesi

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz ve sıddık kardeşlerim!

Kardeşlerim, لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ daki هُوَ lafzında, yalnız maddî cihetinde bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede hava sahifesinin mütalaasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkülatlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.

Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzım gelir ki ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.

Aynen öyle de emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan هُوَ lafzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin. Veyahut o هُوَ deki havanın belki unsur-u havanın her bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var.

İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müşkülatlar aşikâre görünüyor.

Eğer Sâni’-i Zülcelal’e verilse hava bütün zerratıyla onun emirber neferi olur. Bir tek zerrenin muntazam bir tek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlık’ının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlık’a intisap ve istinad ile ve Sâni’inin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek süratinde ve هُوَ telaffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapılır. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi kalem-i kaderin noktaları bulunur. Bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

İşte ben لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ daki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken bu mücmel hakikati, tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim. Ve هُوَ nin lafzında, havasında böyle parlak bir bürhan, bir lem’a-yı vâhidiyet bulunduğu gibi manasında ve işaretinde gayet nurani bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem işareti hangi zata bakıyor işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki hem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim.

Evet mesela, bir nokta beyaz kâğıtta, iki üç nokta konulsa karıştığı ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı ve bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddid kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizamını bozup karışacağı halde; aynelyakîn gördüm ki:

هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, her bir parçası hattâ her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizam ile taşıdığını hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp, hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve her parçacık, bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyetle cezbedarane hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor. Ben aynelyakîn müşahede ettim.

Demek, ya her bir zerre ve her bir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.

Öyle ise bu sahife-i havanın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle Zat-ı Zülcelal’in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuunatında bir “levh-i mahv u ispat” namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

İşte hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdaniyeti ve mezkûr acayibi gösterdiği ve dalaletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dâfia, ziya gibi sair letaifin naklinde şaşırmadan muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda, bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumlu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlahiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor.

Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, camid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakîn derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve her bir zerre ve her bir parça lisan-ı hal ile لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dediklerini bildim. Ve bu هُوَ anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acayibi gördüğüm gibi hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar oldu.

Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı.

Umuma binler selâm…

Kardeşiniz

Said Nursî

***

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Beşinci Risale olan Beşinci Kısmı

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ … الخ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından bir nurunu, ramazan-ı şerifte bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:

Üveys-i Karanî’nin

اِلٰهٖى اَنْتَ رَبّٖى وَ اَنَا الْعَبْدُ § وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ اَنَا الْمَخْلُوقُ § وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ § الخ.

münâcat-ı meşhuresi nevinden, bütün mevcudat-ı zevi’l-hayat, Cenab-ı Hakk’a karşı aynı münâcatı ettiklerini ve on sekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi şu âlem, binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise âyet-i Nur’un arkasındaki

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ

âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünürken güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hâkeza… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:

Hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazîn gösterdi.

Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda yani manasında bir şems-i tâbân gibi tulû etti; o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.

Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm.

Birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarımı, ferah ve sürur ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar zulümatlı, o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki dehşetimden feryat ettim “Eyvah!” dedim.

Çünkü gördüm ki insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metalibe müteveccih fakr u ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dalarıyla beraber; gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlât olan mütemadî zeval ve firak belası içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalp ve ruh ve aklım ile bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryat ile ağlamaya hazır iken birden Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nurani âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.

Sonra bir muazzam perde daha açıldı, âlem-i arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.

Birden Hâlık-ı arz ve semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semavati ve’l-arz ve Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû etti. O âlemi öyle nurlandırdılar ki o halette bana küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.

Elhasıl: Bin bir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.

Sonra kalp, her zulümat arkasında ayrı bir nuru gördüğü için seyahate iştihası açılıyordu. Hayale binip semaya çıkmak istedi. O vakit, gayet geniş bir perde daha açıldı. Kalp, semavat âlemine girdi, gördüm ki:

O nurani tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve ondan daha süratli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa başkasıyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessüm değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâlî, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semavatı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.

Birden رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ۞ رَبُّ الْمَلٰٓئِكَةِ وَ الرُّوحِ un esma-i hüsnası وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ ۞ وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envar-ı azîmeden birer lem’a alıp o yıldızlar adedince elektrik lambaları yakılmış gibi o âlem-i semavat nurlandı. O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvi yapıyor tarzında, o Sultan-ı Zülcelal’in haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösteriyor gibi gördüm.

Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerratımla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatın lisanlarıyla diyecektim hem umum onların namına dedim:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَٓاءُ âyetini okudum; döndüm, indim, ayıldım; اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

Said Nursî

***

 

Na’büdü Nüktesi

Bu manayı tenvir için kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:

Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından نَعْبُدُ sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:

Namaz kıldığım o Bayezid Camii’ndeki cemaatle iştirakimi ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahîye takdime cesaret geldi.

Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip tahiyyatta getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:

Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.

İkinci Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihatı ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır. O halde “Allahu ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latîfe-i Rabbaniyem اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.

Elhasıl: نَعْبُدُ nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.

İşte bu halette iken birden Kur’an-ı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهٖ kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabb’i, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. Elbette bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit her bir âyât-ı Kur’aniye; gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i Ezelî’den ve makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından aldığı bir kuvvet, ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak hem pek parlak bir nur-u i’cazı içinde gördüm.

O vakit, değil umum Kur’an; ya bir sure veyahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

O ayn-ı hakikat olan hayalden نَعْبُدُ nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’an’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalp ve hayal, o Nun-u Na’büdü’den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı نَعْبُدُ ve نَسْتَعٖينُ de Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu göstermek lâzımdır ki sizinle gelebileyim.”

O vakit kalbe şöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:

Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizam-perverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bi’l-hak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor.

Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara; her birinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var; en küçüğüne elleri ulaşamaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.

İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki her şey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ der.

O vakit akıl “Âmennâ ve saddaknâ” dedi.

Said Nursî

***

Risale-i Nur nedir, Bedîüzzaman kimdir?

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi değil, müttebi’dirler. Yani kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (asm) harfiyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtîli ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imaniyelerinin ve ihlaslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (asm) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (asm) ve hilye-i Nebeviyenin hakiki lâbisi olduklarını gösterirler. Hülâsa: Amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (asm) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e tam bir hüsn-ü misal olurlar ve numune-i iktida teşkil ederler.

Bunların Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-i vahiy olan Zat-ı Pâk-i Risalet’in manevî ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve Mesnevî-i Şerif ve Fütuhu’l-Gayb ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzidenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevat-ı kudsiye o mananın mazharı, mir’atı ve ma’kesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’an’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan onun esası, nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammediyeyi hâmil bulunduğu ve Zat-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zatın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattir.

Evet, o zat daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-i eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlahiyeye vâris kılınmıştır ki şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyenin eşi aslâ mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki Tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i hârika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden hârikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır, tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.

O zat-ı zîhavârık daha hadd-i büluğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskât etmiş, her nerede olursa olsun vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve aslâ tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basîret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla “Bedîüzzaman” unvan-ı celilini bahşettirmiştir. Mezaya-yı âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedînin neşrinde ve ispatında bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuş olan böyle bir zat elbette Seyyidü’l-enbiya Hazretlerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdes’in emir ve fermanı ile yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikine vâris ve ma’kes olan bir zat-ı kerîmü’s-sıfattır.

Envar-ı Muhammediyeyi ve maarif-i Ahmediyeyi ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle, o zat hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü Medrese-i Yusufiyenin El-Hüccetü’z-Zehra ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirdleri namına

Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyr, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsi namına kabul ettim.

Said Nursî

***

Müellifin vasiyetnamesi münasebetiyle, Halil İbrahim’in Risale-i Nur hakkında, Nur şakirdleri namına yazdığı bir fıkrasının bir parçasıdır.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur nurdan bir ibrişimdir ki kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir.

Risalei’n-Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’aniyedir ki onun tel ve lambaları ve âyine ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve i’cazdarane bast edilmiştir ki yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri ilim ve iktidarları miktarınca âlem-i gayb ve âlem-i şehadetten ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir.

Zira Risalei’n-Nur, menşur-u Kur’an’dır.

Risalei’n-Nur mü’minlere hedâyâ-yı hidayet, vesile-i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyyaz-ı Rahman’dır.

Risalei’n-Nur kâinata, nevbaharın feyzini veren bir âb-ı hayat ve ayn-ı rahmet ve mahz-ı hakikat ve bir gülzar-ı gülistandır.

Risalei’n-Nur lütf-u Yezdan, kemal-i iman, işarat-ı Kur’an ve bereket-i ihsandır.

Risalei’n-Nur kâfire hüsran, münkire tokat, dalalete düşmandır.

Risalei’n-Nur bir kenz-i mahfî, bir sandukça-i cevahir ve menba-i envardır.

Risalei’n-Nur hakikat-i Kur’an ve mi’rac-ı imandır.

Risalei’n-Nur sertâc-ı evliya, sultanü’l-eser ve zübdetü’l-meâni ve atâyâ-yı İlahî ve hedâyâ-yı Sübhanîdir.

Risalei’n-Nur bir bahr-i hakaik ve bir sırr-ı dekaik ve kenzü’l-maarif ve bahrü’l-mekârimdir.

Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, sağlara maişet-i hakikat ve rîh-ı reyhan ve misk-i amberdir.

Risale-i Nur mev’id-i Ahmedî (asm) ve müeyyid-i Haydarî (ra) ve teavün-ü Gavsî (ks) ve tavsiye-i Gazalî (ks) ve ihbar-ı Farukîdir (ks).

Risalei’n-Nur Şems-i Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elvan-ı seb’ası, Risalei’n-Nur’un menşur-u hakikatinde tam tecelli ettiğinden hem bir kitab-ı şeriat hem bir kitab-ı dua hem bir kitab-ı hikmet hem bir kitab-ı ubudiyet hem bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı fikir hem bir kitab-ı ledünniyat hem bir kitab-ı tasavvuf hem bir kitab-ı mantık hem bir kitab-ı ilmü’l-kelâm hem bir kitab-ı ilm-i İlahiyat hem bir kitab-ı teşvik-i sanat hem bir kitab-ı belâgat hem bir kitab-ı ispat-ı vahdaniyet ve muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır.

Risale-i Nur eczaları bir sema-i maneviyenin güneşleri ve ayları ve yıldızlarıdır. Nasıl ki zahiren, perde-i esbab olan güneşten, kamerden ve kevakibden bütün kâinat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşv ü nema ve hayat buluyor.

İşte Risale-i Nur dahi bu asırda bütün âlem-i beşeriyete hayat-ı câvidan ve âdeme kâmil-i insan ve kulûbe neşe-i iman ve ukûle yakîn-i itminan ve efkâra inkişaf ve nüfusa teslim-i rıza ve can şuâlarını Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan alıp saçmaktadır.

O sema-yı maneviyeyi bazen ve zahiren bihasebi’l-hikmeti âfakî bir bulut kütlesi kaplar. O celalli semadan öyle bir baran-ı feyz ve rahmet takattur eder ki istidatlar; tohumlar, çekirdekler, habbeler gibi o sıkıcı ve o dar âlemde gerçi biraz muzdarip olurlar fakat tâ o sıkılmaktan üzerlerindeki kışırları çatlar ve yırtılır; o anda bulutlar da ufuklara çekilip nöbetçi vaziyetinde beklemesi, bir imtihan-ı Rabbanî ve bir inkişaf-ı feyezanî ve bir rahmet-i nuranidir ki evvelce bir habbe, bir çekirdek yeniden taze bir hayata atılır, iştiyakla ve neşe-i inkişafla meyvedar koca bir ağaç suretini alır ve يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar olurlar.

Evet, yirmi senedir devam eden şu mevsim-i şita, inşâallahu teâlâ nihayet bulmuş ola. Dünyaya yeni ve feyizli bir fasl-ı nevbahar gele ve âlemin yüzü nur ile güle.

Risalei’n-Nur Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan ve ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Umum Nur şakirdleri namına

Halil İbrahim

Medresetü’z-Zehranın erkanları namına biz de iştirak ediyoruz.

Osman, Rüşdü, Re’fet, Hüsrev, Said, Hilmi, Muhammed, Halil İbrahim, Mehmed Nuri

***

Medine-i Münevvere’de bulunan ve Nur’un hakikatini tam anlayan ve İslâmiyet’e hizmet eden bir âlimin mektubudur

Gönüller fatihi pek muhterem ve mükerrem Üstadımız Hazretleri!

Mübarek ellerinizden öper, bütün aziz ve sadakatli talebelerinizle beraber sıhhat ve selâmette daim olmanızı bârgâh-ı Kibriya’dan niyaz eylerim.

Müslümanlar için en büyük bir bayram diye ancak vasıflandırılabilen beraetiniz, bütün Nurcuları şâd u handan eylediği gibi bendenizi de dünyalar kadar memnun ve mesrur eylemiştir. Nasıl memnun etmesin ki sizin eserlerinizle birlikte beraetiniz demek; ruhun maddiyata, nurun zulmete, imanın küfre, hakkın bâtıla, tevhidin şirke ve irfanın cehle galip gelmesi demektir.

Yıllardan beri önüne sıradağlar gibi engeller, korkunç uçurumlar gibi maniler konulan Nur çağlayanı; en sonunda mu’cizevî bir şekilde bütün setleri yıkmış, manileri aşmış, nur ile bütün zulmetleri târumar eylemiştir.

“Mu’cizevî hârikalarla doğan İlahî tecellilerin vasfında kalemler kırılır, fikirler gürülder, ilhamlar yanar kül olur.” derlerdi. Hakikaten bendeniz, şimdi bu müstesna zaferin karşısında aynı aczi bütün varlığımla hissediyorum. Zira tefekkür ve ilhamıma nihayetsiz bir ufuk açılıyor. Cihan, muhteşem bir Nur mabedini andırıyor. Civarımdaki her şey, her yer derin vecd ve istiğraklarla gaşyolmuş bir halde. Her zerrede وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ sırr-ı Sübhanîsi tecelli ediyor.

Binaenaleyh bilmiyorum, bu mesud hâdiseyi; şanlı bir zafer, şahane bir fetih, İlahî bir kurtuluş, cihan-şümul bir bayram diye mi vasıflandırayım? Zira kudsî davanın kazanmış olduğu bu İlahî zafer, bütün İslâm ve insanlık dünyasındaki mücahidlerin azimlerine kuvvet, ruhlarına can, imanlarına hız ve heyecan vermiştir.

Evet, azim ve imanları, aşk ve emelleri henüz kemale ermemiş olan birçok Müslümanlar; maalesef acıklı bir yeis içinde idiler. Böyle bir zaferin tahakkukunu, hayal ve muhal görüyorlardı. Fakat bütün feyiz ve nurunu insanlığı tenvir ve irşad için İlahî bir güneş halinde arş-ı a’zamın pür-nur ufuklarından inen Kur’an-ı Kerîm’den alan Nur neşriyatı, durgun gölleri andıran gönülleri deryalar gibi coşturmuş, kasvet ve hicran yıllarının ümit ve emellere vurduğu müthiş zincirleri kırmıştır. O nur kaynağından fışkıran o serâpa feyiz ve hikmetler saçan eserler; hislerin, fikirlerin ve bilhassa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevap verdiği gibi; onları dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, tertemiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır.

Yıllarca devam eden uzun bir sükût, derin bir gaflet ve boğucu bir zulmetten sonra İlahî bir güneş halinde parlayan bu kudsî zafer, nur için yol aramakta olan perişan beşeriyetin yakın bir gelecekte uyanacağını müjdelemektedir. Çünkü din ihtiyacı; sırf Müslümanların değil, bilumum insanların ezelî ve ebedî ihtiyacıdır.

Bugün bedbaht insanlık, din nimetinden mahrum olmanın sürekli hicran ve felaketlerini bağrı yanarak çekmektedir. Bu acıklı buhranın korkunç neticesidir ki çeyrek asır zarfında iki büyük harbe girmiş ve üçüncüsünün de kapısını çalmak çılgınlığını göstermektedir.

Artık bütün insanları kardeş yaparak yemyeşil cennetlerin nurlu ufuklarından esen refah ve saadet, huzur ve asayiş rüzgârıyla dalgalanan âlem-şümul bir bayrak altında toplayacak olan yegâne kuvvet, İslâm’dır. Zira beşeriyetin bugünkü hali, tıpkı İslâm’dan evvelki insan cemiyetlerinin acıklı halidir. Bunun için insanlığı o günkü ebedî felaketten kurtaran İslâm, bugün de kurtarabilir…

Evet milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el; İslâm’dır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da müstakbel, bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzat Rabbü’l-âlemîn’den alan ezelî ve ebedî “Yıldız”ındır. O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.

Cihan-kıymet Üstadım!

Malûm-u fazılaneleridir ki son günlerde mukaddes davaya hizmet eden bazı tenvir ve irşad hareketleri doğmuş fakat maalesef hiçbirisi Risale-i Nur Külliyatı’nın gördüğü mühim işi görememiş ve ihraz ettiği İlahî zaferi kazanamamıştır. Zira bu yol; peygamberlerin, velilerin, âriflerin, salihlerin ve bilhassa canını canana seve seve feda eden ve sayısı milyonlara sığmayan kahraman şehitlerin mukaddes yoludur. Artık bu çetin yolda yürümek isteyenler, her an karşılarına dikilecek olan müthiş maniaları daima göz önünde tutmaları lâzımdır.

Evet, bu yolda yürüyecek olanların; sizdeki sarsılmak bilmeyen imanla, yüksek ve İlahî irfanla ve bilhassa hârikulâde ihlas ve feragatle mücehhez olmaları gerektir. Çünkü bu mühim vâdide Nur davasının takip ettiği tebliğ, tenvir ve irşad usûlü, bambaşka hususiyetler taşımaktadır. Artık insanın his ve fikrine, ruh ve vicdanına bambaşka ufuklar açacak olan bu derin bahsi, dua buyurun da müstakil ve mufassal bir eserde aziz din ve gönüldaşlarımıza arz etmek şerefine nâil olayım. Çünkü bu nurlu bahis o kadar derin ve o derece mühimdir ki böyle birkaç sahifelik mektup ve makalelerle aslâ ifade edilemez.

İman ve Kur’an nuru ile tertemiz gönlünü fethettiğiniz gençlik, İlahî zaferinizin en parlak delilini teşkil eden en mühim varlık ve en kıymetli cevherdir. “Nurdan Sesler”in hemen her mısraında, asil ve şuurlu ruhuna hitap ettiğim tertemiz gençlik, işte bu hak ve hakikatin bağrı yanık âşığı olan gençliktir.

Nurlu davanın kazanmış olduğu bu son zaferin verdiği vecdle dolu bir ilhamla yazdığım şu manzumeyi (*[8]) takdim ediyorum. Kabulünü rica ve istirham eylerim.

Tekrar tekrar ellerinizden öper, kıymetli dualarınızı beklerim, pek muhterem Üstadım Hazretleri.

Manevî evlatlarınızdan

Ali Ulvi

***

[1] Hâşiye: Risale-i Nur şakirdlerinden ve âhiret hemşiremizden “Âsiye” namında bir hanım eliyle o mübarek emaneti aldım.

[2] Hâşiye: Bu risalede eliflerin mecmuu yüz kırk dört çıkmış, tam tamına “Said” olup müellifinin imzasını gösteriyor.

[3] Hâşiye: Bu dua hârika bir surette kabul oldu, pek çabuk kurtuldular.

[4] Hâşiye: Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.

[5] Hâşiye: Hem aynen öyle oldu, biz gördük.

[6] Hâşiye: Sonra tahakkuk etti ki aynı zamanda hem fütuhatı hem serbestiyeti perde altında tahakkuk etmiş.

[7] Hâşiye: Hem bu kuşların Risale-i Nur’la alâkadarlıklarını teyid eden çok emareler var. Ezcümle: O kuşların alâkadarlığını gösteren mektup Milas’a gittiği aynı vakitte garib bir tarzda kuddüs kuşu o mektubun mealini vaziyetiyle teyid ettiği gibi; aynı mektup İnebolu’da geceleyin okunurken büyük bir gece kuşu hârika bir tarzda pencereye gelip kanadıyla vurup durup dinlemesi; aynı mektup Sava’da okunurken bir defa iki çekirge üstüne gelip durup neticeye kadar durmaları; bir defa da serçe ve bülbül kuşları aynı mektubun okunmasında pervane gibi uçup alâkadarlık göstermeleri ve Isparta’da Hüsrev’in evinde aynı mektup okunurken bülbül kuşu hilaf-ı âdet salona gelmesi, alâkadarlığını göstermesi gibi çok emareler, bu keramet-i Nuriyeyi teyid ediyor.

[8] * “Gönüller Fatihi Büyük Üstada” başlıklı olan bu manzume, Mektubat’ın ve İhlas Risaleleri’nin âhirindedir.

Loading

Sekizinci Lem’a

Gavs-ı A’zam’ın Hizbü’l-Kur’an’a dair keramet-i gaybiyesidir. (Hâşiye[1])

Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihracıyla ve tasdikleriyle olduğundan, bana ait haddimden fazla hisseyi onların hatırı için sükût ile kabul ettim. Yoksa bu risalenin başında söylediğim gibi bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem, o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana manevî bir ihtar gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:

Birincisi: Benim gibi ehemmiyetli ömrü şan ve şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.

İkinci cihet: Bu muannid zamanda, bedihî davaları ve zahirî hüccetleri kabul etmeyenlere karşı, böyle işarat-ı gaybiye nevinden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmemekti.

En nihayet esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nevinden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir.”

Bu izharda en mühim maksadım, esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam’ın imza basması nevinden olduğudur.

İkinci maksadım; o kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip hizmet-i Kur’aniyeye fütur verecek çok esbaba maruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.

Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, o kudsî üstadım ve arkadaşlarım hatırı için kabul ettim.

Şu “Keramet-i Gavsiye Risalesi” tedricen istihraç edildiği için birkaç parça ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaretin bazısında zaaf varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet, o zaafı izale eder.

***

Şâyan-ı hayret bir tefe’ül ve mühim bir ihbar-ı gaybî

Sabri, Süleyman, Bekir, Galib ve Tevfik’in fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali ve Re’fet ve Âsım’ın ve Kuleönü’nden Mustafaların fıkrasıdır.

Latîf ve müjdeli bir tefe’ül: Üstad, Galib ve Süleyman, Ümmi Sinan divanında mesleğimize ve Sözler’e dair tefe’ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık “Sözler” lafzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Sözler “hak söz” hem “nur söz” oluyor.

Derim ki yardımcım Allah

Şefaatçim Resulullah

Ki bürhanım Kitabullah

Budur bendeki hak söz

Senin kapında kul çoktur

Hesabı, haddi hiç yoktur

Velâkin bir dahi yoktur

Sinan-ı Ümmi gibi nur söz

***

Mühim bir ihbar-ı gaybî

(Şeyh-i Geylanî’nin kendinden sekiz yüz sene sonra, gayb-aşina gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur’aniyedir.)

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hizmetindeki kudsiyete, kerametkârane sekiz yüz küsur sene evvel “Gavs-ı A’zam” unvanıyla bihakkın iştihar eden Kutb-u A’zam Şeyh-i Geylanî

نَظَرْتُ بِعَيْنِ الْفِكْرِ فٖى حَانِ حَضْرَتٖى .. حَبٖيبًا تَجَلّٰى لِلْقُلُوبِ فَجَنَّتِ

fıkrasıyla başlayan kasidesinin âhirinde “Mecmuatü’l-Ahzab”ın birinci cildinin beş yüz altmış ikinci sahifesinde, beş satırla şu zamanda hizmet-i Kur’aniyedeki heyete ve başında bulunan Üstadımıza beş vecihle bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:

تَوَسَّلْ بِنَا فٖى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ ۞ اَغٖيثُكَ فِى الْاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتٖى

اَنَا لِمُرٖيدٖى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ ۞ وَاَحْرُسُهُ فٖى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ

مُرٖيدٖى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ۞ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فٖى اَىِّ بَلْدَةٍ

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمٖى فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ ۞ فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا ۞ تَعٖيشُ سَعٖيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتٖى

Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside:

وَ جَدّٖى رَسُولُ اللّٰهِ اَعْنٖى مُحَمَّدًا ۞ اَنَا عَبْدُ الْقَادِرِ دَامَ عِزّٖى وَ رِفْعَتٖى

İşte evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur’aniyenin başında bulunanı gösteriyor.

Birinci vecih: Âhirdeki satırda تَعٖيشُ سَعٖيدًا ismini sarahatle haber vermekle beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet hocamız, küçüklüğünden beri fakr-ı haliyle istiğna-yı tam ile beraber, maişet hususunda en mesud bir zattır.

İkinci vecih: Aynı satırın başında وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ fıkrasıyla o müridine diyor ki: “Vaktin Abdülkadirîsi ol.” Bu قَادِرٖى kelimatı, hesab-ı ebcedî ile üç yüz yirmi beş (325) eder. Üstadımızın lakabı “Nursî” olduğu cihetle “Nursî”nin makam-ı ebcedîsi üç yüz yirmi altı (326) ediyor. Bir tek fark var. O tek eliftir. Bin manasında “elf”e remzeder. Demek bin üç yüz yirmi beşte (1325) Şeyh-i Geylanî’ye mensup bir zat, Şeyh-i Geylanî tarzında hakikat-i Kur’aniyeyi müdafaa etmeye çalışacak. Hakikaten Üstadımız, bin üç yüz yirmi altı (1326) senesinde –Hürriyet’in ikinci senesi– mücahede-i maneviyeye atılmıştır.

Üçüncü vecih: Onun iki ismi var: “Said” “Bedîüzzaman.” Bu iki ismin mecmuunun makam-ı ebcedîsi “Ez-zaman”daki şedde sayılmazsa üç yüz yirmi dokuz (329) ediyor. İki “dal” bir sayılsa üç yüz yirmi beş (325). Aynen كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ deki muhatap o olmasına işaret ediyor belki delâlet ediyor. Eğer الزَّمَانْ daki okunmayan elif-lâm sayılsa kaideten قَادِرٖى ye dahi bir elif-lâm dâhil olmak lâzım gelir. Çünkü tarif için muzafünileyh kalktıktan sonra elif-lâm lâzım gelir, o halde dahi müsavi olurlar.

Dördüncü vecih: Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine teminat veriyor. قُلْ وَلَا تَخَفْ “Korkma, Sözlerini söyle!” diyor. “Sen şark ve garba gideceksin, çok fitnelere ve şerlere girip umumunda esbab-ı âdiyenin fevkinde bir tarz ile kurtularak mahfuz kalacaksın.” Evet, bu hizmet-i Kur’aniye içindeki zat, hakikaten esaretle şarka gitti. Ve yine acib bir esaretle Asya’nın garbında on dokuz sene kaldı. Hazret-i Şeyh’in dediği gibi çok şehirleri gezdi. Mücahedesi Sözler’ledir.

قُلْ وَلَا تَخَفْ hükmüyle, çekinmeyerek Hazret-i Şeyh’in dediği gibi yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitne ve mehalik-i azîmeye düştüğü halde, bir hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyh’in dediği gibi mahfuz kalmış. Hem fevka’l-me’mul, bir gurbet diyarında fevkalâde inayete mazhariyeti o dereceye gelmiş ki bir risale sırf o inayatın ta’dadında yazılmıştır. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi biz onun etrafında مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasının mealini gözümüzle görüyoruz.

Beşinci vecih: Üstadımız kendisi söylüyor ki:

Ben sekiz dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdad ederken ben, akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî!” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risalet’ten (asm) sonra Şeyh-i Geylanî’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken Kādirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani oluyordu.

Sonra bir inayet-i İlahiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyh’in “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektup’ta beyan edildiği gibi Hazret-i Şeyh’in himmet ve irşadıyla Eski Said (ra) Yeni Said’e inkılab etmiş. O Fütuhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı:

اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ Yani “Ey bîçare! Sen Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir aza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâm’ın manevî hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki en ziyade hasta sensin. Sen evvel kendine tabip ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.”

İşte o vakit, o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi manevî hastalığımı da kat’iyen anladım. O Şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak, o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuhu’l-Gayb” kitabında “Yâ gulam!” tabir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulam yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu. “Eyyühe’l-münafık!” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr!” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillah kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.

Hocamızın sözü bitti.

İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki Hazret-i Şeyh’in müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. Ve demiş:

اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلٖينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لَا تَغْرُبُ

fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.

Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühdü, Bekir Bey, Lütfü, Mustafa, Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza (r. aleyhim)

***

Şeyh-i Geylanî’nin fıkrasıyla kerametkârane verdiği haber-i gaybînin tetimmesidir

اَنَا لِمُرٖيدٖى fıkrasında مُرٖيدٖى “Molla Said” kelimesine tam tevafuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise kaide-i sarfiyece “elfün” okunur. Elfün ise bindir. Demek bin iki yüz doksan dörtte (1294) dünyaya gelecek bir müridi, bu مُرٖيدٖى lafzında muraddır. Çünkü لِمُرٖيدٖى de lâm sayılsa iki yüz doksan dört (294) eder ki bir tek fark ile Said’in tarih-i veladetine tevafuk eder. Esas Arabî sayılsa fark yoktur. Lâmsız مُرٖيدٖى ise iki yüz altmış dört (264) eder. “Molla Said” dahi iki yüz altmış beş (265) eder. “Molla”daki elif, bine işaret olduğu için mütebâkisi iki yüz altmış dört (264) kalır.

Elhasıl: Şu zamanda dellâl-ı Kur’an ve hâdim-i Furkan olan o adamın iki ismi ve iki lakabı var. “El-Kürdî” lakabı ile “Molla Said” ismi اَنَا لِمُرٖيدٖى fıkrasında zahir görünüyor. “Nursî” lakabıyla “Bedîüzzaman Said” ismiكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ fıkrasında aşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur’aniyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulusi Bey’e لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعٖيشُ سَعٖيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتٖى fıkrasında işaret olduğu gibi diğer bir kısım talebelerine işaretler var.

Risale-i Nur talebeleri namına

Rüşdü, Hüsrev

***

Said Kendi Söylüyor

Hazret-i Şeyh-i Geylanî, hizmet-i Kur’aniyeye nazar-ı dikkati celbetmek ve o hizmet-i Kur’aniye âhir zamanda dağ gibi büyük bir hâdise olduğuna işaret için kerametkârane şu hizmette istidat ve liyakatimin pek fevkinde bulunması ve fedakâr, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil belki sebkatiyet noktasından ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandır düşündürüyordu. Acaba bunun izharında manevî bir zarar bana terettüp eder, bir gurur, bir hodfüruşluk getirir diye sekiz on senedir tevakkuf ettim. Bugünlerde izhara bir ihtar hissettim.

Hem kalbime geldi ki: Hazret-i Şeyh bana bir pâye vermedi. Belki Said isminde bir müridim mühim bir hizmette bulunacak, fitne ve belalardan izn-i İlahî ile ve Şeyh’in duasıyla ve himmetiyle mahfuz kalacak.

Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek sekiz yüz sene bir mesafede görünen, hizmet-i Kur’aniyenin şâhikasıdır; yoksa Said gibi karıncalar değil. Madem bu keramet-i Gavsiyeyi ilan ve izharından, Kur’an şakirdlerinin ve hizmetkârlarının şevki artıyor, elbette arkalarında Şeyh-i Geylanî gibi kahramanlar kahramanı zatlar himmet ve dualarıyla ve izn-i İlahî ile himaye ettiklerini bilseler şevk ve gayretleri daha artar.

Elhasıl: Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için izhar ettim. Eğer kusur etmiş isem Cenab-ı Hak affetsin.

اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمٖى fıkrasında dahi Hazret-i Şeyh’in (ra) muhatabı şüphesiz Bedîüzzaman Molla Said’dir (ra).

Elhasıl: Şu acib kasidesinin âhirindeki şu beş beyitte beş kelime, medar-ı nazar-ı Şeyh ve mahall-i hitab-ı Gavsîdir. Ve o beş kelime ise لِمُرٖيدٖى ve مُرٖيدٖى ve مُنْشِدًا ve قَادِرٖى ve سَعٖيدًا lafızlarıdır. Said’in dahi iki lakabı olan Nursî, El-Kürdî; iki ismi Molla Said, Bedîüzzaman bu beş kelimede bulunur. Hazret-i Gavs’ın medar-ı teveccüh ve hitabı olan şu beş kelimesinde, aşikâr bir surette, mezkûr iki isim ve lakap, ilm-i cifir kaidesinde makam-ı ebced ile görünmesi şüphe bırakmıyor ki Hazret-i Şeyh, kasidesinin âhirinde onunla konuşuyor, ona teselli verip teşci ediyor. وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقٖينَ sırrıyla muvaffakıyetine teminat veriyor. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ۞ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمٖى fıkrasında نَظْمٖى kelimesi, makam-ı ebcedîsi bin (1000) olup رِسَالَةُ النُّورِ iki farkla, رَسَائِلُ كِتَابِ النُّورِ un (iki medde sayılmazsa ve şedde de lâm sayılsa) makam-ı ebcedîsi yine bindir. Demek فَيَا مُنْشِدًا نَظْمٖى فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ fıkrasının meal-i gaybîsi şudur ki: يَا مُؤَلِّفَ رِسَالَةِ النُّورِ جَاهِدْ بِهَا فَقُلْ وَلَا تَخَفْ Yani “Korkma, Sözlerini söyle, neşrine çalış!” وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

Amma فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ fıkrasında şâyan-ı hayret bir tevafuk var ki: İlm-i cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz iki (1332) eder. Şu halde يَا مُنْشِدًا نَظْمٖى فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ meal-i gaybîsi “Yâ Risaletü’n-Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üç yüz otuz ikide mücahedeye başla; Sözleri korkma yaz, söyle!” Filhakika Said (ra) Hürriyet’ten sonra az bir zamanda mücahedesinde tevakkuf etmiş ise bin üç yüz otuz ikide İşaratü’l-İ’caz’ı telif ile beraber Eski Said’den sıyrılmak niyet edip Yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i maneviyeye başlayıp iki üç sene sonra da Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylanî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envar-ı Kur’aniyeyi neşretmiş. Lillahi’l-hamd, şimdiye kadar devam ediyor.

Bu şâyan-ı hayret fıkrada cây-ı dikkat şu nokta var ki Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı asırdan şu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgu felaketi gibi feci, dehşetli, meşhur fitnenin çok elîm ve feci ve kuburdaki emvatı ağlattıracak derecede dehşetli bir nev’i, şu on dördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevafuk ediyor ki Hazret-i Şeyh ondan buna bakıyor.

Risale-i Nur talebeleri namına

Re’fet, Hüsrev, Hâfız Ali, Sabri

***

Şu Keramet-i Gavsiye Münasebetiyle Üç Nokta Beyan Edilecek

Birinci Nokta: Hazret-i Gavs’ın kasidesinin başında bu beş satırdan evvel; acib, pek garib, çok beliğ, nazdarane tahdis-i nimet suretinde bir dava-yı iftiharkârane ifade eden iki sahifelik kasidesindeki hârika davasına delil olarak bir keramet-i bâhireyi âdeta mu’cizeye yakın bir hârikayı göstermek lâzım geliyordu. İşte o akılları hayrette bırakan mertebeye lâyık olduğunu gösterir bir keramet izhar etti ki sekiz yüz sene bir mesafede Cenab-ı Hakk’ın izniyle, i’lamıyla zamanımızı tafsilatıyla görür tarzında, bizim gibi âciz, zayıf talebelerine ders verip teşvik eder. İşte Hazret-i Gavs’ın davasına bu ihbar-ı gaybîsi en bâhir bürhan olduğu gibi Risale-i Nur’un eczalarının hakkaniyet ve ulviyetine bir hüccet-i kātıa hükmündedir. Evet Hazret-i Şeyh, bu kasidesiyle Sözler’in hakkaniyetini imza ediyor.

İkinci Nokta: Ehl-i tarîkat ve hakikatçe müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı Hak’ta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fena fi’ş-şeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza… Tâ fena fi’r-resul, fena fillaha kadar gider.

Mesela, nasıl ki gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum.” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor.” der.

Öyle de Gavs-ı Geylanî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyh’in sırr-ı azîm-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsinin makamı noktasında ve Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın verasetiyle hakikat-i Muhammediyesinde (asm) kendini gördüğü gibi fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zatîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez, söylese mes’uldür.

Hazret-i Şeyh veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kadem-i mübareğini omuzunda gördüğü için kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen temeddüh ve iftihar değil belki tahdis-i nimet ve âlî bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azîme-i İlahiyeyi yâd edip bihakkın müftehirane şükretmiştir.

Üçüncü Nokta: Keramet, mu’cize gibi Cenab-ı Hakk’ın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zat ise bazen biliyor, bazen bilmiyor; vukuundan sonra bilir. Keramete mazhariyetini kable’l-vuku bilen ve ikram-ı İlahîye ihtiyarıyla tevfik-i hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise Cenab-ı Hakk’ın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o keramet ikramdır; bütün tafsilatıyla keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir.

Bu sırra binaen Hazret-i Şeyh i’lam-ı Rabbanî ve izn-i İlahî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bi’l-hak ve bir ikram-ı İlahî ve veraset-i Nebeviye itibarıyla zuhur ettiğinden mu’cizevari, kudret-i beşer fevkinde bir şekil almış. Sun’î, irade-i Şeyh ile olduğu değildir. Çünkü intaktır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihata edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.

Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyet’i kabul edemiyoruz fakat Abdülkadir-i Geylanî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vehhabî’nin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyh’i inkâr edemiyorlar. Evliya onun derece-i celaletine yetişmediği, bütün ehl-i tarîkatça teslim edilmiştir.

İşte böyle güneş gibi bir mu’cize-i Muhammediye (aleyhissalâtü vesselâm) yüksek ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zat-ı nuraninin gayb-aşina nazarıyla asrımızı görüp, böyle bir keramet izharıyla teselli verip teşci etmek şe’nindendir.

Acaba hiç mümkün müdür ki “Sultanü’l-evliya” makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mazi ve müstakbeli hazır gibi izn-i İlahî ile görmüş ve mematında dahi hayatındaki gibi daimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velayet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf ile Kur’an’ın hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna maruz ve teselli ve temine muhtaç bîçare Kur’an’ın hâdimlerine ve talebelerine lâkayt kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki bizimle münasebettar olmasın? Sekiz dokuz belki on beş kuvvetli delilden kat’-ı nazar, edna bir işaret kelâmında bulunsa bize baktığına delâlet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünkü makam iktiza ediyor, mutabık-ı mukteza-yı haldir ve münasebet kavîdir.

Ey benimle beraber Hazret-i Şeyh’in teveccüh ve duasına mazhar kardeşlerim! Şu üstadımız, bizi istikbalde adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mazide mevcud ve nur perdeleri içinde Üstadımızı ve Üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü’l-âlemîn aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar, biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimat edip ve emirlerine bilâ-kayd u şart itaat etmeliyiz.

Ehl-i dünyanın telsiz telgraf ve telefonları şarktan garba gittiği gibi işte ehl-i hakikatin de maziden, dokuz yüz sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle manevî telefonları işleyebilir ve manevî teleskopları görebilir. Malûmdur ki zayıf emareler içtima ettikçe kuvvet bulur, delil hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima ettikçe kopmaz halat olur. Küllî umumî kayıtlar, içtima ettikçe hususiyet peyda edip taayyün eder. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyh’in bu beş satırında sekiz dokuz kuvvetli işaretin içtimaında hiç şek ve şüphe bırakmadı ki Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur’an-ı Hakîm’in şakirdlerine biiznillah üstadlık ediyor, bihavlillah şefkati altında himaye ediyor.

Cem’-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

İle üç sütun üzerine durur

Râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir

İlham-ı Hudâ, kitab-ı Abdülkadir

Bâzü’l-eşheb ferd-i ferîd-i deveran

Gavs-ı A’zam Cenab-ı Abdülkadir.

Said Nursî

***

Risale-i Nur şakirdlerinin bir fıkrasıdır

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا ۞ تَعٖيشُ سَعٖيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتٖى

İlm-i cifir ile manası: “Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadir’i ol, ihlas-ı tammı kazan, fakrınla beraber maişetini düşünme, nâstan minnet alma, ismin Said olduğu gibi maişette de mesud olacaksın! Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlasa çalıştığından, Hulusi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş.”

Evet lillahi’l-hamd, Gavs’ın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı A’zam “Said” namıyla tesmiye ettiği müridinin tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, ilm-i cifir esrarıyla sekiz dokuz cihette Said’in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mana-yı zahirîsi ile maânî-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla, dokuz vecihteki işaretler birbirini teyid ettiğinden sarahat derecesine çıkmış.

اَنَا لِمُرٖيدٖى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ ۞ وَاَحْرُسُهُ فٖى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ

İlm-i cifir ile manası: “On dördüncü asırda “El-Kürdî” lakabıyla yâd edilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve bela asrının her şer ve fitnesinden Allah’ın izniyle ve havl ve kuvvetiyle onun muhafızıyım.”

Evet, Hürriyet’ten yirmi otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavs’ın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehalikten bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.

مُرٖيدٖى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ۞ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فٖى اَىِّ بَلْدَةٍ

İlm-i cifir ile manası: “O Gavs’ın müridi olan Saidü’l-Kürdî, Rusya’da esaretle Asya’nın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid’anın eliyle Asya’nın garbına nefyolunarak kaldığı miktarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeye mecbur olduğu zaman, Allah’ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbanî ile ona imdat etmişim ve istimdadına yetişmişim.”

Evet, Hazret-i Gavs’ın müridi unvanıyla irade ettiği Said (ra) üç sene esaretle Asya’nın şark-ı şimalîsinde mehalik içinde mahfuz kalıp üç dört aylık mesafeyi firar suretiyle katederek çok şehirleri gezip Gavs’ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمٖى فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ ۞ فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ

İlm-i cifirle manası: Bedîüzzaman Molla Said namıyla yâd olunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: “Benim nazmımı, yani meslek ve meşrebimi ve mücahedatımı gösteren makalatımı söyle. Yani nazmımdan murad, senin Risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır. فَقُلْهُ وَ لَا تَخَفْ Bin üç yüz otuz ikide (1332) o Sözler ile mücahedeye başla. Sen inayet-i İlahiyenin hıfzındasın.”

Evet مُنْشِدًا ilm-i cifirle “Molla Said”i gösterdiği gibi; نَظْمٖى , ظ ile Risaletü’n-Nur’u gösterir ve مٖى ile hem Mektubat’ı hem كَلِمَاتُ سَعٖيدِ الْكُرْدٖى gösterir. “Kelimat” Sözler demektir.

فَقُلْهُ وَ لَا تَخَفْ bin üç yüz otuz ikiyi (1332) gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte İşaratü’l-İ’caz tefsirinin neşriyle mücahedeye başlamış.

***

Keramet-i Gaybiye-i Gavsiye’nin işaratını teyid eden üç remiz:

Birinci Remiz:

اَنَا لِمُرٖيدٖى حَافِظًا İlm-i cifir itibarıyla, makam-ı ebcedî hesabıyla bin üç yüz otuz altıyı (1336) gösterir. Demek Hazret-i Gavs, bu tarihte istikbalde gelecek müridini emr-i İlahî ile muhafaza edecek diyor.

Evet, bu bîçare Said dahi diyor: Nev-i beşere gelen en büyük bir musibet –Harb-i Umumî– hengâmında, çok tehlikelere maruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği Arabî tarihte veya az evvel, hârika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis’in sukutunda, bir miktar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehit olduktan sonra taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlahî ile istirahat-i kalp içinde muhafaza edildim.

Bunun gibi müteaddid tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i Arabî itibarıyla, hakikaten bir hıfz-ı İlahî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak, o kudsî Üstadımı bir melaike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.

İşte bu اَنَا لِمُرٖيدٖى حَافِظًا fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işaret ettiği gibi bu fakirin etrafında hizmet-i Kur’aniye işinde toplanan arkadaşlarından dokuz talebesini “Hâfız” ismiyle işaret ediyor.

وَاَحْرُسُهُ فٖى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ fıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir. Demek ikincisi اَحْرُسُهُ فٖى كُلِّ فِتْنَةٍ ve bu cümle كُلِّ deki şedde sayılmazsa bin üç yüz kırk dört (1344) eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden, bir himayet-i gaybî ile mahfuz kaldığımı تَحْدٖيثًا لِلنِّعْمَةِ ilan ediyorum.

İkinci Remiz:

مُرٖيدٖى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ۞ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فٖى اَىِّ بَلْدَةٍ

fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridi ise şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi garba nefiy olduğu tarihi de gösterir. Şöyle ki:

Şu fıkranın hakiki tabiri اِذَا مَا كَانَ مُرٖيدٖى اَسٖيرًا فٖى شَرْقٍ oluyor. Demek zaman-ı esaret مَا كَانَ مُرٖيدٖى اَسٖيرًا فٖى شَرْقٍ de çıkıyor. Ve bin üç yüz otuz yedi (1337) ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i Arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petrograd’dan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip çok enva-ı mehalik varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarîkiyle İstanbul’a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi o esaret-i şarkiye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlahî ile istigaseme meded görüyordum. Demek izn-i İlahî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.

Amma مَا كَانَ مَغْرِبًا kaydı, tarih-i Arabî olarak bin üç yüz elli bir (1351) meşhur Rumî tarihiyle iki sene fark var. İşte –Hazret-i Gavs’ın dediği gibi– bu fakir, tarih-i Arabî ile bin üç yüz elli birde (1351) şeair-i İslâm içinde mühim tahavvülat zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o manevî herc ü mercdeki fırtınalar bizi sarsmadı.

Hem مَغْرِبًا kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin iki yüz doksan iki (1292) eder ki bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber كَانَ مَغْرِبًا bin üç yüz on dört (1314) eder. Bin üç yüz on dört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan kurtulmasına Gavs (ra) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor.

Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki bin üç yüz on dört, bin üç yüz on beş, on altı senelerinde, Van Kalesi ki iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz… Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlahî, hârika bir imdad-ı gaybî telakki ettik.

İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acib ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.

Elhasıl: Hazret-i Gavs’ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları manasıyla ifade ettikleri gibi hesab-ı ebced makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işaratın kuvveti, kat’iyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi, bir keramettir; keramet ise mu’cize gibi Cenab-ı Hak tarafındandır, intak-ı bi’l-hak nevindendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir, ihtiyar-ı beşer yetişemez.

Said Nursî

***

Latîf Bir Tefe’ül

Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:

نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت § بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْت

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى § كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”

Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.

Mehmed Tevfik, Galib, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (ra)

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Gavs, meşhur kasidesinde –sarahat derecesinde– bizlerden yani hizbü’l-Kur’an’dan haber verdiği gibi daha birkaç yerde yine işarî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında “Mecmuatü’l-Ahzab”ın 563’üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:

فَمُرٖيدٖى اِذَا دَعَانٖى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فٖى بَحْرِ طَامٖى اَغِثْهُ

“Garpta beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim.” Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üç yüz otuz dokuzda (1339) müthiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdad eyledim. Bir iki yerde bahsettiğim gibi Fütuhu’l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim.

İşte o müridi ise bîçare Saidü’l-Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat’î gösterdiği gibi bu kasidede de فَمُرٖيدٖى den murad odur. Çünkü دَعَانٖى بِغَرْبٍ ebced hesabıyla bin üç yüz otuz dokuz (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garp sayılan İstanbul’da idim. دَعَانٖى بِغَرْبٍ makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesapta اِذَا lafzı dâhil olmaz. Çünkü اِذَا zamanı gösteriyor دَعَانٖى بِغَرْبٍ cümlesi o mübhem zamanı tayin ediyor.

Hem ezcümle “Mecmuatü’l-Ahzab”ın ikinci cildinin 379’uncu sahifesinde Hazret-i Gavs’ın “Virdü’l-İşâ” namındaki münâcatında şu fıkra var:

فَالْوَاصِلُ ([2]*) اِلٰى سَاحِلِ السَّلَامَةِ هُوَ السَّعٖيدُ الْمُقَرَّبُ ([3]**) وَذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ

İşte Gavs’ın şu fıkrası فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetinin bir nevi tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve on dördüncü asırda âyetin külliyetinde dâhil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var. Âyetin külliyetinde (Hâşiye[4]) tevafuk sırrıyla فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ kelimesinde bu zamanın en büyük şakîlerinden üçüne cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasden murad olduklarına emaredir belki işarettir.

İşte Hazret-i Gavs bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususi tefsir yaparak, kasidesinde kerametkârane bahsettiği fitne-i âhir zaman içindeki şakirdlerini görüp o zamanın şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münâcatında dahi o kasidenin mealine bakıyor.

Şu fıkra-i Gavsiyede bir îma var. Buradaki “Said” lafzında, meşhur kasidesindeki تَعٖيشُ سَعٖيدًا kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi ذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ fıkrasıyla kendisinden sonra vuku bulan ve ulûm-u İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütüphaneleri Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgu felaketini haber vermekle beraber; Hülâgu gibi ulûm-u İslâmiyeye perde çeken şakîleri dahi mezkûr âyete istinaden haber veriyor.

Evet فَالْوَاصِلُ اِلٰى سَاحِلِ السَّلَامَةِ fıkrasıyla Hizbü’l-Kur’an’a işaret ettiği gibi ذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ fıkrasıyla ulûm-u İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgu ve vüzerası gibi davranan bazı malûm insanların isimleri ilm-i cifirce dahi mezkûr âyetin işaretine istinaden tam tevafuk ediyor, gösteriyor.

Malûmdur ki tevafuk, ilm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise delâlet denilmez fakat hafî bir îma olur. Eğer iki cihet ile aynı meseleye tevafuk gelse îmadan remiz derecesine çıkar. Eğer iki üç cihetle aynı meseleye gelse işaret olur. Eğer maânî-i elfaz, işarat-ı harfiyeye münasip gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali o manaya mutabık ve muvafık olsa o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı yedi vecihle tevafukla beraber, mana-yı kelimat işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hale de mutabık olsa o delâlet, o vakit sarahat derecesine çıkar.

İşte bu düstura binaen Şeyh-i Geylanî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizbü’l-Kur’an’dan bahsettiği gibi وِرْدُ الْعِشَاءِ münâcatında dahi mezkûr âyete istinaden Hizbü’l-Kur’an’ın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.

Gavs-ı A’zam’ın istikbalden haber verdiği nevinden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed-i Câmî dahi İmam-ı Rabbanî (ra) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi Celaleddin-i Rumî, Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu neviden çok evliyalar, vakıa mutabık haber vermişler. Fakat onların bir kısmı sarahate yakın haber vermişler, diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem, mutlaktır fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi bi’l-istihkak kendilerine almışlar.

Mesela, Ahmed-i Câmî (ks) demiş ki: “Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (ks) büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat’iyen kendine almış. Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumî de (ks) Nakşibendî’den mübhem bir surette bahsetmiş fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları, o haberi de bi’l-istihkak kendilerine almışlar.

İşte bu kerametkârane ihbar-ı gaybî nevinden Gavs-ı A’zam (ks) dahi Hizbü’l-Kur’an’dan –işarî bir surette– haber verdiği gibi; Hizbü’l-Kur’an’ın bir hâdimi olan bu bîçare Said’i (ra) iki yerde sarahaten haber veriyor. Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu bîçare Said, makam sahibi olmamış iken ve büyük değil iken ve mutlak tabiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf-u İlahî ile büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Âdeta bir nefer iken müşiriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki Hazret-i Gavs öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp –sarahat derecesinde– parmağını onun başına basıyor.

Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazen tesadüfe, bazen de başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki o hârikalar, Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nevinden, bir nevi inayet-i İlahiyeye mazhar olmuşuz.

Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârülhikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için o alâkadarlık cihetinde “Meşihat Dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle âh vâh diyerek dergâh-ı İlahiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalpleri yanan çok zatların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki acaba Şeyh-i Geylanî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes vâ-esefâ dedi. Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik. Zannederim ki bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşâallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.

Hakikatli bir latîfe: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap: لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ âyetiyle عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِهٖٓ اَحَدًا اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edep takınmak için tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile remiz ile anlaşılsın ki ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlahî ile olmuştur. Çünkü istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaati işmam ediyor.

***

Hazret-i Gavs’ın keramet-i gaybiyesini teyid eden bir âyetin işaratındaki bir nükte-i i’caziyedir

Kur’an’dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’an-ı Hakîm’in bir nevi müstakim tefsiri ve hakaik-i imaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve Sözler’e gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’an’a ve hakaik-i imana aittir. Madem öyledir, bilâ-perva derim ki:

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ sırrıyla, Kur’an’da elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet, var. Kur’an o tefsirine hususi bakıyor. Çünkü âyât-ı mühimmeden Sure-i Hud’daki (Hâşiye[5]) فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyeti, fâ-yı atıf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ makam-ı ebcedîsi bin üç yüz ikidir (1302). Demek اِستَقِمْ deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üç yüz iki (1302) tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek, on dördüncü asırda Kur’an’dan iktibas edip istikametsiz sakîm yollar içinde sırat-ı müstakimi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dâhil ediyor. Hem o istikametin bir hususiyeti var ki tarihiyle işaret ediyor.

Halbuki o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikamette imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.

Madem hakikat budur, ben kat’î bir surette itiraf ediyorum ki hayatım istikametsiz gitmiş, kalbim sekametten kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım. Fakat وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla o nimete bir şükür olarak derim ki: O bin üç yüz iki (1302) tarihi ise –Arabî tarih itibarıyla olsa– Kur’an okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve Rumî tarihi hesabıyla, ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise o îma edilen fert olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakîm ve istikametsiz olan bir ferde istikametle îma edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine idhal edilse elbette o ferdin mazhar olacağı âsârın istikametine îmadır. Ve o âsârın istikameti, o tarihte başlayıp dalalet yolları ve zulümat tarîkleri içinde sırat-ı müstakimi gösterecek اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ emrini imtisal edecek demektir. Evet, lillahi’l-hamd Risale-i Nur eczaları; Kur’an’ın bu mu’cizane îma-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.

Şu âyetin gizli îmasını اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ âyeti teyid ediyor. Çünkü اِنَّ deki şeddeli nun bir sayılsa tam evvelki âyete tevafuk ile hizbü’l-Kur’an’ın faaliyetine vasıta olan bir hâdiminin Kur’an okumaya başladığı bin üç yüz iki (1302) tarihine, iki fark ile tevafuk etmekle beraber, şeddeli nun iki nun sayılsa bin üç yüz elli (1350) eder ki bu tarihte Kur’an’dan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün kuvvetleriyle Kur’an’ın hizmetlerine çalışan hizbü’l-Kur’an’ın faaliyeti ve dalalet ve zındıkaya manen galebe ettikleri bir zamana tevafuku ise istikbalde tam galebelerine bir îma-i gaybîdir.

***

Sual: Sen bu zamanın hâdisatına, fitne-i âhir zaman diyorsun. Halbuki hadîste vârid olmuş ki: “Âhir zamanda Allah Allah denilmeyecek, sonra kıyamet kopacak.”

Elcevap: Evvela: Fitne-i âhir zamanın müddeti uzundur, biz bir faslındayız.

Sâniyen: Yerde Allah Allah denilmeyecekten murad, Allah’a iman kalkacak demek değildir. (Hâşiye[6]) Belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah denilmezse kıyamet-i kübra kopacak. Bir memlekette de Allah Allah denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir (Hâşiye[7]).

تَوَسَّلْ بِنَا فٖى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ ۞ اَغٖيثُكَ فِى الْاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتٖى

İlm-i cifirle manası: “Yâ Said! Âhir zamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah senin her şeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufuliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar yani bin iki yüz doksan dörtten (1294) tâ bin üç yüz kırk beş (1345) belki altmış dörde (1364) daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Üstadımızın şahsına sarîhan işaret eden bu gibi gaybî keramet ve işaratın neşrini Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri arzu etmiyor. Fakat bizler düşündük ki bu gibi delâlet derecesinde olan gaybî işaretlerin ehl-i imanca bilinmesine, bu zamanda kat’î lüzum ve ihtiyaç var. Buna binaen neşrediyoruz.

Nâşirler

[2] * فَالْوَاصِلُ kelimesi müteaddî olmak cihetiyle, Sözleriyle selâmete îsal edici demektir.

[3] ** اَلْمُقَرَّبُ müşedded “ra” bir sayılsa Üstadımızın lakabı olan النّورسى kelimesinin aynıdır. Yalnız atıf için “vav” var. Tam tevafukla, mukarrebden murad, Nurslu olduğunu gösteriyor. اَلْمُقَرَّبُ de şeddeli “ra” iki sayılsa “Bedîüzzaman Nursî” yâ-i muhaffefle aynıdır. Yalnız iki fark var. İki hemze-i vasl sayılsa tam tamına tevafukla اَلْمُقَرَّبُ doğrudan doğruya ona işaret ediyor.

Şamlı Tevfik, Süleyman, Ali

[4] Hâşiye: Âyetin külliyetinde saadet noktasında mazhariyetine mâsadak olmak için milyarlar dereceden yalnız bir derece murad olduğumuzu anlasak, ebede kadar şükretsek o nimetlerin hakkını eda edemeyiz. Hazret-i Gavs’ın işaretinden anlaşılıyor ki o muhit âyetin denizinden bir katre kadar hissemiz var. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

[5] Hâşiye: Hattâ Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etmiş ki: شَيَّبَتْنٖى سُورَةُ هُودٍ Yani Sure-i Hud’daki فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünkü ehemmiyeti azîmdir. İstikamet-i tammeyi emrediyor.

[6] Hâşiye: Çünkü hadîste vardır ki لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ Bu hadîs, diğer hadîsi takyid ediyor.

[7] Hâşiye: Yedi sene evvel yazılan bu işaret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı fakat akılları başlarına gelmedi.

Loading

Yirmi Sekizinci Lem’a

Risale-i Nur’dan haber veren İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi’dir. Tamamı Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında, Keramet-i Aleviye kısmı ise Hatt-ı Kur’an Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında neşredilmiştir.

Loading

On Sekizinci Lem’a

Risale-i Nur’dan haber veren Birinci Keramet-i Aleviye Risalesi’dir. Hatt-ı Kur’an Lem’alar ve Hatt-ı Kur’an Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmualarında neşredilmiştir.

Loading

Sekizinci Şuâ

Üçüncü Bir Keramet-i Aleviye

Bir İfade-i Meram

Malûm olsun ki ben, Risale-i Nur’un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini ilan etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa hâşâ kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir.

Hem Risale-i Nur zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur’an’ın bir tefsiri ve Kur’an’dan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.

İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh Âyetü’l-Kübra namını verdiği Yedinci Şuâ Risalesi’ni yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelutiye, inayet-i İlahiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i nimet kabîlinden bunu Sekizinci Şuâ olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir âyetin mu’cizeli olan bürhanlarını yazacaktım.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

(İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir.)

Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem’alarda izah ve ispat edilen iki zahir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelutiye’sinde Siracünnur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi yine o kasidede Siracünnur’un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdeta alkışlıyor ve sekiz adet remiz ile meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.

BİRİNCİSİ

Risale-i Nur’a tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla esma-i hüsnadan istimdad ve suver-i Kur’aniye ile bir münâcat yapıyor. Tam otuz üç surelerle öyle garib ve manidar bir tarzda zikrediyor ki bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh Âyetü’l-Kübra namını verdiği Yedinci Şuâ’yı bitirdiğim aynı vakitte –itikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak– geceleyin Celcelutiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:

İmam-ı Ali radıyallahu anh, Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek çok zararları bulunduğundan, hikmete münafî olduğu cihetle hikmet-i İlahiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti. Mesela, sureleri ta’dad ederken yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:

بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَ سَائِلٍ

وَ بِسُورَةِ التَّهْمٖيزِ وَ الشَّمْسُ كُوِّرَتْ

وَ بِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى

وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ الْاُمُورُ تَقَرَّبَتْ

وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً

عَدَدَ مَا قَرَاَ الْقَارٖى وَمَا قَدْ تَنَزَّلَتْ

فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلَاىَ بِفَضْلِكَ الَّذٖى

عَلٰى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ

İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde göz ile görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri ispat eden hârika hüccetleriyle iştihar eden Yirmi Dokuzuncu Söz’e Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, zikr ü ta’dad ettiği surelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile ona işaret eder. Çünkü kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ suresine tam mutabık bir surette o Yirmi Dokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı âhiretin ve ihya-yı emvatın kat’î hüccetlerini beyan ederken, bu surenin dehşetli tasvirini zikretmesi hem manada hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları o işareti ispat eder.

Hem tahavvülat-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerratın tahavvülatı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden Otuzuncu Söz namındaki Zerrat Risalesi’ne Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, otuzuncu mertebede وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle ona işaret eder. Evet, bu işarette lafzen ve sureten Sure-i وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا ve Risale-i Zerrat, birbirine müşabehet ile beraber mana cihetiyle dahi münasebet var. Çünkü Sure-i وَالذَّارِيَات ın başında tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havaiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvinî emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi Risale-i Zerrat dahi maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telakki edilen harekât-ı zerrat dahi gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile ispat ediyor.

Hem mi’rac-ı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmı delail-i akliye ile gayet makul ve kat’î bir surette ispat eden ve Otuz Birinci Söz namında ve mertebesinde bulunan Risale-i Mi’rac’a, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) otuz birinci mertebede mi’rac-ı Ahmedî (asm) ve Kab-ı Kavseyn’deki müşahede ve mükâlemeyi sarîh bir surette başlayan Sure-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى nın başında bulunan وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى cümlesi ile sarahate yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve Sure-i وَ الطُّورِ yi bırakarak وَ الذَّارِيَات den sonra وَ النَّجْمِ Suresi’ni zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.

Hem şakk-ı kamer mu’cizesini münkirlere karşı kuvvetli deliller ile ispat eden Mi’rac Risalesi’nin zeyli bulunan Şakk-ı Kamer Risalesi namında otuz birinci mertebenin âhirinde olan o risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) şakk-ı kameri nass-ı sarîh ile zikreden Sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas ederek otuz birinci mertebenin akabinde zikredilen وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ الْاُمُورُ تَقَرَّبَتْ fıkrasıyla sarahate yakın işaret eder.

Malûmdur ki Risale-i Nur başta otuz üç adet Sözlerdir ve Sözler namıyla yâd edilir. Fakat Otuz Üçüncü Söz müstakil değil belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir ve Mektubat namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil değil belki otuz bir adet Lem’alardan mürekkebdir ve Lem’alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuz Birinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuz bir adet Şuâlardan mürekkeb olacak. El-Âyetü’l-Kübra Yedinci ve bu risale Sekizinci Şuâlarıdır. Demek Sözler’in hâtimesi Otuz İkinci Söz’dür. Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirdlerince telakki edilen Otuz İkinci Söz namındaki üç mevkıflı risale-i hârika ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cem’iyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (ra) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’an’ın çok sureleriyle birden Otuz İkinci Mertebe’de وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً kasemiyle Otuz İkinci Mertebe’de bulunan o câmi’ risaleye işaret eder.

Risale-i Nur’un Otuz Üçüncü Söz’ü ise bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuz üç adet mektuplardan ibaret ve Mektubat namında otuz üç kitap ve yüzden ziyade risalelerdir. İşte Hazret-i İmam-ı Ali (ra) otuz üçüncü mertebede ve kaseminde Otuz Üçüncü Söz’ün eczaları olan o yüz on kitap ve mektubata birden işaret etmek için yüz on semavî suhuf namında yüz on muhtasar kitaplar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdad manasında olan şu:

وَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلَاىَ بِفَضْلِكَ الَّذٖى

عَلٰى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ

kelâmıyla işaret eder.

Malûmdur ki ilm-i belâgatta ve fenn-i beyanda uzak ve gizli manalara delâlet etmek için karine tabir ettikleri emarelerden ve münasebetlerden birisi bulunsa uzak bir mana ve gizli ve işarî olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarîh ve zahir manası gibi kabul edilir. İşte bu kaideye binaen, bu işarî manaların her birisine müteaddid karineler, emareler bulunduğu gibi sair arkadaşları da ona karineler olur. Risale-i Nur’un mecmuundan haber veren sarîh fıkralar dahi her birisine kuvvetli bir karinedir.

İKİNCİ REMİZ

Kur’an’ın El-Âyetü’l-Kübra’sı olan تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَ مَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin hakikat-i kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve ramazan-ı şerifin ilhamî bir hediyesi bulunan Yedinci Şuâ Risalesi’ne Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işaret içinde Şuâlar’a bakarak وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ (Hâşiye[1]) deyip ilm-i belâgatça “müstetbeatü’t-terakib” ve “maârîzu’l-kelâm” denilen mana-yı zahirînin tebaiyetiyle ve perdesinin arkasıyla müteaddid karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acib ve yüksek ve tevhidin hüccetü’l-kübrası ve El-Âyetü’l-Kübra’nın bir alâmet-i kübrası ve bir tefsir-i a’zamı olan risaleye “Âyetü’l-Kübra” namını veriyor. Ve o namla hem menbaı olan Âyetü’l-Kübra’nın azametini hem bu Yedinci Şuâ olan vahdaniyetin ve tevhidin bürhan-ı a’zamının fevkalâde kuvvetini ilan eder, haber verir.

Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) bu büyük iltifatına, bu risalenin liyakatine her kimin bir şüphesi varsa gelsin bir defa o risaleyi okusun. Eğer evet lâyıktır, demezse bana tuh desin!

Evet, Kur’an’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimane hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir feylesofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’an’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hristiyanların hücumlarını def’edip mukabele eden ve her asırda Kur’an’ın pek çok kahramanları ve manevî kaleleri vardı. Şimdi ihtiyaç bir ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafiler yüzden, iki üçe inmiş.

Hem hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu iltifatına lâyıktır.

Hem İmam-ı Ali (ra) onuncu mertebe-i ta’dadında onuncu sure olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berata bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فٖيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle Onuncu Söz namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesi’ne işaretle beraber o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir Leyle-i Beratın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan hem Leyle-i Beratın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr noktalarıyla ve başka karineler ile îmaen ve remzen haber veriyor.

Evet Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def’etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve Harb-i Umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tabedildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa gelsin onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.

Hem Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh on dokuzuncu sure olarak Suretü’n-Nur’u

بِسِرِّ حَوَامٖيمِ الْكِتَابِ جَمٖيعِهَا

عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ

fıkrasıyla zikrederek pek muhtasar olan On Dokuzuncu Söz’e ve pek mükemmel bulunan On Dokuzuncu Mektup’a işaret için nur lafzını tekrar etmekle mektupların mertebesi, yani On Dördüncü Mektup noksan kalmasına îmaen Sure-i Nur’u on beşincide yine zikretmesiyle gayet latîf ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri Risale-i Nur’un büyük nurları olduklarını bildiriyor. Evet, risalet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâma dair olan On Dokuzuncu Söz hem üç cihetle kerametli ve hârika olan On Dokuzuncu Mektup elhak Risale-i Nur’un en parlak birer nurudurlar.

Ve Âişe-i Sıddıka radıyallahu anhânın beraeti münasebetiyle, âyet-i Nur’un مَثَلُ نُورِهٖ kelimesindeki zamir, üç vecihten birisi ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâma râci olmak haysiyetiyle Sure-i Nur Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm ile ziyade alâkadar bulunduğundan, o sure ile risalet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden o iki risaleye iki nur lafzıyla belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden Mi’rac Risalesi’ne dahi işaret etmiş.

Ben itiraf ediyorum ki: On Dördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali (ra) aynı sureyi iki defa tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işaratındaki dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar yalnız On Dokuzuncu Söz ve Mektup için sayılır, ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.

ÜÇÜNCÜ REMİZ

Yirmi Sekizinci Lem’a’da izah ve ispat edilen

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ۞ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

بِنُورِ جَلَالٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ ۞ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ

fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların sarahate yakın bir surette hem cifir hem mana cihetiyle Risale-i Nur’a işaretini On Sekizinci Lem’a’da izahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın nazar-ı dikkatini celbeden yalnız üç sırrı beyan edilecek:

Birincisi: İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten İmam-ı Ali radıyallahu anh, iki defa سِرًّا بَيَانَةً ve سِرًّا تَنَوَّرَتْ kelimeleriyle سِرًّا yani yalnız gizli intişar edebilir. Müteaccibane haber veriyor.

İkincisi: Risale-i Nur, ism-i a’zam cilvesiyle ve ism-i Rahîm ve Hakîm’in tecellisiyle zuhur ettiğinden imtiyazlı hâssası اَللّٰهُ اَكْبَرُ‌ den iktibasen celal ve kibriya ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ den istifazaten merhamet ve şefkat وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreplerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârane muhabbettir.

Nasıl ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) sarîh bir surette Siracünnur’un tarih-i telifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de بِنُورِ جَلَالٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ … اِلٰى اٰخِرِ fıkrasıyla da Siracünnur’un esaslarından haber veriyor. Çünkü جَلَالٍ بَازِخٍ izzet, azamet ve celal ve kibriyadır. شَرَنْطَخٍ Süryanîce Rauf ve بَرْكُوتٍ Rahîm’dir.

Demek, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh Siracünnur’u tarif ediyor. Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve re’fet ve rahîmiyetten alıyor diye mümtaz hâsiyetini beyan eder.

Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bu fıkrada بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: Bin üç yüz elli dörtte (1354) Siracünnur –yani Risale-i Nur’un nuru– ile dalaletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak.

Eğer hicrî tarihi olsa bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile dinin ve Kur’an’ın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O set ise bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işaret-i Aleviye dahi onu teyid ediyor. (Hâşiye[2]) Evet, cifirce بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ : خ altı yüz, ت dört yüz, ر iki yüz, şeddeli ن yüz, م kırk, د ve üç elif yedi, بِهِ deki ب iki, ه beş, yekûnü bin üç yüz elli dört (1354) eder.

Lillahi’l-hamd Siracünnur’un El-Âyetü’l-Kübra’sı gibi çok risaleleri var. Her biri kuvvetli birer lamba hükmünde sırat-ı müstakimi gösterip İmam-ı Ali radıyallahu anhın haberini tasdik ettiriyorlar.

Bu üçüncü sırrın münasebetiyle aynen بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ gibi bin üç yüz elli dört (1354) tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said’in (ra) iki maruf lakabına remzen ve ismen îma eden ve “Kendini muhafaza et!” emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddid tehlikelere maruz bulunacağını telvih eden “Ercuze”nin âhirlerindeki

فَاسْئَلْ لِمَوْلَاكَ الْعَظٖيمِ الشَّانِ

يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ

بِاَنْ يَقٖيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ

وَ شَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَ مِحْنَةٍ

fıkrasıyla diyor: “Yâ Saide’l-Kürdî! Bin üç yüz elli dört (1354) tarihine yetişirsen Mevla-yı Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar.”

Evet, On Sekizinci Lem’a’da Birinci Keramet-i Aleviye’nin izahında, Kaside-i Ercuziye’nin Risale-i Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i a’zam ve sekine tabir ettiği esma-i sitte-i meşhure ile daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle o şakird, Said olduğu ispat edilmiş. Ve orada o şakirdine demiş:

اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا بِتَّ بِهَا الْاَمٖيرُ وَالْفَقٖيرَا Yani ecnebi hurufları bin üç yüz kırk sekizde (1348) tamim edilecek, çoluk çocuk, emirler ve fakirler icbar suretinde gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.

Evet سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا cümlesi tam tamına; iki ت sekiz yüz, iki س yüz yirmi, iki ر dört yüz, iki ط on sekiz, bir ى on, mecmuu bin üç yüz kırk sekizdir. Aynı tarihte Latinî huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı.

Sonra İmam-ı Ali (ra) Sekine ile meşgul olan Said’e (ra) bakar, konuşur. Akabinde يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ der. İki üç yerde kuvvetli işaret ile Said (ra) ismini verdiği şakirdine hitaben “Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış!” Yâ-i nidaîden sonra müteaddid karineler ve emareler ile Said var. Demek يَا سَعٖيدُ مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ olur. Bu fıkra nasıl ki مُدْرِكًا kelimesiyle “El-Kürdî” lakabına hem lafzen hem cifren bakar. Çünkü mimsiz دركًا Kürd kalbidir. (*[3]) Mim ise “lâm” ve “ye”ye tam muvafıktır.

Öyle de diğer bir ismi olan Bedîüzzaman lakabına dahi “ez-zaman” kelimesiyle îma etmekle beraber bin üç yüz elli dört (1354) veya bin üç yüz elli beş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said’in (ra) hakikat-i halini ve hilaf-ı âdet vaziyetini ve hıfz ve vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamıyla tabir ve ifade ettiğinden sarahate yakın bir surette parmağını onun başına o kasidede teselli için basıyor. Burada da بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ sırrına mazhar olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.

Malûm olsun ki Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan اَلْقَسَمُ الْجَامِعُ وَالدَّعْوَةُ الشَّرٖيفَةُ وَالْاِسْمُ الْاَعْظَمُ İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan İmam-ı Gazalî (ra) Hüccetü’l-İslâm diyor ki: “Onlar vahiy ile Peygamber’e (asm) nâzil olduğu vakit İmam-ı Ali’ye (ra) emretti: Yaz! O da yazdı. Sonra nazmetti.” İmam-ı Gazalî (ra) diyor:

اِنَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةَ الشَّرٖيفَةَ وَ الْوِفْقَ الْعَظٖيمَ وَ الْقَسَمَ الْجَامِعَ وَ الْاِسْمَ الْاَعْظَمَ وَ السِّرَّ الْمَكْنُونَ الْمُعَظَّمَ بِلَا شَكٍّ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةِ

İmam-ı Gazalî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelutiye’nin hem Süryanî kelimelerini hem kıymetini ve hâsiyetini şerh etmiş.

DÖRDÜNCÜ REMİZ

İmam-ı Ali (ra) Siracünnur’dan haber verdikten sonra yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryanîce esmayı ta’dad ederken Risale-i Nur’un en kuvvetli en kıymettar olan Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne ve Otuz İkinci Söz’e kuvvetli işaret ettiği gibi sair risalelere de remzen veya îmaen veya telvihen bakar. Evet, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a bakarak Süryanî isimleri dercederek diyor:

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً § تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

بِنُورِ جَلَالٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ § بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ

بِيَاهٍ وَيَا يُوهٍ نَمُوهٍ اَصَالِيًا § بِطَمْطَامٍ مِهْرَاشٍ لِنَارِ الْعِدَاسَمَتْ

بِهَالٍ اَهٖيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ § طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ

اَنُوخٍ بِيَمْلُوخٍ وَ اَبْرُوخٍ اُقْسِمَتْ § بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ

اَبَاذٖيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا § خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ

بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا([4]*)§ بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ

بِشَلْمَخَتٍ اِقْبَلْ دُعَائٖى

diye dua ile hatmeder.

Hazret-i İmam-ı Ali (ra) başta sarahat ile haber verdiği Risale-i Nur’u, Siracünnur ve Siracüssürc namıyla birinci mertebede aşikâr onu gösterip ta’dad ederken tâ yirmi beşe geldiği vakit بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ der. Âyât-ı Kur’aniyenin i’cazlarını beyan ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde ispat eden Risale-i Nur’un en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmi Beşinci Söz namındaki Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne işaret eder.

Çünkü başta Siracünnur’un birinci mertebede sayılması hem بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ fıkrasında اٰيَاتٍ kelimesinin bulunması hem yirmi beşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli bir karinedir ki pek çok âyetleri zikredip i’cazları ve sırları beyan eden Yirmi Beşinci Söz’e mana-yı mecazî ile bakar. Ve surelerin ta’dadında dahi yine yirmi beşinci mertebede ibareyi değiştirip baştan başlar gibi بِحَقِّ تَبَارَكَ diyerek Risale-i Nur’un en mübarek ve bereketli olan Yirmi Beşinci Söz’ün ehemmiyetini gösteriyor.

Sonra yirmi altı ve yedide اَبَاذٖيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا der. Sonra otuz ve otuz birincide بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا deyip yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَا kelimesini zikreder. Gayet zahir ve kuvvetli bir karine ile içtihada dair Yirmi Yedinci Söz’ün sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymettar zeylini ve mi’raca dair Otuz Birinci Söz’ün şakk-ı kamere dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeylini بَعْدَهَا kelimesiyle gösterir gibi kuvvetli işaret eder.

Ben itiraf ediyorum ki ben bu zeylleri unutmuştum, İmam-ı Ali’nin (ra) bu ihtarı ile tahattur ettim. Şakk-ı kameri sâbıkan yazdım. Şimdi bu anda sahabeler hakkındaki zeyli hatırladım.

İşte madem ilm-i belâgat ve fenn-i beyanda bir tek karine ile mecazî bir mana murad olunabilir ve bir tek münasebetle, bir mefhuma işaret bulunsa o mefhum bir mana-yı işarî olarak kabul edilir. Elbette zahir ve çok karinelerden ve emarelerden kat’-ı nazar, yalnız bu iki yerde tam zeyllerin bulunduğu aynı makamda ve zeyl manasında olan بَعْدَهَا kelimesini tekrar suretinde ifadeyi değiştirerek söylemesi, tam bir karinedir ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) mana-yı hakikisinden başka bir mana-yı mecazî ve işarîyi dahi ifade etmek istiyor.

Sonra yirmi dokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ der. Yirmi beşte geçen ve sırları bilmek manasında olan تَشَمَّخَتْ kelimesini tekrar ile sâbıkan beyan ettiğimiz hârikalı Yirmi Dokuzuncu Söz’e kuvvetli bir karine ile işaret eder.

Sonra otuz ikinci mertebede surelerin ta’dadında ehemmiyetle işaret ettiği risale-i câmia olan Otuz İkinci Söz’e yine nazar-ı dikkati kuvvetli celbetmek için ذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ ve bir nüshada بِهِ الْكَوْنُ عُطِّرَتْ yani ism-i Adl ve ism-i Hakem’in tecellisiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur. İkinci nüsha ile o iki ismin rayiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır. Attar dükkânı gibi rayiha-i tayyibe verir.

İşte ism-i Adl ve ism-i Hakem’in parlak bir âyineleri ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuz İkinci Söz’e parmak basıyor ve mana-yı mecazî suretinde ifade eder. ذَيْمُوخٍ kelimesinin tekrarıyla Sözler otuz üç iken bir mertebesi mektuplardan ibaret olduğuna ve Otuz İkinci Söz son mertebesi bulunduğuna îma eder.

Ben Süryanî kelimelerinin manalarını tamamıyla bilemediğimden ve İmam-ı Gazalî (ra) dahi tamamıyla izah etmediğinden Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) o kelimeler ile sair risalelere işaratını şimdilik bırakıyorum.

BEŞİNCİ REMİZ

Madem Celcelutiye vahiy ile Peygamber aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş. Ve Allâmü’l-guyub’un ilmiyle ifade-i mana eder. Hem madem Celcelutiye اَقِدْ كَوْكَبٖى ve تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkralarında mana-yı mecazî ile o kasidenin hakikatini ispat eden Risale-i Nur’a sarîhan ve onun on üç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber, فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى جَلَّ قَدْرُهُ de dahi o kasidenin bir esası olan اَلْاِسْمُ الْمُعَظَّمُ ile çok iştigal ve istimdad eden Risale-i Nur müellifine ve bunun on üç ehemmiyetli vakıat-ı hayatına îmaen, remzen, işareten mana-yı mecazî ile haber veriyor. Hem madem mana-yı mecazî ile ve mefhum-u işarînin murad olmasına bir zayıf karine ve bir gizli emare ve bir tek münasebet kâfi geliyor. Hem madem Risale-i Nur ve risalelerine ve müellifi ve ahvaline olan işaretler birbirine karine olur. Belki meselenin vahdeti itibarıyla umum işaretler, karineleriyle beraber her birisine kuvvetli bir karine ve kavî bir emare hükmündedir.

Elbette diyebiliriz ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) nasıl ki başta

بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحٖى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ

yani “Hazine-i esrar olan Bismillahirrahmanirrahîm ile başladım. Ruhum, onun ile o hazineyi keşfetti.” diyerek sair işaratın karinesiyle bir mana-yı işarî ve bir medlûl-ü mecazî suretinde Risale-i Nur’un Bismillah’ı hükmünde ve fatihası ve besmelesi ve “Bismillah”taki büyük sırrın hakikatini beyan eden ve kısa ve gayet kuvvetli Birinci Söz namında olan Bismillah Risalesi’ne îma, belki remiz, belki işaret ediyor.

Aynen öyle de sair işaratın karine ve münasebetiyle ve huruf-u Kur’aniyenin esrarından bahseden ve Rumuzat-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların esrarıyla istimdad etmeye başlaması karine-i latîfesiyle muazzam dua ve münâcat ve câmi’ kasem-i istimdadînin âhirlerinde ve Sözler’e ve Mektuplar’a işaretten sonra بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’aniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namında sekiz küçük risalelerin en mühimleri ve feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i Kudüs ve feth-i İstanbul gibi çok fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَ الْفَتْحُ nun esrarını beyan ile fütuhat-ı İslâmiyenin pehlivanı olan Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) nazar-ı dikkatini celbeden Fetih ve Nasr Risalesi’ne hem Sure-i Feth’in en mühim ve en âhir âyetin beş vecih ile i’cazını beyan ve ispat ile kahraman-ı İslâm Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) nazar-ı dikkatini celbeden gayet kıymetli olan Âyet-i Fetih Risalesi namındaki küçük bir risaleye îma belki işaret eder, itikadındayım. Böyle itikada iştirak edilmezse de itiraz edilmemeli.

ALTINCI REMİZ

Madem Hazret-i İmam-ı Ali (ra) üstad-ı kudsîsinden aldığı derse binaen, Kur’an’a taalluk eden gelecek hâdisattan haber veriyor. Ve “Benden sorunuz!” diye müteaddid ve doğru haberleri verip bir şah-ı velayet olduğunu öyle kerametlerle ispat etmiş. Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet münafıkları, dehşetli bir surette Kur’an’a hücumu hengâmında Risale-i Nur o seyl-i dalalete karşı mukavemet edip Kur’an’ın tılsımlarını keşfederek hakikatini muhafaza ediyor. Ve madem

اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا وَ بَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَ الْاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ

fıkrasıyla Yirmi Sekizinci Lem’a’da ispat edildiği gibi sarahate yakın bir surette Risale-i Nur’a işaret etmekle beraber Sure-i Nur’daki Âyetü’n-Nur’un Risale-i Nur’a işaretine işaret eder. Ve madem اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا mana ve cifirce tam tamına Risale-i Nur’a tevafuk ediyor. Elbette diyebiliriz ki bu fıkranın akabinde:

بِاٰجٍ اَهُوجٍ جَلْمَهُوجٍ جَلَالَةٍ ۞ جَلٖيلٍ جَلْجَلَيُّوتٍ جَمَاهٍ تَمَهْرَجَتْ

بِتَعْدَادِ اَبْرُومٍ وَ سِمْرَازِ اَبْرَمٍ ۞ وَ بَهْرَةِ تِبْرٖيزٍ وَ اُمٍّ تَبَرَّكَتْ

fıkrasıyla Risale-i Nur’un bidayette On İki Söz namında iştihar ve intişar eden on iki küçük risalelerine اَقِدْ كَوْكَبٖى karinesiyle, bu fıkradaki on iki Süryanî kelimeler onlara birer işarettir. Gerçi elimde bulunan Celcelutiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. İmam-ı Gazalî (ra) gibi çok imamlar Celcelutiye’yi şerh etmişler. Fakat bu Süryanî kelimelerin manasını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilaf bulunduğundan, her birisinin vech-i işaretini ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.

Elhasıl: Hazret-i İmam-ı Ali (ra) bir defa اَقِدْ كَوْكَبٖى fıkrasıyla, âhir zamanda Risale-i Nur’u dua ile Allah’tan niyaz eder, ister ve bidayette on iki risaleden ibaret bulunduğundan yalnız on iki risalesine işaret ediyor. İkinci defada تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla daha sarîh bir surette Risale-i Nur’u medh ü sena ile göstererek tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem’aları remzen haber verir. Hem On İki Söz namı ile çok intişar eden o küçücük risaleler, bu fıkradaki kelimeler gibi birbirine ismen ve sureten benzedikleri gibi bedî’ manasında olan Celcelutiye kelimesine mutabık olarak her biri gayet bedî’ bir tarzda, güzel bir temsil ile büyük ve derin bir hakikat-i Kur’aniyeyi tefsir ve ispat eder.

Eğer bir muannid tarafından denilse: Hazret-i İmam-ı Ali (ra) bu umum mecazî manaları irade etmemiş?

Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (ra) irade etmezse fakat kelâm delâlet eder ve karinelerin kuvvetiyle işarî ve zımnî delâletle manaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî manalar ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetlidir. Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa –Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle– hakiki sahibi Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) üstadı olan Peygamber-i Zîşan’ın (asm) küllî teveccühü ve Üstadının Üstad-ı Zülcelalinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.

Bu hususta benim hususi ve kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki: Müşkülat-ı azîme içinde, El-Âyetü’l-Kübra’nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâ’yı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübeler ile bu gibi haletlerimde, inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte –hiç hatırıma gelmediği halde– birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi Rabb-i Rahîm’in bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.

YEDİNCİ REMİZ

Hazret-i İmam-ı Ali (ra) nasıl ki

وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ

وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلٰهَنَا

وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ

حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ

وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ

diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâ’ya işaret etmiş. Öyle de aynı fıkra ile âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’a’ya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla ism-i a’zam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet âlî bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’a’yı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a namında Altı Nükte-i Esma Risalesi’ne بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde Risale-i Esma’yı takip eden Otuz Birinci Lem’a’nın Birinci Şuâ’ı olarak, otuz üç âyet-i Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını kaydedip hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelimesiyle işaret edip der-akab وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelâmıyla dahi risale-i hurufiyeyi takip eden ve El-Âyetü’l-Kübra’dan ve başka Resail-i Nuriye’den terekküp eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve asâ-yı Musa gibi dalaletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.

Evet وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى kelimesiyle Yedinci Şuâ’ya işareti, kuvvetli karineler ile ispat edildiği gibi aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nur’un Âyetü’l-Kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem’eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ya bu kelâm “müstetbeatü’t-terakib” kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor. Öyle ise Hazret-i İmam-ı Ali (ra) dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz.

Hem sair işaratın karinesiyle hem Mektubat’tan sonra Lem’alar’a başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek Lem’aların en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mana-yı mecazî ve mefhum-u işarî ile Hazret-i Ali (ra) kendi lisanını, büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ yani “Yâ Rab! Beni kurtar, eman ve emniyet ver.” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle, kelâm zımnî ve işarî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) dahi bundan, ona işaret eder.

Hem Otuzuncu Lem’a namında ve altı nükte olan risale-i esmaya bakarak وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى deyip sair işaratın karinesiyle hem Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ya takip karinesiyle hem ikisinin isimde ve esma lafzında tevafuk karinesiyle hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi, onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mana-yı mecazî cihetinde, Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) lisanıyla kendine dua olan وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ yani “İsm-i a’zam olan o Esma Risalesi’nin bereketiyle beni teşettütten, perişaniyetten hıfzeyle yâ Rabbi!” meali, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm mecazî delâlet ve İmam-ı Ali (ra) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.

Hem madem Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.

Ve madem Kur’an itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabıyla Risale-i Nur, bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir.

Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle; Risale-i Nur Celcelutiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.

Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkiye lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.

Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Siracünnur’dan zahir bir surette haber verdikten sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) işaret ettiğini ispat eylemiş.

Ve madem başta بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحٖى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesi’ne baktığı gibi kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara, hususan bir âyetü’l-kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i hârika-i Arabiye ve Risale-i Esma-i Sitte ve Risale-i İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Musa gibi dalaletlerin bütün manevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada Âyetü’l-Kübra namını alan risale-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.

Ve madem bir tek meselede bulunan emareler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.

Elbette bu yedi adet esaslara istinaden deriz:

Hazret-i İmam-ı Ali (ra) nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubattan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış; öyle de بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle Otuzuncu Lem’a’ya, yani müstakil Lem’alardan en son olan Esma-i Sitte Risalesi’ne tahsin ederek bakıyor.

Ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’a’yı takip eden İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye Risalesi’ni takdir edip işaretle tasdik ediyor.

وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde asâ-yı Musa gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senakârane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâ-perva hükmediyoruz ki:

Hazret-i İmam-ı Ali (ra) hem Risale-i Nur’dan hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakiki ve mecazî ile; işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum.

Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i ta’dadda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimler ile ve başta, Sözlerin başı olan Birinci Söz’e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de fakat çok güzeldir ve letafetlidir.

Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halk etmek; kudret-i İlahiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir.

Ben kasemle temin ederim ki: Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir.

Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler şükrolsun ki kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasarettir.

İşte bu halet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latîf bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:

Celcelutiye, Süryanîce bedî’ demektir ve bedî’ manasındadır. İbareleri bedî’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildi, belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

Demek, Süryanîce bedî’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan bedîü’l-beyan ve bedîü’z-zaman olan Risale-i Nur’un hem ibare hem mana hem isim noktalarıyla bedî’liğine münasebettarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum. رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

SEKİZİNCİ REMİZ

Bu remzin beyanından evvel en mühim iki suale cevap yazılacak.

Birinci Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’an’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zatın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermenin hikmeti nedir?

Elcevap: Malûmdur ki bazı vakit olur bir dakika, bir saat ve belki bir gün belki seneler kadar ve bir saat, bir sene belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Mesela, bir dakikada şehit olan bir adam, bir velayet kazanır ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

İşte aynen öyle de Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi zamanın ehemmiyetinden hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeair-i Ahmediyeye (asm) ettiği tahribatın dehşetinden hem bu âhir zamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki Kur’an, ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (ra) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (ra) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.

Risale-i Nur bu vazifeyi, en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde –hizmet-i imaniye itibarıyla– âdeta birer gizli kutub gibi mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalplerine verip mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.

İkinci Sual: Keramet izhar edilmezse daha evlâ olduğu halde, neden sen ilan edersin?

Elcevap: Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinden tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı Rabbanî ve in’am-ı İlahîdir. Elbette mu’cize-i Kur’aniye ve onun lem’aları izhar edilir. Ve nimet ise şükür niyetiyle ilan etmek, bir tahdis-i nimettir. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ âyeti izharına emreder. Benim için medar-ı fahir ve gurur olacak bir liyakatim ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu’cize-i maneviye-i Kur’aniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden i’caz-ı Kur’anî hesabına izhar ederim. Bütün kıymet bir mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nur’dadır. Hattâ eskiden beri taşıdığım Bedîüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve manasıdır.

Bu remizde hususi kanaatimi teyid eden ve kendime mahsus çok emare ve karineler var. Fakat başkalara ispat edemediğimden yazamıyorum. Yalnız iki üçüne işaret etmeye münasebet gelmiş:

Birincisi: Ben Celcelutiye’yi okuduğum vakit, sair münâcatlara muhalif olarak kendim bizzat hissiyatımla münâcat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyla taklitkârane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alâkadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve Risale-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki o halet, bu münasebetten ileri gelmiş.

İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (ra) başta رُوحٖى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ ve ortalarında وَاَمْنِحْنٖى يَا ذَا الْجَلَالِ كَرَامَةً ۞ بِاَسْرَارِ عِلْمٍ يَا حَلٖيمُ بِكَ انْجَلَتْ ve âhirde مَقَالُ عَلِىٍّ وَ ابْنِ عَمِّ مُحَمَّدٍ ۞ وَ سِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلَائِقِ جُمِّعَتْ bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki zahirinde yalnız bir münâcattır. Hattâ İmam-ı Ali’nin (ra) hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmî başka münâcatları gibi esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususi kanaatim şudur ki:

Celcelutiye, madem Risale-i Nur’u içine almış ve sinesine basıp manevî veled gibi kabul etmiş, elbette وَ سِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلَائِقِ جُمِّعَتْ fıkrası ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını âhir zamanda neşreden Risale-i Nur’u şahit gösterip Celcelutiye’yi bir hazine-i ulûm ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü sena edebilir.

Üçüncüsü: Malûmdur ki bazen gayet küçük bir emare, bazı şerait dâhilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sâbık beyan ettiğim bir tek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki:

Hazret-i İmam-ı Ali (ra) تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri ta’dad ederek münâcat eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا; diğeri, otuz birde وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا der. İşte Risale-i Nur’un Sözler’i otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcatla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeylleri bulunması ve o zeyllerin birisi Yirmi Yedinci Söz’ün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Söz’ün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَا kelimesi dahi aynı yerde, aynı manada tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) tebeî bir mana ile ve işarî bir mefhum ile Risale-i Nur’a, hattâ zeyllerine bakmak için öyle yapmış.

Daha çok karineler ve birer Söz’e işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi. (Hâşiye[5])

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ۞ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ مِنْ خَطَائٖى وَخَطٖيئَاتٖى وَ مِنْ سَهْوٖى وَغَلَطَاتٖى وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ حُرُوفِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَ الْمَكْتُوبَةِ وَ الْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَاءِ فٖى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ حَيَاتٖى فِى الدُّنْيَا وَ الْبَرْزَخِ وَ الْاٰخِرَةِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَصْحَابِهٖ بِعَدَدِهَا وَارْحَمْنَا وَ ارْحَمْ طَلَبَةَ رَسَائِلِ النُّورِ بِعَدَدِهَا اٰمٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

 

***

Otuz Birinci Mektup’un Otuz Birinci Lem’a’sının Otuz Bir Meselesinden Bir Meseledir

Bir tek cümle olan kısacık bir hadîsin beş lem’a-i i’caziyesine dair bir nüktedir. Buraya bir münasebetle girmiş.

اَلْخِلَافَةُ بَعْدٖى ثَلَاثُونَ سَنَةً hadîs-i şerifin ihbar-ı gaybî nevinden tarihçe musaddak beş lem’a-i i’caziyesi vardır.

Birincisi: Hulefa-yı Raşidîn’in hilafetleri ile Hazret-i Hasan radıyallahu anhın altı aylık hilafetinin müddeti, otuz sene olacağını ihbardır. Aynen çıkmış.

İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebubekir radıyallahu anh, Hazret-i Ömer radıyallahu anh, Hazret-i Osman radıyallahu anh ve Hazret-i Ali radıyallahu anhın ebcedî ve cifrî hesapları bin üç yüz yirmi altı (1326) eder ki o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrur etmedi. Hilafet-i Aliyye-i Osmaniye bitti.

Üçüncüsü: ثَلَاثُونَ kelimesi, cifir hesabı bin seksen yedi (1087) eder ki tarihçe hilafet-i Abbasiye’nin inkırazıyla hilafet-i Osmaniye’nin takarruruna kadar olan zaman-ı fetret tayyedilse bin seksen küsur kalır. Eğer nâkıs hilafetler sayılsa ثَلَاثُونَ سَنَةً deki “sene” lafzı ilâve olur. O halde bin iki yüz iki (1202) eder ki “Rumuzat-ı Semaniye-i Kur’aniye Risaleleri”nde hem اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ hem Fatiha hem Sure-i Nasr hem Sure-i Alak gibi çok yerlerde aynen hilafetle beraber Devlet-i İslâmiyenin hem terakki hem galibiyet devresi olan bin iki yüz iki (1202) tarihini gösterir. Hem nâkıs hilafetle beraber bütün müddet-i hilafet-i İslâmiye bin iki yüz ikidir ki tam tamına tevafukla haber verir.

وَ اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّتٖى فَلَهَا يَوْمٌ وَ اِلَّا فَنِصْفُ يَوْمٍ Hadîsinin mu’cizane ihbar-ı gaybîsini izah eder. Yani bu hadîs kıyametten değil belki galibane hâkimiyet-i İslâmiyeden haber verir. On Sekizinci Lem’a’da ve başka yerde bu hadîsin üç lem’a-i i’caziyesini beyan ettiğimden burada kısa kesiyoruz.

Dördüncüsü: اِنَّ الْخِلَافَةَ بَعْدٖى … اِلٰى اٰخِرِ şeddeli اِنَّ yüz bir, الْخِلَافَة bin yüz kırk bir, بَعْدٖى seksen altı eder. Yekûnü: Arabîce bin üç yüz yirmi sekiz (1328) olur ve Rumîce bin üç yüz yirmi altıdır (1326) ki Hulefa-yı Raşidîn’in isimleri ikinci vecihte gösterdiği aynı tarihe ve Hürriyet’in üçüncü senesindeki inkıta-i hilafetin tarihine tam tamına tevafuku, elbette o lisanü’l-gayb olan zatın lisanında tesadüfî olamaz belki onu da görmüş, ona da işaret etmiş.

Beşincisi: اِنَّ الْخِلَافَة şeddeli nun bir nun sayılsa bin yüz doksan iki (1192) eder ki aynen ثَلَاثُونَ سَنَةً cümlesinin gösterdiği gibi bin iki yüz iki (1202) tarihine on farkla tam tevafuk ederek tam ve nâkıs bütün müddet-i hilafeti göstermesi ve yalnız “hilafet” kelimesi bin yüz on bir (1111) edip tam hilafetin müddetine tam tevafukla beraber o müddete işaret eder. ثَلَاثُون kelimesinin cifrî hesabı olan bin seksen yedi (1087) adedine, yirmi dört gibi cüz’î bir farkla muvafakat etmesi, elbette ve her halde o Muhbir-i Gaybî’nin bir işaret-i gaybiyesidir ve bir nevi mu’cizat-ı gaybiyesinin bir lem’asıdır.

İşte bu kısacık hadîsin câmiiyetine, sair cevamiü’l-kelim olan hadîsler kıyas edilsin.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

[1] Hâşiye: İmam-ı Ali bu fıkra ile işaret eder ki Âyetü’l-Kübra Risalesi yüzünden şakirdleri bir musibete düşecekler ve onun kerameti ve bereketiyle emniyete ve selâmete çıkacaklar. Evet, bu keramet-i Aleviye tam tamına çıktı ki o risale için hapse düşüp ve onun kuvvetli hakikatleri ile kurtuldular.

[2] Hâşiye: Hem de “İnna A’tayna”nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünkü Süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor. Ve en büyüğü dahi alâkası bilfiil çekilmiş. Mason komitesinin mahkûmu ve âleti olup azabıyla meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bâki kalan iki şahıs ise ellerinden gelse tamire çalışacaklar.

[3] * Yani tersinden okunuşudur.

[4] * Hâşiye: Haşre dair meşhur Yirmi Dokuzuncu Söz’e, sonra Mi’rac ve zeyli şakk-ı kamere bakar.

[5] Hâşiye: Mesela, yirmi sekizinci mertebede وَ بِسُورَةِ التَّهْمٖيزِ kelimesiyle Yirmi Sekizinci Söz’ün âhiri olan cehennem meselesinin çok kuvvetli bir bürhanına işaret edip baştaki cennet meselesinin yalnız iki üç sual ve cevaba dair bahsi ise başka yerde işaret ettiğinden münasebet gizlenmiş.

Hem mesela, ikinci mertebede يٰسٓ kelimesiyle hem İkinci Söz’e hem İkinci Mektup’a hem İkinci Lem’a’ya hem İkinci Şuâ’ya baktığından münasebet genişlendiğinden gizlenmiş.

Hem mesela وَ كَافٍ وَ هَا يَاءٍ وَ عَيْنٍ وَ صَادِهَا yani كٓهٰيٰعٓصٓ beşinci mertebede bulunması hem Beşinci Söz’e hem Beşinci Mektup’a hem Beşinci Lem’a’ya ve Dördüncü Şuâ olan Âyet-i Hasbiye Risalesi’ne hem Üçüncü Şuâ olan Münâcat’a baktığı cihetle münasebet genişlenmiş, gizlenmiş. Buna başkaları kıyas edilsin.

Loading

Birinci Şuâ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

İki acib suale karşı def’aten hatıra gelen garib cevaptır.

Birinci Sual: Denildi ki: “Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’anî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazen hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz’î bir tek hediye, ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve her birisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.”

Elcevap: Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (asm) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi öyle de okunan bir Fatiha dahi mesela umum ehl-i iman emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor.

Hem nasıl ki bir lamba yansa mukabilindeki binler âyineye, her birine tam bir lamba girer. Aynen öyle de bir Yâsin-i Şerif okunsa milyonlar ruhlara hediye edilse her birine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.

İkinci Sual: Şiddetle ve âmirane denildi ki: “Sen Risale-i Nur’un makbuliyetine dair Hazret-i Ali (ra) ve Gavs-ı A’zam (ra) gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbuki asıl söz sahibi Kur’an’dır. Risale-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin bürhanıdır. Kur’an ise sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususi ve cüz’î değildir. Belki Kur’an, umum işaratıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur, görelim o ne diyor?”

Elcevap: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o maden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek, Kur’an’ın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz.

Gelecek âyetlerin işaratına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlik ile ittiham edenlere hakkımı helâl etmem.

Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki üç saat zarfında birden Kur’an’ın âyât-ı meşhuresinden, Sözler adedince otuz üç âyetin hem manasıyla hem cifir ile Risale-i Nur’a işaretleri uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefikan Risale-i Nur’u remizleriyle gösterdiği hayal meyal görüldü.

İhtar: En evvel yirmi dördüncü âyetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek lâzımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.

İkinci bir ihtar: Tevafukla işaretler eğer münasebet-i maneviyeye istinad etmezse ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i maneviyesi kuvvetli ise bu, onun bir ferdi, bir mâsadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakati bulunsa o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emare olur. Ve ondan o ferdin hususi bir surette dâhil olduğuna ya remiz ya işaret ya delâlet hükmünde onu gösterir.

İşte gelecek âyât-ı Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaretleri ve tevafukları ekseriyet ile kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler. Evet, bu gelecek âyât-ı meşhure müttefikan on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur’an ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve medar-ı teselli bir “Nur”dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalalet fitnesinden gelen şübehatı izale edecek, Kur’anî bir bürhanı müjde veriyorlar.

Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek, Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur’anî olacak. Halbuki Risale-i Nur bu mezkûr noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasıyla delâlet eder ki o âyetler bilhassa Risale-i Nur’a bakıp ona işaret ediyorlar.

Birincisi

Sure-i Nur’dan Âyetü’n-Nur’dur ki Risale-i Nur’un Resaili’n-Nur ve Risalei’n-Nur ve Risaletü’n-Nur namlarıyla sebeb-i tesmiyesinin on altı sebebinden bir sebep olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir. Bu Âyetü’n-Nur:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ

Şu Âyet-i Nuriye’nin manaca çok tabakatı ve vücuh-u kesîresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işarî ve remzî bir vechi manaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risalei’n-Nur ve Risaletü’n-Nur’a dört beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor.

Risale-i Nur’a Bakan Birinci Cümlesi: مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ dur. Yani nur-u İlahînin veya nur-u Kur’anînin veya nur-u Muhammedînin (asm) misali, şuمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ dur. Makam-ı cifrîsi dokuz yüz doksan sekiz (998) olarak aynen Risaletü’n-Nur –şeddeli nun iki nun sayılmak cihetiyle– tam tamına tevafukla ona işaret eder.

İkinci Cümlesi: اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ dur. Yirmi Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi İmam-ı Ali (ra) Kaside-i Celcelutiye’sinde sarahat derecesinde Risalei’n-Nur’a bakarak ve ona işaret ederek demiş: اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا Ben tahmin ediyorum ki İmam-ı Ali’nin (ra) bu işareti, bu cümle-i Nuriyenin remzinden mülhemdir. Bu cümle-i âyetin makamı, beş yüz kırk altı (546) edip Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekize (548) gayet cüz’î ve sırlı iki fark ile tevafuk noktasından işaret ettiği gibi remzî bir manasıyla tam bakıyor.

Üçüncü Cümlesi: مِنْ شَجَرَةٍ dir. Eğer مِنْ شَجَرَةٍ deki ة vakıflarda gibi ه sayılsa beş yüz doksan sekiz (598) ederek tam tamına Resaili’n-Nur ve Risalei’n-Nur adedi olan beş yüz doksan sekize tevafukla beraber مِنْ فُرْقَانٍ حَكٖيمٍ in adedine yine sırlı bir tek farkla tevafuk-u remzî ile hem Resaili’n-Nur’u efradına dâhil eder hem yine Risalei’n-Nur’un şecere-i mübareği Furkan-ı Hakîm olduğunu gösterir. Eğer مِنْ شَجَرَةٍ deki ة , ت kalsa o vakit makam-ı cifrîsi dokuz yüz doksan üç (993) eder, tevafuka zarar vermeyen cüz’î ve sırlı beş farkla Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) tevafukla manasının dahi muvafakatına binaen ona işaret eder.

Dördüncü Cümlesi: نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ dir ki dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek sırlı bir tek farkla Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) tevafukla manasının kuvvetli münasebetine binaen işaret derecesinde remzeder.

Beşinci Cümlesi: مَنْ يَشَٓاءُ cümlesi gayet cüz’î bir farkla Risaletü’n-Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lakabına tevafukla manası baktığı gibi bakıyor. Eğer يَشَٓاءُ daki mukadder zamir izhar edilirse مَنْ يَشَٓائُهُ olur. Tam tamına tevafuk eder.

Bu âyet nasıl ki Risalei’n-Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de tarih-i telifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor: كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ cümlesi كَمِشْكٰوةٍ deki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılmak ve فٖى زُجَاجَةٍ vakıf yeri olduğundan ة , ه olmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek, Resaili’n-Nur’un en nurani cüzlerinin telifi hengâmı ve tekemmül zamanı olan bin üç yüz kırk dokuz tarihine tam tamına tevafukla işaret eder.

Hem اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ cümlesi bin üç yüz kırk beş (1345) ederek Resaili’n-Nur’un intişarı ve iştiharı ve parlaması tarihine tam tamına tevafuk eder. Çünkü şeddeli ر iki ر , şeddeli ن iki ن , şeddeli ز aslı itibarıyla bir ل bir ز ve birinci زُجَاجَة vakıf cihetiyle ه ; ikinci, vakıf olmadığından ت sayılır. Eğer şeddeli ز iki ز sayılsa o vakit bin üç yüz yirmi iki (1322) eder ki yine Risalei’n-Nur müellifi, mukaddimat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk eder.

Hem مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ cümlesi; ta-i evvel ت , ikinci ت ise vakıf yeri olduğundan ه olmak ve شَجَرَةٍ deki tenvin ن sayılmak cihetiyle bin üç yüz on bir (1311) eder ki o tarihte Resaili’n-Nur müellifi Risaletü’n-Nur’un mübarek şecere-i kudsiyesi olan Kur’an’ın basamakları olan ulûm-u Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk ederek remzen bakar. İşte bu kadar manidar ve müteaddid tevafukat-ı Kur’aniyenin ittifakı yalnız bir emare, bir işaret değil belki kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrik ile beraber Resaili’n-Nur’a münasebet-i maneviyesiyle bir tasrihtir.

Bu âyetin münasebet-i maneviyesinin letafetlerinden bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayb nevinden mu’cizane hem elektriğe hem Risalei’n-Nur’a işaret ettiği gibi ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarına ve hilaf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.

Mesela زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَ لَا غَرْبِيَّةٍ cümlesi der: “Nasıl ki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan ne de garptan celbedilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur.” der.

Öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.

Hem mesela يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: On üçüncü ve on dördüncü asırda semavî lambalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır yani bin iki yüz seksen (1280) tarihine yakındır.

İşte bu cümle ile nasıl ki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.

Hem işaret eder ki Resaili’n-Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.

Evet, bu cümlenin bu mu’cizane üç işaratı elektrik ve Resaili’n-Nur hakkında hak olduğu gibi müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki “İzhar” kitabından sonraki medrese usûlünce on beş sene ders almakla okunan kitapları, Resaili’n-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.

Hem nasıl ki bu cümlenin manevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letafetli işareti var, öyle de cifrî ve ebcedî tevafukuyla hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini hem Resaili’n-Nur’un meydana çıkması hem de müellifinin veladetini remzen haber veriyor. Bir lem’a-i i’caz daha gösterir. Şöyle ki:

يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ nun makamı, bin iki yüz yetmiş dokuz (1279) olup وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ kısmı ise iki tenvin iki “nun” sayılmak cihetiyle bin iki yüz seksen dört (1284) ederek hem elektriğin taammümünün kurbiyetini hem Resaili’n-Nur’un yakınlığını hem on dört sene sonra müellifinin veladetini يَكَادُ kelime-i kudsiyesiyle manen işaret ettiği gibi cifir ile de tam tamına aynı tarihe tevafukla işaret eder.

Malûmdur ki zayıf ve ince ipler içtima ettikçe kuvvetleşir, kopmaz bir halat olur. Bu sırra binaen, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyid eder. Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delâlet derecesine çıkar.

Tenbih: Ben bu âyet-i nuriyenin işaretlerini elektrik ve Resaili’n-Nur’un hatırı için beyan etmedim. Belki bu âyetin i’caz-ı manevîsinin bir şubesinden bir lem’asını göstermek istedim.

Elhasıl: Bu âyet-i kudsiye sarîh manasıyla nur-u İlahî ve nur-u Kur’anî ve nur-u Muhammedîyi (asm) ders verdiği gibi mana-yı işarîsiyle de her asra baktığı gibi on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın âhir ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münasebet-i maneviyesi bulunan ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlarını ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrik ile Resaili’n-Nur olduğundan doğrudan doğruya mana-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat’iye verdiğinden çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmiş isem Erhamü’r-Râhimîn’den rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum.

Resaili’n-Nur’un bu âyetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen zatlar, hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem’a namındaki altı esma-i İlahiyeye dair Altı Nükte Risalesi’ne, hiç olmazsa o Lem’a’dan ism-i Hay ve Kayyum’a dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere dikkatle baksa elbette tasdik eder.

Resaili’n-Nur’a İşaret Eden İkinci Âyet

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyet-i meşhuresidir ki شَيَّبَتْنٖى سُورَةُ هُودٍ hadîsinin vürûduna sebep olmuş. اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَnin işareti Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi Sure-i Hud’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ ilâ âhirihî âyetinin iki kuvvetli işaret veren sahifesinin mukabilindeki gayet meşhur bir âyetidir.

Makam-ı cifrîsi bin üç yüz üç (1303) ederek hem Sure-i Şûra’nın ikinci sahifesinde وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ise bin üç yüz dokuz (1309) ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine hususan Kur’an hesabına iltifat edip istikametle emreder ki birinci tarih ise Resaili’n-Nur müellifinin Risale-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir.

Ve ikinci âyetin tarihi ise o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsulü on beş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla (Hâşiye[1]) ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle ispat ettiği aynı tarihe, tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur’un istikametine bir işarettir.

Üçüncü Âyet-i Meşhure

وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا âyeti kuvvetli münasebet-i maneviyesiyle beraber cifirce bin üç yüz kırk dört (1344) eder ki o tarihte Risale-i Nur’un şakirdleri gibi bu âyetin manasına daha ziyade mazhar olanlar zahiren görülmüyor. Demek bu âyet, manasının müteaddid tabakalarından işarî bir tabakadan ve remzî bir perdeden Kur’an’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’a bakıyor ve en evvel nâzil olan Sure-i Alak’ta اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى âyeti gibi manasıyla ve makam-ı cifriyle ifade ediyor ki bin üç yüz kırk dörtte nev-i insan içinde firavunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak. وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا âyeti ise o tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor.

Evet, Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-i insanın hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınaya ve paraya istinad ederek firavunane bir tuğyana girdiklerinden o hususi insanlar nev-i beşeri mes’ul ediyor diye insan ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.

Eğer لَنَهْدِيَنَّهُمْ deki şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki Risaletü’n-Nur müellifinin besmele-i hayatıdır ve tarih-i veladetinin birinci senesidir.

Eğer şeddeli “lâm” iki “lâm” ve “nun” bir sayılsa o vakit bin üç yüz yirmi dörtte (1324) hürriyetin ilanı hengâmında mücahede-i maneviye ile tezahür eden Risalei’n-Nur müellifinin görünmesi tarihidir.

Dördüncü Âyet-i Meşhure

وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى âyetidir. Şu cümle Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi Kur’an’ın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-i İslâmiyet olan yedi esası, Kur’an’ın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve سَبْعَ الْمَثَانٖى nuruna mazhar bir âyinesi olan Risalei’n-Nur’a cifirce dahi işaret eder. Çünkü اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risalei’n-Nur’un Fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin Fatiha Suresi’yle El-Bakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üç yüz otuz beş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir.

Beşinci Âyet

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ dir. Bu âyetin remzi latîftir. Çünkü hem kuvvetli münasebet-i maneviye ile hem cifirle efrad-ı kesîresi içinde hususi bir surette Risalei’n-Nur ve müellifine bakıyor. Şöyle ki:

مَيْتًا kelimesi tenvin “nun” sayılmak cihetiyle beş yüz (500) ederek “Saidü’n-Nursî” adedi olan beş yüze tevafukla işaret ediyor ki “Saidü’n-Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Risaletü’n-Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu.”

Evet اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا deki iki tenvin “nun”durlar. Bin üç yüz otuz dört (1334) eder ki o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said umumî harpte maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevî ve şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kur’an’ın âb-ı hayatıyla taze bir hayata girmesi tarihidir. Bu tevafuk-u manevî ve muvafakat-ı cifriye delâlet derecesinde bir işarettir.

Hem فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ de tenvin “nun” ve şeddeli “nun” iki “nun” ve بِهٖ de telaffuz edilen ى sayılmak cihetiyle bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki veladetinin ve hayatının birinci senesidir. Demek, bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de hayat-ı maneviyesine işaret eder.

Elhasıl: Bu âyet müteaddid ve çok tabakalarından bir işarî tabakadan hem Risaletü’n-Nur’a hem müellifine hem bu on dördüncü asrın iptidasına hem iptidasındaki Risaletü’n-Nur’un mebdeine, remzen belki işareten belki delâleten bakar.

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا Âyetinin Tetimmesi

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا

âyetinin kuvvetli işaretini hem teyid hem letafetlendiren üç münasebet birden ramazanda kalbime geldi. Kat’î bir kanaat verdi ki مَيْتًا kelimesine tam münasip Said’dir. Bu âyet Risale-i Nur tercümanı olan Said’i “meyyit” unvanıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:

Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i imana çok ünsiyetli, sürurlu, nurlu bir hakikat keşfedip ispat etmiş. Ve mevt-âlûd hayat-ı fâniyede boğulan ehl-i ilhada karşı, bâkiyane hayat-âlûd muvakkat bir mevt-i zahirî ile galibane mukabele eder. كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ sırrına mazhar olan ehl-i ilhad, gayr-ı meşru müştehiyatının ibahesiyle süslendirmesine mukabil Risale-i Nur, mevti o aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve ziynetini zîr ü zeber eder. Ve der ve ispat eder ki: “Mevt ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız Kur’an ve imandır.”

İşte bunun içindir ki bu hakikat-i muazzama-i mevtiye Risale-i Nur’da gayet mühim ve geniş bir mevki almış; hattâ ekser hücumunda mevti elinde tutup ehl-i dalaletin başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.

İkincisi: Ehl-i tarîkatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e (ra) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i iman hakkında mevtin nurani ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi.

Üçüncüsü: Bu âyet cifir ve ebced hesabıyla her tarafta Said’e hücum eden üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek, âyetteki “meyyit” kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi ve cifirce onun ismi “meyyit” adedine tam tevafukla hususi işarete mazhar bir mâsadak “Saidü’n-Nursî”dir.

(Sabri’nin sadakatinin bir kerametidir.)

Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken Sıddık Süleyman’ın halefi Emin, Sabri’nin اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetine dair parçayı aldığını ve ramazanın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı Emin’e gösterdim, hayretle dedi: “Bu hem Sabri’nin hem Risale-i Nur’un bir kerametidir.”

Bu âyetteki esrarlı muvazene-i Kur’aniyeyi düşünürken Sure-i Hud’daki فَاَمَّا الَّذٖينَ شَقُوا fıkrasına karşı وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ deki muvazene hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasıl ki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risale-i Nur’un mesleğine, şakirdlerine tam tamına manen ve cifirce bakıyor. Öyle de فَاَمَّا الَّذٖينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فٖيهَا زَفٖيرٌ وَ شَهٖيقٌ âyeti dahi Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile tevafuk ile işaret eder. Şöyle ki:

يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şuâ’da yedi sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üç yüz on altı ve yedi (1316-1317) tarihi ki Kur’an’a karşı olan sû-i kasdın mebdeidir. فَاَمَّا الَّذٖينَ شَقُوا cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli “mim” iki “mim” sayılsa bin üç yüz elli yedi (1357), eğer şeddeli “lâm” iki “lâm” sayılsa bin üç yüz kırk yedi (1347) ki bu asrın tâğiyane faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli ikişer sayılsa bin üç yüz seksen yedi (1387) ki لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ dehşetli bir cereyanın müntehası tarihi olmak ihtimali var.

فَفِى النَّارِ لَهُمْ فٖيهَا زَفٖيرٌ وَ شَهٖيقٌ ise bin üç yüz altmış bir (1361), eğer فَفِى النَّارِ deki okunmayan ى sayılmazsa bin üç yüz elli bir (1351) tarihini, eğer şeddeli “nun” asıl itibarıyla bir “lâm” bir “nun” sayılsa yine bin üç yüz otuz bir (1331) tarihini ve Harb-i Umumî ateşinin feryad u fîzar içindeki yangınını göstererek cehennem ateşinde zefir ve şehîk eden ehl-i şakavetin azabını haber verip ehl-i imanı fitnelere düşüren şakîlerin hem dünyada hem âhirette cezalarına işaret eder.

Aynen öyle de bu asra da zahiren bakan, esrarlı olan Sure-i وَ السَّمَٓاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ den şu âyetin اِنَّ الَّذٖينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرٖيقِ ifadesi gibi hem İstanbul’un iki harîk-ı kebiri hem Harb-i Umumî’nin dehşetli yangınını cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.

Elhasıl: Bu âyet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati celbetmek için cifirce bu asrın üç dört devresinin tarihlerine ve hâdiselerine işaret ve manasının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle iki cereyanın keyfiyetlerine ve vaziyetlerine îma eder.

Sabri’nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun manevî tesiri ile bu âyeti ve اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risale-i Nur bu derece kuvvetli işarat-ı Kur’aniyeye ve şakirdleri bu kadar kıymetli beşaret-i Furkaniyeye ve aktabların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsî takdir ve tahsin almış.

Demek, ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüz’î ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki bu âyette işaret ve beşaret-i Kur’aniyede ifade eder ki Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet, bazı vakit olur ki bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.

İhtar: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil belki her bir âyetin mana-yı küllîsindeki cüz’iyat-ı kesîresinden bir cüz’î ferdi Risale-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i maneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti teyiden ve ona binaen hususi ona bakar demektir.

Altıncı Âyet

Sure-i Hadîd’de وَ يَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهٖ yani “Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz.” Lillahi’l-hamd Risale-i Nur bu kudsî ve küllî manasının parlak bir ferdi olduğu gibi نُورًا daki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle bin üç yüz on sekiz (1318) adediyle Resaili’n-Nur müellifi tedristen, telif vazifesine ve mücahidane seyahate başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üç yüz on altı (1316) tarihindeki mühim bir inkılab-ı fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihtir.

İşte şu nurlu âyet hem manaca hem cifirce tevafuku ise umum vücuhu ayn-ı şuur olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da elbette ittifakî ve tesadüfî olamaz.

Yedinci Âyet

وَ يُحِقُّ اللّٰهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖ şu âyet-i meşhurenin küllî manasının bu zamanda zahir bir mâsadakı Risaletü’n-Nur olduğu gibi lafzullahtaki şeddeli “lâm” bir “lâm” ve بِكَلِمَاتِهٖ deki melfuz “ya” sayılmak şartıyla dokuz yüz doksan sekiz (998) adediyle Risaletü’n-Nur’un dokuz yüz doksan sekiz adedine tam tamına tevafukla, münasebet-i maneviyeye binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi latîfleştiren ve kuvvet veren münasebetlerin birisi şudur ki:

Risaletü’n-Nur’un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arapça “kelimat”tır. Ve o kelimat ile Kur’an’ın hakaikini o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu ispat etmiş ki bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.

Sekizinci Âyet

قُلْ اِنَّنٖى هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ dir. Şu âyet-i meşhure küllî manasının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdi Risaletü’n-Nur olduğu gibi cifirle صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ kelimesi صِرَاطٍ deki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) yine iki sırlı (Hâşiye[2]) fark ile baktığı gibi هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ cümlesinin makam-ı ebcedîsi ile bin üç yüz on altı (1316) ederek Risale-i Nur müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı adedine tam tamına tevafuk eder.

Dokuzuncu Âyet

Hem “El-Bakara” suresinde hem “Lokman” suresinde فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى cümlesidir. Yani “Allah’a iman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder.” Risale-i Nur ise iman-ı billahın Kur’anî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden bu بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى külliyetinde hususi dâhil olduğuna teyiden makam-ı cifrîsi bin üç yüz kırk yedi (1347) ederek Risaletü’n-Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu on dördüncü asırda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinden neş’et eden bir urvetü’l-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risalei’n-Nur olduğunu remzen bildirir.

Onuncu Âyet

يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُ

On Birinci Âyet

وَ يُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ وَ يُزَكّٖيهِمْ

On İkinci Âyet

وَ يُزَكّٖيكُمْ وَ يُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ

âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: “Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor.” Bu üç âyetin küllî ve umumî manalarında Risale-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emare var:

Birisi şudur ki: Risale-i Nur’un müstesna bir hâssası, ism-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde ism-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.

İkinci Emare: Birinci âyet bin üç yüz yirmi iki (1322) ederek makam-ı ebcedî ile Risalei’n-Nur müellifinin doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden (اٰلِيَه ) başını kaldırıp hikmet-i Kur’aniyeye müteveccih olarak hâdimü’l-Kur’an vaziyetini aldığı tarihtir ki bir sene sonra İstanbul’a gitmiş manevî mücahedesine başlamış.

İkinci âyet ise: Makam-ı cifrîsi bin üç yüz iki (1302) ederek Risale-i Nur müellifinin Kur’an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur’an’ın bâhir bir bürhanı olan Resaili’n-Nur’a bakar.

Üçüncü âyet ise: Bin üç yüz otuz sekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur’aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalei’n-Nur müellifi “Dârülhikmeti’l-İslâmiye”de hikmet-i Kur’aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngiliz’in Başpapazı sual ettiği ve altı yüz kelime ile cevap istediği altı sualine altı kelime ile cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur’an’ın ilhamatından Risale-i Nur’un meselelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.

On Üçüncü Âyet

Sure-i Âl-i İmran’da وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

On Dördüncü Âyet

Sure-i Nisa’da لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

Bu iki âyet bu asra da hususi bakarlar.

Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakiki tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var.

Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risalei’n-Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلَّا اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى nın makamı gibi bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resaili’n-Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.

Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Söz’ün iştiharı hengâmına hem اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى adedine tam tamına tevafukla bakar.

Eğer mezheb-i selef gibi اِلَّا اللّٰهُ da vakfolsa o halde اَلرَّاسِخُونَ deki şeddeli ر iki ر sayılsa bin üç yüz altmış (1360) küsur ederek Risaletü’n-Nur şakirdlerinin bundan on beş yirmi sene sonraki râsihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi şeddeli ر asıl itibarıyla bir “lâm” bir ر sayılsa bin iki yüz on iki (1212) ederek bundan bir buçuk asır evvel Mevlana Hâlid Zülcenaheyn’in Hindistan’dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan tevilat-ı fâsideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.

İkinci âyet olan اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ şeddeli ر aslına nazaran bir “lâm” bir ر sayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz kırk dört (1344) etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususi remzen bakar. Ve ilm-i hakikatte râsihane çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üç yüz kırk dörtte Risaletü’n-Nur ve şakirdlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkül şerait içinde sebatkârane yapan zahirde görülmüyor. Demek, bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususi dâhil ediyor.

On Beşinci Âyet

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا

Şu âyet bu zamana dahi hitap eder. Çünkü tamam –مُبٖينًا hariç kalsa– bin üç yüz altmış (1360) küsur eder. Eğer قَدْ جَٓاءَكُمْ den sonraki olsa بُرْهَانٌ ve نُورًا kelimelerindeki tenvinler “nun” sayılsa bin üç yüz on (1310) eder. Demek bu asra da hitap eder.

Hem قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ cümlesi yalnız dört farkla فرقان adedine tevafukla sarîhan baktığı gibi o kudsî bürhan-ı İlahînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resaili’n-Nur’a dahi ikinci cümlesi olan اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا adedi, iki tenvin vakıfta iki “elif” sayılmak cihetiyle beş yüz doksan sekiz (598) ederek aynen tam tamına Resaili’n-Nur’a ve Risalei’n-Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resaili’n-Nur olduğunu remzen haber veriyor.

İhtar: Sözler’in üç ismi olan Risalei’n-Nur veya Resaili’n-Nur veya Risaleti’n-Nur’daki şeddeli “nun” iki “nun” sayılmak, cifirce ağlebî bir kaidedir. Şeddeli harf bazen bir, bazen iki sayılabilir.

On Altıncı Âyet

لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَ شِفَٓاءٌ dür. Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilacı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur’an-ı Hakîm’in tiryakî ilaçlarından, Risalei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resaili’n-Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkül olan ve zındıka hastalığına müptela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.

İşte her derde şifa olan Kur’an’ın ilaçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resaili’n-Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki:

Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk altı (1346) adedi Resaili’n-Nur’un bin üç yüz kırk altıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm namında olan risale-i hârikanın zaman-ı telifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i maneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.

On Yedinci Âyet

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ deki قُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ nün makam-ı cifrîsi şeddeli “lâm”lar birer “lâm” ve şeddeli “kâf” bir “kâf” sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dokuz (1329) ederek, Harb-i Umumî’nin başlangıcı zamanında Resaili’n-Nur’un başlangıcı olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin tarih-i telifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli “kâf” iki “kâf” sayılmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek Harb-i Umumî’nin verdiği sarsıntılar zamanında Resaili’n-Nur’un ‌حَسْبِىَ اللّٰهُ‌ diyerek ehl-i dünyadan hiçbir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkülat içinde envar-ı Kur’aniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, en müşkül zaman olan bu asra dahi hususi bakarlar ve o âyâtı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şakirdlerine hususi iltifat edip iltifatlarıyla teşci ederler.

Bu âyet, sâbık âyetler gibi münasebet-i maneviyesi gerçi zahiren görünmüyor fakat bir cihetle Resaili’n-Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki: On üç senedir (Hâşiye[3]) bu âyet Risaletü’n-Nur müellifinin ve sonra has şakirdlerinin mağribden sonra bir vird-i hususileridir. Hem bu âyetin manasına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek ‌حَسْبِىَ اللّٰهُ‌ deyip mütevekkilane müşkülat-ı azîme içinde envar-ı imaniyeyi ve esrar-ı Kur’aniyeyi neşreden, ehl-i imanı meyusiyetten kurtaran başta Risaletü’n-Nur ve şakirdleridir.

On Sekizinci Âyet

اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ dir. Bu âyet mealiyle hizbullahın zahirî mağlubiyetinden gelen meyusiyeti izale için kudsî bir teselli verir ve hizbullah olan hizb-i Kur’anînin hakikatte ve âkıbette galebesini haber verir. Ve bu asırda hizb-i Kur’anînin hadsiz efradından Resaili’n-Nur şakirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî manasında hususi dâhil olmalarına bir emare olarak makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz elli (1350) adedi ile Resaili’n-Nur şakirdlerinin zahirî mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha planını akîm bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin Rumî tarihi olan bin üç yüz elli ve elli bir ve elli iki (1350-1351-1352) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârane, teselliyettarane bir remz-i Kur’anîdir.

On Dokuzuncu Âyet

وَ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَ بِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَ اغْفِرْلَنَا

Şu âyetin umum manasındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor. Çünkü يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا hem manaca kuvvetli münasebeti var hem cifirce bin üç yüz yirmi altı (1326) ederek o tarihteki hürriyet inkılabından neş’et eden fırtınaların hengâmında her şeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü’minler içinde, Resaili’n-Nur şakirdleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden bu âyetin efrad-ı kesîresinden bu asırda bir mâsadakı onlar olduğuna bir emaredir. وَاغْفِرْلَنَا cümlesi bin üç yüz altmışa (1360) bakıyor. Demek, bundan beş altı sene sonra istiğfar devresidir. Resaili’n-Nur şakirdleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir îmadır.

Yirminci Âyet

وَ نُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَ رَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ

Şu âyet-i azîme sarîhan asr-ı saadette nüzul-ü Kur’an’a baktığı gibi sair asırlara dahi mana-yı işarîsiyle bakar. Ve Kur’an’ın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risaletü’n-Nur, benim çok tecrübelerimle umum manevî dertlerime şifa olduğu gibi Resaili’n-Nur şakirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resaili’n-Nur, bu âyetin bir mana-yı işarîsinde dâhildir.

Ve bu duhûlüne bir emare olarak مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَ رَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ nin makam-ı cifrîsi bin üç yüz otuz dokuz (1339) ederek aynı tarihte Kur’an’dan ilham olunan Resaili’n-Nur bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından bu âyet, ona hususi remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatimi yazdım, kanaate itiraz edilmez.

Yirmi Birinci Âyet veya Âyetler

قُلْ اِنَّنٖى هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ۞ وَ هَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

Sekiz dokuz âyetlerde “sırat-ı müstakim”e nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli yolu bulmak için daima Kur’an’ın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek Kur’an’dan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risaletü’n-Nur tezahür ettiğinden hem bu “sırat-ı müstakim” kelimesinin makam-ı cifrîsi –tenvin “nun” sayılmak cihetiyle– bin (1000) eder. Medde olmazsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek yalnız bir veya iki farkla (Hâşiye[4]) Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) tevafukla, sekiz dokuz âyetlerde “sırat-ı müstakim” kelimeleri bu mezkûr iki âyet gibi Risaletü’n-Nur’u “sırat-ı müstakim”in efradına hususi idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret eder. Eğer صِرَاطٍ deki tenvin sayılmazsa اَلنُّورِ deki şeddeli “nun” bir “nun” sayılır, yine tevafuk eder.

Hem nasıl ki bu âyet Risalei’n-Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de onun istihzarat zamanına da bakar. Çünkü هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ in makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı (1316) ederek Risaletü’n-Nur müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını Kur’an’ın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işaratı teyid ve onunla teeyyüd ederek Risaletü’n-Nur’u daire-i harîmine remzen belki işareten dâhil ediyor.

Cây-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki Risaletü’n-Nur müellifi bin üç yüz on altı (1316) sıralarında mühim bir inkılab-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:

O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa’nın Kur’an’a karşı müthiş bir sû-i kasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz’in bir müstemlekat nâzırı demiş:

“Bu Kur’an, İslâm elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız.” dediğini işitti, gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı (1316) olan فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’an’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’an’ı bildi. Ve Kur’an’ın i’caz-ı manevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı arızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra Harb-i Umumî’nin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir canlandı, bi’l-kuvveden bilfiile çıkmaya başladı.

İşte hem ona hem Risaletü’n-Nur’a çok alâkası bulunan bu bin üç yüz on altı (1316) tarihine çok âyetler müttefikan bakarlar. Mesela, nasıl ki هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ âyeti tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de bir âyet-i meşhure olan اِنَّ رَبّٖى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ makam-ı cifrîsi şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa ve tenvin sayılmazsa bin üç yüz on altı ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder.

Hem nasıl ki yedi sekiz surelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen “sırat-ı müstakim” cümleleri Risaletü’n-Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkûr iki âyet gibi bir kısmı Risaletü’n-Nur telifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle de yedi adet surelerin başlarında yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ cümle-i kudsiyesi makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz on altı veya yedi (1316-1317) ederek aynen tam tamına o bin üç yüz on altı tarihine tevafukla işaret ettiği gibi طٰسٓ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ âyeti dahi aynen bin üç yüz on altı ederek o bin üç yüz on altı tarihine tevafukla işaret eder. Güya nasıl ki asr-ı saadette Kur’an’daki iman hakikatlerine alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübin’in davalarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrar ile تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ۞ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ۞ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ fermanlarıyla Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ilanat yapıyor. Öyle de bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarîsiyle o âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin hüccetleri ve hak kelâmullah olduğuna delilleri olan Resaili’n-Nur’a mana-yı işarîsiyle alâmet ve bürhan ve emare ve delil manasıyla âyâtın âyetleri diye tekrar ile تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’an hesabına bu asra ve bu asırdaki Resaili’n-Nur’a çeviriyor itikad ediyorum.

Evet, her bir cihet ile ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur’aniyenin böyle yirmi vecihle ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatime iştirak etmeyen bu ittifaka ne diyecek ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar?

Resaili’n-Nur bu asra gelen işarat-ı Kur’aniyeye hususi bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa Kur’an’ın kırk vecihle mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.

Yirmi İkinci Âyet ve Âyetler

Hem Yunus hem Yusuf hem Ra’d hem Hicr hem Şuara hem Kasas hem Lokman Surelerinin başlarında bulunan تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ilan-ı kudsîsidir. Yirmi Birinci âyetin hâtimesinde bunun münasebet-i maneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise bu âyette üç ت bin iki yüz eder ve iki ك iki ل yüz eder, yekûnü bin üç yüz. Bir ى bir ب dört veya beş ا mecmuu bin üç yüz on altı veya on yedi (1316-1317) ederek Resaili’n-Nur müellifi bir inkılab-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur’an’ın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:

O tevafuk remzeder ki: Bu asırda Resaili’n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve تِلْكَ kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zahir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir diye remzen Resaili’n-Nur’u bir işarî manasının küllî dairesine hususi ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dâhil ediyor.

Elhasıl: Nasıl ki bu âyette bulunan işarî mana yedi surede yedi işaret hükmünde olup delâlet belki sarahat derecesine çıkıyor. Aynen öyle de صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ deki remiz dahi yedi sekiz surelerde bulunmakla yedi sekiz remiz hükmünde olarak o remzi işaret belki delâlet belki sarahat derecesine çıkarıyor.

İhtar: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat kaydedildi. Tekellüfe girmemek için işaretli otuz üç âyetin çok işaratı kaydedilmedi.

Yirmi Üçüncü Âyet

عَسٰى رَبُّنَٓا اَنْ يُبْدِلَنَا خَيْرًا Şu âyet her asra baktığı gibi bu asra da bakıyor ve bu asırda kâbuslu bir rüya gibi musibetlere düşen ve Rabb-i Rahîm’inden onu hayra tebdil etmesini rica edenler içinde Resaili’n-Nur şakirdlerine hususi remzettiğine bir emaresi şudur ki:

Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk beşte (1345) ehemmiyetli risaleler telif ile beraber, fevkalâde hâdiseler vukua gelmeye hazırlandılar. Ve o Resaili’n-Nur’un merkez-i intişarı olan Barla karyesinde ziyade sıkıntı müellifine verildi. Ve hususi küçük mescidine ilişildiği zaman Resaili’n-Nur şakirdleri kuvvetli bir rica ile dergâh-ı İlahiyeye iltica edip “Yâ Rab! Bu müthiş rüyayı hayra tebdil eyle!” deyip yalvardılar. Herkesin meyusiyetlerine mukabil pek kuvvetli bir ümit ve rica ile Müslümanların kuvve-i maneviyelerini takviye ettiler.

Bu âyetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf olmasın diye kısa kestim.

Yirmi Dördüncü Âyet ve Âyetler

Hem Sure-i Zümer hem Sure-i Câsiye hem Sure-i Ahkaf’ın başlarında bulunan تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ âyât-ı azîmeleridir. Şu âyetler dahi yirmi ikincideki âyetler gibi Risaletü’n-Nur’un ismine ve zatına hem telif ve intişarına bir mana-yı remziyle bakıyorlar.

İzahtan evvel mühim bir ihtar

(Lüzumlu dört beş nokta beyan edilecek.)

Birinci Nokta: Hadîste vârid olduğu gibi “Her bir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttala’ı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin (hadîsçe “şücûn ve gusûn” tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır.” mealindeki hadîsin hükmüyle, Kur’an hakkında nâzil olan bu âyet-i kudsiye, fer’î bir tabakadan ve bir mana-yı işarîsiyle de Kur’an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine bir nakîse değil. Belki o lisanü’l-gaybdaki i’caz-ı manevîsinin muktezasıdır.

İkinci Nokta: Bir tabakanın mana-yı işarîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletü’n-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet ben, Risaletü’n-Nur’un has şakirdlerini işhad ederek derim:

Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazi yok, Kur’an’dan başka üstadı yok, Kur’an’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.

Üçüncü Nokta: Resaili’n-Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîm’in mazharı olduğundan bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahman ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki:

تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarîh bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin’in nüzulü olduğu gibi mana-yı işarîsiyle de her asırda o Kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyiz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin bürhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususi iltifatla alıyor.

Dördüncü Nokta: İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bi’l-ittifak tekellüfsüz, manaca ve cifirce Resaili’n-Nur’un başına parmak basmaları ve başta Âyeti’n-Nur on parmakla ona işaret etmesi ve eskiden beri ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medar-ı istihracat ve hattâ hususi tarihlerde ve mezar taşlarında ediblerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun’î ve kasdî yapılsa yalnız bir letafet, bir zarafet, bir cezalet olur.

Evet, edibler hususi ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kur’an’ın bu kadar âyât-ı meşhuresi icma ile ve ittifakla Risalei’n-Nur’a işaret ve tevafukları sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirdlerine bir beşarettir.

Beşinci Nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört beş tanesini numune için beyan edeceğiz:

Birincisi: Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberîde surelerin başlarındaki الٓمٓ ۞ كٓهٰيٰعٓصٓ gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: “Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular.

İkincisi: Hazret-i Ali radıyallahu anhın en meşhur Kaside-i Celcelutiye’si, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.

Üçüncüsü: Cafer-i Sadık radıyallahu anh ve Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.

Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için, iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken sun’î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.

Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en latîf düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış.

Mesela, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri hattâ hüceyratları, mesamatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni’-i Hakîm-i Zülcemal’in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.

İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrası ve lisanü’l-gayb olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi işaratında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.

İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.

Sure-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ olan âyetler, sâbık ihtarın ikinci noktasında, münasebet-i maneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz.

Şöyle ki: İki ت sekiz yüz, iki ن yüz, iki م seksen, iki ك kırk, üç ز yirmi bir, üç ى otuz, bir ب bir ح on “lafzullah” altmış yedi, bir ع yetmiş, dört ل dört ا yüz yirmi dört olup yekûnü bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’an’ın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor.

Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletü’n-Nur’un en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’yle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin kırk ikide intişarları ve kırk altıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki bu âyet ona hususi bir iltifatı var.

Hem nasıl ki bu âyetler telif ve intişarına işaret ederler, öyle de yalnız تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ kelimesi Risaletü’n-Nur’un ismine –şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle– gayet cüz’î bir farkla tevafuk edip remzen bakar, kendine kabul eder. Çünkü تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ kelimesi dokuz yüz elli bir (951) ederek Risaletü’n-Nur’un makamı olan dokuz yüz kırk sekize (948) sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar.

Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil belki ekseriyetle Kur’an’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’aniyedir.

Cây-ı dikkattir ki birinci حٰمٓ olan Sure-i Mü’min’de تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ makam-ı cifrîsi, bazı mühim âyetler gibi bin üç yüz yetmişe (1370) bakıyor. Acaba on beş yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur’an zuhur mu edecek, yahut Resaili’n-Nur’un bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı mı olacak bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.

Yirmi Beşinci Âyet

حٰمٓ ۞ تَنْزٖيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ âyet-i kudsiyesidir. Bu âyetin mana-yı işarîsi, Resaili’n-Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. Bir ciheti şudur ki Risaletü’n-Nur’un ve şakirdlerinin mesleği, dört esas üzerine gidiyor.

Birincisi tefekkürdür, Hakîm ismine bakıyor.

Biri de şefkattir, hadsiz olan fakrını hissetmektir ki Rahman ve Rahîm isimlerine bakıyor.

Hem şu âyet nasıl ki Resaili’n-Nur’un telif ve tekemmül tarihine tevafukla parmak basıyor, öyle de تَنْزٖيلٌ kelimesiyle –vakıf mahalli olmadığından tenvin “nun” sayılmak cihetiyle– makamı beş yüz kırk yedi (547) olarak Sözler’in ikinci ve üçüncü ismi olan Resaili’n-Nur ve Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekiz veya kırk dokuza (548-549) şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle pek cüz’î ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen ona bakar, dairesine alır.

Hem حٰمٓ ۞ تَنْزٖيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in makam-ı cifrîsi, bir vecihle, yani tenvin “nun” sayılsa ve şeddeli iki “ra”daki lâm-ı aslî hesap edilse حٰمٓ , حَامٖيمْ telaffuzda olduğu gibi olsa bin üç yüz elli dört veya beş (1354-1355) eder. Ve diğer bir vecihte, yani tenvin sayılmazsa bin üç yüz dört (1304) eder. Üçüncü vecihte, yani telaffuzda bulunmayan iki “lâm” hesaba girmezse bin iki yüz doksan dört (1294) eder.

Birinci vecihte, tam tamına Resaili’n-Nur’un telifçe bir derece tekemmülü ve fevkalâde ehemmiyet kesbetmesi ve fırtınalara tutulması ve şakirdleri kudsî bir teselliye muhtaç oldukları Arabî tarihiyle şu bin üç yüz elli beş ve elli dört tarihine, hem otuz bir adet Lem’alardan ibaret olan Otuz Birinci Mektup’un telif zamanına, hem o mektubun Otuz Birinci Lem’a’sının vakt-i zuhuruna ve o Lem’a’dan Birinci Şuâ’nın telifine ve o Şuâ’nın yirmi dokuz makamında otuz üç adet âyâtın Risale-i Nur’a işaretleri istihraç edildiği hengâmına ve yirmi beşinci âyetin Risale-i Nur’a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise Kur’an’ın i’caz-ı manevîsine yakışıyor. Gayet latîf ve müjdeli bir tevafuktur.

İkinci vecihte, yani bin üç yüz dört (1304) makamıyla Risale-i Nur’un tercümanı, Risale-i Nur’un basamakları olan mebâdi-i ulûma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede besmelesini çektiği ve fatiha-i hayat-ı ilmiyede “Bismillahirrahmanirrahîm” okuduğu zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor, arkasını sıvatıyor “Haydi git, selâmetle çalış!” remzen diyor.

Üçüncü vecihte, yani bin iki yüz doksan üç veya dört (1293-1294) olan makam-ı cifrîsiyle o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin iptidasına tam tamına tevafuk sırrıyla îma eder ki onun hayatı çok dehşetli dağdağaları ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber daima Rahman ve Rahîm isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen mün’imane haber veriyor. Bu suretle Kur’an’ın manevî i’cazından ihbar-ı gaybî nevinin bir şuâını gösteriyor.

Yirmi Altıncı Âyet

Sure-i Hud’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetinin iki satır sonra gelen وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ âyetidir. Şu âyetin şeddeli “mim” ve şeddeli “lâm” ve şeddeli “nun” ikişer sayılmak ve اَلْجَنَّةِ deki ة vakıfta olduğundan ه olmak cihetiyle makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli iki (1352) olmakla tam tamına Resaili’n-Nur şakirdlerinin en meyusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üç yüz elli iki tarihine tam tamına tevafukla o acınacak hallerinde kudsî ve semavî bir teselli, bir beşarettir. Ve âyetin münasebet-i maneviyesi bir iki risalede, yani Keramat-ı Aleviye’de ve Gavsiye’de beyan edilmiştir. وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا deki سُعِدُوا kelimesi فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ deki سَعٖيدٌ kelimesine Kur’an sahifesinde tam muvazi ve mukabil gelmesi, bu tevafuka bir letafet daha katar. Bu âyetin küllî ve çok geniş mana-yı kudsîsinin cüz’iyatından Risale-i Nur şakirdleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüz’îsi bu asırda bin üç yüz elli ikide bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.

Eğer فَفِى الْجَنَّةِ kelimesinde vakfedilmezse ve خَالِدٖينَ kelimesiyle rabtedilse o vakit ة , ه olmaz. Fakat daha latîf tesellikâr bir tevafuk olur. Çünkü وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا kaide-i nahviyece mübtedadır. فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدٖينَ onun haberidir. Bu haber ise makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) adediyle, bin üç yüz kırk dokuz tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur’an hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı cennet ve ehl-i saadet olduğunu mana-yı işarîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder. Ve bu tarihte Risale-i Nur şakirdleri Kur’an hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin telifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzaratı tezahür ettiğinden elbette bu tarihe müteveccih ve işarî, tesellikâr bir beşaret-i Kur’aniye en evvel onlara baktığını gösterir.

Evet فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدٖينَ de şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle ت dört yüz, خ altı yüz, bin eder. İki ن yüz, bir ى iki ف bir ل iki yüz; diğer ل otuz, ikinci ى on, iki elif iki, bir ج üç, bir د dört, kırk dokuz eder ki yekûnü bin üç yüz kırk dokuz (1349) eder.

Bu müjde-i Kur’aniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. Şöyle ki: Isparta’da başımıza gelen bu hâdiseden bir ay evvel bir zata rüyada (ona) deniliyor ki:

“Resaili’n-Nur şakirdleri, iman ile kabre girecekler, imansız vefat etmezler.”

Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur’aniyenin bir müjdecisi imiş. (Hâşiye[5])

Yirmi Yedinci Âyet

Sure-i Saf’ta يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ dur. Bu âyetteki نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ cümlesinin makam-ı cifrîsi, bin üç yüz on altı veya yedidir (1316-1317). Ve bu tarih ise sâbıkan yirmi birinci âyetin hâtimesinde zikredilen inkılab-ı fikrî sadedinde; Avrupa’nın bir müstemlekat nâzırı, Kur’an’ın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resaili’n-Nur müellifi dahi ona karşı o inkılab-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe hem yedi surede yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ aynı tarihe hem طٰسٓ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ dahi aynı tarihe hem هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ dahi aynı tarihe hem اِنَّ رَبّٖى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ dahi şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak ve tenvin sayılmamak cihetiyle aynı tarihe hem فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanı dahi aynı tarihe hem نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ dahi aynı tarihe bi’l-ittifak muvafakatları elbette remizden, işaretten, delâletten ziyade bir sarahattir ki Risale-i Nur o Nur-u İlahînin bir lem’ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mana-yı işarîsiyle müjdeliyor.

Hem bu cifrî ve müteaddid ve manidar tevafuklar ise kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler. Evet, Resaili’n-Nur’un yüz yirmi dokuz risaleleri, yüz yirmi dokuz elektrik lambalarının şişeleri misillü Kur’an nur-u a’zamından uzanan tellerin başlarına takılıp o nuru neşrettikleri meydandadır. Risale-i Nur’un yarı ismi iki defa bu cümle-i âyette bulunmasıyla o münasebeti letafetlendiriyor.

Yirmi Sekizinci Âyet

Sure-i Tevbe’de يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ âyetindeki نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i maneviyesiyle beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (1324) ederek, Avrupa zalimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir sû-i kasd planı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyet-perverleri, hürriyeti yirmi dörtte ilanıyla o planı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf altı yedi sene sonra, Harb-i Umumî neticesinde yine o sû-i kasd niyetiyle Sevr Muahede’sinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan planlarını akîm bırakmak için Türk milliyet-perverleri cumhuriyeti ilanla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dörde, tâ otuz dörde, tâ elli dörde tam tamına tevafukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resaili’n-Nur müellifi yirmi dörtte (1324) ve Resaili’n-Nur’un mukaddimatı otuz dörtte (1334) ve Resaili’n-Nur’un nurani cüzleri ve fedakâr şakirdleri elli dörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telaşa sevk ettiler ve bu itfa sû-i kasdına karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’an’a muhalif haletlerin ekserisi, o sû-i kasdların ve Sevr Muahedesi gibi gaddarane muahedelerin vahim neticeleridir.

Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli “lâmlar” gibi bir sayılsa o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksan üç (1293) muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.

Şimdi hatıra geldi ki eğer şeddeli “lâmlar” ve “mim” ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nurani nükteleri var. اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.

Yirmi Dokuzuncu Âyet

Sure-i İbrahim’in başında الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer.

Birincisi: اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kur’an’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal ve hususan nur lafzı, Resaili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi makam-ı cifrîsi şeddeli “nun” iki “nun” olmak üzere bin üç yüz otuz sekiz veya dokuz (1338-1339) ederek Harb-i Umumî zulümatında telif edilen Resaili’n-Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur’daki Nur lafzına îma ile bakıyor.

İkincisi: اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ cümlesi evvelki cümledeki Nur’u tarif ederek der: O Nur Cenab-ı Hakk’ın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi beş yüz kırk sekiz veya elli (548-550) olarak Resaili’n-Nur’un şeddeli “nun” bir “nun” olmak üzere adedi olan beş yüz kırk sekize tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki “elif” sayılsa mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı teyid eden hem letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki:

Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

Hem sâbık âyetlerde ise Resaili’n-Nur’un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgu ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra hem bu asra îmaları içindir ki Hazret-i Ali (ra) Ercuze’sinde ve Gavs-ı A’zam (ra) Kaside’sinde Resaili’n-Nur’a kerametkârane işaret ettikleri vakit hem o asra hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.

Üçüncüsü: مِنَ الظُّلُمَاتِ kelimesindeki الظُّلُمَاتِ ın adedi bin üç yüz yetmiş iki (1372) ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir Nur daima tenvire çalışacağına îma ile Risale-i Nur’un tenvirine remzen bakar.

Dördüncüsü: لِتُخْرِجَ النَّاسَ cümlesi diyor ki: “Bin üç yüz kırk beşte (1345) Kur’an’dan gelen bir Nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meal ise bin üç yüz kırk beşte fevkalâde tenvire başlayan Resaili’n-Nur’a tam tamına cifirce hem mealce muvafık ve mutabık olmakla Risale-i Nur’un makbuliyetine îma belki remzediyor.

Beşincisi: الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ deki اِلَيْكَ kelimesi Kur’an’a has baktığı için hariç kalmak üzere, الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ cümlesinin makamı Risaletü’n-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi Risaletü’n-Nur’un, Kitab-ı Münzel’in tam bir tefsiri ve manası olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünkü الٓرٰ üç yüz sekseniki, كِتَابٌ dört yüz yirmi üç, اَنْزَلْنَاهُ yüz kırk dört, yekûnü dokuz yüz kırk dokuz (949); eğer tenvin “nun” sayılsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek Risaletü’n-Nur’un –eğer şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa– adedi olan dokuz yüz kırk sekize (948), eğer şeddeli “nun” iki “nun” olsa dokuz yüz doksan sekize (998) sırlı (yani vahiy olmadığını ifade için) bir tek farkla tevafuk edip ona îma eder.

Elhasıl: Bu bir tek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i maneviyeyi gözeterek beş adet îmaları bir kuvvetli işaret belki bir delâlet hükmüne geçebilir kanaati, bana bunu yazdırdı. Hata etmişsem Kitab-ı Mübin’i şefaatçi edip Erhamü’r-Râhimîn’den kusurumun affını niyaz ederim.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Yirmi Dokuzuncu Âyetin Sehvine Dair Tafsilat

Küçük bir sehivden kuvvetli bir işaret-i gaybiye gördüm. Ondan bildim ki o sehiv bunun içinmiş. Şöyle ki:

Birinci Şuâ olan İşarat-ı Kur’aniyenin yirmi dokuzuncu âyet Sure-i İbrahim’in başında, الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ içinde اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesine, makam-ı cifrîsi sehven bin üç yüz otuz dört (1334) ederek Risale-i Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin zuhuru ve tabı tarihine tevafukla bakar denilmiş. Halbuki melfuz harflerinin makamı, bin üç yüz otuz dokuz (1339) olup o tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dârülhikmet tarafından ekser müftülere gönderilen nüshalar, müteaddid ve maddî ve manevî inkılabların sarsıntılarından vikaye noktasında –çok emareler ve müftülerin itirafıyla– birer kale ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılınç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla takdirkârane bakar. Okunmayan iki “elif” sayılsa bin üç yüz kırk bir (1341) edip Risale-i Nur’un mebde-i zuhuruna tam tamına tevafukla bakar.

Bu küçük sehiv şöyle bir manayı birden kuvvetli ihtar etti ki: O Sure-i İbrahim’in (as) başındaki âyetin Risale-i Nur’a remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değil belki o birinci sahife âhirine kadar münasebat-ı maneviye cihetinde bir mana-yı remziyle –efrad-ı kesîresi içinde– Risale-i Nur’a gizli bir hususiyet ile îma eder, remzen bakar. Ben şimdilik o hakikat-i remziyeyi beyan edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecek.

Evet, Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (as) hususi meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu surede daha ziyade Risale-i Nur’u kucağına alıyor. Baştaki âyet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kur’an’dan çıkan bir nura parmak bastığı gibi en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur’un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.

Üçüncü Âyet: اَلَّذٖينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولٰٓئِكَ فٖى ضَلَالٍ بَعٖيدٍ

Bu dahi üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar.

Ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın –imanları beraber olduğu halde– ve bir kısım ehl-i ilmin –âhireti tam bildikleri halde– onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ ile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adâvetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Ve üçüncü cümlesi olan وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki kâinatı idare eden İlahî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”

İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mana-yı işarîsiyle çok efradı içinde hususi baktığı gibi tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor. Evet, evvelki cümle olan اَلَّذٖينَ يَسْتَحِبُّونَ nin makamı bin üç yüz yirmi yedi (1327); eğer şeddeli “lâm” ve “be” ikişer sayılsa Arabî tarihiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) edip o tuğyanlı taifenin savletli zamanını göstererek tam tevafukla bakar. وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا in makamı, tenvin “nun” olmak cihetiyle bin iki yüz dokuz (1209) ederek şeriat-ı İslâmiyeye sû-i kasd olarak ecnebi kanunlarını adliyeye sokmak fikri ve teşebbüsü tarihine tam tamına tevafukla bakar.

Ve bu emareler gibi çok îmalar ile baştaki âyetin kuvvetli işaret ettiği Risale-i Nur’un muarızlarına zahir bir surette baktığı gibi mefhum-u muhalifi delâletiyle dahi Risale-i Nur’a tam bakar. Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı şarkiyede Risale-i Nur imdatlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseler ve âyette بِاَيَّامِ اللّٰهِ tabir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mana-yı işarî ve remzî ile emrediyor.

Bu âhirki ehemmiyetli işareti beyan etmeme şimdilik izin olmadığından yalnız her birinin bir tek remzi gayet kısa beyan edilecek. Şöyle ki:

Dördüncü Âyetin وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهٖ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle ve risalet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında nâibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mana-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyeti tam yapan Risale-i Nur’u efradı içine hususi bir iltifatla dâhil edip lisan-ı Kur’an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.

Evet, bunun makamı رَسُولٍ deki tenvin “nun” sayılmak ve şeddeli “lâm” bir sayılsa bin üç yüz otuz sekiz (1338) ve şeddeli “lâm” iki sayılsa ve şeddeli “ye” bir sayılsa bin üç yüz elli sekiz (1358), her ikisi birer sayılsa bin üç yüz yirmi sekiz (1328); şeddeliler iki sayılsa tenvin sayılmazsa bin üç yüz on sekiz (1318) hem tenvin hem şeddeliler sayılsa bin üç yüz altmış sekiz (1368) ederek Risale-i Nur’un beş devresine ve beş vaziyetine remzen ve îmaen bakar.

Beşinci Âyette: اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِ

اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِ cümlesinde makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üç yüz elli bir (1351) ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i Kur’aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı maneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebat-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar.

Daha yazılacak çok gaybî işaretler var fakat izin verilmedi, şimdilik kaldı.

***

[1] Hâşiye: Bu beyanat-ı medhiye Said’e ait değildir. Belki Kur’an’ın bir tilmizini, bir hâdimini Said (ra) lisanıyla ve haliyle tarif eder. Tâ hizmetine itimat edilsin.

[2] Hâşiye: Yani mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihraçtır.

[3] Hâşiye: Telif tarihine göredir.

[4] Hâşiye: Yani Risaletü’n-Nur’un mertebesi ikinci ve üçüncüde olduğuna işarettir. Vahiy değil ve olamaz. Belki ilham ve istihraçtır.

[5] Hâşiye: Cihan saltanatından daha ziyade kıymettar bir müjde-i Kur’aniye, bir beşaret-i semaviye bu sahifede vardır.

Loading

Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar 1

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Bu Sikke-i Gaybiye’yi mahrem tutardık, yalnız has kardeşlerime mahsustu. Ben vefat ettikten sonra neşredilsin demiştim. Fakat zabıta geldi, adliye hesabına onu sakladığımız yerden çıkardılar. İki sene ellerinde kaldı. Üç mahkeme tetkikinden sonra iade edildi. Bize muhalif gayet nâmahremler dahi beraber okudular. Bize çok yabani insanlar gördüler. Bu iki defadır Isparta Adliyesinin eline başka risalelerle beraber girmiş, hiçbir itiraz edilmeden geri verilmiş.

Madem umumun nazarına istemediğimiz halde gösterilmiş ve madem Risale-i Nur’un ehemmiyetini ispat edip şakirdlerini şevke getiriyor, kuvve-i maneviyelerini ziyadeleştiriyor; elbette Medresetü’z-Zehra erkânlarının neşrine karar vermelerine iştirak ederim.

Said

***

Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme

Evvela: Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve istibdat ile ve merhametsiz tahribat ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlupların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fanteziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalaletin, en sert, sağır olan tabiatın, Kur’an’ın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek gaddarane hakiki sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiçbir şüphe yok ki:

Şimal’de, Garp’ta, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakiki sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette hiç şüphe yok ki:

Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla belki sarîhan ve işareten on binler defa dava edip, haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sâniyen: Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilaçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en sert ve kuvvetli kalesi olan tabiatı “Tabiat Risalesi”yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfakında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.

Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususi dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim (Hâşiye[1]) hem marifet hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

Ve hem hükûmet ve millet ve vatan hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faydası bulunan bu Kur’an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müthiş belalara ve anarşistliğe bir set olabilsin.

Sâlisen: Bu ramazan-ı şerifte, Kur’an’ı zevk ve şevk ile okumak, benim çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli hastalık, maddî manevî sıkıntılar, yorgunluk ve meşgalelerin tesiriyle telaş ettim. Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle mu’cizatlı yazılan mu’cizatlı cüzler ve Hâfız Ali ve Tahirî’ye pek çok sevap kazandıran parlak ve kerametli Hizbü’l-Ekber-i Kur’aniye’yi birbiri arkasından okumaya başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki bütün o yorgunlukları hiçe indirdi. Hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i Kur’aniyeyi onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kasd u azmettim ki mümkün olduğu derecede aynı Hizbü’l-Ekber-i Kur’aniye gibi fotoğrafla mu’cizatlı Kur’an’ımızı tabedeceğiz, inşâallah.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Nur’un fevkalâde has şakirdleri; Sikke-i Gaybiye müştemilatıyla, o evliya-yı meşhureden, kırk günde bir defa ekmek yeyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî’nin sarîh ihbarı ve evlatlarına vasiyeti ile ve Isparta’nın meşhur ehl-i kalp âlimlerinden Topal Şükrü’nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikati dava edip fakat iki iltibas içinde bu bîçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini ta’dile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet onlar, On Sekizinci Mektup’taki iki ehl-i kalp çobanın macerası gibi hak bir hakikati görmüşler fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:

Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı A’zam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazen de o şahs-ı manevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde; bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi; hilafet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâm’a bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâm’a hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.

Birinci vazife, o iki vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymettardır fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar.

İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tabire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telaşa verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur’un hakiki ihlasına ve hiçbir şeye, hattâ manevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için böyle büyük ve bâki hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez!

Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan Nur’daki ihlas zedelenir. Avam-ı mü’minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye dahi kazayâ-yı makbuledeki zann-ı galibe inkılab eder. Daha muannid dalalete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddiddir, onun pişdarıdır, denilebilir.

Umum kardeşlerimize binler selâm…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, fedakâr, vefadar kardeşlerim!

Bilirsiniz ki Ankara ehl-i vukufu Risale-i Nur’a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkâr edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde hissedar zannedip itiraz ederek “Böyle şeyler kitapta yazılmamalı idi, keramet izhar edilmez.” diye hafif bir tenkide mukabil müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem’alarıdır ki hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler şeklini alarak (şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için) ikramat-ı İlahiye nevindendir. İkram ise izharı bir şükürdür, caizdir hem makbuldür.

Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen bu cevabı bir parça izah edeceğim. Ve “Ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum ve ne için birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum. Ekser mektuplar o keramete bakıyor?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken hem benimle lâekall yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faydalarına tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken kendimi misal alarak derim ki:

Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men’etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddî bir hastalık nevinde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.

Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine hem kendini müdafaa ettiği hem kıymetini tam gösterdiği gibi bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

Umum kardeşlerimin ve hemşirelerimin hâssaten duaları makbul mübarek masumlar taifesi ve muhterem ihtiyarlar cemaatinden her birerlerine binler selâm ve dua ederek ramazan-ı şeriflerini tebrik ederiz, dualarını rica ederiz.

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan ve gaybî işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır

Aynı meseleye bu birinci risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, remizler, îmalar, emareler aynı meseleye, aynı davaya ittifakla bakmaları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermiş.

Bu sekiz parçayı Ankara Ehl-i Vukufu tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalı idi. Keramet sahibi, kerametini yazamaz.” Ben de onlara cevap verdim ki: Bu benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir dedim. Onlar sustular, demek kabul ettiler.

Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybî imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfüruşluk verip sukutuma sebep olsa da ehemmiyeti yok. Bu hizmete yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevî hayat gibi uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için cehennemi kabul ederim.

Said Nursî

***

İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye hakkında bir tenbih ve ihtardır

Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa muannid bir nâmahremin eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî ve inat nazarıyla bir iki yerine haksız bir itiraz ile ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden; bu mecmua, Risale-i Nur’un has talebelerine belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına müsaade olmasıyla beraber, şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese değil belki ehl-i insaf ve Risale-i Nur’la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara ve haslardan birkaç şakirdin tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık. Şimdi ise iki sene iki mahkeme tetkikden sonra bize iade edilmesinden neşrine mecbur olduk.

İkinci Nokta: Bu risale baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakıyor. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbuliyetine bir imza basıldığını ispat ediyor. Böyle bir tek davaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi ilmelyakîn değil belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o davayı ispat eder.

Üçüncü Nokta: Bu risaleyi mütalaa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok; bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem Keramet-i Gavsiye’nin âhirinde, Şamlı Hâfız Tevfik’in fıkrasından başlayıp âhire kadar mütalaadan sonra ve baştaki mukaddimeyi okuduktan sonra (Hâşiye[2]) istediği parçayı okusun.

Said Nursî

***

Şamlı Hâfız Tevfik’in Fıkrası

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Mukaddime: Malûm olsun ki: “Zübdetü’r-Resail Umdetü’l-Vesail” namında kutbü’l-ârifîn Ziyaeddin Mevlana Şeyh Hâlid kuddise sırruhunun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi on üç sene mukaddem, Bursa’da Hoca Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde kitaplarımın içerisinde bir şey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlana Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanî’den sonra tarîk-i Nakşînin en mühim kahramanıdır. Hem tarîk-i Hâlidiye-i Nakşiyenin pîridir.” Risaleyi mütalaa ederken Hazret-i Mevlana’nın tercüme-i halinde şu fıkrayı gördüm:

Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şerifine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyyeti ve’l-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.

Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki tevellüdü 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki 1224 tarihinde saltanat-ı Hint’in payitahtı olan Cihanabad’a dâhil olmuş. Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidiyete başlamış. Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbedip vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir.

Hem içinde gördüm ki Hazret-i Mevlana’nın (ks) nesli, Hazret-i Osman bin Affan radıyallahu anha mensuptur.

Sonra gördüm ki tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye bâliğ olmadan evvel a’lem-i ulema-i asr ve allâme-i vakit olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.

Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar:

Birincisi: Hazret-i Mevlana 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise Arabî 1293’te, tam Mevlana Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlana’nın (ks) tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’te girmiş. Üstad ise aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine hazırlanmış.

Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam’a naklettirilmesi 1238’de vaki olmuştur. Üstad ise aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip onlarla uyuşamayıp; onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said Hâdisesi’nin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş, ondan korkarak Burdur ve Isparta, Kastamonu, Afyon vilayetlerinde sekizer sene, yirmi beş sene ikamet ettirilmiş.

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-ü ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstad ise tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki on dört yaşında icazet alıp a’lem-i ulema-i zamana karşı muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken, icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.

Hem Hazret-i Mevlana, neslen Osmanlı olduğu ve sünnet-i seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi Üstadım Kur’an-ı Hakîm’e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasında gidip Hazret-i Mevlana (ks) gibi Risale-i Nur eczalarıyla –bütün kuvvetiyle– sünnet-i seniyenin ihyasına çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fâsıla ile Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesiratı; Hazret-i Mevlana’nın (ks) tarîk-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (Hâşiye[3])

Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur Kur’an’a ait olup medh ü sena Kur’an’ın esrarına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlana’nın birkaç farkı var:

Birincisi: Hazret-i Mevlana, zülcenaheyndir. Yani hem Kādirî hem Nakşî tarîkat sahibi iken, Nakşîlik tarîkatı onda daha galiptir. Üstadım bilakis Kādirî meşrebi ve Şazelî mesleği onda daha ziyade hükmediyor.

Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlana (ks) Hindistan’dan tarîk-ı Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylanî’nin (ks) ba’de’l-memat, hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın (ks) manen tasarrufu cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend’le (ks) İmam-ı Rabbanî’nin (ks) ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: “Mevlana Hâlid (ks) senin evladındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî (ks), onların iltimasını kabul ederek Mevlana Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra birden Mevlana Hâlid (ks) parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler. (Üstadımın sözü burada tamam oldu.)

İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlana’nın (ks) şahsiyeti ise kutbü’l-irşad, merciü’l-has ve’l-âmm olmuştur.

Üçüncü fark: Hazret-i Mevlana (ks) zü’l-ecnihadır. Fakat zamanın muktezasıyla sünnet-i seniyeye çok kuvvet vermekle beraber –ilm-i tarîkatı esas tutmak cihetiyle– tarîkatı daha ziyade tutmuş, o noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu dehşetli zamanın muktezasıyla, ilm-i hakikati ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarîkata üçüncü derecede bakmışlar.

Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddid gönderiyor.” vaad-i İlahîsine binaen Hazret-i Mevlana Hâlid, ekser ehl-i hakikatçe bin iki yüz senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür. Kanaat verir ki –nass-ı hadîsle– Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.

Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende değil. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.”

Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.

Şamlı Hâfız Tevfik

***

Re’fet Bey ve Hüsrev ve Rüşdü gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden buldukları bir tevafuk-u latîftir

Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafukat-ı acibe:

Risale-i Nur’un mazhar olduğu inayatın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilayeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde –Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle– muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nur’dan binler adam Isparta’da imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza etti.

Vaktâ ki Üstadımızın Barla gibi latîf ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalpleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur’un müellifi olan Üstadımızın nazarı Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle Isparta’ya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zalim ehl-i dünyanın teşebbüskârane harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak, Üstadımız Isparta’ya getirildi.

Fakat Üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menbaı kesilmiş; ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.

Risale-i Nur’un en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilayeti olduğu için Risale-i Nur hakkındaki inayat-ı Rabbaniyeyi pek yakında temaşa eden Risale-i Nur’un şakirdleri olan bizler, acib bir vakıaya daha şahit olduk.

Bu hâdise ise: Risale-i Nur müellifinin Isparta’ya teşrifini müteakip bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretle yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatla iştigal eden halkın yüzleri –Risale-i Nur’un nâil olduğu inayetten ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek– gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti.

Güya Risale-i Nur yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için Cenab-ı Hak’tan yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak, öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki bir misli doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki bu tarih, Üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususi bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki:

Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım diye telaş ediyordu. Üçüncü ve dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den –değirmenleri çeviren suyu göstererek– “Isparta’nın suyu bu kadar mıdır?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcük’ün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur.” dedi.

Üstadımızın Isparta’da çok talebeleri bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki elli seneden beri Isparta böyle hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahi’l-hamd bu kerem-i İlahî neticesi olarak Üstadımız “Bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım bir şey varsa o da –her yerde olduğu gibi– Barla’da bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.” diyor.

Mustafa, Lütfü, Rüşdü, Hüsrev, Bekir Bey, Re’fet (r. aleyhim)

***

Risale-i Nur bereketine ait yağmur hâdisesini teyid eden Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman, Mustafa Çavuş ve Bekir Bey ve Şem’î’nin (r. aleyhim) bir fıkrasıdır

(Isparta’daki kardeşlerinin fıkrasındaki davayı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.)

Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususi baktığına, kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesinin hususi bir şekilde hizmet-i Kur’an ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.

Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedit oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine set çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki yağmur gelmiyor. Öyle ise madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresi’ni şefaatçi yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”

Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi (rh) bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, Üstadımız daima itimat ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye (rh) söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed’in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul olan Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

İşte bu hâdise kat’iyen delâlet ediyor ki o yağmur, hizmet-i Kur’an ile münasebettardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var. Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.

İkinci Suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın Üstadımız ve biz (yani Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed… filan) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur’an’ı şefaatçi yaptı. Birden o güneş altında, her birimizin ellerine yedi sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası anında dua eden her ele, yedi sekiz damla düşmesi gösteriyor ki bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Ve nitekim de öyle olmuştur.

Elhasıl: Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, şu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz.

Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman (r. aleyhim)

***

Sadakatte meşhur olan Barlalı Süleyman’ın vazife-i sadakatini tamamıyla yapan Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün bir fıkrasıdır

Aziz Üstadım!

Kardeşlerimin Yirmi Yedinci Mektup’a giren fıkralarını, kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan kendi fıkralarımdır diye başka fıkra yazmaya lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nur’un kerametine temas eden bazı hâdiseler benimle de münasebettar olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki onlar münasebetiyle benim de bir hususi fıkram kardeşlerimin hususi fıkraları içine girsin diye o hâdiselerden bazı latîf tevafukatı ve bazı rüya-yı sadıkayı ve birkaç hâdiseyi yazıyorum.

Bu rüyalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rüya-yı sadıkadır. Çünkü hadîsçe sabittir ki Peygamber aleyhissalâtü vesselâm görülen rüyada şeytan o rüyaya karışamıyor. Bu rüya-yı sadıkadan her biri –gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz– fakat her birinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:

Birincisi: Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, camide Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık’a (ra) emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekiri’s-Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı Yirmi Dokuzuncu Söz’dedir.”

İkincisi: Risale-i Nur’un şakirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rüyamda, şemail-i şerife muvafık, gayet nurani bir surette Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur nâşirlerinin Üstadı olan zat içeriye girdi. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, Üstadımıza şefkatkârane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.

Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendi’dir. Rüyada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm gelmiş.” O da koşarak gidip Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.

Dördüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rüyasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şakirdleri imansız ölmezler, kabre iman ile girerler.”

Bu rüyalar Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile münasebettar olmak cihetiyle, o rüyalar zamanında “Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi” münasebetiyle latîf ve küçük bir iki tevafukun letaifini zikredeceğim. Şöyle ki:

Risale-i Nur eczalarından birkaç vecihle kerameti görülen, mu’cizat-ı Ahmediyeye dair On Dokuzuncu Mektup’un tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) mazhar yedi çocuğun bahsine geldiği vakitte, Meliha isminde yedi yaşındaki kızım, umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi, o yedi çocuk bahsini masumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği halde kendine verildi, çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.

O saatten on dakika evvel hem On Dokuzuncu Mektup hem Mi’rac Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. On Dokuzuncu Mektup’un yüz elli sahifesi içinde bir tek sahifede kuru direğin ağlamasından bahis var. Mi’rac Risalesi’nde altı yüz satırdan bir tek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitaplarda birden bir tek sözü söylediklerini ben işittim. O da kuru direğin ağlaması idi. Her biri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayret ile dedim: “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık. Mi’racın tashihi aynı kelimeye geldiği gibi On Dokuzuncu Mektup’un tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şüphemiz kalmadı ki yedi yaşında Meliha’nın yedi çocuk bahsine tevafuku ve bu iki kısım musahhihlerin aynı kelimede ittifakları, o Mu’cizat-ı Ahmediye bahsinin bir kerametinin bir şuâıdır.

Yine Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın mektubuyla münasebettar üçüncü bir tevafuk: Milas’tan gelen ve oraya gönderilen kitapların listesini bir sebebe binaen saklamak lâzım gelmişti. Üstadım, bu listeyi saklamak için bana verdiğini biliyormuş. Bir gün o listeye lüzum olacağını düşünerek, benden isteyecekti. Fakat istememişti. O gece kalkar, o listeyi seccadesinin yanında görür, hayret eder. Bu saklandığı yerden çıkıp nasıl burada bulunsun? Sabahleyin benden soruyor. “Ben getirmedim, haberim yok.” dedim. Zaten gece yanına çıkmamıştım. Bunda bir mana var. Biz düşündük, aynı gün Milas’tan listeye göre kitap istemeye bir hak kazanmak için Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın Mısır Azizi Mukavkis’e yazdığı mektup, eski Mısırlılara ait kitaplar içinde bulunarak İstanbul’a gönderilmiş. Bu mektubun fotoğrafla alınan aynının bir sureti, o gecenin gündüzünde bize geldi, o geceki liste hâdisesine tevafuk etti. Bunda şüphemiz kalmadı ki saklı olan o listenin kendi kendine orada bulunması, bu mektub-u Nebeviyenin gelmesine bir istikbal ve bir işaret idi.

İşte o günlerde Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm rüyada Risale-i Nur’la münasebettar görülmesi ve mektup da aynı vakitte gelmesi, o günlerde telif edilen hastalara ait yirmi beş deva-yı maneviyeyi beyan eden Yirmi Beşinci Lem’a ve iktisada ait On Dokuzuncu Lem’a ve onların akabinde ihtiyarlara ait yirmi altı ricayı beyan eden Yirmi Altıncı Lem’a’nın telif zamanlarına tevafuk etmesi şüphe bırakmıyor ki bu üç risale, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın makbuliyetine mazhar olmuş.

Yine Risale-i Nur’la münasebeti tahakkuk eden hâdiselerden birisi de şudur ki: Risale-i Nur’un Isparta’ya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz. Ezcümle:

Şükrü Efendi hem kendi köşkünü hem merhum kardeşi Nuri Efendi’nin köşkünü Risale-i Nur’un ders ve telifine verdiği bir zamanda, onun şehirdeki evine muttasıl büyük bir haliçe binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendi’nin evine sirayet etmedi, hattâ yanan haliçe binasının müştemilatından olup haliçe binası ile Şükrü Efendi’nin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat Risale-i Nur ile alâkaları olanların şüpheleri kalmadı ki Şükrü Efendi Risale-i Nur’un telifine bu iki köşkü verdiği için onun bereketiyle hârika bir surette hem kendi hanesi hem merhum kardeşinin hanesi, o müthiş yangından kurtuldu.

Hem Risale-i Nur yazın nasıl ki büyük bir yağmur ve rahmete sebep olduğu delillerle beyan edilip Gavs-ı Geylanî’nin (ks) kerametine dair risalede kaydedilen hâdise, Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi; bu seneki kışta Risale-i Nur’un merkez-i faaliyeti, Barla’dan Isparta’nın bağlarına nakledilmiş idi. Bağlarda soğuk ve fırtına, şehirden çok şiddetli oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i Nur’un dersi tatil olmamak ve nâşiri de dayanabilmek için bir eser-i rahmet olarak bu senenin kışı gayet mutedil geçti.

Evet, herkes biliyor ki şimdiye kadar böyle mutedil ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda görülmemişti. İşte bugün, yeni mart on iki, eski şubat yirmi yedidir. Sitte-i Sevr denilen fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bugün, Nevruz günü gibi açıktır, güzeldir. Nasıl ki Risale-i Nur’un bereketi yüzünden rahmet-i İlahiye yaz ortasında bir bahar getirdiğini kanaat verecek emareler ile görmüştük; öyle de bu kış ortasında Risale-i Nur’un bereketi yüzünden bir güz mevsimi olmasına bir vesile olduğuna kanaat ettik.

Hem Risale-i Nur eczasından İktisat Risalesi’nin telifine çok yakın bir zamanda, Üstadımın maişetindeki iktisadı ifrat derecesine girmişti. Ben ve Hüsrev ve daha diğer arkadaşlarımız bütün biliyoruz ki: Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün ramazanda yediği gıdayı hesap ettik, bir tek francala ekmeği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya iştihası olmadığı için yemiyordu. Bu hal, ramazandan sonra ona yazdırılacak olan İktisat Risalesi’nin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.

Ve bir de Risale-i Nur’un takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise şudur ki: Isparta’nın mühim bir âliminin, takriben otuz kırk sene evvel yazdığı istikbale dair kasidesinin fıkraları, Risale-i Nur’a tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nur’u gösteriyor. Şöyle ki:

Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalp ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zatın kerametkârane buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zat bu dalaletli zamanımızdan bahsettiği gibi bir fıkrası da Harb-i Umumî’den bahsediyor gibi görünüyor. Çünkü bu şiirinde diyor:

“Âferin çarha ki çattırdı kuduzu kuduza.”

Yani bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi. Ve iki satır sonra yine diyor:

“Sûk-i asr içre bütün dâd ü sited, küfr ü dalal

Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”

Yani o asrın çarşısında alışveriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâm’ın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:

“Şükriyâ bilmezem esrar-ı gaybdan amma

Ya ileri ya geri, takrib ederim üç otuza.”

Kendi tefsir ediyor, yani otuz üçe. Şiddetli kafiyesini müraat için otuz üç yerine “üç otuz” demiştir. Hem Harb-i Umumî’ye işaret ettiği fıkrasıyla “Dinsizlik düsturları, kanunları, o asır çarşısında hükmettiği…” fıkrasının ortasında şöyle diyor:

“Eriş ey avn-i şeriat (Hâşiye[4]) eriş ey muhyiddin!

Elem-i rîş-i (Hâşiye[5]) cefa sineden erişti öze.”

Şimdi benim kanaatim geliyor ki bu zat, otuz üç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” diyor. Yani vefatından takriben otuz üç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenab-ı Hak duasını kabul etmiş ki vefatından otuz kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.

Talebeniz ve hizmetkârınız

Süleyman Rüşdü

***

Risale-i Nur’un müsadere hâdisesi münasebetiyle Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün, evvelki fıkrasına zeyl olarak yazdığı bir fıkrasıdır

Risale-i Nur şakirdlerinin merkezi olan Şükrü Efendi’nin köşkünün komşusu seksen yaşında muhterem Alîl Osman Çavuş namında bir zat, Risale-i Nur nâşirlerine hücum zamanından bir gün sonra rüyasında görüyor ki: Güneş ile kamer, beraber olarak köşkün içine girip parlıyorlar.

Diğer bir rüyada Keçeci Mustafa Efendi’nin hafidi Bekir yine hâdise-i elîmeden bir iki gün sonra görüyor ki: Güneş kıble tarafından çıkıyor. Şuâatı içinde güneş yüzünde Risale-i Nur nâşirinin sureti temessül edip aynen güneşin kursunda görünüyor.

Hem mütedeyyin bir kadın, yine hâdiseden sonra görüyor ki: Semavattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Soruyorlar: “Bu nedir?” Rüyada demişler: “Risale-i Nur’un sahifeleridir.” Yani tabirce Risale-i Nur, Kur’an’ın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur’an’ın semavî ve ilhamî bir tefsiridir. Hem yağmur gibi insanlara kesretli bir rahmettir.

Hâdisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şakirdlerinin her biri bir cesedin azaları gibi bir cihette o cesede gelen müessir bir arızayı bütün azanın hissetmesi nevinden; bu hâdiseyi Risale-i Nur’un dört şakirdi, vukuundan bir iki gün evvel şöyle gördüler: Üçü, yani Mehmed Zühdü, Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur nâşirlerinin üstadını vefat etmiş görüyorlar ki vefat ise tabirce Risale-i Nur’un tatilini haber veriyor. Dördüncüsü, Fâzıl Bey görüyor ki –Hâdiseden bir gün evvel– rafta kitapları karıştırır, bazı kitapları düşürür. Üstad bana hiddet ediyor, ben de diyorum: “Re’fet düşürdü.” Birden haneye polisler doluyorlar, her şeyi alıyorlar.

Hem bundan yedi buçuk ay evvel Risale-i Nur nâşirlerine gelen elîm polishaneye çağırma meselesinde Risale-i Nur’un şakirdlerinin dört tanesi (aynı hâdiseyi bir ikisi, yani Rüşdü ile Lütfü aynen görüyorlar, ikisi de az bir tabirle) aynı hâdiseyi görmeleri ve bu defaki hâdiseyi, yine dört tane şakirdler aynen görmesi gösteriyor ki Risale-i Nur şakirdleri, bir cesedin azaları gibidirler ki Risale-i Nur’a gelen hâdiseyi, bir cesedin azaları gibi hissediyorlar.

Hem Risale-i Nur şakirdlerinden Bekir’e o musibet gününden bir gün evvel biri demiş: “Üstadın seni çağırıyor!” Bir hiss-i kable’l-vuku ile ikinci gün Üstadının başına gelen ve rahmet-i İlahiye ile hafif geçen müthiş musibeti, düşmanların planları derecesinde büyük, ağır hissetmiş tarzında, ağlayarak gayet korkaklık ve halecan ile koşup geldi. O halecan ve ağlamasına hiç sebeb-i zahirî yokken yine heyecanını, ağlamasını teskin edemiyordu. Demek Risale-i Nur’a gelen musibet, şakirdlerini kerametkârane ikaz ediyordu.

Hem musibetin aynı gününde Üstadımız gezmekten dönerken –Hüsrev ve Mehmed’in ihbarıyla– birdenbire sebepsiz ehl-i dünyaya karşı hiddete başlamış. Yirmi beş sene evvel Divan-ı Harb-i Örfîde kendi idam kararını beklerken sebepsiz, kalpsiz, rütbeli iki adam, mahpus olduğu koğuşa tahkir için geldikleri zaman gayet acib bir surette söylediği o hale mahsus meşhur bir şetmi üç defa zalim ve garazkâr ehl-i dünyaya karşı sarf ediyor. “Benden ne istiyorsunuz?” diye bağırarak tekrar ediyor. Sonra susuyor. Aynı dakikada zabıta, köşkü basmak için yedi sekiz polis köşkün etrafına girdikleri zamana tevafuk ediyor.

Medar-ı ibret bir hâdise: Risale-i Nur nâşirlerinin tazyiki yüzünden âmirlerinin yanında yüz bulmak niyetiyle Risale-i Nur nâşirlerine ilişenlerin aks-i maksadıyla tokat yediklerinin yüz hâdiseden bir hâdisesi şudur ki:

Sebepsiz, sırf bazı garazkârların keyfi için Risale-i Nur nâşirlerine bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve belki mahvetmek için sureten kendini dost gösterip gayet hainane bir riyakârlıkla dairemize sokulup birtakım yalanlarla âmirlerini iğfal edip Risale-i Nur nâşirlerine müthiş darbe gelmesine vesile olan bir adam, teveccüh ve makam kazanmak değil, bilakis öyle bir tokat yedi ki dünyada kaldıkça vicdanı varsa vicdan azabı çektirecek. Hem o kolay vazifesinden müşkül bir vazifeye tahvil ettiler ve hem de ona yalancı nazarıyla baktılar. Ve hem nefret-i âmmeyi kazandı. Ve hem taharri hâdisesinden iki gün sonra bir ihtiyar adamı hanesinden çıkarıp yolda getirirken o ihtiyar zat, füc’eten, vefat edip hem mes’uliyet-i maddiyeye ve maneviyeye maruz kalmıştır.

Evet, Risale-i Nur’a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve manevî cehenneme dünyada girmeyi göze almalı.

Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şakirdlerinden olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rüyada görüyor ki: Isparta’nın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur nâşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor. (Hâşiye[6]) O da korkusundan uyanıyor. İki gün sonra Risale-i Nur’u tatil ve manen toprağa defnetmek niyetiyle küre-i arzı titretecek derecede bir hata ile Risale-i Nur’un eczalarını evrak-ı muzırra nevinden taharri edip, toplayıp merkez-i hükûmete tâ dâhiliye vekaletine gönderir. Hiçbir daire, kanunca mûcib-i muaheze ve mes’uliyet bir şey Risale-i Nur’da bulamadığından o manevî zelzele içinde öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur dirilip, yer yarılıp meydana çıktığı gibi; yine o rüya işaret ediyor ki bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir halâskâr, bir müncî suretinde musibetzedelerin imdadına yetişecek.

Risale-i Nur şakirdlerinden

(Yıldırım) Süleyman Rüşdü

***

Yirmi Yedinci Mektup’un Lâhikasından Alınmış Mühim Parçalar

BİRİNCİ MESELE

Birinci Şuâ’da bir iki âyetin işaretinde, Risale-i Nur’un sadık talebeleri iman ile kabre gireceklerini ve ehl-i cennet olacaklarını, kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarata tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim. Çoktan beri muntazırdım. Lillahi’l-hamd iki emare birden kalbime geldi:

Birinci Emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.

Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.

İkinci Yol: İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol; Risale-i Nur’un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksalar Risale-i Nur’un hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkün ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.

İkinci Emare: Risale-i Nur’un sadık şakirdlerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimi dualar oluyor ki o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.

Ezcümle: Risale-i Nur’un bir hâdimi ve bir tek şakirdi, yirmi dört saatte lâekall Risale-i Nur talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz defa Risale-i Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususi hüsn-ü âkıbetlerine ve iman ile kabre girmelerine aynı duayı en ziyade kabule medar olan şerait içinde ediyor.

Hem Risale-i Nur talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimi, masum lisanlarıyla dualarının yekûnü öyle bir kuvvettedir ki rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmez. Faraza mecmuu itibarıyla reddedilse de tek bir tane onların içinde kabul olunsa yine her biri selâmet-i iman ile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü her bir dua umuma bakar.

Said Nursî

***

Risale-i Nur’un kerametinin bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından bir iki hâdise beyan ediyorum

Birincisi: Hatip Mehmed namında ciddi bir ihtiyar talebe, İhtiyarlar Risalesi’ni yazıyordu. Tâ On Birinci Rica’nın âhirlerinde merhum Abdurrahman’ın vefatının tam mukabilinde, kalemi ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ yazıp ve lisanı dahi ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyerek hüsn-ü hâtimenin hâtemiyle sahife-i hayatını mühürleyip Risaletü’n-Nur talebelerinin iman ile kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’aniyeyi vefatıyla imza etmiş. Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten, âmin!

İkincisi: Sizin telifiniz olan Fihriste’nin tashihinde, bir müstensihin noksan bıraktığı bir sahifeyi, Tahsin’e dedim: “Yaz!” O da yazmaya başladı. Simsiyah mürekkepten ve temiz kalemle birden, yazdığınız ikinci cilt Fihriste’nin makbuliyetine hüccet olarak o siyah mürekkep güzel bir kırmızı suretini aldı. Tâ yarım sahife kadar biz bu garib hâdiseye taaccüb ederek bakarken o mürekkep simsiyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı, aynı kalem, aynı hokka tam siyah yazıldı.

Bir zaman Barla’da, bağlardaki köşkte, Şamlı Hâfız ve Mesud ve Süleyman’ın müşahedesiyle aynı hâdiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:

Ben, sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm; birden mütebâkisi çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti. Risale-i Nur kâtiplerini şevklendirdi. Gözümüze silsile-i kerametin bir ucunu ve tereşşuhunu gösterdi.

Said Nursî

***

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını beyan edeyim

Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

Ona cevaben dediler:

Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır; diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.

***

Bu hâdise münasebetiyle yine bugünlerde hatırıma gelen bir vakıayı beyan ediyorum:

Ben namaz tesbihatının âhirinde, otuz üç defa kelime-i tevhid zikrederken, birden kalbime geldi ki: Hadîs-i şerifte “Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” Risaletü’n-Nur’da o saat var; çalış, o saati bul, ihtar edildi.

Âdeta ihtiyarsız bir surette, Kur’an’ın âyetü’l-kübrasının iki tefsiri olan iki Âyetü’l-Kübra Risalelerinden mülahhas tefekkürî bir tekellüm, tam bir saat devam etti. Baktım; size gönderdiğim Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin Birinci Makamı’nın hülâsasından müntehab güzel bir sırrını hülâsa ile Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’den müstahrec nurlu, tatlı fıkralardan terekküp ediyor. Ben, kemal-i lezzetle, her gün tefekkürle okumaya başladım. Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir, talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım. Ve bütün risalelerin hususi menbaları, madenleri olan binden ziyade âyât-ı Kur’aniyeyi, kendi Kur’an’ımda evvelce işaretler koyup bir Hizb-i A’zam-ı Kur’anî yapmak niyet ettim.

Şimdi bu hizb-i a’zam ve bu vird-i ekber, Risale-i Nur mensuplarına bazı eyyam-ı mübarekede okunması için bir zaman size de göndermek hakkınız var. İnşâallah bir zaman sonra size gönderilecek. Bazı kelimelerini tercüme ve bir kısım kayıtlarını tefhim için vakit bulsam gayet kısa hâşiye gibi bir şey yazacağım.

Umum kardeşlerime ve hizmet-i Kur’aniyede bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyakla binler selâm…

Said Nursî

***

Emin ve Tahsin ve Hilmi’nin Bir Fıkrasıdır
Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içine girmeye münasip görüldü.

Bugünlerde ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inayetin himayeti dahi bir nevi hassasiyetle ikramını gösterdi. Gayet cüz’î bir numunesi şudur ki:

Risale-i Nur şakirdlerine, maişet cihetinde bir ikram-ı İlahî ve küçük fakat şâyan-ı hayret ve gayet latîf bir tevafuk, bir vakıadır. Risaletü’n-Nur hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. Evet, Risale-i Nur’un bir silsile-i kerametinin menbaı olan tevafuk, bu vakıada o cinsten altı adet tevafukatın ittifakı ise tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki:

Birkaç günden beri Üstadımızın ziyaretine gitmediğimizden, kardeşim Emin ile beraber Üstadımızın ziyaretine gittik. İkindi vakti beraber namaz kıldıktan sonra bize emretti ki: “Size yemek yedireceğim, burada tayininiz var.” Mükerreren “Yemezseniz bana dokuz zarar olur.” dedi. “Çünkü yiyeceğinize karşı Cenab-ı Hak gönderecek.”

Yemek yemekten affımızı rica etmiş isek de emretti: “Rızkınızı yiyin, bana gelir.” Emrini kırmamak için lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmekle yemeye başladık. Daha sofrada iken ümit edilmeyen bir vakitte ve bir tarzda ve aynı miktarda; bir adam geldi, elinde yediğimiz kadar taze ekmek, aynı yediğimiz miktarda (fındık kadar) tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam bir misli kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık taaccüb edilecek, hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmayarak, Risaletü’n-Nur şakirdlerinin rızkındaki bereket-i Rabbaniyeyi gözümüzle gördük.

Üstadımız emretti: “İhsan on misli olacak. Halbuki bu ikram tamı tamına mislidir. Demek, tayin ciheti galebe etti. Tayin temini ise mizan ile olur.”

Sonra aynı akşamda, sadaka ciheti dahi hükmünü gösterdi. Biz gördük ki ekmek on misli, tereyağı tatlısı o da on misli ve kabak tatlısı çok sevmediği için kabak, patlıcan turşusu on misli; me’mul hilafında, Risaletü’n-Nur’dan İkinci Şuâ’nın bir hafta mütalaasına mukabil bir manevî ücret olarak geldi, gözümüzle gördük. Demek, kabak tatlısının tatlılığı, tereyağın un helvasına girdi, kendisi turşuda kaldı.

Risale-i Nur şakirdlerinin hüsn-ü hizmetine acele bir mükâfat gördükleri gibi; hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini –Isparta’da olduğu gibi– burada dahi gözümüzle gördük. Pek çok vukuatından beş altısını beyan ediyoruz:

Birincisi: Ben –yani Tahsin– bir gün, yeni açtığımız dükkân meşgalesiyle bana emrolunan vazife-i Nuriyeyi tembellik edip yapamadım. Aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim. Dükkânda otururken birisi bana geldi, tebdil edilmek için emanet olmak üzere yüz lira verdi. Bu paranın sahibine, Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil için maliye sandığına gittim. Bu parayı sayarken aralarında bir kalp lira bulundu. Bu yüzden ifadeye, sual ve cevap ve muahezeye maruz kaldığım gibi evimizi de taharri etmek icab etti. Beni mahkemeye verdiler. Fakat terbiye ve şefkat tokadı olmak cihetiyle, yine Risaletü’n-Nur kerametini gösterdi, zararsız kurtulduk.

İkincisi: Üstadımıza ve Risaletü’n-Nur’a dört beş sene hizmet eden ve okutturan ve cidden taraftar bulunan bir zat, elinde dine ait bir gazete ile geldi. Risale-i Nur’un mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarane bir tavır gösterdiği zaman, Üstadımın canı çok sıkıldı. Bir iki gün sonra şiddetli fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: “Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var.” O da bilmecburiye ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişerek çabuk kurtuldu.

Üçüncüsü: Bir memur, Risaletü’n-Nur’u kemal-i iştiyakla okurdu. Hem Üstad ile görüşmeye ve tam ders almaya çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka şehre giderken birden sebepsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yâr oldu ki şimdi tekrar okumaya şevk ile başladı.

Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zat Risaletü’n-Nur’u kemal-i takdir ile okur, yazardı. Birden sebatsızlık gösterdi, şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun olduğu refikası vefatla ve iki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.

Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmetine bakan bir zat, birden sadakatini bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.

Altıncısı: Bir hocaya ait bir hâdisedir. Belki helâl etmez. Biz de onu görmüyoruz. Tokadı şimdilik kaldı.

Bu vukuat nevinden hem çok var hem Risale-i Nur’a karşı kusura binaen tokat olduğundan kat’iyen şüphemiz kalmadı.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Emin, Tahsin, Hilmi

Evet, tasdik ediyorum

Said Nursî

***

Hem Risalei’n-Nur’un suhuletle intişarının bir kerametini, bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet dakikasında gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Ehemmiyetli yedi sekiz risale ve İşarat-ı Kur’aniye Şuâı’nı mühim bir mektupla beraber bir torbada ehemmiyetli bir kardeşimize bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamanda böyle eserleri münafıklar, casuslar haber almadan emin bir el ile beş gün sonra elimize geçti. Kanaatimiz geldi ki bir inayet bizi himaye ediyor.

Hem Risalei’n-Nur’un hakkında inayet-i Rabbaniyenin latîf bir himayeti şudur ki: Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda, casusların ve taharri memurlarının tecessüsleri Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare Üstadımızın bir çorabını aldı. Ne kadar aradık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük. Kabil değil çorap oraya giremez. İki gün sonra gördük ki o hayvan o çorabı getirmiş öyle yere ki saklanmış, muhteviyatı unutulmuş olan mahrem mektupların ve evrakların tam yanında bırakılmış. Halbuki iki defa oraya bakmıştık, görememiştik. Hem o çorabı o yere getirmek, soba borusuna çıkıp yukarıdan olur. Gayet kurnaz ve zeki adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından Üstadımız dedi: “Bu mektupları oradan kaldıracağız.” Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alâkaları yoktur. Fakat vehham casuslar, aleyhimize habbeyi kubbe yapmaya ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onları hem daha bahaneye medar olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıp anladılar ki hazırlandık. Daha hücum etmeden yalnız ikinci gün, Emin elinde bir torba ile menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri gizli, hissettirmeden girdi. Emin’in elinde kitaplar yerinde yoğurdu gördü, tavrını değiştirdi.

Elhasıl: Risaletü’n-Nur’un intişarına karşı gelen düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, planlarını zîr ü zeber etti.

Evet, Tevfik Evet, Ahmed Evet, Tahsin Evet, Hilmi Evet, Feyzi Evet, Said Nursî

***

Aziz kardeşlerim!

Sizinle pek çok alâkadar ve görüşmeye çok müştakım ve vaziyetinizi bu soğuk kışta merak eder, hayalen sizin ile görüşürken bir iki nokta hatıra geldi, beyan ediyorum.

Birincisi: On Dokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’an’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur ki:

Herkes Kur’an’a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’an’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek her bir sure, bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (as) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetler müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış?

Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Etse de tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risalei’n-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri ondan okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi o da mütalaasını tekrar eder.

İkinci Nokta: Âyetü’l-Kübra’dan çıkan “Vird-i Ekber” namındaki Arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münâcat’ın başındaki âyetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa iyidir. Biz de nüshamıza yazdık.

Üçüncüsü: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu “Neden İmam-ı Ali radıyallahu anh, Risaletü’n-Nur’a ve bilhassa Âyetü’l-Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillahi’l-hamd o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:

Risaletü’n-Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kavî ve kat’î beyan edildiğinden bu hâsiyet Âyetü’l-Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor.

Mesela, nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun her bir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, der:

“Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlup olmaz muhteşem orduların, tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki dünya toplansa karşısına çıkamaz, kâinatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlubiyetin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı manevîye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki her bir neferin, istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet –bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle– cemiyet ve komitecilik mâyesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Her bir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken, Risalei’n-Nur (Risaletü’n-Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu (Hâşiye[7]) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî ve manevî imdat getirmek hizmetinde hârika bir emirber neferi olarak Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni İmam-ı Ali (radıyallahu anh) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.

Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz tâ o sırrın bir hülâsası görünsün.

Said Nursî

***

Emin ve Feyzi’nin Bir Fıkrasıdır
(Risaletü’n-Nur’a ait dört beş kerametten bahseder.)

Hizmet-i Kur’aniyede bize sebkat eden sadık ve hâlis, metin ve vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zatlar, Risaletü’n-Nur’un hâdimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan ihsan olunan bereket hakkında müteaddid fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardeşlerimizin fıkraları gibi bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisatı kaydedeceğiz. Hem numune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.

Birincisi: Bu yakında Üstadımız ile beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risaletü’n-Nur’un menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarf olunan şekerleri koymak istemiş fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin “Fesübhanallah” der, on yedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun diye taaccüb ettik.

Bu vakıa, bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki şu sırr-ı bereket Risalei’n-Nur hâdimlerine bir inayet-i İlahiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.

İkincisi: Yine aynı günde ben yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni bana vermek için sakladığı yerden ararken fevkalâde bir surette bulunmaz. Birden o anda, âdetlerinin hilafına olarak hiç vuku bulmamış bir tarzda, bir hâdise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zahiren ziyaret maksadıyla geldiği görülür. Üstadımızın telaşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız onun nazarını öteki hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: “Görüyorsun ben mazurum, ziyareti başka vakte bırak.” O da döner, gider. Hem Hücumat-ı Sitte hem Mehmed Feyzi hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.

Evet Hücumat-ı Sitte, saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız olan bu hilaf-ı âdet halet ve o risalenin yerinde bulunmaması, kat’iyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek, bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. Bu hâdise, Risale-i Nur’un sadık ve ihlaslı şakirdleri daima bir hıfz-ı inayet ve himayet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.

Üçüncüsü: Yine bir vak’a-i bereket: Üstadımızın bir okka (yani kilo) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için bir iki defa yiyordu ve bize de veriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve hâlen de yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakînen tasdik ediyoruz. Fakat bu hâdise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyan-ı hayret bir hâdisedir. Hem yarım kilo tereyağı, ekser günlerde fazlaca sarf olunduğu halde, elli güne yakın devamıyla anladık ki şüphesiz bir bereket içine girmiş.

Hem yine aynı Ramazan Bayramında, Üstadın rızası olmadığı halde, Tahsin ve ben –yani Emin– bir kilo kadar ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt ve süt ve tatlı kabağa ve sair şeylere, bazen yirmi otuz dirhemden fazla kattıkları halde beş ay devam etti. Hâlen o şekerden yüz dirhem kadar kalması, elbette bereket sebebiyledir.

Hem bu havalideki şakirdler, herkes cüz’î küllî hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risaletü’n-Nur’a çalıştığımız zaman hem rızkımızda bereket ve suhulet hem kalbimizde bir inşirah ve ferah zahiren hissediyoruz. Ezcümle ben kendim –yani Emin– itiraf ediyorum ki: Risaletü’n-Nur dairesine girmezden evvel, bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risaletü’n-Nur dairesine girdim; beş seneden beri üç dört ay kadar çalıştığım halde, evvelkinden daha müferrah ve daha mesud bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risaletü’n-Nur’un hizmetinin berekâtıyla olduğunda hiç şüphem yoktur (Hâşiye[8]).

Hem ezcümle, Üstadımız diyor ki: “Benim de kanaat-i kat’iyem çok tecrübelerle gelmiş ki ben Risaletü’n-Nur’un tashihatıyla meşgul olduğum zaman, pek zahir bir tarzda hem rızkımda bereket hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam o hali göremiyordum.”

Hem Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz ki: “Ben son zamanda anladım, şimdiye kadar hem ben hem dostlarım bir hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki: Hapishanede bir tek ekmek, sekiz ve bazen on gün bana kâfi geldiği gibi burada da aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştahsızlığıma veriyorduk. Halbuki çok emarelerle kat’iyen anladık ki o acib hal bereket neticeleri imiş. Birkaç defa sekiz günde bana kâfi gelen bir ekmeği aynı iştiha ile –çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman– iki günde, bazen bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu on altı ve on yedi seneden beri benim mükemmel tayinatım, Risaletü’n-Nur’un hizmetinden gelen bir bereket idi.”

Evet, bize de aynelyakîn derecesinde kanaat gelmiş ki bu kesretli hâdisat-ı bereket, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinin bir şuâıdır. Manen der: “Ey Kur’an şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telaşesidir. O ise Kur’an’ın feyziyle, bereket nevinden sizlere veriliyor. Vazifenize bakınız.”

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ وَ بِحُرْمَةِ رَسُولِكَ الْاَكْرَمِ يَسِّرْلَنَا خِدْمَةَ الْقُرْاٰنِ بِنَشْرِ رِسَالَةِ النُّورِ بِالدَّوَامِ بَيْنَ الْاَنَامِ فٖى عَالَمِ الْاِسْلَامِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ

Hem hâdisat-ı bereketin aynı zamanında, Risaletü’n-Nur’un bir kerameti olarak bir şakirdinin binler lira kıymetinde hanesinin, ona pek yakın dehşetli bir yangından fevka’l-me’mul bir surette Risaletü’n-Nur’un bereketiyle kurtulması ve Risaletü’n-Nur’un tercümanına âhiret cihetinde çok alâkadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında hanesinin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat ve altınlarını kurtarmak için koşup çıktığı vakit, ateş her tarafını sarmış, elmas ve mücevheratını kurtaramadığı gibi kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i kat’iyede gördüğü vakitte, Risalei’n-Nur tercümanı, o ateşten talebesinin hanesini kurtarmasını şiddetli dua ederken o bîçare hanım hatırına gelmiş; acaba o yangında o âhiret hemşirem bulunmasın diye ona da Risaletü’n-Nur’u şefaatçi edip dua etmiş. “Yâ Rabbi ona merhamet eyle!” niyaz etmiş. Aynı zamanda, o hanım pencereyi kırmış, kendini iki kat yüksekliğinde avluya atmış, fevkalâde bir surette ne incinmiş ne de bir yeri kırılmış. Hem bakır ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından –bütün konak yandıktan sonra– bütün mücevheratını ve altınını hiçbiri zayi olmayarak bir un onu muhafaza etmiş; bulmuş, almış. Risaletü’n-Nur’un bereketinden hem canını hem malını kurtarmış.

Hem mezkûr hâdisatın aynı zamanında vuku bulması münasebetiyle, Risaletü’n-Nur’un kerametkârane iki tokadını yiyen, aynı anda, vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz ve muacciz iki adamın tecavüz ve taciz anında birisinin kafasına, diğerinin ciğerine vurması (Hâşiye[9]) bizde hiçbir şüphe bırakmadı ki hizmet-i Kur’aniyedeki inayet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himayet sillesidir. “Artık durunuz, yeter! Tokada müstahak oldunuz!” diye manen söylemesidir.

Risaletü’n-Nur Şakirdlerinden

Emin ve Feyzi

***

Mehmed Feyzi’nin yediği şefkat tokadıdır

Evet, Üstadım bana Mu’cizat-ı Ahmediye’yi, kardeşim Hüsrev tarzında yaz diyordu. Ben –yani Feyzi– bir parça tembellik ettim. Birden 28’lilerle askere istenildim. Yine Üstadım dedi: “Git Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) yaz, seni şimdi vermeyeceğim.” Sonra başladım. O emir bir hafta geri kaldı. Tekrar bir arıza ile nasılsa Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (asm) yazılması noksanlaştı. Tekrar askere çağrıldım. Üstadım: “Git yaz!” dedi. Ben gidip kemal-i ciddiyet ve sadakatle Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) yazmaya başladım. Fevka’l-me’mul, ikinci defa emir geri kaldı. Tekrar bir mazerete binaen Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) yazamadım. Üstadım dedi: “Madem Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) yazmakta tekâsül ettin, şimdi senin vazifen, Risaletü’n-Nur hesabına askerliktedir.” Birden emir gelip bir şefkat tokadı yeyip vazifeme gönderildim. Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun, mümkün olduğu kadar Risaletü’n-Nur’a çalıştım ve çalıştırıldım. Üstadım bize söylediği gibi altı yedi ay sonra terhis edilip sevgili Üstadıma, Risaletü’n-Nur’un kudsî vazifesine kavuştum. İnşâallah bu kabahatim affolmuştur.

Hem Risaletü’n-Nur’da hem hizmet-i Kur’aniyede bizleri sebkat eden Hüsrev, Rüşdü, Hâfız Ali, Hulusi, Sabri gibi hâlis Kur’an şakirdlerini ve kıymettar kardeşlerimi şefaatçi ederek o kusurumun affını bütün ruhumla Kur’an’dan ve Üstadımdan rica ediyorum. Ben itiraf ediyorum ki tembelliğimin cezası olarak fevka’l-me’mul bir şefkat tokadı yedim.

Risale-i Nur’un tembel bir şakirdi fakat elmas kalemli kardeşlerinin gayret ve faaliyetiyle iftihar eden

Mehmed Feyzi

***

Risale-i Nur şakirdlerinden Mehmed Feyzi ve emsaline hitaben beyan edilen bir hakikattir

Kardeşim Feyzi!

Madem sen, Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsun, tam onlar gibi olmalısın. Eskişehir Hapishanesinde –Allah rahmet etsin– mühim bir şeyh-i mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risaletü’n-Nur’un elli altmış şakirdleri içinde ve celbkârane onların içlerinde sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risaletü’n-Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalp basîreti şöyle bir hakikati anlamış ki:

Risaletü’n-Nur’a hizmet eden, imanını kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise mü’minin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaptır.

İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalpleri görmüş ki benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki eğer olsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse dese: “Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım.” Sen, Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

Lillahi’l-hamd, bu zamanda sünnet-i seniye dairesinde kemal-i imanı kazanan Risale-i Nur şakirdleri evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek vaziyeti aldığından; her zamanda bulunan hakiki mürşidler, her halde bu zamanda Risaletü’n-Nur şakirdlerine müşteri olurlar. Birisini elde etseler yirmi mürid kadar kıymet verirler.

Hem zevkli ve cazibedar velayet tereşşuhatı karşısında Risaletü’n-Nur’un hizmetindeki meşakkat, mücahede, külfet bulunduğundan Feyzi’ye hitaben beyan edilen bu hakikat kaleme alındı.

Said Nursî

***

Hüsrev’in Bir Fıkrasıdır

Aziz Üstadım!

Yüksek ve ciddi irşadlarınızla adım atmayı en büyük bir maksat bilen talebeleriniz, son zamanlarda şâyan-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulusi-i Sânî beş on arkadaşıyla; Hâfız Ali, civarındaki yirmi yirmi beş arkadaşıyla; mübarekler, otuz otuz beş refikleriyle ve bilhassa Hacı Hâfız köyünde Ahmedler ve Mehmedlerin çok hâlis gayretleriyle umumiyet itibarıyla hem hiç mübalağasız bin kalemle, belki daha fazla; en geride kalan Isparta’da ise kahraman Rüşdü’nün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed Zühdü’nün ve Küçük Ali’nin ve Osman Nuri gibi faal talebelerin gayret ve himmetleriyle otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet kazanan Mehmed Zühdü’nün Küçük Hâfız Ali gibi hem Risaletü’n-Nur’u yazarak hem kendi evinde yüz elli kadar çocuğu serbest olarak üç aydan beri okutmasıyla ve civarında diğer köylerde bulunan on beş yirmişer arkadaşlarıyla talebeleriniz, Kur’anî hizmetlerinde gayretli bir surette çalışmaktadırlar. Mübareklerin yazdıkları gibi dört köyde dört ay zarfında elifba okumayan kırk elli adam, Risaletü’n-Nur’u mükemmel yazmaya muvaffak olmaları, hârika bir keramet-i Risaletü’n-Nur olduğuna kanaatimiz geldi.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Hüsrev

***

Hulusi Bey’in Bir Fıkrasıdır

Aziz Üstadım!

On Dokuzuncu Mektup’u bir mecliste ve bir cuma gecesi okumak niyetiyle üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm. Eseri koyduğum cep yırtık ve delik olmadığı gibi ben de başka hiçbir yerde durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil mi? O geceyi uykusuz geçirdim, müteessir oldum. Hazret-i Gavs’tan bu mübarek eseri istedim. Lillahi’l-hamd ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir muallim vasıtasıyla bulundu. Şakır şakır yağmur altında ve çamur içinde bu mübarek eser bulunsa bile artık okunmayacak derece olacağını tahmin edersiniz değil mi? Şâyan-ı hayret ve cây-ı dikkat ve medar-ı ibrettir ki en ufak bir leke bile olmamıştır. Hâfız-ı Hakiki o mübarek eseri, ona manen ve cidden bağlı olanlar gibi muhafaza buyurmuş. Hafîz ve Alîm ve Hakîm isimlerinin zahir bir tecellisi böylece lemean etmiş oldu.

Hulusi

***

Mahrem olan Sırr-ı İnna A’tayna’da cifir ile istihracım, aynen Münazarat Risalesi’nde “Bir nur çıkacak, göreceğiz.” diye gaybî müjdelerdeki gibi ilhamî ve hak bir hakikati, fikrimle tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur, beni bir zaman düşündürüyordu. Münazarat ve Sünuhat gibi risalelerdeki müjde-i nuriyeyi, Risale-i Nur halletti. Daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i nuriye ile o kusuru izale ettiği gibi mahrem Sırr-ı İnna A’tayna’da on iki on üç sene sonra “İslâmiyet’e darbe vuranların başlarına öyle müthiş bir patlayış olacak ki kıyamete kadar unutulmayacak.” mealindeki istihrac-ı cifrî çok geniş bir dairede olduğu halde, nur sırrının aksine olarak dar bir dairede ve hususi bir hükûmette tatbik etmek suretiyle fikrim, o geniş daireyi ihata edemeyerek o hakikatin suretini değiştirmiş.

Halbuki o istihracın gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilinmeyen ve küre-i arzın ekserisini ve nev-i beşerin kısm-ı a’zamını istibdadı altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve manen başı ve en müthiş olan o göçüp giden adam, tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavî ve müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar ki kıyamete kadar azabını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyan-ı semaviye ve İslâmiyet’e ettikleri cinayetlerin cezasını, çok geniş bir dairede gördüler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin bu istifra ve kusması ile dünyayı mülevves ettikleri için aynı istihracın gösterdiği tarihte, o medeniyetin başına öyle semavî tokat indi ki en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.

Elhasıl: Sırr-ı İnna A’tayna’da çok geniş bir daireyi, dar bir dairede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise dar ve manevî fakat yüksek bir daireyi, geniş ve maddî bir daire suretinde tasvir edilmiş. Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki bu iki kusurumu يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar eyledi.

Said Nursî

***

Hüsrev’in Bir Fıkrasıdır

Çok kıymettar ve çok sevgili Üstadım Efendim!

Hazret-i İsa aleyhisselâmla Deccal hakkındaki ehadîs-i müteşabiheden bir hadîsin üç cihetle hakiki tevilini beyan ve izah eden Mehmed Feyzi ve Emin kardeşlerimizin mübarek fıkralarını Sabri kardeşim göndermiş; bugün aldım, okudum. Bu hadîs-i şerifin mealine ve hakiki tevillerine o kadar muhtaç imişim ki kızgın kum sahralarında senelerden beri susamışlara âb-ı hayat uzatır gibi ruh ve kalbim bir taze hayat buldu, derinden derine nefes aldım, bütün letaiflerim sürurla doldu, zahirî cesedimden manevî kalbime kadar sirayet etti. Sevgili Üstadımız talebelerini ve Kastamonulu kardeşlerimiz de bizleri lütuflarıyla doyurduklarından Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrettim.

Başta sevgili Üstadım, Risaletü’n-Nur’un kerametine ve bu fıkranın feyzine bakan üç ikram ile karşılaştık.

Birincisi: Mektubunu birlikte takdim ettiğim Sabri kardeşimiz, bu âlî fıkra eline vâsıl olacağı anda, bir diğer kardeşine hâdisattan bahsederken bu fıkranın münderecatını anlatması…

İkincisi: Bu hakir talebeniz Hüsrev de bu fıkranın vusulünden bir gün evvel Re’fet Bey’le konuşurken demiştim. “Aziz Re’fet! Biz, Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulüne intizar ediyoruz. Bu peygamber-i âlîşan, din lehinde hareket eden cereyanın başlarına nüzul etse gerektir ve o millet de Müslüman olacaktır. Sevgili Üstadımızın son mektuplarından böyle anlıyorum. Bu hususta ümidim kuvvetlidir. İnşâallah öyle de olacaktır.” demiştim.

Üçüncüsü: Atabeyli kardeşlerimin sevgili Üstadıma yazdıkları mektup ki onu da bu akşam aldım, okudum, çok acib gördüm. O kardeşlerim de Osman-ı Hâlidî’nin bahsettiği müceddid-i din ve o şerefe Cenab-ı Hakk’ın nâil ettiği zatı da sevgili Üstadımız olan Risaletü’n-Nur olduğundan bahsediyorlar. O mektubu da birlikte takdim ettim.

Evet muhterem Üstadım, bugünlerde Risaletü’n-Nur’un fevkalâde faaliyeti içinde çok kerametlerini müşahede ediyoruz. Hattâ şöyle diyebilirim ki: Her bir talebeniz, başlı başına, birer birer belki de kerratla böyle ikrama ve böyle in’ama mazhardırlar.

Milaslı Mehmed Efendi “Bir karyede bin kalemle Nur’a sarılan kardeşlerimizin köyündeki faaliyeti biraz mübalağalı görmüşler. Ben onun tahkiki için geldim.” dedi. Risaletü’n-Nur’un bir kerameti idi ki bu köyün kıymetli, faal bir talebesi Marangoz Ahmed yanımda idi. Ben dedim: Vakıâ ben bu köye gitmedim, kardeşlerimden soruyorum, onlar da diyordu: “Kadın erkek, çoluk çocuk, Risaletü’n-Nur’u yazan bin kalem vardır.” Sonra Marangoz Ahmed dedi ki: “Bizim köyümüz, üç yüz elli hanedir. İki hoca, bir hacı üç adamdan başka bütün evlerimize Risaletü’n-Nur girmiştir. Kadınlara, kız çocuklarına varıncaya kadar yazıyorlar. Hattâ ümmilerden –kırk yaşından yukarı– yazı yazan on kadar kardeşimiz vardır.” cevabında bulundu. Milaslı Mehmed Efendi bu faaliyete hayran oldu.

Talebeniz Hüsrev

***

Risale-i Nur’un Beş Talebesinin Bir Fıkrasıdır

Isparta’nın saf menabi-i ilmiyesinden bir zat ki tarîkat-ı Aliyye-i Nakşiye rüesasından ve bin iki yüz doksan iki (1292) veya bin iki yüz doksan üç (1293) arasında dâr-ı bekaya teşrif buyuran Beşkazalızade Osman-ı Hâlidî Hazretleri, meslek-i ilmiye ve ameliyesiyle alâkadarane keşfiyat ve hâdisatını bir hüccet-i kātıa gibi vârislerine vasiyet ve mahz-ı tebşiratlarını şöylece tevarüs eylemiştir. Hattâ Üstad-ı muhteremimizin tevellüdüne tam isabetli olarak tarih-i mezkûrda “İmanı kurtaran bir müceddid çıkacak, o da bu sene tevellüd etmiş.” demiş. Bundan başka dört evladından birisinin o zat ile müşerref ve mülâki olacağını ilâve etmiştir. Bu beyanat-ı hakikiye şöylece cereyan etmiştir:

Bin üç yüz yirmi yedi (1327) Rumî senesi Atabey’de sünnet ve hıfz cemiyetlerinden birinde müşarün-ileyh Osman-ı Hâlidî Hazretlerinin evlatlarından sonuncusu Ahmed Efendi merhumdan “Müceddid, müceddid diyorsunuz, nerede ve kimdir?” Îrad olunan suale cevaben: “Evet, şimdi mevcuddur ve hem otuz beş yaşlarındadır.” demiştir.

Sâniyen: Isparta’nın Yenice Mahallesi’nden ve kardeşlerimizden Nuri tarafından merhum mumaileyh Ahmed Efendi’den “Pederiniz, benim evladımdan birisi o müceddidle mükâleme ve musafahada olacaktır demiş, nasıldır?” diye sorulmuş. Cevaben Ahmed Efendi merhumun “Evet doğrudur, ben onunla görüştüm.” cevabında bulunması, işbu keşfiyat ve beyanata medar olmuştur.

Müşarün-ileyh Osman-ı Hâlidî Hazretlerinin müstesna tesbihat ve tahmidatının biri وَ اَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى âyet-i kerîmesinin fazl u tevfikine sığınarak Isparta’nın cenubunda, dağda Sidre nam mevkide erbaîn eyyam-ı mübarekesini tes’id ve hasr-ı tesbihata niyetle kırk günlük iaşeye tahsis ettiği ki her bir gün için elli dirhem miktarında bir bezdirme ekmeğinden kırk tane olan bir tahsisatı bir iki günde yer ve kırk günde daha yemek yemeden o mevki-i mahsusada imrar-ı evkat ve tesbihatta bulunurlar. İkmalinde, geri avdetlerinde mübarek dudakları birbirine yapışır, bıçakla tekrar açarlar. Biraz ileride şu asr-ı hazırın uğradığı ve uğrayacağı kaviyyen me’mul ve melhuz olan sefahet ve atalete rağmen düstur-u şüyuhatını tahdid ve ancak anâsır-ı mecruha cerrahını unutmayıp ve ihmal dahi etmeyerek şehadet-i kat’iyesini gösterip sahife-i hayatını bin iki yüz doksan ikide (1292) imzalamıştır.

Van’da tesisine başlanan Medrese-i Zehranın tehiri “Doktor hastaya elzemdir.” fehvasıyla, on dokuz bin altın tahsisat ve arkasında Sultan Reşad, daha beride iki yüz mebustan yüz altmış küsurun inzimam-ı reyi yüz elli bin banknot kabul ettikleri halde, maddeten mevki-i fiile îsal edilememiş. Herhalde Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Mutlak, daha ahsen suretini dilemiş ki o Sultan-ı Ezelî’nin lütfuyla, maddiyata minnet etmeden –Hâzâ min fazlı rabbî, Elhamdülillah– Isparta’da Risale-i Nur’un telifine menba olması ve manevî Medresetü’z-Zehra hükmüne geçmesi, pâyansız kusurlarımızın belki de setrine inşâallah vesile olmasını Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den dileyerek, işbu destgâh-ı manevîyi tahkimen Osman-ı Hâlidî’nin kıymettar ve manidar, sadık ve meşhur ihbaratının hedef ve masruf-u lehi günden daha aşikâr bir halde zuhur etmiştir.

Şu mütevali vekayi-i müsbete biz âciz hizmetçilere vazife-i aslîmizde ayrıca nazar-ı dikkati celbettiğine muttali olduktan sonra, bin hamd ü sena ile huzur-u Üstada birer birer vücud-u manevîmizle arz-ı endam eder ve mübarek ellerini öperiz. Aynı gayeye yardıma koşan ve aynı destgâhın alâkadarları olan Küçük Hüsrev Feyzi, Nazif, Emin, Tahsin, Tevfik, Hilmi gibi kardeşlerimize arz ederiz.

Risale-i Nur Şakirdlerinden

Hasan, Osman, Tahirî, Abdullah, Hulusi-i Sânî Sabri

***

Aziz kardeşlerim!

Bugünlerde Tefsir’in ve Onuncu Söz’ün tevafukatına baktım. Kendi kendime dedim ki: Bu ziyade tafsilat israftır, ehemmiyetli meseleler çoktur, vakit zayi olmasın. Birden ihtar edildi ki: O tevafuk altında çok ehemmiyetli meseleler vardır. Hem madem tevafukta bir inayet-i hâssa ve bir iltifat-ı Rahmanî Risaletü’n-Nur’a karşı tezahür etmiş. O iltifata karşı hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirane sevinç, ne kadar ifratkârane de olsa israf olamaz. Bu ihtar mücmelini iki cihetle izah edeceğim:

Birincisi: Her şeyde –ne kadar cüz’î olsa da– bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakiki olarak bulunmamasıdır. Evet, kesretin en dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen, kelimattaki hurufatın vaziyetleridir. Hususan kitabette, madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşer karışmayan hurufatın vaziyetlerinde bir tenasüp, bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybî tahtında vaziyetler veriliyor. Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi daire-i irade ve meşietten dahi hariç değildir ki böyle cüz’î ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde irade-i âmme cilvesinden, inayet-i hâssa suretinde, Risaletü’n-Nur’a bir imtiyaz nevinden, hususi bir teveccüh görülmüş. Ben bu derin meseleyi tam görmek için İşaratü’l-İ’caz’ın tevafukatına dikkat ettim ve kat’î bir kanaat ile o sırrı bildim ve hissettim.

İkincisi: Nasıl ki çok mübarek ve kudsî büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkârane, bir kapta bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan etse; elbette o bîçare adam, o pek büyük zata karşı, hediyesinin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifata karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat da etse makbuldür. Ve o çok mübarek zatın hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese hattâ o hediye içindeki cevizlerin kabuklarını da teberrük deyip ekmek gibi yese, başına koysa israf olmadığı gibi; Risaletü’n-Nur yüzünde, irade-i âmmede inayet-i hâssa iltifatı tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilat, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev’idir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı bir tereşşuhatıdır. Evet, böyle bir zatın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin liraya değer iltifatına karşı ne kadar teşekkür eylese israf değil.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin fevkalâde sadakat ve ulüvv-ü himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı bir derece cerh eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki her şeyi kendi hesabına aldığı için faraza hakiki beklenilen o zat dahi bu zamanda gelse harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mesele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman meselesidir. Fakat şimdi umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele, hayat ve şeriat göründüğünden o zat şimdi olsa da üç meseleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam meseleyi esas yapıp öteki meseleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.

Hem de yirmi seneden beri tahripkâr eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş, o derece metanet ve sadakat kaybolmuş ki ondan belki yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risaletü’n-Nur şakirdlerinin çalıştıkları daire içindeki kudsî hizmettir. Her ne ise… Şimdilik bu meseleye bu kadar yeter.

Said Nursî

***

Hüsrev’in mektubundan bir fıkradır

Evet Üstadım, gözümüzle görüyoruz ki: Ehl-i tarîkat, bid’alara dayanamamışlar hem girmişler, içinden çıkamıyorlar hem sâlikleri ondan bir ikiye inmiş. Hem onlar da itiraf ediyorlar ki zevklerinden, cezbedici güzelliklerinden ellerinde çok şeyleri kalmamış. Cenab-ı Hakk’ın sırf bir ihsanı olarak Risaletü’n-Nur’un parlak, nurani nâsiyesini müşahede ediyoruz ki in’ikas eden lemaat-ı nuriyesi, bütün ihtiyacımıza kâfi ve vâfi geliyor, herkesi hayrette bırakıyor. Hem ehl-i bid’ayı serfürû ettiriyor. Öylelerin lisanlarından, nedamet ve teessüfü ifade eden “Bilmemişiz!” kelimeleri dökülüyor.

Muhitimizde, Risaletü’n-Nur’a karşı cazibedar ve çok âlî hakikatlerinden başka ehl-i bid’a lisanları susmuş; güya karanlıklı girdaplara sokulmuşlar, konuşmuyorlar. Konuşsalar da tesirleri kalmamıştır. Cazibedar ve i’cazkâr lisanıyla ancak Risaletü’n-Nur konuşuyor. Bid’a ve dalalet zulmetlerine karşı ancak onun talebeleri, kuvvet-i imanla çelikten bir kale gibi duruyorlar. Hem öyle fevkalâde fütuhat yapıyor ve öyle hârikulâde bir surette emir ve nehy-i Kur’anîyi temessük ettiriyor ki pek çok müşahedatımızdan yalnız birisini bin kalemli kardeşimiz söylüyorlar ki… Sükût.

Hüsrev

***

Kâtip Osman’ın rüyasına ait bir fıkrasıdır

Şaban-ı şerifin on beşinci cumartesi Leyle-i Berat gecesi rüyamda; büyük, berrak, küçük bir deniz olan bir göl sahilinde İngiliz veyahut Almanla, biz yani Türk hükûmeti harp ediyormuş. Harp esnasında semadan bir karaltı zuhur etmeye başladı. “Acaba bu semadan inen nedir?” diye hepimizin nazar-ı dikkatini celbetti. Yakınlaştıkça bir insan ve sonra üzeri ihramlı, yüzü bir parça esmer, başı beyaz ve büyük tülbent ile sarılı bir kadın şeklini alarak, gölün ortasında hemen ineceği zaman derhal oraya bir mermerden minber yapılarak minberin üzerine indi. Sonra, zat-ı âlînizden gelen umum mektupları okumaya başladı. Her iki tarafta sükûnet hasıl oldu. Okuduğu mektupları herkes can kulağıyla dinledi. Sonra nihayetinde “Evet, Hazret-i Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ahkâm-ı şer’iyesince amel ederseniz, yakayı kurtarırsınız. Eğer Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ahkâm-ı şer’iyesine riayet etmezseniz, hepiniz mahv u perişan olacaksınız.” diye söyledi. Sonra evime geldim. Bizim Re’fet Bey’le Rüşdü Efendi bizim eve geldiler, bendenize dediler: “Bu sırrı sen mi ifşa ettin? Bu mektuplar minber üzerinde okundu?” Bendeniz de cevaben: “Hayır kardeşlerim, bu sırrı siz anlamadınız mı? Bu gelen zat, semadan geliyor, bu mektupları oradan getiriyor. Ben kim oluyorum ki o havadisi oraya çıkarayım?” diye onlara söyledim. Sonra bunlara bir hediye ikram edeyim diye baktım, evimizin deliğinde dört top helva gördüm. Birisini birine, diğerini öbürüne ve iki tanesini de kendim yedim. Ağzım tatlı olarak uyandım.

İnşâallah Leyle-i Berat hürmetine ve duanız berekâtıyla hakkımızda mübarektir, lütfen tabirini beklemekteyiz.

Talebeniz

Kâtip Osman

***

Karadağ’ın Bir Meyvesi

Aziz kardeşlerim!

Bu defa mektup yerinde bu meyveyi gönderiyoruz.

Bir âyetin mana-yı işarîsinin külliyetinden bir ferdi, Hürriyet’ten bu ana kadardır. Teşrin-i sânî otuzuncu gün 1358’de Karadağ başına çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı ne vakte kadar…” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Sure-i Ve’l-Asrı’yı karşıma çıkardı. “Bak!” dedi.

Baktım. Her asra hitap ettiği gibi bu asrımıza da daha ziyade bakan وَ الْعَصْرِ ۞ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetindeki اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört (1324) edip Hürriyet İnkılabı’yla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalya Harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip bir lem’a-i i’cazını gösteriyor.

اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ise makam-ı cifrîsi (âhirdeki ت , ه sayılır, şedde sayılmaz) bin üç yüz elli sekiz (1358) olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus manevî hasaretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi, iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i وَ الْعَصْرِ in azamet ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek, Cenab-ı Hakk’a şükrettik.

Evet âlem-i İslâm, bu asrın hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumî’den kurtulmasının sebebi, Kur’an’dan gelen iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasarat ve zayiatın sebebi de zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanların kalplerine tahkikî bir tarzda ders veren Risalei’n-Nur olduğunu, pek çok emarelerle ve şakirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi; bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.

***

Sure-i Ve’l-Asr’ın Dağ Meyvesi namında nüktesine bir hâşiyedir

اَلصَّالِحَاتِ daki ت , âhirdeki “ta”lar ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle cifirce ه sayılabilir. Bu noktada اِلَّا beraberdir, bu zamanımızı gösterir (1358). Ve telaffuzca ه okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan, şeddeler sayılmazsa ve اِلَّا beraber değil, iki yüz küsur zamana kadar iman ve amel-i salih ile beraber bir taife-i azîme, hasaret-i azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip Fatiha’nın âhirinde صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ gösterdiği zamana hem

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ

birinci cümle, bin beş yüz (1500) makamıyla âhir zamanda bir taife-i mücahidenin son zamanlarına ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) makamıyla, galibane mücahedenin tarihine ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) makamıyla pek az bir farkla hem Fatiha’nın hem Ve’l-Asrı Suresi’nin ikinci cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip tevafuk eder.

Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden her birisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ bin beş yüz altmış bir (1561) makamıyla hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ bin beş yüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrub edip farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem’a-i i’caz-ı gaybiyeyi gösteriyorlar.

***

Birdenbire Kalbe Gelen Bir Nükte-i İ’caziyedir

Kur’an’a ait en cüz’î, en küçük bir nükte de kıymeti büyük olduğundan; işarat-ı Kur’aniyenin bu zamanımıza tevafuk eden küçük bir şuâı bugün Sure-i Ve’l-Asrı nükte-i i’caziyesi münasebetiyle, Sure-i Fil’den mana-yı işarî tabakasından tevafuk düsturuna istinaden bir nüktesini beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:

Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyan ile gelen ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her bir tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın belâgatının muktezası olmasından bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mana-yı işarî tabakasında, bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalalette gitmenin cezası olarak cifir ve hesab-ı ebced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.

Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzama’ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına ebabil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمٖيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz (1359) edip dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşlar yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

İkinci cümlesi: اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فٖى تَضْلٖيلٍ kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için hileler ile hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat, dalalette aksü’l-amel ile aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hileler ile desiseler ile edyan-ı semaviye Kâbesini, kıblegâhını dalalet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi فٖى تَضْلٖيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üç yüz altmış (1360) makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü: اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفٖيلِ cümle-i kudsiyesi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hitaben: “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâbe-i Muazzama’yı hârikulâde bir surette düşmanlardan kurtarmasını ve o düşmanları nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mana-yı sarîhiyle ifade ettiği gibi bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye mana-yı işarîsiyle der ki:

“Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’an’ın ve ehl-i hak ve hakikatin cebbar düşmanları olan dünya-perest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabb’in nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mana-yı işarîsiyle, bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle aynen âfat-ı semaviye nevinde semavî tokatlarla İslâmiyet’e ihanet cezası olarak diye mana-yı işarî ifade ediyor. Yalnız “ashabi’l-fil” yerinde “ashabi’d-dünya” gelir. “Fil” kalkar “dünya” gelir. (Hâşiye[10])

Tahlil: تَرْمٖيهِمْ بِحِجَارَةٍ : İki ت sekiz yüz. İki ر dört yüz. İki م , bir ب , bir ح , bir ى yüz. Tenvin vakıf olmadığından ن dur, elli. Bir ه , bir ج , bir elif dokuz. Mecmuu, bin üç yüz elli dokuz (1359).

فٖى تَضْلٖيلٍ : ض sekiz yüz. ت dört yüz. ف seksen. İki ى yirmi. İki ل altmış. Tenvin vakfa rast gelmiş, sayılmaz. Yekûnü, bin üç yüz altmış (1360).

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفٖيلِ : İki ر , bir ت sekiz yüz. İki ف , iki ك iki yüz. İki ل , bir م yüz. Bir ع , bir ص yüz altmış. Dört ب , üç elif, bir ى , bir ح yirmi dokuz. الْفٖيلِ yerine gelen الدُّنْيَا daki iki د , bir elif dokuz. Bir ن elli. Bir ى , bir elif. Bu yekûn, bin üç yüz elli dokuz (1359), okunmayan elif sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz (1358) eder. Hem Arabî hem Rumî tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafukla parmak basıyor. (Hâşiye[11])

***

Küçük Hüsrev Feyzi’nin Bir İstihracıdır
(Otuz Üçüncü Âyet’ten Hâfız Ali’nin istihracının bir zeyli ve lâhikasıdır.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Sure-i Zümer’de اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهٖ âyet-i azîmenin mana-yı sarîhinden başka bir mana-yı işarî tabakasının külliyetinde dâhil bir ferdi Risale-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum.

اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ cümlesi, hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî ile bin üç yüz yirmi dokuz (1329) veya sekiz (1328) eder. Demek مَنْ külliyetinde ve فَهُوَ işaretinde dâhil ve medar-ı nazar bir ferdi, inşirah-ı sadr nuruyla başka bir halete girip eski sıkıntıdan kurtulup nurani bir mesleğe giren bir şahıs, eski ve yeni Harb-i Umumî’nin gelmeye hazırlanmaları olan o dehşetli tarihe ve o ferdin vaziyetine remzen bakar.

فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهٖ deki نُورٍ مِنْ رَبِّهٖ kelimesi, Risale-i Nur ismine ve manasına hem cifri hem sureti hem manası tevafuk ettiği gibi اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ cümlesinin de makam-ı cifrîsi gösterdiği tarihte Risale-i Nur tercümanı olan Üstadımın (Hâşiye[12]) –tahkikatımla– aynen vaziyetine tevafuk ediyor.

Çünkü o zamanda Harb-i Umumî’nin mebdelerinde, Üstadım eski âdetini ve sair ulûm-u felsefeyi ve ulûm-u âliye (اٰليه) ve âliyeyi(عاليه) bırakıp tam bir inşirah-ı sadırla Risale-i Nur’un fatihası ve birinci mertebesi olan İşaratü’l-İ’caz tefsirine başlıyor, bütün himmetini, efkârını Kur’an’a sarf etmeye başladığına tevafuku kavî bir emaredir ki bu asırda o küllî mana-yı işarîde medar-ı nazar bir ferdi, Risale-i Nur’un tercümanı ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsini temsil eden mümessilidir.

Evet, madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan her asırda her ferde hitap eder ve bir ilm-i muhit ve bir irade-i şâmile ile her şeye bakabilir.

Ve madem ulema-i İslâm’ın ittifakıyla, âyetlerin mana-yı sarîhinden başka işarî ve remzî ve zımnî müteaddid tabakalarda manaları vardır.

Ve madem يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا gibi hitaplarda her asır gibi bu asırdaki ehl-i iman, asr-ı saadetteki mü’minler gibi dâhildir.

Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Ve Kur’an ve hadîs ihbar-ı gaybî ile ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetli haber vermiş.

Ve madem hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî, eskiden beri sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir.

Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirdleri, iman ve Kur’an hizmetinde parlak ve tesirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesbetmiştir.

Ve madem bu büyük âyet, hesab-ı cifirle bu asırda ve iki harb-i umumîye bakar. Eski Harb’in patlamasına ve Risale-i Nur’un zuhuruna tevafuk ettiğini, manen de gösterir.

Elbette mezkûr hakikatlere ve kuvvetli karinelere binaen bilâ-tereddüt hükmederiz ki: Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve tercümanı, bu âyet-i azîmenin mana-yı işarî tabakasının külliyetinde dâhil ve medar-ı nazar bir ferdidir. Ve bu âyet ona işaret eder. Ve mana-yı remziyle ondan haber verir. Ve ihbar-ı gayb nevinden bir lem’a-i i’caziyeyi gösterir, denilebilir.

Tahlil: Bir ش , iki ر yedi yüz. ف , م , ن , ل iki yüz. ص , د , ه , ا yüz. س , م yüz. İsm-i Celal اللّه altmış yedi. İki ل altmış. فَهُوَ doksan bir. لِلْاِسْلَامِ daki iki veya üç elif, iki veya üç. ح sekiz. نُورٍ مِنْ رَبِّهٖ “Risale-i Nur” Her ikisinde نُور var. “Risale” de ر , رَبِّهٖ deki ر ya mukabildir. Eğer نُورٍ deki tenvin sayılsa النُّور da dahi şeddeli ن sayılır, yine ittihat ederler. نُورٍ den başka مِنْ به doksan yedi ederek Risale-i Nur’da kalan ه , ل , س iki elif dahi doksan yedi ederek tam tevafuk eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemze ile okunması zarar vermez.

Sure-i Maide’nin on beşinci âyeti قَدْ جَٓاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبٖينٌ يَهْدٖى بِهِ اللّٰهُ

Sure-i Nisa’nın âhirinde يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا âyeti gibi Risale-i Nur’a mana ve cifir cihetiyle, mana-yı işarî efradından olduğuna kuvvetli bir karine buldum.

İkinci âyet olan Sure-i Nisa’nın âyeti; Birinci Şuâ olan İşarat-ı Kur’aniye’de, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci âyet olan Sure-i Maide’nin on beşinci âyeti hem bunun işaretini teyid ediyor hem de اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ âyetinin işaretini tasdik ediyor.

Evet, bu asırda mana-yı işarî tabakasından tam şu âyetin kudsî mefhumuna bir fert, Risale-i Nur olduğuna kim insaf ile baksa tasdik edecek.

Risale-i Nur bir ferdi olduğuna manevî münasebet kavîdir.

Madem bu âyetin makam-ı cifrîsi bin üç yüz altmış altıdır (1366). Eğer meddeler, okunmayan hemzeler sayılmazsa altmış ikidir (1362).

Ve madem Risale-i Nur, Kur’an-ı Mübin nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübindir.

Ve madem zahiren ondan daha ileri, o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz.

Ve madem âyetler, sair kelâmlar gibi cüz’î bir manaya münhasır olamaz.

Ve madem delâlet-i zımnî ve işarî ile kaideten mefhum-u kelâmda dâhil oluyor.

Ve madem Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arap gibi çok ehl-i velayet, mana-yı zahirîden başka bâtınî ve işarî manalar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Musa (as) ve Firavun’dan murad, kalp ve nefistir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler.

Elbette âyetin delâlet-i zımnî ile Risale-i Nur’a kuvvetli karinelerle işareti kat’îdir, şüphe edilmemek gerektir.

Tahlil: قَدْ جَٓاءَكُمْ yüz altmış dokuz. مِنَ اللّٰهِ yüz elli yedi. نُورٌ tenvin ile beraber üç yüz altı. Ve وَ كِتَابٌ مُبٖينٌ altı yüz otuz bir. يَهْدٖى بِهِ اللّٰهُ yüz üç . Yekûnü, bin üç yüz altmış altı. Eğer meddeler, okunmayan hemzeler sayılmazsa bu seneki muharrem tarihine yani bin üç yüz altmış ikiye (1362) tamam tevafuk eder. Eğer مُبٖينٌ deki tenvinde vakfedilse bin üç yüz on altıdır (1316) ki hem Risale-i Nur’un mukaddimatına hem tenvin ile tekemmülüne ve Birinci Şuâ’da beyan edildiği gibi çok âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur tarihe tevafuk eder.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Ben, senin içtihadında hata var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhyiddin-i Arap gibi binler ehl-i işarat gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’aniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım, dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?

Ben her şeyden vazgeçerim fakat adalet-i İlahiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!.. Bütün sâdatın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesini muhafaza için hayatını ve her şeyini feda eden bir mazlumun şekvası, elbette cevapsız kalmayacak!..

İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu ramazan-ı şerifte bana ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telaşı, hakperestlik damarıyla, büyüklere lâyık ulüvv-ü cenabla, enaniyet-i taassupkâranesini hakikate ve insafa feda edip tamire çalışmasıdır. Müşfik ve munsif bir hoca tavrıyla, kusurumuz varsa bize lütufkârane ihtar ve ikazdır.

Cenab-ı Hak Settaru’l-Uyûb’dur, hasenat seyyiata mukabil gelse affeder. İman hizmetinde yüz binler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı, benim gibi bir bîçarenin hüsn-ü niyetle, kuvvetli emarelerle inayet-i İlahiyeden tasavvur ettiği bir müjde-i Kur’aniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz! Her ne ise…

Bu mesele yalnız şahsıma taalluk etseydi ben, cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz olduğu gibi; yirmi senedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddimatları, buna bir hüccet-i kātıadır.

Fakat garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said (ra) lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıp ulemadan ve en büyük veliden tut tâ en dinsiz feylesoflara ve müdakkik hükemalara, Risale-i Nur’daki davaları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık feylesoflar ve mülhidler, o davaları cerh edemiyorlar ve edememişler!

Hem bütün hayatımda delilsiz davaları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan aldığım bir kuvvetle, Avrupa feylesoflarına Risale-i Nur meydan okur. Risale-i Nur bu zamanda medar-ı nazar bir hâdise-i Kur’aniye olduğundan, bir iki işaret değil belki benimle beraber Risale-i Nur şakirdleri tarafından istihraç edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette bine yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi sarahate yakın bir delâlet oluyor. Vahdet-i mesele cihetiyle o işaretler birbirine kuvvet verir. Bazı işaratı zayıf görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mazur olamaz. Hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikati ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Kardeşlerim!

Kur’an’ın bir tek âyetinin bir tek işareti, ihbar-ı gayb nevinden bir lem’a-i i’caziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini manevî bir ihtarla gördüm. اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا Şu âyet-i kerîmenin makam-ı cifrîsi –şedde ve tenvin sayılmazsa– bin üç yüz elli birdir.مَيْتًا aslı مَيِّتًا olmasından bin üç yüz altmış bir (1361) ederek bu tarihte, umûr-u azîmeden bir dehşetli gıybeti, şu âyetin mana-yı işarî külliyetinde dâhil ediyor. Ve umûr-u azîmeden böyle acib bir gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:

On sekiz sene (şimdi yirmiden geçti) müddetinde sünnet-i seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından ve on sekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilattan men’ ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususi ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî (asm) okuyup اَللّٰهُ اَكْبَرُ dediğinden ve ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hakikatini güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan bir adam, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i İlahiyeden geldiğinden kat’î bir kanaati ile işarat-ı Kur’aniyeden bir müjdeyi hem kendine hem musibetzede arkadaşlarına teselli niyetiyle beyan ettiği için gıybet ve fena tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran masum şakirdlerini ondan tenfir edip şüpheler vermek; güya ortalıkta medar-ı inkâr bir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi yalnız o bîçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla zemmetmek; elbette bu asırda, bu memlekette Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kasden işaretine medar olabilir azîm bir hâdisedir. Bence, Kur’an’ın nasıl ki her sure ve bazen bir âyet ve bazen bir kelime bir mu’cize olur; öyle de bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nevinden bir lem’a-i i’caziyedir.

Bu âyetin bu işareti, bu asırda, Risale-i Nur şakirdlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var:

Birincisi: Birinci Şuâ olan İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’nde, Risale-i Nur’a ve tercümanına işaret eden beşinci âyet olan اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ gayet kuvvetli karinelerle مَيْتًا kelime-i kudsiyesi cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet-i manasıyla Saidü’n-Nursî’ye tevafuk etmesidir.

İkinci emare: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ … الخ âyetinin makam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üç yüz altmış bir (1361) etmesidir; aynı tarihte, o acib hâdise oldu.

Üçüncü emare: O muhterem ihtiyar zatı unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını ihtiyarlığına ve çok cihetlerle mabeynimizdeki uhuvvete hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz Kur’an’a havale edip bıraktığım hengâmda, birden ihtiyarım haricinde, beş vecihle zemmi zemmeden, mu’cizane gıybetten altı cihetle zecreden اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا âyeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Manen “Bana bak!” dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki: bin üç yüz elli birden (1351) tâ bin üç yüz altmış bir (1361) tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında elli birden (51) tâ altmış bire (61) kadar Risale-i Nur meded beklediği İstanbul âfakında, bir nevi taarruz bulunmuş ve 61’de birden patlamasıdır.

Tahlil: ت dört yüz, خ altı yüz = bin. م , م , ى , ى yüz. ل , ل , ك , ك yüz. Üçüncü ى , ن , م yüz. ح , ح , ح , ب , د otuz. Dördüncü ى on. Beş elif, bir ه ile beraber on. Âhirdeki tenvin vakfen elif olduğu için yekûnü bin üç yüz elli bir. (Hâşiye[13]) مَيْتًا aslı yâ-i müşeddede olduğundan bin üç yüz altmış bir eder.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Bu âciz kardeşiniz hem o itiraz eden o eski dost zata hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın feyziyle Yeni Said (ra) hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe bürhanlar zikrediyor ki değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali (ra) ve Gavs-ı A’zam’ın (ra) ihbaratı nevinden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celbetmesine mana-yı işarî tabakasından rumuz ve îmaları, i’cazının şe’nindendir ve o lisan-ı gaybın belâgat-ı mu’cizekâranesinin muktezasıdır.

Evet, Eskişehir Hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, manevî bir ihtarla: “Risale-i Nur’un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’an’dır. Acaba Risale-i Nur’u Kur’an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur’an’dan istimdad eyledim. Birden otuz üç âyetin mana-yı sarîhinin teferruatı nevindeki tabakattan mana-yı işarî tabakasından ve o mana-yı işarî külliyetinde dâhil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim.

Ve o risalede biz demiyoruz ki âyetin mana-yı sarîhi budur tâ hocalar فٖيهِ نَظَرٌ desin. Hem dememişiz ki mana-yı işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki:

Mana-yı sarîhinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işarî ve remzîdir. Ve o mana-yı işarî de bir küllîdir, her asırda cüz’iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken Kur’an’ın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’caz ve belâgatına hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işarat-ı Kur’aniyeden hadd ü hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib’ad edip böyle itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse; elbette bizim gibi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakta, böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, vüs’at-i rahmet-i İlahiyeye delildir demeye mecbur olur.

Ben sizi ve muterizleri Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki: Bu işaretler ve evliyanın îmalı haberleri, remizleri, beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahir ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle beraber insan kusurdan, nisyandan hâlî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat Kur’an’ın hurufat-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla yeni hat altında tahrifkârane ehl-i dalaletin tevilat-ı fâsideleri âyâtın sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi; bîçare mazlum bir adamın kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için bir nükte-i i’caziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zatlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.

Bunu da ilâveten beyan ediyorum:

Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlarla fedakârları bulunan meşrepler, meslekler, tarîkatlar; bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde; benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. Ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanda bir nevi mu’cize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş.

Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki Eski Said’in (ra) (Hâşiyecik[14]) kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyla o on dakika işi on saatte fikrim ile yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz’ü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkeza…

Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, şu hizmette hâlisane, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim ve muvaffak eylesin, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn…

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve hâlis vârislerim!

Çok manidar ve kuvvetli bir tevafuk ve şakirdlerin sadakatlerine delil, bir zahir keramet-i Nuriyeyi beyan etmeme bir ihtar aldım. Şöyle ki:

Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar; benim itimat ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men’ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup tanımadığım birisiyle, sâbık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.

Hem aynı zamanda, Tunuslu ve âlim kardeşlerimizden ve buraya kadar geçen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat’tan buraya yazıyor ki: “Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz risalesi muhafaza edilsin. Tâ ki ileride tabedeceğiz.”

Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in vefatım hakkında bir hazîn mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirdleri ağlattırdı.

Hem bu zamana pek çok yakın, Hüsrev’in, kendi âdetine muhalif benim vefatıma dair bir iki mektubunda, iki üç gün ömür gibi tabirlerle ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir etti. “Acaba ben gidiyorum?” diye endişe ettim.

Hem aynı bu hengâmlarda, en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirdler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkinde öyle sahabetkârane ve iltizam-perverane o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koşturdular ki beni hayret hayret içinde bıraktılar.

Elhasıl: Bu beş cihetteki tevafuk, zahir bir keramet-i Nuriyedir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Kardeşlerim! Merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti fakat hastalık devam ediyor.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua edip şüphesiz makbul olan dualarını isterim. Ve İnebolu’da ve civarında hem çok hanımların hem küçücük yavrularının Risale-i Nur’u yazmaya başlamalarını ve Kur’an dersini çok masumların almasını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Şayet biri biliyor, taallüm etmeye muhtaç değilse ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.

[2] Hâşiye: Kitabın birinci ve yedinci kısımlarını okuduktan sonra.

[3] Hâşiye: Hazret-i Mevlana (ks) milyonlar etbalarının ittifakıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihetle tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek, nass-ı hadîs ile Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.

[4] Hâşiye: Şeriat cifirle dokuz yüz seksen (980) eder. Risaletü’n-Nur dahi اَلنُّور daki ل aslî lâm olsa cifirle dokuz yüz yetmiş sekiz (978) edip iki farkla tevafuk eder.

[5] Hâşiye: Rîş: Ceriha, yara demektir.

[6] Hâşiye: Demek bu geçen seneki zelzele yani İzmir zelzelesi, Risale-i Nur’un dirilmesine ve meydana çıkmasına bir emaredir ve o rüyayı tabir ediyor. Evet o zelzeleden evvel Risale-i Nur defnolunmuş gibi gayet gizli perde altında intişar ediyordu. Zelzele başladıktan sonra eski elbise-i fâhiresiyle meydan-ı zuhura çıktı.

[7] Hâşiye: Kâinatı dağıtmayan bir kuvvet o orduyu bozamaz.

[8] Hâşiye: Evet, bütün kuvvetimle tasdik ediyorum ki Emin kardeşimiz, memleketimize geldiği zaman mütemadiyen faal bir surette her ay çalışıyordu. Şimdi ise Risaletü’n-Nur’un dairesine girdikten sonra, üç dört aydan fazla çalıştığını görmüyoruz.

Feyzi

[9] Hâşiye: Evet o mütecavizlerden birisi dehalet etti, ölümden kurtuldu; diğeri bir sene azap çekti hem öldü.

[10] Hâşiye: Bu “Fil” lafzı kalkmasının sırrı: Eski zamanda dehşetli Fil-i Mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle havada ve denizde filolar teşkil edip o fil gibi filolarla nev-i beşeri esaret altına almış. Ve Avrupa medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle üç yüz elli milyon Müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip istibdadına serfürû etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve dünya-perest gaddar zalimlere, zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye ve fakir ve masumlar ve mazlumlara, fâni mallarını ve hayatlarını âhiretlerine çevirmek ve kıymettar eylemek ve dünyadaki günahlarına keffaretü’z-zünub etmeye kader-i İlahîye fetva verdiler.

Şimdi yedi senedir dünya-perestlerin bu musibette vaziyetlerini ve safahatlarını ve Harb-i Umumî sahifelerini kat’iyen bilemiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sure-i kudsiyenin mana-yı işarî tabakasından gelen tokatlar, tamı tamına onların başlarına iniyorlar ve surenin bir mana-yı işarîsini tam tefsir ediyor.

[11] Hâşiye: Evet bu tokattan, pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur’an’a tarziye vermezse melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sure bir mana-yı işariyle tehdit ediyor.

Kardeşiniz Said Nursî

[12] Hâşiye: Bu şerh-i sadırla münasebettar bir tevafuktur. Üstadımdan anladım, yirmi beş senedir daima ve en mühim duası اَللّٰهُمَّ اشْرَحْ صَدْرٖى لِلْاٖيمَانِ وَ الْاِسْلَامِ münâcatı olmuş.

[13] Hâşiye: Bu âyet bizi şiddetle gıybetten men’ettiğinden bu hâdiseyi unutmalıyız, medar-ı gıybet etmemeliyiz. İnşâallah daha tekerrür etmeyecek.

[14] Hâşiyecik: Bazı müstensihler bu bîçare Said hakkında (ra) kelimesini bir dua niyetiyle yazmışlar. Ben bozmak istedim, hatıra geldi ki Allah razı olsun mânasında bir duadır, ilişme. Ben de bozmadım.

Loading