İmanın bir kutbunu gösteren bu semavî âyât-ı kübranın ve haşri ispat eden şu kudsî berahin-i uzmanın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a’zamı, bu Dokuzuncu Şuâ’da beyan edilecek.
Latîf bir inayet-i Rabbaniyedir ki bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi Muhakemat namındaki eserin âhirinde; “İkinci Maksat: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ” deyip durmuş, daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîm’ime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamdolsun ki otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.
Evet, bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’ü in’am etti, münkirleri susturdu.
Hem iman-ı haşrînin hücum edilmez o iki metin kalesinden, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî makam ve bir ehemmiyetli mukaddimeden ibarettir.
***
Mukaddime
Haşir akidesinin pek çok ruhî faydalarından ve hayatî neticelerinden bir tek netice-i câmiayı ihtisar ile beyan ve hayat-ı insaniyeye hususan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu iman-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile göstermek ve o akide-i haşriye ne derece bedihî ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak iki noktadır.
BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akidesi, hayat-ı içtimaiye ve şahsiye-i insaniyenin üssü’l-esası ve saadetinin ve kemalâtının esasatı olduğuna yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz.
Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücudlarında bir kuvve-i maneviyeyi bulabilirler. Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o cennet ile bir ümit bulup mesrurane yaşayabilirler. Mesela, cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.”
Yoksa her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalp, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı.
İkinci Delil: Nev-i insanın nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seriü’t-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli meyusiyete karşı ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler.
Yoksa o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azap olurdu.
Üçüncü Delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin en kuvvetli medarı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden yalnız cehennem fikridir.
Yoksa cehennem endişesi olmazsa “El-hükmü li’l-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.
Dördüncü Delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.
Mesela, der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.
Yoksa kısacık bir iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakata uğrayan arkadaşlık, elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlup edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.
İşte iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvi hakikati ve küllî hâceti derecesinde kat’îdir. Belki insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zahirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir.
Ve eğer bu hakikat-i haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir laşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder.
Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler?
İKİNCİ NOKTA: Hakikat-i haşriyenin hadsiz bürhanlarından sair erkân-ı imaniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Şöyle ki:
Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine delâlet eden bütün mu’cizeleri ve bütün delail-i nübüvveti ve hakkaniyetinin bütün bürhanları, birden hakikat-i haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek ispat ederler. Çünkü bu zatın bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, aynı hakikate şehadet eder. Hem وَ بِرُسُلِهٖ kelimesinden gelen şehadeti bedahet derecesine çıkaran وَ كُتُبِهٖ şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki:
Başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri ve hakikatleri, birden hakikat-i haşriyenin tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip ispat ederler. Çünkü Kur’an’ın hemen üçten birisi haşirdir ve ekser kısa surelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyedir. Sarîhan ve işareten binler âyâtıyla aynı hakikati haber verir, ispat eder, gösterir. Mesela
gibi otuz kırk surelerin başlarında bütün kat’iyetle hakikat-i haşriyeyi kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikati olduğunu göstermekle beraber, sair âyetlerinde dahi o hakikatin çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder.
Acaba bir tek âyetin bir tek işareti, gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede müteaddid ilmî ve kevnî hakikatleri meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleri ve davaları ile güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî hakikatsiz olması; güneşin inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı var mı ve yüz derece muhal ve bâtıl olmaz mı?
Acaba bir sultanın bir tek işareti yalan olmamak için bazen bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddi ve izzetli sultanın binler sözleri ve vaadleri ve tehditlerini yalan çıkarmak, hiçbir cihette kabil midir ve hakikatsiz olmak mümkün müdür?
Acaba on üç asırda fâsılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalplere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu manevî Sultan-ı Zîşan’ın bir tek işareti böyle bir hakikati ispat etmeye kâfi iken binler tasrihat ile bu hakikat-i haşriyeyi gösterip ispat ettikten sonra, o hakikati tanımayan bir echel ahmak için cehennem azabı lâzım gelmez mi ve ayn-ı adalet olmaz mı?
Hem birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semavî suhuflar ve mukaddes kitaplar dahi bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur’an’ın tafsilatla, izahatla tekrar ile beyan ve ispat ettiği hakikat-i haşriyeyi, asırlarına ve zamanlarına göre o hakikati kat’î kabul ile beraber, tafsilatsız ve perdeli ve muhtasar bir surette beyan fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve ispatları, Kur’an’ın davasını binler imza ile tasdik ederler.
Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münâcat’ın âhirinde “iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir” rüknüne sair rükünlerin hususan “rusül” ve “kütüb”ün şehadeti, münâcat suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalı ve bütün evhamları izale eden bir hüccet-i haşriye aynen buraya giriyor. Şöyle ki Münâcat’ta demiş:
Ey Rabb-i Rahîm’im! Resul-i Ekrem’inin talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki: Başta Kur’an ve Resul-i Ekrem’in olarak bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta numuneleri görülen celalli ve cemalli isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmane cilveleri, numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir tarzda dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.
Hem yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı kātıalarına istinaden, başta Resul-i Ekrem ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak bütün nurani ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver kalplerin kutubları olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan sıddıkînler, bütün suhuf-u semaviyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden hem senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemal gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve senin izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalalet için cehennem ve ehl-i hidayet için cennet bulunduğunu haber verip ilan ediyorlar, kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal! Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını yalancı çıkarmak, tekzip etmek ve saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını tekzip edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının âhirete bakan hadsiz dualarını ve davalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vaadinde tekzip etmekle, senin azamet ve kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalaleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüz binler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adaletini ve nihayetsiz cemalini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.
Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki: O yüz binler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyaların hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattir ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve beşaretleri sadık ve vakidir. Ve onlar, bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-i ekber-i haşriye olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak talim ediyorlar.
Yâ Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle, âmin!
Hem nasıl ki Kur’an’ın belki bütün semavî kitapların hakkaniyetini ispat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullah’ın belki bütün enbiyanın nübüvvetlerini ispat eden umum mu’cizeler ve bürhanlar, dolayısıyla en büyük müddeaları olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla rububiyetin ve uluhiyetin en büyük medarı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekanın vücuduna, açılmasına şehadet ederler.
Çünkü gelecek makamatta beyan ve ispat edileceği gibi; Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un hem mevcudiyeti hem umum sıfatları hem ekser isimleri hem rububiyet, uluhiyet, rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi vasıfları, şe’nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücazat için haşri ve neşri isterler.
Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı uluhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.
Hem madem göz ile görünen bu hadsiz in’amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zat-ı Rahman-ı Rahîm’in bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalplere gösterir. Elbette in’amı istihzadan ve ihsanı aldatmaktan ve inayeti adâvetten ve rahmeti azaptan ve lütf u keremi ihanetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve nimeti nimet eden, bir âlem-i bâkide bir hayat-ı bâkiye var ve olacaktır.
Hem madem bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatasız yüz bin kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüz bin defa ahd ve vaad etmiş ki: “Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım.” diye bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de yazılacak ve umumun defter-i a’malleri onda kaydedilecek.
Hem madem bu arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit enva-ı zevi’l-hayat ve zevi’l-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki küçüklüğüyle beraber koca semavata karşı denk tutulmuş. Semavî fermanlarda daima رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ deniliyor.
Ve madem bu mahiyetteki arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlukatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcudatını teshir edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnuatını kendi hevesatının hendesesiyle ve ihtiyacatının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semavat ehlinin ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinat sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkati ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halifesi olduğunu fenleriyle, sanatlarıyla gösteren ve dünya cihetinde Sâni’-i âlem’in mu’cizeli sanatlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azabı tehir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakıyet gören nev-i benî-Âdem var.
Ve madem bu mahiyetteki nev-i benî-Âdem, mizaç ve hilkat itibarıyla gayet zayıf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacatı ve teellümatı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde olarak koca küre-i arzı, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara ambar ve nev-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf var ki böyle nev-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.
Ve madem bu hakikatteki bir Rab, hem insanı sever hem kendini insana sevdirir hem bâkidir hem bâki âlemleri var hem adaletle her işi görür ve hikmetle her şeyi yapıyor. Hem bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve bu kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelî’nin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti yerleşemiyor.
Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve muvazenelerine ve hüsn-ü cemaline münafî ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp gaddar zalim, rahat ile hayatını ve bîçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın mahiyeti ise dirilmemek suretiyle o gaddar zalimlerin ve meyus mazlumların vefat içindeki müsavatlarına bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez!
Ve madem nasıl ki kâinatın sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı intihab edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de nev-i insandan dahi makasıd-ı rububiyetine tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile ona sevdiren hakiki insanlar olan enbiya ve evliya ve asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatap ederek, onları mu’cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını semavî tokatlar ile tazip ediyor.
Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi onların imamı ve mefhari olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı intihab ederek, ehemmiyetli küre-i arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor. Âdeta bu kâinat onun için yaratılmış gibi bütün gayeleri onun ile ve onun dini ile ve Kur’an’ı ile tezahür ediyor.
Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmış üç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mı ki o zat, bütün emsali ve dostlarıyla beraber dirilmesin ve şimdi de ruhen diri ve hay olmasın? İdam-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem, onun dirilmesini dava eder ve hayatını Sahib-i kâinat’tan talep ediyor.
Ve madem Yedinci Şuâ olan Âyetü’l-Kübra’da her biri bir dağ kuvvetinde otuz üç adet icma-ı azîm ispat etmişler ki: Bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek zatın mülküdür. Ve kemalât-ı İlahiyenin medarı olan vahdetini ve ehadiyetini bedahetle göstermişler. Ve vahdet ve ehadiyet ile bütün kâinat, o Zat-ı Vâhid’in emirber neferleri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin gelmesiyle, kemalâtı sukuttan ve adalet-i mutlakası müstehziyane gadr-ı mutlaktan ve hikmet-i âmmesi sefahetkârane abesiyetten ve rahmet-i vâsiası lâhiyane tazibden ve izzet-i kudreti zelilane aczden kurtulurlar, takaddüs ederler.
Elbette ve elbette ve herhalde iman-ı billahın yüzer nüktesinden bu altı mademlerdeki hakikatlerin muktezasıyla; kıyamet kopacak, haşir ve neşir olacak, dâr-ı mücazat ve mükâfat açılacak. Tâ ki arzın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin. Ve arz ve insanın Hâlık’ı ve Rabb’i olan Mutasarrıf-ı Hakîm’in mezkûr adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin. Ve o Bâki Rabb’in mezkûr hakiki dostları ve müştakları idam-ı ebedîden kurtulsun. Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün. Ve Sultan-ı Sermedî’nin kemalâtı naks ve kusurdan ve kudreti aczden ve hikmeti sefahetten ve adaleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.
Elhasıl: Madem Allah var, elbette âhiret vardır.
Hem nasıl ki mezkûr üç erkân-ı imaniye onları ispat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delâlet ederler. Öyle de وَ بِمَلٰئِكَتِهٖ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى olan iki rükn-ü imanî dahi haşri istilzam edip kuvvetli bir surette âlem-i bekaya şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:
Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini ispat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin ve cennet ve cehennemin vücudlarına delâlet ederler. Çünkü melekler bu âlemleri izn-i İlahî ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıtasının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dâr-ı âhiretin ve cennet ve cehennemin vücudlarına o kat’iyette iman etmek gerektir ve öyle de iman ederiz.
Hem Yirmi Altıncı Söz olan Risale-i Kader’de “iman-ı bi’l-kader” rüknünü ispat eden bütün deliller, dolayısıyla haşre ve neşr-i suhufa ve mizan-ı ekberdeki muvazene-i a’male delâlet ederler. Çünkü her şeyin mukadderatını gözümüz önünde nizam ve mizan levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sair elvah-ı misaliyede yazmak ve her zîruhun hususan insanların defter-i a’mallerini elvah-ı mahfuzada tesbit etmek ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmane bir takdir ve müdakkikane bir kayıt ve hafîzane bir kitabet, ancak mahkeme-i kübrada umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat için olabilir. Yoksa o ihatalı ve inceden ince olan kayıt ve muhafaza, bütün bütün manasız, faydasız kalır, hikmete ve hakikate münafî olur.
Hem haşir gelmezse kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak manaları bozulur ki hiçbir cihet-i imkânı olamaz ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal belki bir hezeyan olur.
Elhasıl: İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip talep ederler. İşte hakikat-i haşriyenin azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhanları bulunduğu içindir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hemen hemen üçten birisi haşir ve âhireti teşkil ediyor ve onu bütün hakaikine temel taşı ve üssü’l-esas yapıyor ve her şeyi onun üstüne bina ediyor.
Malûm olsun ki ben, Risale-i Nur’un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini ilan etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa hâşâ kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir.
Hem Risale-i Nur zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur’an’ın bir tefsiri ve Kur’an’dan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.
İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh Âyetü’l-Kübra namını verdiği Yedinci Şuâ Risalesi’ni yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medar-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelutiye, inayet-i İlahiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i nimet kabîlinden bunu Sekizinci Şuâ olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir âyetin mu’cizeli olan bürhanlarını yazacaktım.
***
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir.
Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem’alarda izah ve ispat edilen iki zahir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelutiye’sinde Siracünnur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi yine o kasidede Siracünnur’un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdeta alkışlıyor ve sekiz adet remiz ile meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.
BİRİNCİSİ
Risale-i Nur’a tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla esma-i hüsnadan istimdad ve suver-i Kur’aniye ile bir münâcat yapıyor. Tam otuz üç surelerle öyle garib ve manidar bir tarzda zikrediyor ki bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin radıyallahu anh Âyetü’l-Kübra namını verdiği Yedinci Şuâ’yı bitirdiğim aynı vakitte –itikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak– geceleyin Celcelutiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:
İmam-ı Ali radıyallahu anh, Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek çok zararları bulunduğundan, hikmete münafî olduğu cihetle hikmet-i İlahiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti. Mesela, sureleri ta’dad ederken yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:
İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde göz ile görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri ispat eden hârika hüccetleriyle iştihar eden Yirmi Dokuzuncu Söz’e Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, zikr ü ta’dad ettiği surelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile ona işaret eder. Çünkü kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ suresine tam mutabık bir surette o Yirmi Dokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı âhiretin ve ihya-yı emvatın kat’î hüccetlerini beyan ederken, bu surenin dehşetli tasvirini zikretmesi hem manada hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları o işareti ispat eder.
Hem tahavvülat-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerratın tahavvülatı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden Otuzuncu Söz namındaki Zerrat Risalesi’ne Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, otuzuncu mertebede وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle ona işaret eder. Evet, bu işarette lafzen ve sureten Sure-i وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا ve Risale-i Zerrat, birbirine müşabehet ile beraber mana cihetiyle dahi münasebet var. Çünkü Sure-i وَالذَّارِيَات ın başında tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havaiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvinî emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi Risale-i Zerrat dahi maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telakki edilen harekât-ı zerrat dahi gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile ispat ediyor.
Hem mi’rac-ı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmı delail-i akliye ile gayet makul ve kat’î bir surette ispat eden ve Otuz Birinci Söz namında ve mertebesinde bulunan Risale-i Mi’rac’a, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) otuz birinci mertebede mi’rac-ı Ahmedî (asm) ve Kab-ı Kavseyn’deki müşahede ve mükâlemeyi sarîh bir surette başlayan Sure-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى nın başında bulunan وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى cümlesi ile sarahate yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve Sure-i وَ الطُّورِ yi bırakarak وَ الذَّارِيَات den sonra وَ النَّجْمِ Suresi’ni zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.
Hem şakk-ı kamer mu’cizesini münkirlere karşı kuvvetli deliller ile ispat eden Mi’rac Risalesi’nin zeyli bulunan Şakk-ı Kamer Risalesi namında otuz birinci mertebenin âhirinde olan o risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) şakk-ı kameri nass-ı sarîh ile zikreden Sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas ederek otuz birinci mertebenin akabinde zikredilen وَ بِاِقْتَرَبَتْ لِىَ الْاُمُورُ تَقَرَّبَتْ fıkrasıyla sarahate yakın işaret eder.
Malûmdur ki Risale-i Nur başta otuz üç adet Sözlerdir ve Sözler namıyla yâd edilir. Fakat Otuz Üçüncü Söz müstakil değil belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir ve Mektubat namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil değil belki otuz bir adet Lem’alardan mürekkebdir ve Lem’alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuz Birinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuz bir adet Şuâlardan mürekkeb olacak. El-Âyetü’l-Kübra Yedinci ve bu risale Sekizinci Şuâlarıdır. Demek Sözler’in hâtimesi Otuz İkinci Söz’dür. Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirdlerince telakki edilen Otuz İkinci Söz namındaki üç mevkıflı risale-i hârika ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cem’iyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (ra) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’an’ın çok sureleriyle birden Otuz İkinci Mertebe’de وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً kasemiyle Otuz İkinci Mertebe’de bulunan o câmi’ risaleye işaret eder.
Risale-i Nur’un Otuz Üçüncü Söz’ü ise bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuz üç adet mektuplardan ibaret ve Mektubat namında otuz üç kitap ve yüzden ziyade risalelerdir. İşte Hazret-i İmam-ı Ali (ra) otuz üçüncü mertebede ve kaseminde Otuz Üçüncü Söz’ün eczaları olan o yüz on kitap ve mektubata birden işaret etmek için yüz on semavî suhuf namında yüz on muhtasar kitaplar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdad manasında olan şu:
وَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلَاىَ بِفَضْلِكَ الَّذٖى
عَلٰى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ
kelâmıyla işaret eder.
Malûmdur ki ilm-i belâgatta ve fenn-i beyanda uzak ve gizli manalara delâlet etmek için karine tabir ettikleri emarelerden ve münasebetlerden birisi bulunsa uzak bir mana ve gizli ve işarî olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarîh ve zahir manası gibi kabul edilir. İşte bu kaideye binaen, bu işarî manaların her birisine müteaddid karineler, emareler bulunduğu gibi sair arkadaşları da ona karineler olur. Risale-i Nur’un mecmuundan haber veren sarîh fıkralar dahi her birisine kuvvetli bir karinedir.
İKİNCİ REMİZ
Kur’an’ın El-Âyetü’l-Kübra’sı olan تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَ مَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin hakikat-i kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve ramazan-ı şerifin ilhamî bir hediyesi bulunan Yedinci Şuâ Risalesi’ne Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işaret içinde Şuâlar’a bakarak وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ deyip ilm-i belâgatça “müstetbeatü’t-terakib” ve “maârîzu’l-kelâm” denilen mana-yı zahirînin tebaiyetiyle ve perdesinin arkasıyla müteaddid karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acib ve yüksek ve tevhidin hüccetü’l-kübrası ve El-Âyetü’l-Kübra’nın bir alâmet-i kübrası ve bir tefsir-i a’zamı olan risaleye “Âyetü’l-Kübra” namını veriyor. Ve o namla hem menbaı olan Âyetü’l-Kübra’nın azametini hem bu Yedinci Şuâ olan vahdaniyetin ve tevhidin bürhan-ı a’zamının fevkalâde kuvvetini ilan eder, haber verir.
Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) bu büyük iltifatına, bu risalenin liyakatine her kimin bir şüphesi varsa gelsin bir defa o risaleyi okusun. Eğer evet lâyıktır, demezse bana tuh desin!
Evet, Kur’an’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimane hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir feylesofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’an’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hristiyanların hücumlarını def’edip mukabele eden ve her asırda Kur’an’ın pek çok kahramanları ve manevî kaleleri vardı. Şimdi ihtiyaç bir ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafiler yüzden, iki üçe inmiş.
Hem hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu iltifatına lâyıktır.
Hem İmam-ı Ali (ra) onuncu mertebe-i ta’dadında onuncu sure olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berata bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فٖيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle Onuncu Söz namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesi’ne işaretle beraber o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir Leyle-i Beratın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan hem Leyle-i Beratın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr noktalarıyla ve başka karineler ile îmaen ve remzen haber veriyor.
Evet Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def’etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve Harb-i Umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tabedildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa gelsin onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.
Hem Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh on dokuzuncu sure olarak Suretü’n-Nur’u
بِسِرِّ حَوَامٖيمِ الْكِتَابِ جَمٖيعِهَا
عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ
fıkrasıyla zikrederek pek muhtasar olan On Dokuzuncu Söz’e ve pek mükemmel bulunan On Dokuzuncu Mektup’a işaret için nur lafzını tekrar etmekle mektupların mertebesi, yani On Dördüncü Mektup noksan kalmasına îmaen Sure-i Nur’u on beşincide yine zikretmesiyle gayet latîf ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri Risale-i Nur’un büyük nurları olduklarını bildiriyor. Evet, risalet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâma dair olan On Dokuzuncu Söz hem üç cihetle kerametli ve hârika olan On Dokuzuncu Mektup elhak Risale-i Nur’un en parlak birer nurudurlar.
Ve Âişe-i Sıddıka radıyallahu anhânın beraeti münasebetiyle, âyet-i Nur’un مَثَلُ نُورِهٖ kelimesindeki zamir, üç vecihten birisi ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâma râci olmak haysiyetiyle Sure-i Nur Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm ile ziyade alâkadar bulunduğundan, o sure ile risalet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden o iki risaleye iki nur lafzıyla belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden Mi’rac Risalesi’ne dahi işaret etmiş.
Ben itiraf ediyorum ki: On Dördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali (ra) aynı sureyi iki defa tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işaratındaki dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar yalnız On Dokuzuncu Söz ve Mektup için sayılır, ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.
fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların sarahate yakın bir surette hem cifir hem mana cihetiyle Risale-i Nur’a işaretini On Sekizinci Lem’a’da izahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın nazar-ı dikkatini celbeden yalnız üç sırrı beyan edilecek:
Birincisi: İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten İmam-ı Ali radıyallahu anh, iki defa سِرًّا بَيَانَةً ve سِرًّا تَنَوَّرَتْ kelimeleriyle سِرًّا yani yalnız gizli intişar edebilir. Müteaccibane haber veriyor.
İkincisi: Risale-i Nur, ism-i a’zam cilvesiyle ve ism-i Rahîm ve Hakîm’in tecellisiyle zuhur ettiğinden imtiyazlı hâssası اَللّٰهُ اَكْبَرُ den iktibasen celal ve kibriya ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ den istifazaten merhamet ve şefkat وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreplerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârane muhabbettir.
Nasıl ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) sarîh bir surette Siracünnur’un tarih-i telifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de بِنُورِ جَلَالٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ … اِلٰى اٰخِرِ fıkrasıyla da Siracünnur’un esaslarından haber veriyor. Çünkü جَلَالٍ بَازِخٍ izzet, azamet ve celal ve kibriyadır. شَرَنْطَخٍ Süryanîce Rauf ve بَرْكُوتٍ Rahîm’dir.
Demek, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh Siracünnur’u tarif ediyor. Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve re’fet ve rahîmiyetten alıyor diye mümtaz hâsiyetini beyan eder.
Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bu fıkrada بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: Bin üç yüz elli dörtte (1354) Siracünnur –yani Risale-i Nur’un nuru– ile dalaletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak.
Eğer hicrî tarihi olsa bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile dinin ve Kur’an’ın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O set ise bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işaret-i Aleviye dahi onu teyid ediyor. (Hâşiye[1]) Evet, cifirce بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ : خ altı yüz, ت dört yüz, ر iki yüz, şeddeli ن yüz, م kırk, د ve üç elif yedi, بِهِ deki ب iki, ه beş, yekûnü bin üç yüz elli dört (1354) eder.
Lillahi’l-hamd Siracünnur’un El-Âyetü’l-Kübra’sı gibi çok risaleleri var. Her biri kuvvetli birer lamba hükmünde sırat-ı müstakimi gösterip İmam-ı Ali radıyallahu anhın haberini tasdik ettiriyorlar.
Bu üçüncü sırrın münasebetiyle aynen بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ gibi bin üç yüz elli dört (1354) tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said’in (ra) iki maruf lakabına remzen ve ismen îma eden ve “Kendini muhafaza et!” emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddid tehlikelere maruz bulunacağını telvih eden “Ercuze”nin âhirlerindeki
فَاسْئَلْ لِمَوْلَاكَ الْعَظٖيمِ الشَّانِ
يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ
بِاَنْ يَقٖيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ
وَ شَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَ مِحْنَةٍ
fıkrasıyla diyor: “Yâ Saide’l-Kürdî! Bin üç yüz elli dört (1354) tarihine yetişirsen Mevla-yı Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar.”
Evet, On Sekizinci Lem’a’da Birinci Keramet-i Aleviye’nin izahında, Kaside-i Ercuziye’nin Risale-i Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i a’zam ve sekine tabir ettiği esma-i sitte-i meşhuruyla daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle o şakird, Said olduğu ispat edilmiş. Ve orada o şakirdine demiş:
اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا بِتَّ بِهَا الْاَمٖيرُ وَالْفَقٖيرَا Yani ecnebi harfleri bin üç yüz kırk sekizde (1348) tamim edilecek, çoluk çocuk, emirler ve fakirler icbar suretinde gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.
Evet سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا cümlesi tam tamına; iki ت sekiz yüz, iki س yüz yirmi, iki ر dört yüz, iki ط on sekiz, bir ى on, mecmuu bin üç yüz kırk sekizdir. Aynı tarihte Latinî huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı.
Sonra İmam-ı Ali (ra) Sekine ile meşgul olan Said’e (ra) bakar, konuşur. Akabinde يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ der. İki üç yerde kuvvetli işaret ile Said (ra) ismini verdiği şakirdine hitaben “Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış!” Yâ-i nidaîden sonra müteaddid karineler ve emareler ile Said var. Demek يَا سَعٖيدُ مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ olur. Bu fıkra nasıl ki مُدْرِكًا kelimesiyle “El-Kürdî” lakabına hem lafzen hem cifren bakar. Çünkü mimsiz دركًا Kürd kalbidir. (*[2]) Mim ise “lâm” ve “ye”ye tam muvafıktır.
Öyle de diğer bir ismi olan Bedîüzzaman lakabına dahi “ez-zaman” kelimesiyle îma etmekle beraber bin üç yüz elli dört (1354) veya bin üç yüz elli beş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said’in (ra) hakikat-i halini ve hilaf-ı âdet vaziyetini ve hıfz ve vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamıyla tabir ve ifade ettiğinden sarahate yakın bir surette parmağını onun başına o kasidede teselli için basıyor. Burada da بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ sırrına mazhar olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.
Malûm olsun ki Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan اَلْقَسَمُ الْجَامِعُ وَالدَّعْوَةُ الشَّرٖيفَةُ وَالْاِسْمُ الْاَعْظَمُ İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî (ra) diyor ki: “Onlar vahiy ile Peygamber’e (asm) nâzil olduğu vakit İmam-ı Ali’ye (ra) emretti: Yaz! O da yazdı. Sonra nazmetti.” İmam-ı Gazalî (ra) diyor:
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelutiye’nin hem Süryanî kelimelerini hem kıymetini ve hâsiyetini şerh etmiş.
DÖRDÜNCÜ REMİZ
İmam-ı Ali (ra) Siracünnur’dan haber verdikten sonra yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryanîce esmayı ta’dad ederken Risale-i Nur’un en kuvvetli en kıymettar olan Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne ve Otuz İkinci Söz’e kuvvetli işaret ettiği gibi sair risalelere de remzen veya îmaen veya telvihen bakar. Evet, Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Risale-i Nur’a bakarak Süryanî isimleri dercederek diyor:
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) başta sarahat ile haber verdiği Risale-i Nur’u, Siracünnur ve Siracüssürc namıyla birinci mertebede aşikâr onu gösterip ta’dad ederken tâ yirmi beşe geldiği vakit بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ der. Âyât-ı Kur’aniyenin i’cazlarını beyan ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde ispat eden Risale-i Nur’un en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmi Beşinci Söz namındaki Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne işaret eder.
Çünkü başta Siracünnur’un birinci mertebede sayılması hem بِتَمْلٖيخِ اٰيَاتٍ fıkrasında اٰيَاتٍ kelimesinin bulunması hem yirmi beşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli bir karinedir ki pek çok âyetleri zikredip i’cazları ve sırları beyan eden Yirmi Beşinci Söz’e mana-yı mecazî ile bakar. Ve surelerin ta’dadında dahi yine yirmi beşinci mertebede ibareyi değiştirip baştan başlar gibi بِحَقِّ تَبَارَكَ diyerek Risale-i Nur’un en mübarek ve bereketli olan Yirmi Beşinci Söz’ün ehemmiyetini gösteriyor.
Sonra yirmi altı ve yedide اَبَاذٖيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا der. Sonra otuz ve otuz birincide بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا deyip yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَا kelimesini zikreder. Gayet zahir ve kuvvetli bir karine ile içtihada dair Yirmi Yedinci Söz’ün sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymettar zeylini ve mi’raca dair Otuz Birinci Söz’ün şakk-ı kamere dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeylini بَعْدَهَا kelimesiyle gösterir gibi kuvvetli işaret eder.
Ben itiraf ediyorum ki ben bu zeylleri unutmuştum, İmam-ı Ali’nin (ra) bu ihtarı ile tahattur ettim. Şakk-ı kameri sâbıkan yazdım. Şimdi bu anda sahabeler hakkındaki zeyli hatırladım.
İşte madem ilm-i belâgat ve fenn-i beyanda bir tek karine ile mecazî bir mana murad olunabilir ve bir tek münasebetle, bir mefhuma işaret bulunsa o mefhum bir mana-yı işarî olarak kabul edilir. Elbette zahir ve çok karinelerden ve emarelerden kat’-ı nazar, yalnız bu iki yerde tam zeyllerin bulunduğu aynı makamda ve zeyl manasında olan بَعْدَهَا kelimesini tekrar suretinde ifadeyi değiştirerek söylemesi, tam bir karinedir ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) mana-yı hakikisinden başka bir mana-yı mecazî ve işarîyi dahi ifade etmek istiyor.
Sonra yirmi dokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ der. Yirmi beşte geçen ve sırları bilmek manasında olan تَشَمَّخَتْ kelimesini tekrar ile sâbıkan beyan ettiğimiz hârikalı Yirmi Dokuzuncu Söz’e kuvvetli bir karine ile işaret eder.
Sonra otuz ikinci mertebede surelerin ta’dadında ehemmiyetle işaret ettiği risale-i câmia olan Otuz İkinci Söz’e yine nazar-ı dikkati kuvvetli celbetmek için ذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ ve bir nüshada بِهِ الْكَوْنُ عُطِّرَتْ yani ism-i Adl ve ism-i Hakem’in tecellisiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur. İkinci nüsha ile o iki ismin rayiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır. Attar dükkânı gibi rayiha-i tayyibe verir.
İşte ism-i Adl ve ism-i Hakem’in parlak bir âyineleri ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuz İkinci Söz’e parmak basıyor ve mana-yı mecazî suretinde ifade eder. ذَيْمُوخٍ kelimesinin tekrarıyla Sözler otuz üç iken bir mertebesi mektuplardan ibaret olduğuna ve Otuz İkinci Söz son mertebesi bulunduğuna îma eder.
Ben Süryanî kelimelerinin manalarını tamamıyla bilemediğimden ve İmam-ı Gazalî (ra) dahi tamamıyla izah etmediğinden Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) o kelimeler ile sair risalelere işaratını şimdilik bırakıyorum.
BEŞİNCİ REMİZ
Madem Celcelutiye vahiy ile Peygamber aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş. Ve Allâmü’l-guyub’un ilmiyle ifade-i mana eder. Hem madem Celcelutiye اَقِدْ كَوْكَبٖى ve تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkralarında mana-yı mecazî ile o kasidenin hakikatini ispat eden Risale-i Nur’a sarîhan ve onun on üç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber, فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى جَلَّ قَدْرُهُ de dahi o kasidenin bir esası olan اَلْاِسْمُ الْمُعَظَّمُ ile çok iştigal ve istimdad eden Risale-i Nur müellifine ve bunun on üç ehemmiyetli vakıat-ı hayatına îmaen, remzen, işareten mana-yı mecazî ile haber veriyor. Hem madem mana-yı mecazî ile ve mefhum-u işarînin murad olmasına bir zayıf karine ve bir gizli emare ve bir tek münasebet kâfi geliyor. Hem madem Risale-i Nur ve risalelerine ve müellifi ve ahvaline olan işaretler birbirine karine olur. Belki meselenin vahdeti itibarıyla umum işaretler, karineleriyle beraber her birisine kuvvetli bir karine ve kavî bir emare hükmündedir.
Elbette diyebiliriz ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) nasıl ki başta
yani “Hazine-i esrar olan Bismillahirrahmanirrahîm ile başladım. Ruhum, onun ile o hazineyi keşfetti.” diyerek sair işaratın karinesiyle bir mana-yı işarî ve bir medlûl-ü mecazî suretinde Risale-i Nur’un Bismillah’ı hükmünde ve fatihası ve besmelesi ve “Bismillah”taki büyük sırrın hakikatini beyan eden ve kısa ve gayet kuvvetli Birinci Söz namında olan Bismillah Risalesi’ne îma, belki remiz, belki işaret ediyor.
Aynen öyle de sair işaratın karine ve münasebetiyle ve huruf-u Kur’aniyenin esrarından bahseden ve Rumuzat-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların esrarıyla istimdad etmeye başlaması karine-i latîfesiyle muazzam dua ve münâcat ve câmi’ kasem-i istimdadînin âhirlerinde ve Sözler’e ve Mektuplar’a işaretten sonra بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’aniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namında sekiz küçük risalelerin en mühimleri ve feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i Kudüs ve feth-i İstanbul gibi çok fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَ الْفَتْحُ nun esrarını beyan ile fütuhat-ı İslâmiyenin pehlivanı olan Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) nazar-ı dikkatini celbeden Fetih ve Nasr Risalesi’ne hem Sure-i Feth’in en mühim ve en âhir âyetin beş vecih ile i’cazını beyan ve ispat ile kahraman-ı İslâm Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) nazar-ı dikkatini celbeden gayet kıymetli olan Âyet-i Fetih Risalesi namındaki küçük bir risaleye îma belki işaret eder, itikadındayım. Böyle itikada iştirak edilmezse de itiraz edilmemeli.
ALTINCI REMİZ
Madem Hazret-i İmam-ı Ali (ra) üstad-ı kudsîsinden aldığı derse binaen, Kur’an’a taalluk eden gelecek hâdisattan haber veriyor. Ve “Benden sorunuz!” diye müteaddid ve doğru haberleri verip bir şah-ı velayet olduğunu öyle kerametlerle ispat etmiş. Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet münafıkları, dehşetli bir surette Kur’an’a hücumu hengâmında Risale-i Nur o seyl-i dalalete karşı mukavemet edip Kur’an’ın tılsımlarını keşfederek hakikatini muhafaza ediyor. Ve madem
fıkrasıyla Yirmi Sekizinci Lem’a’da ispat edildiği gibi sarahate yakın bir surette Risale-i Nur’a işaret etmekle beraber Sure-i Nur’daki Âyetü’n-Nur’un Risale-i Nur’a işaretine işaret eder. Ve madem اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا mana ve cifirce tam tamına Risale-i Nur’a tevafuk ediyor. Elbette diyebiliriz ki bu fıkranın akabinde:
fıkrasıyla Risale-i Nur’un bidayette On İki Söz namında iştihar ve intişar eden on iki küçük risalelerine اَقِدْ كَوْكَبٖى karinesiyle, bu fıkradaki on iki Süryanî kelimeler onlara birer işarettir. Gerçi elimde bulunan Celcelutiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. İmam-ı Gazalî (ra) gibi çok imamlar Celcelutiye’yi şerh etmişler. Fakat bu Süryanî kelimelerin manasını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilaf bulunduğundan, her birisinin vech-i işaretini ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.
Elhasıl: Hazret-i İmam-ı Ali (ra) bir defa اَقِدْ كَوْكَبٖى fıkrasıyla, âhir zamanda Risale-i Nur’u dua ile Allah’tan niyaz eder, ister ve bidayette on iki risaleden ibaret bulunduğundan yalnız on iki risalesine işaret ediyor. İkinci defada تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla daha sarîh bir surette Risale-i Nur’u medh ü sena ile göstererek tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem’aları remzen haber verir. Hem On İki Söz namı ile çok intişar eden o küçücük risaleler, bu fıkradaki kelimeler gibi birbirine ismen ve sureten benzedikleri gibi bedî’ manasında olan Celcelutiye kelimesine mutabık olarak her biri gayet bedî’ bir tarzda, güzel bir temsil ile büyük ve derin bir hakikat-i Kur’aniyeyi tefsir ve ispat eder.
Eğer bir muannid tarafından denilse: Hazret-i İmam-ı Ali (ra) bu umum mecazî manaları irade etmemiş?
Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (ra) irade etmezse fakat kelâm delâlet eder ve karinelerin kuvvetiyle işarî ve zımnî delâletle manaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî manalar ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetlidir. Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa –Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle– hakiki sahibi Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) üstadı olan Peygamber-i Zîşan’ın (asm) küllî teveccühü ve Üstadının Üstad-ı Zülcelalinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.
Bu hususta benim hususi ve kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki: Müşkülat-ı azîme içinde, El-Âyetü’l-Kübra’nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâ’yı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübeler ile bu gibi haletlerimde, inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte –hiç hatırıma gelmediği halde– birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi Rabb-i Rahîm’in bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.
diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâ’ya işaret etmiş. Öyle de aynı fıkra ile âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’a’ya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla ism-i a’zam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet âlî bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’a’yı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a namında Altı Nükte-i Esma Risalesi’ne بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde Risale-i Esma’yı takip eden Otuz Birinci Lem’a’nın Birinci Şuâ’ı olarak, otuz üç âyet-i Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını kaydedip hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelimesiyle işaret edip der-akab وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelâmıyla dahi risale-i hurufiyeyi takip eden ve El-Âyetü’l-Kübra’dan ve başka Resail-i Nuriye’den terekküp eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve asâ-yı Musa gibi dalaletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.
Evet وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى kelimesiyle Yedinci Şuâ’ya işareti, kuvvetli karineler ile ispat edildiği gibi aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nur’un Âyetü’l-Kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem’eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ya bu kelâm “müstetbeatü’t-terakib” kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor. Öyle ise Hazret-i İmam-ı Ali (ra) dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz.
Hem sair işaratın karinesiyle hem Mektubat’tan sonra Lem’alar’a başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek Lem’aların en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mana-yı mecazî ve mefhum-u işarî ile Hazret-i Ali (ra) kendi lisanını, büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ yani “Yâ Rab! Beni kurtar, eman ve emniyet ver.” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle, kelâm zımnî ve işarî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) dahi bundan, ona işaret eder.
Hem Otuzuncu Lem’a namında ve altı nükte olan risale-i esmaya bakarak وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى deyip sair işaratın karinesiyle hem Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ya takip karinesiyle hem ikisinin isimde ve esma lafzında tevafuk karinesiyle hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi, onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mana-yı mecazî cihetinde, Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) lisanıyla kendine dua olan وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ yani “İsm-i a’zam olan o Esma Risalesi’nin bereketiyle beni teşettütten, perişaniyetten hıfzeyle yâ Rabbi!” meali, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm mecazî delâlet ve İmam-ı Ali (ra) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.
Hem madem Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.
Ve madem Kur’an itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabıyla Risale-i Nur, bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir.
Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle; Risale-i Nur Celcelutiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.
Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkiye lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.
Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Siracünnur’dan zahir bir surette haber verdikten sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) işaret ettiğini ispat eylemiş.
Ve madem başta بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحٖى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesi’ne baktığı gibi kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara, hususan bir âyetü’l-kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i hârika-i Arabiye ve Risale-i Esma-i Sitte ve Risale-i İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Musa gibi dalaletlerin bütün manevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada Âyetü’l-Kübra namını alan risale-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.
Ve madem bir tek meselede bulunan emareler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.
Elbette bu yedi adet esaslara istinaden deriz:
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubattan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış; öyle de بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle Otuzuncu Lem’a’ya, yani müstakil Lem’alardan en son olan Esma-i Sitte Risalesi’ne tahsin ederek bakıyor.
Ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’a’yı takip eden İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye Risalesi’ni takdir edip işaretle tasdik ediyor.
وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde asâ-yı Musa gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senakârane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâ-perva hükmediyoruz ki:
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) hem Risale-i Nur’dan hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakiki ve mecazî ile; işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum.
Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i ta’dadda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimler ile ve başta, Sözlerin başı olan Birinci Söz’e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de fakat çok güzeldir ve letafetlidir.
Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halk etmek; kudret-i İlahiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir.
Ben kasemle temin ederim ki: Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir.
Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler şükrolsun ki kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasarettir.
İşte bu halet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latîf bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelutiye, Süryanîce bedî’ demektir ve bedî’ manasındadır. İbareleri bedî’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildi, belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.
Demek, Süryanîce bedî’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan bedîü’l-beyan ve bedîü’z-zaman olan Risale-i Nur’un hem ibare hem mana hem isim noktalarıyla bedî’liğine münasebettarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına; bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış tahmin ediyorum. رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا
SEKİZİNCİ REMİZ
Bu remzin beyanından evvel en mühim iki suale cevap yazılacak.
Birinci Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’an’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zatın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?
Elcevap: Malûmdur ki bazı vakit olur bir dakika, bir saat ve belki bir gün belki seneler kadar ve bir saat, bir sene belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Mesela, bir dakikada şehit olan bir adam, bir velayet kazanır ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
İşte aynen öyle de Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi zamanın ehemmiyetinden hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeair-i Ahmediyeye (asm) ettiği tahribatın dehşetinden hem bu âhir zamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki Kur’an, ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (ra) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (ra) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.
Risale-i Nur bu vazifeyi, en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde –hizmet-i imaniye itibarıyla– âdeta birer gizli kutub gibi mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalplerine verip mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
İkinci Sual: Keramet izhar edilmezse daha evlâ olduğu halde, neden sen ilan edersin?
Elcevap: Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinden tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı Rabbanî ve in’am-ı İlahîdir. Elbette mu’cize-i Kur’aniye ve onun lem’aları izhar edilir. Ve nimet ise şükür niyetiyle ilan etmek, bir tahdis-i nimettir. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ âyeti izharına emreder. Benim için medar-ı fahir ve gurur olacak bir liyakatim ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu’cize-i maneviye-i Kur’aniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden i’caz-ı Kur’anî hesabına izhar ederim. Bütün kıymet bir mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nur’dadır. Hattâ eskiden beri taşıdığım Bedîüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve manasıdır.
Bu remizde hususi kanaatimi teyid eden ve kendime mahsus çok emare ve karineler var. Fakat başkalara ispat edemediğimden yazamıyorum. Yalnız iki üçüne işaret etmeye münasebet gelmiş:
Birincisi: Ben Celcelutiye’yi okuduğum vakit, sair münâcatlara muhalif olarak kendim bizzat hissiyatımla münâcat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyla taklitkârane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alâkadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve Risale-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki o halet, bu münasebetten ileri gelmiş.
İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (ra) başta رُوحٖى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ ve ortalarında وَاَمْنِحْنٖى يَا ذَا الْجَلَالِ كَرَامَةً § بِاَسْرَارِ عِلْمٍ يَا حَلٖيمُ بِكَ انْجَلَتْ ve âhirde مَقَالُ عَلِىٍّ وَ ابْنِ عَمِّ مُحَمَّدٍ § وَ سِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلَائِقِ جُمِّعَتْ bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki zahirinde yalnız bir münâcattır. Hattâ İmam-ı Ali’nin (ra) hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmî başka münâcatları gibi esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususi kanaatim şudur ki:
Celcelutiye, madem Risale-i Nur’u içine almış ve sinesine basıp manevî veled gibi kabul etmiş, elbette وَ سِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلَائِقِ جُمِّعَتْ fıkrası ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını âhir zamanda neşreden Risale-i Nur’u şahit gösterip Celcelutiye’yi bir hazine-i ulûm ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü sena edebilir.
Üçüncüsü: Malûmdur ki bazen gayet küçük bir emare, bazı şerait dâhilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sâbık beyan ettiğim bir tek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali (ra) تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri ta’dad ederek münâcat eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا; diğeri, otuz birde وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا der. İşte Risale-i Nur’un Sözler’i otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcatla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeylleri bulunması ve o zeyllerin birisi Yirmi Yedinci Söz’ün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Söz’ün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَا kelimesi dahi aynı yerde, aynı manada tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki Hazret-i İmam-ı Ali (ra) tebeî bir mana ile ve işarî bir mefhum ile Risale-i Nur’a, hattâ zeyllerine bakmak için öyle yapmış.
Daha çok karineler ve birer Söz’e işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi. (Hâşiye[4])
[1] Hâşiye: Hem de “İnna A’tayna”nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünkü Süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor. Ve en büyüğü dahi alâkası bilfiil çekilmiş. Mason komitesinin mahkûmu ve âleti olup azabıyla meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bâki kalan iki şahıs ise ellerinden gelse tamire çalışacaklar.
[3] * Hâşiye: Haşre dair meşhur Yirmi Dokuzuncu Söz’e, sonra Mi’rac ve zeyli şakk-ı kamere bakar.
[4] Hâşiye: Mesela, yirmi sekizinci mertebede وَ بِسُورَةِ التَّهْمٖيزِ kelimesiyle Yirmi Sekizinci Söz’ün âhiri olan cehennem meselesinin çok kuvvetli bir bürhanına işaret edip baştaki cennet meselesinin yalnız iki üç sual ve cevaba dair bahsi ise başka yerde işaret ettiğinden münasebet gizlenmiş.
Hem mesela, ikinci mertebede يٰسٓ kelimesiyle hem İkinci Söz’e hem İkinci Mektup’a hem İkinci Lem’a’ya hem İkinci Şuâ’ya baktığından münasebet genişlendiğinden gizlenmiş.
Hem mesela وَ كَافٍ وَ هَا يَاءٍ وَ عَيْنٍ وَ صَادِهَا yani كٓهٰيٰعٓصٓ beşinci mertebede bulunması hem Beşinci Söz’e hem Beşinci Mektup’a hem Beşinci Lem’a’ya ve Dördüncü Şuâ olan Âyet-i Hasbiye Risalesi’ne hem Üçüncü Şuâ olan Münâcat’a baktığı cihetle münasebet genişlenmiş, gizlenmiş. Buna başkaları kıyas edilsin.
Bu ehemmiyetli risalenin herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil belki elleri uzun olanların hisseleri de var.
Bu risalenin fehmini işkâl eden beş sebep var:
Birincisi: Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre ve kendim için yazdım. Sair kitaplar gibi başkalarının fehmine ve telakkisine göre yazmadım.
İkincisi: İsm-i a’zam cilvesiyle tevhid-i hakiki a’zamî bir surette yazıldığından, meseleleri hem gayet geniş hem gayet derin ve bazen çok uzun olduğundan herkes birden ihata edemez.
Üçüncüsü: Her bir mesele büyük ve uzun bir hakikat olması sebebiyle, hakikati parçalamamak için bazen bir sahife veya bir yaprak bir tek cümle olur. Bir tek delil hükmünde çok mukaddimat bulunur.
Dördüncüsü: Ekser meselelerinin her birisinin pek çok delilleri ve hüccetleri bulunduğundan bazen on, bazen yirmi delili bir tek bürhan yapmak cihetiyle mesele uzunlaşır; kısa fehimler kavramaz.
Beşincisi: Ben ramazanın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp birinci müsvedde ile iktifa edildi. Hem yazdığım vakit, irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı. Hem Arabî fıkralar içine çok girdi. Hattâ Birinci Makam baştan başa Arabî olduğundan içinden çıkarıldı, müstakil yazıldı.
Medar-ı kusur ve işkâl olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki İmam-ı Ali (ra) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye “Âyet-i Kübra” ve “Asâ-yı Musa” namlarını vermiş. Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususi bakıp nazar-ı dikkati celbetmiş. (* Evet İmam-ı Ali’nin (ra) Âyetü’l-Kübra hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü bu risalenin gizli tabı hapsimize bir vesile oldu ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatinin galebesi, beraet ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. Ve İmam-ı Ali’nin (ra) keramet-i gaybiyesini gözlere de gösterdi ve hakkımızdaki وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ duasının kabulünü ispat etti.) “El-Âyetü’l-Kübra”nın bir hakiki tefsiri olan bu Âyetü’l-Kübra Risalesi, Hazret-i İmam’ın (ra) tabirince “Asâ-yı Musa” namında “Yedinci Şuâ” kitabıdır.
Bu “Yedinci Şuâ” bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mesele-i mühimmeyi, Birinci Makamı Âyet-i Kübra’nın tefsirinden Arabî kısmını, İkinci Makamı onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.
Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek, ihtiyaç var ki öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler.
Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.
Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.
Risale-i Nur’da bu hakikat kuvvetli bürhanlarla ispat edildiğinden, bu hakikati Risale-i Nur’a havale ederek yalnız o yakîn-i imanîyi bu asırda sarsan ve tereddüt veren iki vartayı dört mesele içinde beyan ederiz.
Birinci vartadan çare-i necat
İki meseledir.
Birinci Mesele: Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sında tafsilen ispat edildiği gibi umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.
Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda, iki âmî şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik.” deyip nefyetseler onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü ispatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur.
Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsü’l-emre göre hükmeder. Mesela, misalimizde olduğu gibi biri dese: “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.
Nefiy ve inkârda ise nefsü’l-emre bakmaz ve bakamaz. Çünkü “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez.” meşhur bir düsturdur. Mesela, bir şeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok.” desen; benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini ispat etmek için bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.
Madem nefiy ve inkâr edenler nefsü’l-emre bakmazlar, belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü görmeye ve bilmeye mani olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur.” diyebilir. Yoksa “Vakide yoktur.” diyemez. Eğer dese hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde dünya kadar büyük bir yalan olur ki doğru diyemez ve doğrultulmaz.
Elhasıl, ispatta netice birdir, vâhiddir, tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddiddir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdü ile neticeler dahi taaddüd eder, daha tesanüd olmaz.
İşte bu hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine ve imanına hiç tereddüt vermemek lâzım iken bu asırda Avrupa feylesoflarının nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına tereddüt verip yakînlerini izale ve saadet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isabet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çıkarıp idam-ı ebedî suretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle, lezzetli hayatını elîm elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne kadar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!
İkinci Mesele: Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar.
Mesela büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?
Hakaik-i İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de manası ademdir, nefiydir.
İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.
Eğer imana karşı mübareze eden ehl-i küfür, gayet müşkülat ile menfî itikadlarını kabul-ü adem ve tasdik-i adem suretinde ispat ve kabul etmeye çalışsalar o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir. Yoksa irtikâbı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik ise cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.
Elhasıl, itikad-ı küfriye iki kısımdır:
Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hata bir kabuldür ve zalim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.
İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:
Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir, bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.
İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.
Nefiy dahi iki kısımdır:
Birisi: “Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur.” der. Bu kısım ise ispat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.
İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî ve âmm ve muhit olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise –birinci meselede beyan ettiğimiz gibi– hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşa edecek bir nazar lâzımdır, tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.
İkinci varta ve çare-i necat
Bu dahi iki meseledir:
Birincisi: Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalplerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî meseleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.
Eğer dikkatle kendi küfürlerinin içyüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler görecekler ki imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.
Risale-i Nur yüzer mizan ve muvazenelerle, bu hakikati “İki kere iki dört eder.” derecesinde kat’î ispat etmiş. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyeti ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestaîler gibi hem kendini hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir.
İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nleri ve muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalplerde ve müstakim akıllarda yerleşirler.
Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ۞ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilanı hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارٖى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائٖى hadîs-i kudsînin fermanı hem “Cevşenü’l-Kebir” münâcatının seksen altıncı ukdesinde:
Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye, bu kâinat Hâlık’ını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.
Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: “Bana bak, aradığını sana bildireceğim!” der. O da bakar görür ki:
Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece süratli yüz binler ecram-ı semaviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevka’l-had çabuk ve beraber gezdiren, yağsız söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lambaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilal çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlukları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakiki ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlukatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkeb bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semavat Hâlık’ının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semavatın mevcudiyetinden daha zahir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder manasıyla Birinci Makam’ın birinci basamağında
Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acayip olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor: “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” der. O misafir, onun ekşi fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:
Zemin ile âsuman ortasında muallakta durdurulan bulut, gayet hakîmane ve rahîmane bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti (yani yaşamak ateşinin şiddetini) ta’dil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi; birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahate çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.
Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar, görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki güya o camid havanın şuursuz zerrelerinden her bir zerresi; bu kâinat Sultanı’ndan gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle; zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkîhine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve hayat-perverane istihdam olunuyor.
Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O latîf ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor manasında olduğundan yağmura “rahmet” namı verilmiştir.
Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki pek acib ve garib hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: Atılmış pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadîr ve rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be-vakit cevv âlemini doldurup boşaltır. Ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. Ve gayet lütufkâr ve ihsan-perver ve gayet keremkâr ve rububiyet-perver bir hâkim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.
Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: Bu camid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zahirî suretiyle vücuda gelen yüz binler hakîmane ve rahîmane ve sanatkârane işler ve ihsanlar ve imdatlar bilbedahe ispat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm ve gayet Hakîm ve Kerîm bir âmirin emriyle hareket eder.
Güya her bir zerresi, her bir işi bilir ve o âmirin her bir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbanîyi dinler, itaat eder ki bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkîhine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyahatine ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidü’l-humuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken, zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbanî sanatlarda kemal-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor, görüyorum.
Demek وَتَصْرٖيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbanî hizmetlerde istimal ve bulutların teshiriyle hadsiz Rahmanî işlerde istihdam ve havayı o surette icad eden ancak Vâcibü’l-vücud ve Kādir-i külli şey ve Âlim-i külli şey bir Rabb-i Zülcelali ve’l-ikram’dır der, hükmeder.
Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve latîf ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki fırtınalar ile çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidü’l-mâ ve müvellidü’l-humuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve sanatlarda istihdam ediliyor. Demek, bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur ancak bir Rahman-ı Rahîm’in hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle وَهُوَ الَّذٖى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ âyetini maddeten tefsir ediyor.
Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acibe-i cevviye tam tamına وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهٖ ve يَكَادُ سَنَا بَرْقِهٖ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِ âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip muhtaçlara müjde ediyorlar.
Evet hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nâr ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvari pamuk-misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi bu hâdiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar.” diye ihtar ediyorlar.
İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatin yüksek ve aşikâr şehadetini işitir “Âmentü billah” der. Birinci Makam’ın ikinci mertebesinde
fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder. (İhtar: Birinci Makam’da geçen otuz üç mertebe-i tevhidi bir parça izah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar bürhanlarına ve mealinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur’un otuz, belki yüz risalelerinde bu otuz üç mertebe, delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, her bir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden tafsili onlara havale edilmiş.)
*
Sonra o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı haliyle diyor ki: “Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku!” O da bakar görür ki:
Arz meczup bir mevlevî gibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i a’zamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envaını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir.
Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki her bir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabb’ini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız bir tek sahife olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:
Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor ve gayet mu’cizane bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirane idare olunuyor ve gayet müşfikane iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahar bir vagon gibi hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor.
Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki bilbedahe bir Rahman-ı Rahîm’in gayet müşfikane ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.
Elhasıl, bu sahife-i hayatiye-i bahariye, haşr-i a’zamın yüz bin numunelerini ve misallerini göstermekle
âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi bu âyet dahi bu sahifenin manalarını mu’cizane ifade eder. Ve arzın bütün sahifeleriyle büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ dediğini anladı.
İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden bir tek sahifenin yirmi vechinden bir tek vechinin muhtasar şehadeti ile o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı manasında olarak ve o müşahedatları ifade için Birinci Makam’ın üçüncü mertebesinde böyle denilmiş:
Sonra o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve manevî terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan iman-ı billah hakikati bir derece daha inkişaf edip manevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; sema, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde هَلْ مِنْ مَزٖيدٍ deyip dururken denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârane cûş u hurûşla zikirlerini ve hazîn ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile: “Bize de bak, bizi de oku!” derler. O da bakar, görür ki:
Hayattarane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istila etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde; ne dağılırlar ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek, gayet kudretli ve azametli bir zatın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.
Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.
Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve vâridat ve sarfiyatları o kadar hakîmane ve rahîmanedir; bilbedahe ispat eder ki bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelali ve’l-ikram’ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki “Dört nehir cennetten geliyorlar.” diye rivayet edilmiş. Yani zahirî esbabın pek fevkinde olduklarından, manevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir.
Mesela, Mısır’ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenup tarafından “Cebel-i Kamer” denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısmından bir kısım olmaz. Vâridatı ise o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden o Nil-i Mübarek, âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.
İşte deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bi’l-icma denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ der ve bu şehadete denizler mahlukatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek manasında Birinci Makam’ın dördüncü mertebesinde
Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-i fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sahifelerimizi de oku!” diyorlar. O da bakar, görür ki:
Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler, akılları hayret içinde bırakır. Mesela, dağların zeminden emr-i Rabbanî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılabat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek zemin, o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.
Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de dağlar, zemin sefinesine bu manada hazineli direkler olduklarını, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا ۞ وَاَلْقَيْنَا فٖيهَا رَوَاسِىَ ۞ وَالْجِبَالَ اَرْسٰيهَا gibi çok âyetlerle ferman ediyor.
Hem mesela, dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakîmane ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki bilbedahe kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar.
Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür “Âmentü billah” der.
İşte bu manayı ifade için Birinci Makam’ın beşinci mertebesinde
Sonra o yolcu, dağda ve sahrada fikriyle gezerken eşcar ve nebatat âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar. “Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku!” dediler. O da girdi, gördü ki:
Gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın envaları bi’l-icma beraber لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihane şehadet getirdiklerine ve لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü:
Birincisi: Pek zahir bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyarî bir ihsan ve imtinan manası ve hakikati her birisinde hissedildiği gibi, mecmuunda ise güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.
İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir manası ve hakikati, o hadsiz enva ve efradda gündüz gibi aşikâre görünüyor ve bir Sâni’-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.
Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri; gayet muntazam, mizanlı, ziynetli olarak, mahdud ve ma’dud ve birbirinin misli ve basit ve camid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatasız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikati ispat eden şahitler var, diye bildi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ dedi.
İşte bu mezkûr hakikatleri ve şehadetleri ifade manasıyla Birinci Makam’ın altıncı mertebesinde
Sonra seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken hayvanat ve tuyûr âleminin kapısı hakikatbîn olan aklına ve marifet-aşina olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar “Buyurun!” dediler. O da girdi ve gördü ki:
Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bi’l-ittifak lisan-ı kāl ve lisan-ı halleriyle لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ deyip zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhanî ve manidar birer harf-i Rahmanî hükmünde Sâni’lerini tavsif edip hamd ü sena ediyorlar, vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvaları ve cihazları ve azaları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallak ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti:
Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve sanat-perverane ibda ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatidir ki zîruhlar adedince şahitleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.
İkincisi: O hadsiz masnûlarda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki Kādir-i külli şey ve Âlim-i külli şey’den başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.
Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatasız bir heyette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattir ki hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir eder.
İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envaı, beraber öyle bir لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ deyip şehadet getiriyorlar ki güya zemin büyük bir insan gibi büyüklüğü nisbetinde لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam’ın yedinci mertebesinde bu mezkûr hakikatleri ifade manasıyla
Sonra o mütefekkir yolcu, marifet-i İlahiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:
Nev-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan umum peygamberler aleyhimüsselâm bi’l-icma beraber لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için onları iman-ı billaha davet ile ders veriyorlar, gördü. O da o nurani medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:
Meşahir-i insaniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların her birisinin elinde Hâlık-ı kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan, her birinin ihbarı ile beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüz bin ciddi ve doğru zatların icma ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların hadsiz mu’cizeleriyle imza ve ispat ettikleri bir hakikati inkâr eden ehl-i dalalet ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstahak olduklarını anladı ve onları tasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatli olduklarını bildi; iman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.
Evet enbiyayı (aleyhimüsselâm) Cenab-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemalâtlarından ve hakikatli talimatlarından ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî kitap ve suhuflarından ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittibalarıyla hakikate, kemalâta, nura vâsıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddi muhbirlerin müsbet meselelerde icmaı ve ittifakı ve tevatürü ve ispatta tevafuku ve tesanüdü ve tetabuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve imanın erkânında umum enbiyayı (aleyhimüsselâm) tasdik dahi dâhil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı. Onların derslerinden çok feyz-i imanî aldı.
İşte bu yolcunun mezkûr dersini ifade manasında Birinci Makam’ın sekizinci mertebesinde
Sonra imanın kuvvetinden ulvi bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiya aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) davalarını ispat eden ve asfiya ve sıddıkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki:
Binlerle dâhî ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i imaniyeyi ispat ediyorlar. Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usûl ve erkân-ı imaniyede onların müttefikan ittifakları ve her birisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.
Bu seyyah; bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldu ki bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz.
İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam’ın dokuzuncu mertebesinde
Sonra imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telahukuyla tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, bir hangâh, bir zikirhane, bir irşadgâhta ve cadde-i kübra-yı Muhammedînin (asm) ve mi’rac-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki:
O ehl-i keşif ve keramet mürşidler, keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve kerametlerine istinaden bi’l-icma müttefikan لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ diyerek vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniyeyi kâinata ilan ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi yetmiş renk ile belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî’nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatli tarîkatlar ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreplerde bulunan o kudsî dâhîlerin ve nurani âriflerin icma ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zahir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşahede etti. Ve enbiyanın (aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.
İşte bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın onuncu mertebesinde
Sonra kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bi’l-cümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billahtan ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, imanın kuvvetinde ve marifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:
“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır ve kâinatın mevcudatı hayata musahhardır ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur ve zîruhun en kıymettarı zîşuurdur ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semavatın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki huzur-u Muhammedîde (asm) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (as) temessülü gibi melaikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke ben semavat ehli ile dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim çünkü Hâlık-ı kâinat hakkında en mühim söz onlarındır.” diye düşünürken, birden semavî şöyle bir sesi işitti:
“Madem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin, bil ki: Başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bilâ-istisna ve bi’l-ittifak, bu kâinat hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir.” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.
İşte bu yolcunun melaikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on birinci mertebesinde
Sonra pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalplerin kapısı açıldı.
Baktı ki onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi. Mütalaaya başladı. Gördü ki:
İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek, tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icmaları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranidir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir.
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nurani kalplerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane ve itminankârane ve müncezibane keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor.
Demek, hakikate mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalpler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi bir âyine-i a’zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmaları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir.
Çünkü hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki hakikatten başka bir vehim ve hakikatsiz bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrane ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestaîler dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü billah” dediler.
İşte bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalplerden istifade ettiği marifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on ikinci ve on üçüncü mertebelerinde
Sonra âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalpte seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve sanatlı hadsiz masnûlarıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli hesapsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zahir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zat, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise âlem-i gayb cihetinde onu, onun tezahüratından bilmeliyiz, dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-guyub’dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnûlarının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi tekellümü dahi onu sıfâtıyla bildiriyor.
Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlahîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikati beş hakikat-i kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:
Birincisi: اَلتَّنَزُّلَاتُ الْاِلٰهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.
İkincisi: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.
Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakiki insanların münâcatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.
Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zatta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.
Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmaya en müştak hem fakir ve âciz bulunan mahlukatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zat, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, uluhiyetin muktezasıdır.
İşte tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlerini tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma ile Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki gündüzdeki güneşin şuâatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.
Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir fakat iki fark vardır:
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.
Mesela, nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var:
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazen vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık unvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil belki kendi şahsıyla hususi bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmî raiyetiyle ve hususi telefonuyla hususi konuşmasıdır.
Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabb’i ismiyle ve kâinat Hâlık’ı unvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabb’i ve Hâlık’ı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette fakat perdeler arkasında, onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pek çok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.
Sonra ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.
Birincisi: Teveddüd-ü İlahî denilen, kendini mahlukatına fiilen sevdirdiği gibi kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, vedudiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır.
İkincisi: İbadının dualarına fiilen cevap verdiği gibi kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.
Üçüncüsü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlukatlarının istimdadlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi bir nevi konuşması hükmünde olan ilhamî kaviller ile de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi bir nevi mükâleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahluka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre onun kalp telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i uluhiyetin ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasıdır diye anladı.
Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki güneşin –faraza– şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerreler ile her birinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hâcatına cevap vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi…
Aynen öyle de ezel ve ebedin Zülcelal Sultan’ı ve bütün mevcudatın Zülcemal Hâlık-ı Zîşan’ı olan Şems-i Sermedî’nin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak her şeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bi’l-ittifak o Şems-i Ezelî’nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.
İşte bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde
Sonra o dünya seyyahı, kendi aklına dedi ki: Madem bu kâinatın mevcudatıyla mâlikimi ve hâlıkımı arıyorum. Elbette her şeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’an’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için asr-ı saadete beraber gitmeliyiz diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:
O asır, hakikaten o zat (asm) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü en bedevî ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.
Hem kendi aklına dedi: Biz, en evvel bu fevkalâde zatın (asm) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz, sonra hâlıkımızı ondan sormalıyız, diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.
Birincisi: Bu zatta (asm) –hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi– bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ ۞ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى âyetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması ve bir avucu ile a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat’î ile ve bir kısmı tevatür ile yüzer mu’cizatın onun elinde zahir olmasıdır. Bu mu’cizattan üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) namındaki hârika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden onları, ona havale ederek dedi ki:
Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi bulunan bir zat (asm) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil.
İkincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle hârika olmasıdır. Ve bu Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğu ve kâinat hâlıkının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber “Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’aniye” namlarındaki, Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden onu, ona havale ederek dedi:
Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zatta (asm) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz!
Üçüncüsü: O zat (asm) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur.
Çünkü ümmi bir zatta (asm) zuhur eden o şeriat; on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.
Hem ümmi bir zatın (asm) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet, her asırda üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalplerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkîsi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.
Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah’tan korkması ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görünmemiş.
Hem binler dua ve münâcatlarından Cevşenü’l-Kebir ile öyle bir marifet-i Rabbaniye ile öyle bir derecede Rabb’ini tavsif ediyor ki o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcat’ın başında, Cevşenü’l-Kebir’in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur, diyecek.
Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adâvet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyet’i dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.
Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu’cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki o zamanın hükümranı olan bütün efkâr ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine ne itikadına ne itimadına ne itminanına hiçbir şüphe hiçbir tereddüt hiçbir zaaf hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki imanı dahi emsalsizdir.
İşte böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mu’cizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.
Dördüncüsü: Enbiyaların aleyhimüsselâm icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de bu zatın (asm) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa o zatta (asm) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır.
Demek onlar, nasıl ki lisan-ı kāl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (asm) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş. Öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kāl ve icma ile vahdaniyete delâlet ettikleri gibi lisan-ı hal ile ve ittifak ile de bu zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.
Beşincisi: Bu zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdaniyete delâlet ettikleri gibi; üstadları olan bu zatın sadıkıyetine ve risaletine, icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve umumunu nur-u iman ile ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.
Altıncısı: Bu zatın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minîn, bu zatın üssü’l-esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bi’l-ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela Risale-i Nur, yüz parçasıyla bu zatın sadakatinin bir tek bürhanıdır.
Yedincisi: Âl ü ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zatın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde; bu zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifak ile ve icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.
Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi bir kitap gibi bir sergi gibi bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâni’ine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder. Öyle de kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zatın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlık’ının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.
Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemalâtını teşhir etmek ve bu süslü, ziynetli nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamdettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it’amlar ve ziyafetler ile kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkârane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavî tokatlar ile zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.
Elbette ve herhalde, o gaybî zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlık’ının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu zat olacak (asm).
Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zatın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, benî-Âdem’in medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i Âlem” ve “Şeref-i benî-Âdem” denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsî kemalâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki bu âlemde en mühim zat budur, Hâlık’ımız hakkında en mühim söz onundur.
İşte gel, bak! Bu hârika zatın yüzer zahir ve bâhir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi; Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-vücud’u ispat ve ilan ve i’lam etmektir.
Demek, bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlık’ımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen zattır ki onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var:
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” diyen İmam-ı Ali radıyallahu anh ve yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (ks) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.
İkincisi: Bedevî bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak şarktan garba kadar cihan-pesendane idare eden ve sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-i uzmasının tevafukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.
Demek, bu zatın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz’î değil belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.
İşte asr-ı saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on altıncı mertebesinde böyle
Sonra bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır.” diye taharriye başladı.
Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları olan Resaili’n-Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risaletü’n-Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir.
Hattâ Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektup’un âhiri, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüş ise değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.
Kur’an’ın vech-i i’cazını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a havale ederek yalnız bir kısa işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti:
Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’an, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’an’ın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i kātıasıdır.
İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nurani ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde hem kalplerinde hem ruhlarında hem akıllarında hem hayat-ı şahsiyelerinde hem hayat-ı içtimaiyelerinde hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
Üçüncü Nokta: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”
Hem ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’an’ın belâgatı, tâkat-i beşerin fevkindedir, yetişilmez.”
Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya bir tek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilan ettiği halde; o asrın muannid beliğleri bir tek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese elbette diyecek: “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir.
Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da kendini Kur’an’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki:
Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’an’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:
Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki bu kâinat bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayattarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş u hurûşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’an’ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla on dört asır bilâ-fâsıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
Dördüncü Nokta: Kur’an, öyle hakikatli bir halâvet göstermiş ki en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an’ı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.
Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde o, üslubundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.
Beşincisi: Kur’an’ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde. Kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyet’in bütün hakikatli ilimleri, Kur’an’ın ayn-ı hak ve mecma-ı hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.
Altıncısı: Kur’an’ın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatleri, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalplerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizabları ve teslimleri; Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kale-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi…
Altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına hem yanlış olmadığına imza eden:
Başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’an’a âlemde en makbul en yüksek en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi…
İslâmiyet’in menbaı ve Kur’an’ın tercümanı olan zatın aleyhissalâtü vesselâm herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hâdisat-ı kevniyeyi gaybiyane, Kur’an ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle Kur’an’ın her bir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîm’inin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikat-perestane ve müştakane kulak vermesi; ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’an’ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut, tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcatını ve cevaplarını Kur’an’dan istihraç etmeleri, Kur’an menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edibleri –İslâmiyet’e girmeyenler– şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde Kur’an’ın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız bir tek vechi olan belâgatının (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.
Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezahür etmesi noktasından Kur’an’ın misli olamaz ve ona yetişilemez.
Çünkü Kur’an, bütün âlemlerin Rabb’i ve Hâlık’ının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlukatın namına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyet’i tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip onları yapan sanatkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.
Hem Kur’an’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz kırk hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ulemanın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’an’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nevinden kesretli gaybî ihbarları izhar ve ispat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının her biri Kur’an’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’an’dan istihraç eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şuâ ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüzü, Kur’an’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi; Kur’an’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâmü’l-guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’an’ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi hem o hâsiyetleri içindir ki Kur’an’ın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve surelerin her bir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:
İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envarının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla bir tek Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmasına deliller ile ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.
İşte bu yolcunun Kur’an’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on yedinci mertebesinde böyle
Sonra bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:
“Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” diye Kur’an’dan aldığı geniş ve ihatalı bir dürbün ile baktı, gördü:
Bu kâinat, o kadar manidar ve muntazamdır ki mücessem bir kitab-ı Sübhanî ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbanî ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sureleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları, umumunun her vakit manidarane mahv ve ispatları ve hakîmane tağyir ve tahvilleri; icma ile bir Alîm-i külli şey’in ve bir Kadîr-i külli şey’in ve bir musannifin, her şeyde her şeyi gören ve her şeyin her şeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelal’in ve bir Kâtib-i Zülkemal’in vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi bütün erkân ve envaıyla ve ecza ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilatıyla ve vâridat ve masarifatıyla ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmet-perverane tecdidleriyle, bi’l-ittifak hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âlî bir ustanın ve misilsiz bir Sâni’in mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatin şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.
Birinci Hakikat: Usûlü’d-din ve ilm-i kelâmın dâhî ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla ispat ettikleri “hudûs” ve “imkân” hakikatleridir. Onlar demişler ki:
“Madem âlemde ve her şeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir, hâdistir, kadîm olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var. Ve madem her şeyin zatında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsavidir; elbette vâcib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla ispat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcibü’l-vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki naziri mümteni, misli muhal ve bütün maadası mümkün ve mâsivası mahluku olacak.”
Evet, hudûs hakikati kâinatı istila etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-i Zülcelal’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler.
Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüz bin misali ve numune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilanat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetinin bir misalini gösteriyorlar.
Hem heyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki güya dünya öyle bir misafirhanedir ki zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.
İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icad edip Rabbanî maksatlarda ve İlahî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadîrane istimal ve rahîmane istihdam eden bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe güneş gibi akıllara görünüyor. “Hudûs” mesailini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.
Amma imkân ciheti ise o da kâinatı istila ve ihata etmiş. Çünkü görüyoruz ki her şey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek… Hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek… Hem hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek… Hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek… Hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek…
Elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.
Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamıyla ispat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.
Kâinatın heyet-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:
İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılablar ve tahavvülatlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlukatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikati görünüyor.
Mesela, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemîn’in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.
Evet, camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârane, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelal’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.
İşte kâinatta cari olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile ve semavatın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin ve Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim ve güneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın on sekizinci mertebesinde böyle
Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:
Fatiha-i Şerife’de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuâatı ile onu görmek ve tanımak gibi Hâlık’ımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.
Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilatından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.
Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatinin içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatinin içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.
İşte bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef’ali, görünür gibi hissedilir.
Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.
Ve bu celaldarane ve cemal-perverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır.
Ve bu yedi kudsî sıfatın dahi bütün masnuatın şehadetiyle hem hayattarane hem kadîrane hem alîmane hem semîane hem basîrane hem mürîdane hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcibü’l-vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti, güneşten daha zahir, daha parlak bir tarzda kalpteki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir.
Çünkü güzel ve manidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle yazmak ve yapmak fiillerini ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını, yazıcı ve dülger unvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik sanatlarını ve sıfatlarını ve bu sanat ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zatı istilzam eder ki mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, sanatkârsız bir sanat dahi mümkün değildir.
İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde –her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile– Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşeleri olan bin bir esma-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfât-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi ef’al-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfât-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zat-ı Akdes’in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.
İşte faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati; ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır.
Ve tezahür-ü rububiyet hakikati içinde bedahetle hissedilen ve bulunan uluhiyetin tebarüz hakikati dahi esma-i hüsnanın rahîmane ve kerîmane cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.
Evet nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de kudret sıfatı dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Furkan-ı Cismanî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder.
Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mevsufları olan bir tek Zat-ı Akdes’i bildirir.
Ve hayat sıfatı ise kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şahit göstererek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir.
Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.
Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o zatın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi, görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zîhayatlarda bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.
İşte bu noktalardan anlaşılır ki hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur, bu birinci hakikati kuvvetli bürhanlar ile ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.
İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zatın vücudunu bildiren en zahir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder.
Bu hakikatin iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin on dördüncü ve on beşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi on yedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatin beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikati mu’cizane ilan eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden
Geçen İkinci Makam’ın Birinci Bab’ındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet eden hakikatlerinin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücudlarıyla vücub-u vücuda delâlet ettikleri gibi; ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat başta sarîhan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.
İkinci Makam’ın İkinci Bab’ı ise başta ve sarahatle vahdeti ve içinde vücudu ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için Birinci Bab’da بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ İkinci Bab’da vahdet görünür gibi zuhuruna işareten بِمُشَاهَدَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقٖيقَةِ fıkraları tekrar ediliyor.
Gelecek İkinci Bab’ın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümanaatıyla ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur’a havale ediyoruz.
***
İkinci Bab
Berahin-i Tevhidiyeye Dairdir
Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve her şeyden Hâlık’ını soran ve her yerde Rabb’ini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlah’ını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki: Gel, Vâcibü’l-vücud Hâlık’ımızın vahdet bürhanlarını temaşa için yine beraber bir seyahate gideceğiz.
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki kâinatı istila eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.
BİRİNCİ HAKİKAT: “Uluhiyet-i mutlaka”dır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadet ile fıtrî gibi meşgul olması ve sair zîhayatın belki cemadatın dahi fıtrî hizmetleri, birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların her biri, bir mabudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin bir tek İlah’ın mabudiyetini ilan etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir uluhiyet hakikati var, elbette iştiraki kabul edemez. Çünkü uluhiyete yani mabudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakiki mabudlarını onlara unutturması, uluhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki hiçbir cihetle müsaade etmez.
Kur’an’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri cehennem ile tehdit etmesi, bu cihettendir.
İKİNCİ HAKİKAT: “Rububiyet-i mutlaka”dır.
Evet, bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.
Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır, elbette şirk ve iştiraki kabul etmez. Çünkü o rububiyetin kendi cemalini izhar ve kemalâtını ilan ve kıymetli sanatlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtima ettiğinden, en cüz’î bir şeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez.
Kur’an’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’atıyla mütemadiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: “Kemalât”tır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvi hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri, hakikat-i kemalâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlık’ın kemalâtına ve o Hâlık’ın âyine-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şehadeti pek zahirdir.
Madem kemalât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemalât içinde icad eden Hâlık’ın kemalâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlık’ın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemalâtı haktır ve hakikatlidir.
Elbette bu gözümüz ile gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı; fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zalimane mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren ve âsârı ile kemalâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren ve Hâlık’ın âyine-i kemalâtı olan bütün mevcudatın şehadetiyle nihayetsiz kemalât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlık’ın kemalâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemalât-ı İlahiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemalâtları bozduğu İkinci Şuâ Risalesi’nin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makam’ında kuvvetli ve kat’î deliller ile ispat ve izah edildiğinden ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: “Hâkimiyet”tir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharane meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin askerlik manasını ihsas eden temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şahane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zahirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evladını zalimane öldürmesi gösteriyor ki hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa; elbette bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hakiki ve küllî rububiyetine ve uluhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli deliller ile ispat edildiğinden onlara havale ediyoruz.
İşte yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i İlahiyeyi şuhud derecesinde bildi, imanı parladı. Bütün kuvvetiyle لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ dedi. Ve bu menzilden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında
Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ demeleri, tevhidi yâd ve ilan etmeleri gösterir ki tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir farîza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise gel bir mertebeyi daha bulmak için bu ibrethanenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız.
Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki her bir şeyle Rabb’ini bulabilir ve her şeyde Hâlık’ına giden bir yolu görür ve hiçbir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabb’ini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’al ve âsâr menziline ve icad ve ibda âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-i muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.
BİRİNCİSİ: Kibriya ve azamet hakikatidir. Bu hakikat, İkinci Şuâ’nın İkinci Makam’ında ve Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden…
Hem هُوَ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hazır ve göz önünde bir hâdise ile ispat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haşr-i a’zamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi iki yüz binden ziyade nebatat taifelerini ve hayvanat kabilelerini beş altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizan ile iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden…
Hem يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَ يُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ âyetinin sarahatiyle zemini döndürüp gece gündüz sahifelerini yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisatıyla yazan değiştiren aynı zat, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalplerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin her biri bir tek fiil olduğundan, zarurî olarak, onların fâili dahi bir tek vâhid ve kādir olan fâil-i zülcelallerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki: Hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemale noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir. Fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.
İşte şirk, kibriyaya dokunması ve celalin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan azîm tehdit ile اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهٖ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ ferman ediyor.
İKİNCİ HAKİKAT: Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zahirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.
Hadsiz misallerinden üç misali, Sure-i Nahl’in bir sahifesinde birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.
Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.
İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.
âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalplerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.
İşte böyle gayet mu’cizeli ve hikmetli bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum rûy-i zeminde, yüz binlerle nevilerin, hadsiz validelerinin kalplerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.
Bu âyet, nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.” Evet, bu iki meyve hem gıda ve kut hem fakihe ve yemiş hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir sanattırlar ki zerre kadar aklı bulunan bir adam “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zat olabilir.” demeye mecburdur.
Çünkü mesela, bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latîf ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı hârika-i sanatı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki bu işi yapan; bütün kâinatın Hâlık’ıdır ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil ancak onun fiilidir.
Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli sanata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilacı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbanî ile istihdam olunuyorlar.
İşte bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi hadsiz ef’al-i Rabbaniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla bir tek vâhid-i ehad, bir Zat-ı Zülcelal’in vahdetine şehadet ederler.
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sürat-i mutlaka içinde kesret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve suhulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü sanat ve maharet ve itkan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilat-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.
Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk hem gayet sanatkârane ve mahirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak ancak ve ancak bir tek vâhid zatın öyle bir kudretiyle olabilir ki o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, bir tek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir. Tâ ki gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.
İşte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatin ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyet’in en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşif ve ispat etmekle Kur’an’ın tılsımı açılır ve hilkat-i kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması bilinir.
Hâlık-ı Rahîm’ime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamdolsun ki Risaletü’n-Nur bu acib tılsımı ve bu garib muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektup’un âhirlerinde وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Fâil muktedirdir.” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’nin “Allahu ekber” mertebelerinden kudret-i İlahiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.
Onun için izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat maatteessüf hem maddî hem manevî iki kuvvetli mani, beni şimdilik mütebâkisinden vazgeçirdiler.
Birinci Sır: Bir şey zatî olsa onun zıddı o zata ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur, o da muhaldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlahiye zatiyedir ve Zat-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, o Zat-ı Kadîr’e ârız olması mümkün olmaz.
Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Mesela, ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümanaatıyladır. Elbette o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, bir tek şey gibi icad eder.
Ve madem o kudret-i zatiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz, elbette hiçbir mani onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.
Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i a’zamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi; bir çiçeği bir ağaç kadar sanatlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizatlı ve bir baharı bir haşir gibi cem’iyetli ve hârikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.
Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlar ile ispat edilmiş ki: Eğer vahdet ve tevhid olmazsa bir çiçek, bir ağaç kadar belki daha müşkülatlı ve bir ağaç, bir bahar kadar belki daha suubetli olmakla beraber; kıymet ve sanatça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı, belki de hiç yapılmayacaktı.
İşte bu mezkûr sırra binaendir ki: Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet sanatlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.
İkinci Sır: Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.
Hem bir tek kelime söylense nihayetsiz hallakıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o bir tek kelime bir tek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbanî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile bir tek dinleyen müsavidir, fark etmez.
Hem göz gibi bir tek nur veya Cebrail gibi nurani bir tek ruhanî; tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbaniyenin kemal-i vüs’atinden bir tek yere suhuletle baktığı ve gittiği ve bir tek yerde suhuletle bulunduğu gibi binler yerlerde de kudret-i İlahiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.
Aynen öyle de kudret-i zatiye-i ezeliye, en latîf, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ve âyine gibi parlak olduğundan ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar her şey, o kudret-i zatiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derecede mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı bir tek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mani olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.
Hem nasıl ki Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi; intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.
Hem bir âmir, bir “Arş!” emriyle bir tek neferi hücum ettirdiği gibi muntazam ve mutî bir orduyu dahi o tek emriyle hücuma sevk eder.
Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, bir tek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi; o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı, derelerin dibine indirebilir.
Aynen öyle de kayıtsız, nihayetsiz, nurani, zatî, sermedî olan kudret-i Rabbaniyede ve beraberinde bütün intizamatın ve nizamların ve muvazenelerin menşei, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlahiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük her şey ve bütün eşya, o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.
Ve baharda, bir emir ile suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi; bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını, kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.
Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi o hikmetli adaletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.
Ve bir emr-i tekvinî ile arzı dirilttiği gibi اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمٖيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ fermanıyla yani “Bütün ins ve cin, bir tek sayha ve emir ile yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman etmesiyle yani “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması gözünü kapayıp hemen açmak kadardır belki daha yakındır.” der.
Hem مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetiyle yani “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, bir tek nefsin ihyası gibi kolaydır. Kudretime ağır gelmez.” mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.
Üçüncü ve dördüncüden tâ on üçüncü sırra kadar, arzuma muhalif olarak başka vakte ta’lik edildi.
DÖRDÜNCÜ HAKİKAT: Mevcudatın vücudları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve birbirinin misal-i musağğarı ve numune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı sanatta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi çok cihetü’l-vahdet noktalarında; bedahet derecesinde tevhidi ilan ve Sâni’lerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde, tecezzi ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.
Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek…
Hem kuşların misal-i musağğarları olan sineklerden tâ numune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mu’cizane birer sikke-i sanat ve cisimlerinde müdebbirane birer hâtem-i hikmet ve mahiyetlerinde mürebbiyane birer turra-i ehadiyet koymak…
Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…
Hem daire-i Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil daireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü sanat ve aynı fiil ve kemal-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir, her şeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem güneş gibi; her şey ondan uzak, o ise her şeye yakındır.
Hem daire-i Kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler ona ağır gelmediği gibi kandaki küreyvat, kalpteki hatırat ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz.
Hem her şey ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az bir şey gibi ona kolaydır ki sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar sanatında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder.
Ve sanatça çok kıymettar şeyleri, bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir “Bismillah” ve bir “Elhamdülillah”tır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta “Bismillahirrahmanirrahîm” ve âhirinde “Elhamdülillah” demektir.
Bu Dördüncü Hakikat dahi Risale-i Nur’da izah ve ispat edildiğinden bu kısacık işaretle iktifa ediyoruz.
Bizim seyyahın ikinci menzilde gördüğü
BEŞİNCİ HAKİKAT: Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taalluk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, her şeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümulleri ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihata etmeleri elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki:
Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.
Evet, intizam tam bir vahdettir, bir tek nazzamı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.
Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî deveranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın deveranına ve cereyanına kadar, küllî olsun cüz’î olsun her bir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette bir Kadîr-i Mutlak’tan ve bir Hakîm-i Mutlak’tan başka hiçbir şey, kasd ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.
Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmet-perverane intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârane çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlukat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki bu mevcudatın hâlıkı ve müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Her şey onun kudretiyle vücuda gelir, onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.
Hem madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lambası birdir ve rûznameli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himayetli tarlası birdir… Bir, bir, bir… Tâ bin bir birler kadar. Elbette bu bir birler bedahetle şehadet eder ki bu misafirhanenin sâni’i ve sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki bu yüksek ve büyük memurlarını, zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlerine çalıştırıyor.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen “Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi” gibi isimler ve “hikmet ve rahmet ve inayet” gibi şe’nler ve “tasvir ve tedvir ve terbiye” gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde hem nihayet mertebede hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki güya o isimler ve o fiiller ittihat edip kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.
Mesela, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle şehadet eder ki o ihatalı isimlerin müsemması ve her yerde aynı tarzda görünen şümullü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Âmennâ ve saddaknâ!
Hem madem masnuatın maddeleri ve mâyeleri olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlukattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin her biri bir iken rûy-i zeminde intişar edip istila ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki o unsurlar müştemilatıyla ve o neviler efradıyla bir tek zatın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîr’in masnuları ve hizmetkârlarıdır ki o koca istilacı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek kalbine diyor:
diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.
İşte dünya misafiri ve kâinat seyyahının ikinci menzilde müşahede ettiği beş hakikat-i tevhidiyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında ikinci menzile ait böyle denilmiş:
Sonra o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken müceddid-i elf-i sânî, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:
“Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” ve “Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu:
Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile ispat edecek.” Ben istiyorum ki ben o olsam belki (Hâşiye: Zaman ispat etti ki o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri suretinde –keşiflerinde– müşahede etmişler “bir adam” demişler.)o adamım, diye iman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mâyesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır, diye talim ederdi.
Seyyah tamamıyla işitti. Döndü, nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Ve madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Öyle ise haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmi dokuz mertebe-i imaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuz üç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillahirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız, diyerek mahşer-i acayip ve mecma-ı garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı, Bismillahilfettah ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki dört hakikat-i muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.
BİRİNCİ HAKİKAT: “Fettahiyet” hakikatidir. Yani Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta bir anda, bir fiil ile açılmasıdır. Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i Fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de fakat daha mu’cizatlı olarak; zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi her birisine gayet sanatlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş.
âyetlerin ifadesiyle tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrar ile –birkaç suretlerde– Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamı’nın Birinci Bab’ında altıncı ve yedinci mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden onlara havale edip burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve sanat var ki bir tek Vâhid-i Ehad’den ve her şeyde her şeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlak’tan başka hiçbir şey bu cem’iyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü bu feth-i suver fiili ise her yerde ve her anda bulunan nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise ancak bütün kâinatı idare eden bir tek zatta bulunabilir.
Evet mesela, mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi; üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanatla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikati; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü ihata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.
Ve Birinci Bab’da vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat nasıl ki vücudlarıyla Hâlık’ın vücuduna delâlet ederler, öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.
Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İKİNCİ HAKİKAT: “Rahmaniyet” hakikatidir. Yani gözümüzle görüyoruz, birisi var ki bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve rahmaniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi’ bir mahzen yapmış.
Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahîmane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.
Evet, Âyet-i Hasbiye’ye dair olan Dördüncü Şuâ’da izah ve ispat edildiği gibi bize öyle bir mide vermiş ki hadsiz taamlardan lezzet alır.
Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki duyguları ile –bir sofra-i nimet gibi– koca cismanî âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder.
Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki akıl ve kalp gibi çok âletleri ile hem maddî hem manevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.
Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.
Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.
Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.
İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.
Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi ile vâhidiyete bir misal olduğu gibi parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan elbette o ihatalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi sıfatlarıyla her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir diye bilir.
Aynen öyle de Rahman-ı Zülcemal’in geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahman’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi her şeyde hususan her bir zîhayatta ve bilhassa insanda o cem’iyetli rahmetin perdesi altında o Rahman’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiyesi bulunarak her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahman’ın ehadiyetini ve her şeyin yanında hazır ve her şeyin her şeyini yapan o olduğunu ispat eder.
Evet nasıl ki o Rahman, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celalinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyetin cilvesiyle her bir zîhayatta, hususan insanda bütün nimetlerin numunelerini o fertte toplayıp o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip, tanzim ederek mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi cemalinin hususi şefkatini ilan eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasıl ki bir kavunun mesela her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat elbette odur ki o kavunu yapar, sonra ilminin hususi mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir.
Aynen öyle de rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zîhayatın Hâlık’ı ve Rabb’i, bütün zeminin ve kâinatın Hâlık’ı olmak lâzım gelir.
Elhasıl: Nasıl ki ihatalı olan fettahiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de her şeyi ihata eden rahmaniyet hakikati dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle bedahetle hem vahdeti hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.
Risale-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
Seyyahımızın üçüncü menzilde müşahede ettiği
Üçüncü Hakikat: “Müdebbiriyet ve idare hakikati”dir. Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.
İşte bu cebbarane ve rahmanane idarenin büyük dairelerini bırakıp yalnız baharda zemin yüzünde cereyan eden o idarenin bir tek sahife ve safhasını Risaletü’n-Nur, Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsil ile göstereceğiz. Şöyle ki:
Mesela ve faraza, hârika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini hem silahlarını hem yemeklerini hem talimat hem terhisatlarını hem hidematlarını, birbirinden ayrı ayrı hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan kemal-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizatlı kumandan verse; elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o hârika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa muvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de gözümüzle görüyoruz ki bir dest-i gaybî, her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkeb bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete numune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre numune olan baharda haşr-i a’zamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemal-i intizamla inşa edip hattâ bir tek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envaa bâliğ olan ordu-yu Sübhanînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silahlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemal-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden vakti vaktine vermekle kemal-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdaniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sahifesinde, kalem-i kader ile yazar.
Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın bir tek sahifesini okuduktan sonra, nefsine dedi ki: Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garib binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazat için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’an’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde sarahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbar’ın, bir Kahhar-ı Zülcelal’in o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâb edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “Âmennâ” dedi.
Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat olan Otuz Üçüncü Mertebe: “Rahîmiyet ve rezzakıyet hakikati”dir. Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.
Evet اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ âyeti, iaşeyi ve infakı Cenab-ı Hakk’a tahsis edip hasrettiği gibi وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyeti dahi bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbanî altına aldığı hem وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ âyeti de rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf bîçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan belki hiçten –mesela, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdeta sırf gaybdan– infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle; esbab-perest insanlara dahi esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilan ettiği gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye ve hadsiz şevahid-i kevniye, bi’l-ittifak her bir zîhayatın bir tek Rezzak-ı Zülcelal’in rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından onlar, yerlerinde mütevekkilane dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir belki tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediblerde o edibleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvari iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve كَمْ عَالِمٍ عَالِمٍ اَعْيَتْ مَذَاهِبُهُ وَ جَاهِلٍ جَاهِلٍ تَلْقَاهُ مَرْزُوقًا darb-ı mesel olması ispat eder ki rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat rızık ikidir:
Biri: Yaşamak için hakiki ve fıtrî rızıktır ki taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki bedende yağ vesaire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek, yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zahiren açlıktan vefat edenler, rızıksızlıktan değil belki sû-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızık: İtiyad, israf ve sû-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbanî altında değil belki ihsana tabidir. Kâh verir kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnettarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir.
Ve bedbaht odur ki medar-ı şakavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup tembelkârane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.
Nasıl ki mide bir rızık ister, öyle de kalp ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latîfeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal ve akıl gibi o latîfelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış.
Mesela göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü ötekiler dahi her biri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de hayat âleminde dahi rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak, iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halk ederek hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.
Mesela, çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.
İsm-i Rahîm ve Rezzak’ın cemallerini ve vahdaniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmanî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzak-ı Rahîm’in bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki:
Bir tek elmayı yapıp bir adama hakiki bir rızık olarak mün’imane veren, yalnız öyle bir zat yapar, verir ki mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulatlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakiki mâliki ve sâni’i, elbette ve herhalde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelal’i ve Hâlık-ı Zülcemal’i olacak, başka olamaz.
Demek, her bir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının kâtibini ve sâni’ini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.
Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm’in mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatinin çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden ona havale ile bu pek büyük hazineden halimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.
İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillah her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Mâlik’imin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Her bir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz; dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve her biri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zahir delâlet eder. Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblağ ediyor.
İşte bu pür-merak seyyahın bu üçüncü menzilde müşahede ettiği dört muazzam hakikatlerden aldığı envar-ı imaniyeye gayet kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın ikinci babında üçüncü menzilin hakikatlerine dair şöyle denilmiş:
Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü’n-Nur’un sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada telif edildiğinden Âyetü’l-Kübra gibi risalelerde, zahirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şakirdlere nisbeten her biri birer küçük Risaletü’n-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.
Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zat tarafından oldu. O zatın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle latîf ve manidar bir tevafuk gördük ki: O nüshanın satırları başında “Elif”ler altı yüz altmış altı olarak yazılmıştır.
Bu hal ise Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh tarafından bu hususi risaleye verilen Âyetü’l-Kübra namının cifrî ve ebcedî makamı olan altı yüz altmış altı adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile bu risalenin bu nama liyakatini gösterir. Hem âyât-ı Kur’aniyenin adedi olan altı bin altı yüz altmış altının dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi bu risalenin, âyâtın bir lem’ası olduğuna bir işarettir diye telakki ettik.
Said Nursî
***
Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir hülâsasını beyan edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’an’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.
Namazdaki teşehhüdde bulunan اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ … اِلٰى اٰخِره nin iki noktasına gelen iki suale iki cevaptır. Teşehhüdün sair hakikatlerinin beyanı başka vakte ta’lik edilerek bu Altıncı Şuâ’da yüzer nüktesinden yalnız iki nüktesi muhtasar bir surette beyan edilecek.
Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi’rac Gecesinde Cenab-ı Hak ile Resul’ünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?
Elcevap: Her mü’minin namazı, onun bir nevi mi’racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise mi’rac-ı ekber-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.
Mesela Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk’a karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani “Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni’lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabb’im sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum.”
Evet, nasıl ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle de tahiyyatın hülâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekellah dediren ve “mübarek” denilen ve hayatın ve zîhayatın hülâsası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor.
Ve mübarekâtın hülâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arz ediyor.
Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de zîruhun hülâsaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülâsası olan tayyibat ile nurani ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabud’una tahsis ve takdim eder.
Hem nasıl ki o gecede Cenab-ı Hak tarafından اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ demesi, istikbalde yüzer milyon insanların her biri, her gün, hiç olmazsa on defa اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ demelerini âmirane iş’ar eder. Ve o selâm-ı İlahî, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mana verir.
Öyle de Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, o selâma mukabil اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحٖينَ demesi, istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin salihleri, selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyet’e mazhar olmasını ve İslâmiyet’in umumî bir şiarı olan mü’minler ortasındaki اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ وَ عَلَيْكَ السَّلَامُ umum ümmet demesini raciyane, daiyane Hâlık’ından istediğini ifade ve ihtar eder.
Ve o sohbette hissedar olan Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, emr-i İlahî ile o gece اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ demesi, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirane haber verir.
Ve bu mükâleme-i kudsiyeyi tahattur ile kelimelerin manaları parlar, genişlenir.
Bu mezkûr hakikatin inkişafında bana yardım eden garib bir halet-i ruhiyedir:
Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hal-i hazırda olan bu koca kâinat; hayalime camid, ruhsuz, meyyit, boş, hâlî, müthiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi bütün bütün ölü, boş, meyyit, müthiş tahayyül edildi. O hadsiz mekân ve o hudutsuz zaman, karanlıklı bir vahşetgâh suretini aldı. Ben o haletten kurtulmak için namaza iltica ettim. Teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ dediğim zaman birden kâinat canlandı; hayattar, nurani bir şekil aldı, dirildi. Hayy-ı Kayyum’un parlak bir âyinesi oldu. Bütün hayattar eczasıyla beraber, hayatlarının tahiyyelerini ve hedâyâ-yı hayatiyelerini daimî bir surette Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a takdim ettiklerini ilmelyakîn, belki hakkalyakîn ile bildim ve gördüm.
Sonra اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ dediğim vakit o hudutsuz ve hâlî zaman; birden Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın riyaseti altında, zîhayat ruhlar ile vahşetzar suretinden ünsiyetli bir seyrangâh suretine inkılab etti.
İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَعَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünkü Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, İbrahim aleyhisselâmdan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir?
Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?
Aynı dua, eski zamandan beri bütün ümmet her namazda tekrar etmeleri… Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zatlar musırrane dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i İlahîye iktiran etmiş ise… Mesela عَسٰى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Cenab-ı Hak vaad ettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذٖى وَعَدْتَهُ deniliyor, bütün ümmet o vaadi ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
Elcevap: Bu sualde üç cihet ve üç sual var.
Birinci Cihet: Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âli, evliyadırlar. Evliya ise enbiyaya yetişemezler. Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki:
Üç yüz elli milyon içinde Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan yalnız iki zatın; yani Hasan (ra) ve Hüseyin’in (ra) neslinden gelen evliya –ekser-i mutlak– hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ hadîsinin mazharları olduklarıdır. Başta Cafer-i Sadık (ra) ve Gavs-ı A’zam (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) olarak her biri, ümmetin bir kısm-ı a’zamını tarîk-ı hakikate ve hakikat-i İslâmiyet’e irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler.
İkinci Cihet: Bu tarzdaki salavatın namaza tahsisi hikmeti ise meşahir-i insaniyenin en nurani en mükemmeli en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-i uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır.
Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.
Evet, kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrut gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi; kafile-i kübranın Nuh aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar.
Bir tek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder. Fatiha’da صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ o kafileye ve غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّالّٖينَ muarızlarına bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise Fatiha’nın âhirinde daha zahirdir.
Üçüncü Cihet: Bu kadar tekrar ile kat’î verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur:
İstenilen şey mesela, Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatleri ihtiva eden bir hakikat-i a’zamın bir dalıdır. Ve hilkat-i kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise dolayısıyla o hakikat-i umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şecere-i hilkatin en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir.
Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve cennetin en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavat-ı insaniyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksat için bu hadsiz dualar dahi azdır.
Hem Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-i kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salavat ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir.
Otuz sene evvel yazılan matbu “Muhakemat-ı Bedîiye”de bahsedilen Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc Me’cüc ve sair eşrat-ı kıyametten yirmi mesele, o Muhakemat’a bir tetimme olarak on üç sene (Hâşiye: Şimdi kırk seneden geçmiş.) evvel bir kısım müsveddesi yazılmış idi. Aziz bir dostumun hatırı için tebyiz edildi, Beşinci Şuâ oldu.
Otuz Birinci Mektup’tan Otuz Birinci Lem’a’nın Beşinci Şuâ’ıdır.
İhtar: Evvelce mukaddimeden sonra gelen meseleler okunsun tâ mukaddimedeki maksat anlaşılsın.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
فَقَدْ جَٓاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhir zamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler. وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki ilimde râsih olanlar اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.
Bu Beşinci Şuâ’nın bir mukaddimesi ve yirmi üç meselesi vardır.
Mukaddime
Beş noktadır.
Birinci Nokta: İman ve teklif; ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki mu’cizeler seyrek ve nadir verilir.
Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağribden çıkması, bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden tövbe kapısı kapanır, daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünkü Ebubekirler, Ebucehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulü dahi ve kendisi İsa aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhas-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.
İkinci Nokta: Peygambere bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç tasarruf edilmez ve karışamaz. Kur’an’ın ve hadîs-i kudsînin muhkematı gibi. Ve diğer bir kısmı icmal ile bildirilir, tafsilat ve tasviratı onun içtihadına havale edilir. İmana girmeyen hâdisat-ı kevniyeye ve vukuat-ı istikbaliyeye dair hadîsler gibi. Bu kısımda, Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm belâgatıyla –temsiller suretinde– sırr-ı teklif hikmetine muvafık tafsil ve tasvir eder.
Mesela, bir sohbette derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş seneden beri cehennem tarafına yuvarlanan bir taşın bu dakikada cehennemin dibine yetişip düşmesinin gürültüsüdür.” Bu garib haberden beş altı dakika sonra birisi geldi, dedi: “Yâ Resulallah! Yetmiş yaşında bulunan filan münafık vefat etti, cehenneme gitti.” Peygamber’in yüksek, beliğane kelâmının tevilini gösterdi.
Birincisi: Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadîsler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vakıa mutabık çıkmıyor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor. Mesela, hamele-i arş gibi arzın hamelesinden olan Sevr ve Hut namında ve misalinde iki melaike, koca bir öküz ve pek büyük bir balık tasavvur edilmiş.
İkincisi: Bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükûmet-i İslâmiyenin veya merkez-i hilafetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şâmil zannedilmiş ve bir cihette hususi bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş. Mesela, rivayette vardır ki “Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacak.” Yani zikirhaneler kapanacak ve Türkçe ezan ve kamet okunacak demektir.
Dördüncü Nokta: Ecel ve mevt gibi umûr-u gaybiye çok hikmet ve maslahat cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev-i beşerin ve cins-i hayvanın eceli ve vefatı olan kıyamet dahi çok maslahatlar için gizlenilmiş. Evet, eğer ecel vakti muayyen olsaydı yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarıdan sonra, darağacına asılmak için her gün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde, havf ve recanın muvazene-i maslahatkârane ve hakîmanesi bozulduğu gibi; aynen öyle de dünyanın eceli ve sekeratı olan kıyamet vakti muayyen olsaydı, kurûn-u ûlâ ve vustâ fikr-i âhiretten pek az müteessir olacaktı. Ve kurûn-u uhra, dehşet-i mutlaka içinde bulunup ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve ne de havf ve reca içinde ihtiyar ile itaatkârane olan ubudiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu.
Hem eğer muayyen olsa bir kısım hakaik-i imaniye bedahet derecesine girer, herkes ister istemez tasdik eder. İhtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i iman bozulur.
İşte bunun gibi çok maslahatlar için umûr-u gaybiye gizli kaldığından herkes her dakikada hem ecelini hem bekasını düşündüğü için hem dünyaya hem âhiretine çalışabildiği gibi her asırda dahi hem kıyamet kopacağını hem dünyanın devamını düşünebildiği için hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya çalışabilir.
Hem de musibetlerin vakti muayyen olsaydı musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevî bir musibet –o intizardan– çekmemesi için hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış.
Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki gaibden haber vermek yasak edilmiş. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki medar-ı teklif ve hakaik-i imaniyeden başka olan umûr-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hattâ Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki o kitapların bir kısım tabileri tevil edip iman etmediler.
Fakat itikadat-ı imaniyeye giren meseleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ve Tercüman-ı Zîşan’ı (asm) umûr-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyeviyeden icmalen haber vermişler.
Beşinci Nokta: Hem her iki Deccal’ın asırlarına ait olan hârikaları, onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden, onların şahıslarından sudûr edeceği telakki ve tevehhüm edilmesinden o rivayet müteşabih olmuş, manası gizlenmiş. Mesela, tayyare ve şimendiferle gezmesi…
Hem mesela, meşhur olmuş ki İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul’da Dikilitaş’ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki “O öldü.” Yani pek acib ve şeytanları dahi hayrette bırakan “radyo” ile bağırılacak, haber verilecek.
Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garib halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş. Mesela “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (as) onu öldürebilir, başka çare olamaz.” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek ancak semavî ve ulvi, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur’aniyeye iktida ve ittihat eden bu İsevî dinidir ki Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvilerin kabil-i hata içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mana gizlenir. Vakıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer.
Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galip olduğundan, cemaatin sıfât-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslar, hârika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acube cisim ve müthiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vakıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur.
Hem iki Deccal’ın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir. Hem “Büyük Mehdi”nin halleri sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (ra) yalnız İslâm Deccalı’ndan bahseder.
Mukaddime bitti, meselelere başlıyoruz.
***
Şimdilik o hâdisat-ı gaybiyenin yüzer misallerinden –mülhidler tarafından avamın akidelerini bozmak fikriyle işaa edilen– yirmi üç meseleleri, tevfik-i Rabbanî ile gayet muhtasar bir surette beyan edilecek. Ve o meseleler mülhidlerin tahmini gibi zarar vermemekle beraber, her biri bir lem’a-i i’caz-ı Nebevî olduğu görünmekle ve hakiki tevilleri ispat ve izhar edilmekle akide-i avamı kuvvetlendirmeye mühim bir sebep olmasını rahmet-i Rabbaniyeden rica edip hatîatımı ve galatatımı aff u mağfiret altına almasını Rabb-i Rahîm’imden niyaz ederim.
***
Beşinci Şuâ’nın İkinci Makamı ve Meseleleri
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
BİRİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki “Filan adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.
İşte Süfyan, israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak, insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir.
İKİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında هٰذَا كَافِر yazılmış bulunur.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına Frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes –yalnız istemeyerek– onu giymekle kâfir olmaz.
ÜÇÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanın müstebit hâkimleri, hususan Deccal’ın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.”
اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun bir tevili şudur ki: Hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi, biri huri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azap ve zindan suretine girecek diye bir işarettir.
DÖRDÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanda Allah, Allah diyecek kalmaz.”
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: Allah, Allah, Allah deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim konulacak, demektir. Yoksa umum insanlar küfr-ü mutlaka düşecekler, demek değildir. Çünkü Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar.
Diğer bir tevili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin başlarında patlar.
BEŞİNCİ MESELE: Rivayette vardır ki: “Âhir zamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun bir tevili şudur ki: Nasıl ki padişahı inkâr eden bir bedevî kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfürû ettirirler, başlarını rükûya getirirler, demektir.
ALTINCI MESELE: Rivayette var ki: “Fitne-i âhir zaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ اٰخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olmuş.
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla belki zevkle irtikâb ederler. Mesela, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemal-perest erkekler dahi nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar.
İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefis-perestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.
YEDİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.
SEKİZİNCİ MESELE: Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki bütün ümmet istiaze etmiş.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (ra) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa büyük Deccal’ın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehit olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.
DOKUZUNCU MESELE: Rivayetlerde vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla –daimî öyle kalacak gibi– mana verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Halep ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.
ONUNCU MESELE: Rivayetlerde eşhas-ı âhir zamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.
وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya’yı mağlup eden Japon Başkumandanının sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı Port Artür Kalesi’nde olarak gösterildiği gibi şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor.
Amma fevkalâde ve hârika iktidarları ise ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür. Çünkü tahrip kolaydır, bir kibrit bir köyü yakar. Müştehiyat ise nefisler taraftar olduğundan çabuk sirayet eder.
ON BİRİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Âhir zamanda bir erkek, kırk kadına nezaret eder.”
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bunun iki tevili var:
Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya’daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur.
İkinci tevili: O fitne zamanında, harplerde erkeklerin çoğu telef olmasından hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder, veledi kendi suretine çekmeye sebebiyet verdiğinden emr-i İlahiyle kızlar pek çok olur.
ON İKİNCİ MESELE: Rivayetlerde var ki: “Deccal’ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.”
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun iki tevili vardır:
Birisi: Büyük Deccal’ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurûb etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya’daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum. Demek büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu’cizane bir ihbardır.
İkinci tevili ise: Hem büyük Deccal’ın hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdatları manasında üç eyyam var. “Bir günü, yani bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki üç yüz senede yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.
ON ÜÇÜNCÜ MESELE: Kat’î ve sahih rivayette var ki: “İsa aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.”
وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ bunun da iki vechi var:
Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki o zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa aleyhisselâmdır.
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa aleyhisselâmın kılıncı ile maktûl olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki o ruhanîler, din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. Hattâ “Hazret-i İsa aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tabi olur.” diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-i Kur’aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.
ON DÖRDÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki: “Deccal’ın mühim kuvveti Yahudi’dir. Yahudiler severek tabi olurlar.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ diyebiliriz ki bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış. Çünkü her hükûmetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için Komünist Komitesi’nin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın başkumandanlığına ve terbiye-gerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus Hükûmetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulatını yaktırdılar. Büyük Deccal’ın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve sair hükûmetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.
ON BEŞİNCİ MESELE: Ye’cüc ve Me’cüc hâdisatının icmali Kur’an’da olduğu gibi rivayette bir kısım tafsilat var. Ve o tafsilat ise Kur’an’ın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tabir isterler.
Evet لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: Kur’an’ın lisan-ı semavîsinde Ye’cüc ve Me’cüc namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır.
Evet, ihtilal-i Fransavî’de hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir bilâhare Bolşevikliğe inkılab etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan elbette ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.
Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise hem mazlum, kalabalıklı hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise Çin-i Maçin’de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acayib-i seb’a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî’nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki Kur’an’ın mücmel haberini tefsir eden Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm mu’cizane ve muhakkikane haber vermiş.
ON ALTINCI MESELE: Rivayette var ki: İsa aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebetiyle “Deccal’ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu” gösterir.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şu olmak gerektir ki: İsa aleyhisselâmı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidînin kemiyeti, Deccal’ın mektepçe ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.
ON YEDİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır.”
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivayetler mu’cizane haber verir ki “Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki bir hâdise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark garp işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıtasını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek.” diye zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu’cizane haber verir.
Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil belki gayet müstebit bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istila etmek için değil belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise ya şimendiferdir ki bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, merkebi dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut… (sükût lâzım!)
ON SEKİZİNCİ MESELE: Rivayette var ki: “Ümmetim istikametle gitse ona bir gün var.” Yani فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ âyetinin sırrıyla bin sene hâkimane ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse ona yarım gün var. Yani ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.
اَللّٰهُ اَعْلَمْ bu rivayet kıyametten haber vermek değil belki İslâmiyet’in galibane hâkimiyetinden ve hilafetin saltanatından bahseder ki ayn-ı hakikat ve bir mu’cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü Hilafet-i Abbasiye’nin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için beş yüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise istikameti kaybetmediğinden Hilafet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden o da ancak (hilafetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mu’cizane ihbarını, Hilafet-i Osmaniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadîsi başka risalelerde dahi bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
ON DOKUZUNCU MESELE: Rivayetlerde, âhir zamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî’den Hazret-i Mehdi’nin radıyallahu anh hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi her bir asır meyusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi’ye veyahut Mehdi’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.
Mesela, siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A’zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi Büyük Mehdi’nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde medar-ı nazar-ı Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise… Bu mesele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki Âl-i Beyt’in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’aniyenin mayası ile ve imanın nuruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (asm) ihya ile ilan ile icra ile başkumandanları olan Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
YİRMİNCİ MESELE: Güneşin mağribden çıkması ve zeminden dabbetü’l-arzın zuhurudur.
Amma güneşin mağribden tulûu ise bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için aklın ihtiyarı ile bağlı olan tövbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki:
اَللّٰهُ اَعْلَمْ o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp garptan şarka olan seyahatini, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulûa başlar. Evet, arzı şems ile ferşi arş ile kuvvetli bağlayan hablullahi’l-metin olan Kur’an’ın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garptan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir tevili vardır.
Amma dabbetü’l-arz: Kur’an’da gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise ben şimdilik, başka meseleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ nasıl ki kavm-i Firavun’a “çekirge âfatı ve bit belası” ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye “ebabil kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de Süfyan’ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek.
اَللّٰهُ اَعْلَمْ o dabbe bir nevidir. Çünkü gayet büyük bir tek şahıs olsa her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَاْكُلُ مِنْسَاَتَهُ âyetinin işaretiyle o hayvan, dabbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû-i istimalattan tecennübleriyle kurtulmasına işareten âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.
Sâbık yirmi adet meselelere bir tetimme olarak üç küçük meseledir.
BİRİNCİ MESELE: Rivayetlerde Hazret-i İsa aleyhisselâma “Mesih” namı verildiği gibi her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde مِنْ فِتْنَةِ الْمَسٖيحِ الدَّجَّالِ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسٖيحِ الدَّجَّالِ denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?
Elcevap: اَللّٰهُ اَعْلَمْ bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlahî ile İsa aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder.
Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi şeriat-ı Muhammediyenin (asm) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki o vakit o insanlar, gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.
İKİNCİ MESELE: Rivayetlerde her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, onlara bir nevi uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?
Elcevap: اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ icraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” yani bir senede yaptıkları işleri üç yüz senede yapılmaz, denilmiş. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise dört cihet ve sebebi var:
Birincisi: İstidrac eseri olarak müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeye sebep olur.
Halbuki hakikaten ve kaideten, bir cemaatin hareketiyle vücuda gelen müsbet mehasin ve şeref ve ganimet, o cemaate taksim edilir ve efradına verilir. Ve seyyiat ve tahribat ve zayiat ise reisinin tedbirsizliğine ve kusurlarına verilir. Mesela, bir tabur bir kaleyi fethetse ganimet ve şeref süngülerine aittir. Ve menfî tedbirler ile zayiatlar olsa kumandanlarına aittir.
İşte hak ve hakikatin bu düstur-u esasiyesine bütün bütün muhalif olarak müsbet terakkiyat ve hasenat o müthiş başlara ve menfî icraat ve seyyiat bîçare milletlerine verilmesiyle, nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar –istidrac cihetiyle– ehl-i gaflet tarafından bir muhabbet-i umumiyeye mazhar olurlar.
İkinci cihet ve sebep: Her iki Deccal, a’zamî bir istibdat ve a’zamî bir zulüm ve a’zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, a’zamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acib bir istibdat ki –kanunlar perdesinde– herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kable’l-vuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.
Üçüncü cihet ve sebep: Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir.
Hem bazı ehl-i velayetin istihracatıyla anlaşılıyor ki İslâm Devleti’nin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise gayet muktedir ve dâhî ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrazam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhret-perestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyane icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnad ve o vasıta ile koca ordunun ve hükûmetin teceddüd ve inkılab ve Harb-i Umumî inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acib ve hârika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işaa ettirir.
Dördüncü cihet ve sebep: Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hâssaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür.” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözü var ve âkıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.
Ben bir manevî âlemde İslâm Deccalı’nı gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikat-i hali bilmediklerinden hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler.
Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve şanlı ve tâli’li ve muvaffakıyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister.
Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve Kur’an ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ KÜÇÜK MESELE: Medar-ı garabet üç hâdisedir.
Birinci Hâdise: Bir zaman Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Ömer radıyallahu anh’a Yahudi çocukları içinde birisini gösterdi “İşte sureti.” dedi. Hazret-i Ömer radıyallahu anh “Öyle ise ben bunu öldüreceğim.” dedi. Ferman etti: “Eğer bu Süfyan ve İslâm Deccalı olsa sen öldüremezsin, eğer o olmazsa onun suretiyle öldürülmez.”
Bu rivayet işaret eder ki onun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüneceği gibi kendisi Yahudiler içinde tevellüd edecek. Garibdir ki onun suretindeki bir çocuğu katledecek derecede ona hiddet ve adâvet eden Hazret-i Ömer radıyallahu anh, o Süfyan’ın en çok beğendiği ve takdir ettiği ve çok defa ondan senakârane bahsettiği bir memduhu olmuş.
İkinci Hâdise: O İslâm Deccalı “Sure-i وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ manasını merak edip soruyor.” diye çoklar nakletmişler. Garibdir ki bu surenin akibinde olan اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ suresinde اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına –cifir ile ve manasıyla– işaret ettiği gibi ehl-i salâta ve camilere tâğiyane tecavüz edeceğini gösteriyor. Demek o istidraclı adam, küçük bir sureyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.
Üçüncü Hâdise: Bir rivayette “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek.” denilmiş.
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Garibdir hem çok garibdir yedi yüz sene müddetinde İslâmiyet’in ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyet’in bir kısım şeairine karşı istimal etmeye çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor.” diye rivayetlerden anlaşılıyor.
ve sureten ve makamen Otuz Birinci Mektup’un Otuz Birinci Lem’a’sının kıymettar Dördüncü Şuâ’ı
ve Âyet-i Hasbiye’nin mühim bir nüktesidir.
İhtar: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede “Birinci Mertebe” çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevk edemez.
***
Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrit ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım.
Gördüm ki gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:
Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim
Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.
Meyusane başımı eğdim; birden حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beş yüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymettar envarından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp eskiden aynelyakîn ile değil belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilatını Risale-i Nur’a havale ediyorum.
Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zat-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ geldi, perdeyi kaldırdı.
Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevk ettim ki bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabb’im ve İlah’ım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Çünkü onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim hem bâki hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan kemal-i mutlakın varlığı bilinmekle, şedit ve fıtrî olan muhabbet-i zatî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisap ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem o şuur-u imaniyle ve intisap ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.
Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvi bir zevk verir.
Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın –ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum– onların mesudiyetleri ile hadsiz bir saadet kendimde hissedebilir gördüm.
Çünkü bir samimi dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve âl ü ashabı olarak umum sâdatım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevk ettim.
Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünkü hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim başta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakiki’nin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imaniyle hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün şefkat ettiğim zatların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imaniyle netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resailü’n-Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faydasız kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim.
Çünkü iman ettim ki Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resailü’n-Nur, yalnız insanların hâfızalarında ve kalplerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevap meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur’an’a mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymettardır, bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi ispat eden her bir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeye her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’an’a hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal’in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mal-i saliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmaya nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ onun bekası bize yeter, dedim.
Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zatından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemal-i zatı perestişe kâfi ve vâfi iken; sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve beka feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş, hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ diyecektim ve o niyetle dedim.
Ve bekasını arayan ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-u imanî –ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem…”ler ile işaret ettim– bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber dedim:
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettim.
Bana bildirdi ki intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyûr denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.
Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi belki yüz derece o medeni hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandıkçıkların icadı “kâf-nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.”
Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerîm onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir.
İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.
Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim.
Bana dedi ki: “Sen memlûkiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerîm’e mensup ve iaşe defterinde mukayyedsin ki her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.”
Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet, evet, doğrudur.” deyip mütevekkilane حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “Of, of!”tan vazgeçtim “Oh, oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim.
Yine o âyete müracaat ettim, dedi ki: “ حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile kimler حَسْبُنَا yı söylüyorlar, dinle!” emretti.
Birden baktım ki hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir, diye bildim.
Sonra حَسْبُنَا daki نَا da bulunan “ene”ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalp, ağzıma öyle bir dil koymuş ki o dimağ ve kalp ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latîfeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet sanatlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar aza ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevk ettirsin.
Ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu –her mü’minin vücudu gibi– kâinata bir güzel takvim ve rûzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nevine talip bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine numune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud, manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı.
Hem İslâmiyet’i bana ihsan etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi.
Hem iman-ı tahkikîyi in’am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı.
Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti.
Hem hususi olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidat vermiş.
Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi –âyet-i Kur’aniyenin nassı ile– benden satın alıyor. Tâ ki elimde faydasız zayi olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi ve cenneti vereceğini kat’î bir surette çok tekrar ile vaad ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.
Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüz binler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini “Fettah” ismiyle mahdud ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zat-ı Zülcelali ve’l-ikram olan Rabb’im var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve cenneti ihsan ve saadet-i ebediyeyi halk edeceğini bu Âyet-i Hasbiye’den ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için bi’n-niyet, bi’t-tasavvur, bi’l-hayal bütün mahlukat dilleriyle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim ve ebedü’l-âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan arızalar bir gaflet zamanıma rast gelip –şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye– elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbünüyle bak!”
Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn ile bildim.
Çünkü şuur-u iman ile bu vücudum Vâcibü’l-vücud’un eseri ve sanatı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim.
Malûmdur ki karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azap çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa her biri o meyveler adedince firakları hissedecek.
İşte iman ile ve imandaki intisap ile her mü’min gibi bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envarını kazanır, kendisi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.
Bununla beraber –Yirmi Dördüncü Mektup’ta tafsilen kat’î ispat edildiği gibi– her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti hem neticeleri hem mübarek ise sevabı hem hakikati gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi…
Aynen öyle de bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse; zîruh ise hem ruhunu hem manasını hem hakikatini hem misalini hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymettar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisap ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahip olunabilir. İman olmazsa bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu, hattâ o nâzeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-i imaniye gösterdi ki o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sümbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-i neviyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, bârekellah” dedim.
İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat sanatkârına intisap noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle her bir sanatta yüzer mu’cize gösteren bir sanatkârın eser-i sanatı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymettar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisap ile o şerefe sahip olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi, gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor, âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki “Hay” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faydaları, böyle çabuk sönmeye değil belki pek uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a göre hayata bak!”
Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise Zat-ı Hay ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise Hâlık’ıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden burada dört mesele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.
Birinci Mesele: Hayatın mahiyeti ve hakikati Hayy-ı Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir, anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikati bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zat-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.
İkinci Mesele: Hayatın hakiki hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektuptur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır.
Hem Hâlık’ımın kemalâtını teşhir eden bir ilannameliktir.
Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymettar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnettarane Padişah-ı Bîmisal’inin nazarına arz etmektir.
Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilan etmektir.
Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir.
İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymettardır, diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymettar ve hayattardır ki hangi şeye girse canlandırır ve bir şulesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
Üçüncü Mesele: Hayatımın Hâlık’ıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faydalarına baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlık’ına üç cihetle âyinedarlık ediyor:
Birinci Vecih: Hayatım, acz ve zaafıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat’ın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder.
Evet, nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir. Öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def’etmek noktasında Hâlık’ımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.
İkinci Vecih: Hayatımdaki cüz’î ilim ve irade ve sem’ ve basar gibi manalarıyla, Hâlık’ımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır.
Evet, ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlık’ımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.
Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır.
Evet, ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, sanatlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden beni yaratan ve yaşatan zat, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, sanatkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı –tabirde hata olmasın– maharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve tazim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymettar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata musahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım.
Dördüncü Mesele: Dünyadaki bu hayatımın hakiki lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine baktım, gördüm ki:
Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-i Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlûkü ve terbiye-gerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabb’im hem İlah’ım hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki tarif edilmez. Ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.
İşte hayatın hakikatine ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mesele gösterdiler ki:
Hayat, Zat-ı Bâki-i Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça hem beka bulur hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz, diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhir zaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemal-perestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadî ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm.
Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasathanesine girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar.
Aynen öyle de Şems-i ezel ve ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:
BİRİNCİ BÜRHAN: Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanının güzelliğine ve ustadaki sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir surette delâlet ettiği gibi…
Aynen öyle de bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi Sanatkâr-ı Zülcelal’deki fiillerinin hüsün ve cemaline kat’î şehadet ve ef’alindeki hüsün ve cemal ise o fiillere bakan unvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delâlet ve isimlerin hüsün ve cemali ise isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsün ve cemaline kat’î şehadet ve sıfatların hüsün ve cemali ise sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kat’î şehadet ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise fâil ve müsemma ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’î bir surette şehadet eder.
Demek, Sâni’-i Zülcemal’in kendi Zat-ı Akdes’ine lâyık öyle hadsiz bir hüsün ve cemali var ki bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.
Evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir sanatın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delâlet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve unvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delâlet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus, kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasip muvafık güzelliğine, o dahi zatın ve hakikatin –fakat zata ve hakikate lâyık ve muvafık– kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delâlet eder.
Aynen öyle de bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni’ ve fâillerinin vücud-u ef’aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zatiyesinin vücuduna ve Zat-ı Akdes’inin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delâlet ettikleri gibi o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni’-i Zülcelal’de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve zatının kendilerine mahsus münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarîh şehadet ve gayet kat’î delâlet ederler.
İKİNCİ BÜRHAN’ın beş noktası var:
Birinci Nokta: Meşreplerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatin reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma ile ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’da bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci Nokta: Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuâatı, cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.
Üçüncü Nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz.
İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikate istinad eder, ondan kıymet alır.
Aynen öyle de bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlerinin ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir.
Demek, bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasıl ki Vâcibü’l-vücud’un Zat-ı Akdes’i, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir.
Evet, koca cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i cennete, cenneti unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.
Malûmdur ki her şeyin hüsnü, kendine göredir hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalp, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir.
Mesela, imanın güzelliği ve hakikatin güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim hem fiil hem sıfat hem şe’nlerine işaret ederler.
İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.
Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.
Hem bütün kâinatı envaıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitap ki her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.
Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.
Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, mesela arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör.
İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi bahar dahi bir çiçektir ve cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla.
O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen çok güzel bir mahluk olursun.
Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.
Beşinci Nokta: Nasıl ki yüzer hüner ve sanat ve kemal ve cemalleri bulunan bir zat; her bir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel sanat kendini takdir ettirmek ve her bir kemal kendini izhar etmek ve her bir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zat dahi bütün hünerlerini ve sanatlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zat, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder.
Aynen öyle de bu kâinat denilen meşher-i acayip ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zatında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış.
ÜÇÜNCÜ BÜRHAN’ın üç nüktesi var:
Birinci Nükte: Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattir. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız, şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor.
Hem kendi sanatını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik sanat ve ince hikmet ve âlî ziynet ve şefkatli bir tertip ve tatlı vaziyet görünüyor. Bedahet derecesinde anlaşılır ki kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir sanatkâr var ki her bir sanatıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister.
Hem zîşuur mahlukları minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor.
Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerîmane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor.
Demek, bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor.
Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatinin şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki o cemal; kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf –yani kendini tanıttırmak ve bildirmek– keyfiyetini takmış, sonra masnuatı ziynetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.
İkinci Nükte: Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedit bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder.
Evet böyle bir aşk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsün ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatler; ezelî ve ebedî bir hakikat-i cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semâa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-i cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.
Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler –tahlil neticesinde– vücuddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler hattâ masiyetler ademe râci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?
Elcevap: Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve nefiy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı, vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi Vâcibü’l-vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ışık verir.
İhtar: Âyet-i Hasbiye-i Nuriye’nin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe tehir edildi.
Tenbih: Risale-i Nur, Kur’an’ın ve Kur’an’dan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan Kur’an’ın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.
Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye, vücub-u vücuda ve vahdaniyete delâlet ettiği gibi hem delail-i kat’iye ile rububiyetin ihatasına ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihatasına ve rahmetinin şümulüne dahi delâlet ve ispat eder. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve ilminin şümulünü ispat eder.
Elhasıl, bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye’nin her bir mukaddimesinin sekiz neticesi var. Sekiz mukaddimelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle ispat eder ki bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye’de yüksek meziyetler vardır.
Ben, imanın gözüyle ve Kur’an’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.
Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.
Ve hiçbir yıldız yoktur ki mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nurani tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i uluhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.
Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!
Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla derece-i bedahette –ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı!– senin vücub-u vücuduna öyle zahir şehadet –ve ey zerratı, muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!– senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nurani bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.
Hem bu safi, temiz, güzel gökler; fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik lambalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve her şeyi icad eden kudretinin azametine zahir delâlet ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlukat-ı semaviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümulüne şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar zahirdir ki güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nurani delilleridirler.
Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise mutî neferler, muntazam sefineler, hârika tayyareler, acayip lambalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı uluhiyetinin şaşaasını gösteriyorlar.
Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla, güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.
Ey Vâcibü’l-vücud! Ey Vâhid-i Ehad!
Bu hârika yıldızlar, bu acib güneşler, aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden bir tek Hâlık’a tesbih ederler, tekbir ederler; lisan-ı hal ile “Sübhanallah, Allahu ekber” derler.
Ben dahi onların bütün tesbihatıyla, seni takdis ederim ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelal!
*
Ey Kādir-i Mutlak!
Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar, senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârları ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.
Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.
Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.
Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi lisan-ı kāl ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.
Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi cevvi, âdeta bir hikmete binaen “levh-i mahv ve ispat” ve “yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, senin vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.
Ey Mutasarrıf-ı Faal ve ey Feyyaz-ı Müteâl!
Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.
Hem koca fezayı mahşer-i acayip yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve her bir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün mahlukatına cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şeye yetişmelerine delâlet eder.
Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faydalarda istimal olunur ki her şeye ihata eden bir ilim ve her şeye şâmil bir hikmet olmazsa o istimal, o istihdam olamaz.
Ey Fa’alün limâ yürîd!
Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir numune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.
Ey Kadîr-i Zülcelal!
Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet süratli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.
*
Ey arz ve semavatın Hâlık-ı Zülcelali!
Senin Kur’an-ı Hakîm’inin talimiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de arz bütün mahlukatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler eder.
Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül cüz’î olsun, küllî olsun yoktur ki intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.
Hem hiçbir hayvan yoktur ki zafiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatın hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.
Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki sanat-ı acibesiyle ve latîf ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.
Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîm’lerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.
Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istila edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettah-ı Allâm! Ey Fa’al-i Hallak!
Nasıl arz, bütün sekenesiyle Hâlık’ının Vâcibü’l-vücud olduğuna şehadet eder. Öyle de senin –Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannan-ı Mennan! Ey Vehhab-ı Rezzak!– vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine şehadet, belki mevcudat adedince şehadetler eder.
Hem nasıl zemin bir ordugâh, bir meşher, bir talimgâh vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanat fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıklarını, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan, rahîmane, kerîmane verilmesi ve hadsiz o efradın kemal-i musahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin her şeye şümulünü ve hâkimiyetinin her şeye ihatasını gösteriyor.
Hem zeminde değişmekte bulunan mahlukat kafilelerinin sevk ve idareleri, mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi her şeye taalluk eden bir ilim ile ve her şeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.
Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevî cihazat ile teçhiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.
Ey Hâlık-ı külli şey!
Zeminin bütün mahlukatı, senin mülkünde, senin arzında, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ve iradetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve şümul gösteriyor. Ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır. Ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki tecezzi kabul etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rububiyet olduğunu bildiriyor.
Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zahir hadsiz lisanlarla Hâlık’ını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelal’inin hamd ve medh ü senasını ediyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zat-ı Akdes!
Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.
*
Ey Rabbü’l-berri ve’l-bahr!
Kur’an’ın dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının talimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin senin birliğine ve varlığına şehadet ederler. Öyle de bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler.
Evet, bu dünyamızın menba-ı acayip buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud, hattâ hiçbir katre su yoktur ki vücuduyla, intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlık’ını bildirmesin.
Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hilkatleri gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi, bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki hilkatiyle ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzak’ına şehadet etmesin.
Hem denizde kıymettar, hâsiyetli, ziynetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin.
Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve icadca gayet kolay ve efradca gayet çokluk noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit denizlerini muallakta durdurmak ve dökmeden, dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istila ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halk etmek ve erzak ve sair umûrlarını küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, senin varlığına ve Vâcibü’l-vücud olduğuna mevcudatı adedince işaretler ederek şehadet eder.
Ve senin saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve her şeye muhit olan kudretinin azametine pek zahir delâlet ettikleri gibi göklerin fevkindeki gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar her şeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve intizamatıyla ve faydalarıyla ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin her şeye muhit ilmine ve her şeye şâmil hikmetine işaret ederler.
Ve senin, bu misafirhane-i dünyada, yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine ve gemisine ve istifadesine musahhar olması işaret eder ki yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zat, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki bunlar onların fâni ve küçük numuneleridirler.
İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile senin mülkünde, senin emrine musahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlık’ını takdis edip “Allahu ekber” derler.
*
Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelal!
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki nasıl denizler acayipleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de dağlar dahi zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.
Evet, dağlardaki taşların envaından ve muhtelif hastalıklara ilaç olan maddelerin aksamından ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyla hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle ve bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit envalarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve sanatça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, o Sâni’in vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.
Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnûlar, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mani olmadan, sair neviler ile beraber karışık iken, karıştırmaksızın icadları; Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.
Öyle de zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlukların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve toprak tabakatı içinde, gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde; bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle, senin her şeye taalluk eden ilminin ihatasına ve her bir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve ilaçların ihzaratı ve madenî maddelerin iddiharatıyla rububiyetinin rahîmane ve kerîmane olan tedabirinin mehasinine ve inayetinin ihtiyatlı letaifine pek zahir bir surette işaret ve delâlet ederler.
Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumlu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehadet eder ki bu kadar Kerîm ve misafirperver ve bu kadar Hakîm ve şefkat-perver ve bu kadar Kadîr ve rububiyet-perver bir Sâni’in, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.
Ey Kādir-i külli şey!
Dağlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar ve müddehardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshir eden Hâlık’ını takdis ve tesbih ederler.
*
Ey Hâlık-ı Rahman! Ve ey Rabb-i Rahîm!
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım: Nasıl ki sema ve feza ve arz ve deniz ve dağ, müştemilat ve mahluklarıyla beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar.
Ve umum eşcarın ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve ziynetleriyle Sâni’inin isimlerini tavsif ve tarif eden çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden her birisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika sanat içindeki nizam ve nizam içindeki mizan ve mizan içindeki ziynet ve ziynet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taalluk eden icad fiilleri ve Rabbanî isimlerde muvafakat ve o yüz bin envaın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalarıyla, o Vâcibü’l-vücud Sâni’in bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine dahi şehadet ederler.
Hem nasıl ki onlar senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüz binler tarzda iaşe ve idareleri; şaşırmayarak, karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, senin rububiyetinin vahdaniyetteki haşmetine ve bir baharı, bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine ve her şeye taallukuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in’amlar ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemal-i intizamla cereyanları ve her şey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle, hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine kat’î delâlet etmekle beraber o ağaçların ve nebatların ve her bir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi her birisinin her bir şeyini, her bir işini bilerek, görerek; faydalara, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, senin ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her şeye şümulüne pek zahir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve senin gayet kemaldeki cemal-i sanatına ve nihayet cemaldeki kemal-i nimetine hadsiz dilleriyle sena ve medhederler.
Hem bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymettar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret belki şehadet eder ki:
Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zat-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlukat tarafından “Bize tattırdı fakat yedirmeden bizi idam etti.” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı uluhiyetini ıskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise müşterilere göstermek için numunelerdir.
Hem ağaçlar ve nebatlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve tesbih ve tahmid ettikleri gibi o kelimelerden her birisi dahi ayrıca seni takdis eder. Hususan meyvelerin bedî’ bir surette, etleri çok muhtelif, sanatları çok acib, çekirdekleri çok hârika olarak yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların başlarına koyarak zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal olan tesbihatları, zuhurca lisan-ı kāl derecesine çıkar. Bütün onlar senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsanatınla, senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar ve senin her bir emrine mutîdirler.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni’-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm!
Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.
*
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm!
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki nasıl nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar. Öyle de zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî azalarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faydalar ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet sanatlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir muvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin.
Çünkü bu kadar basîrane nazik sanat ve şuurkârane ince hikmet ve müdebbirane tam muvazeneye, elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünkü o halde her bir zerresi; her bir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu her şeyini bilecek, görecek, yapabilecek âdeta ilah gibi ihatalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra teşkil-i ceset ona havale edilir ve “Kendi kendine oluyor.” denilebilir.
Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta birlik ve her bir nev’in efradı simalarında görülen sikke-i hikmette ittihat ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki senin vahdetine kat’î şehadette bulunmasın. Ve her bir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.
Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envaı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetinin derece-i haşmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet sanatlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla, kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine ve her biri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silaha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delâlet ederler.
Hem nasıl ki hayvanattan her birisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musağğarı hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmayarak, hatasız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her şeye şümulüne, adetlerince işaretler ederler.
Öyle de her biri birer mu’cize-i sanat ve birer hârika-i hikmet olacak kadar sanatlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin sanat-ı Rabbaniyenin kemal-i hüsnüne ve gayet derecede güzelliğine işaret ve her birisi, hususan yavrular, gayet nazdar, nâzenin bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, senin inayetinin gayet şirin cemaline hadsiz işaretler ederler.
Ey Rahmanu’r-Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Emin! Ey Mâlik-i Yevmi’d-din!
Senin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin irşadıyla anladım ki: Madem kâinatın en müntehab neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehab hülâsası ruhtur. Ve zîruhun en müntehab kısmı zîşuurdur. Ve zîşuurun en câmii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar, zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar, insanlara musahhardır, onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlık’ını pek ciddi severler ve Hâlık’ları onları hem sever hem kendini onlara her bir vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı ve cihazat-ı maneviyesi, başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor. Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor. Ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için Hâlık’ına yalvarıyor.
Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mesudane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.
Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.
Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nev’in ara sıra istimal için bir tek cesedi bulunacağı rivayat-ı sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.
Ey Kādir-i Kayyum!
Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur; senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle ve ancak senin irade ve tedbirinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin emirlerine teshir ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil belki fıtraten zaafı ve aczi için rahmet tarafından ona musahhar olmuşlar. Ve lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile Sâni’lerini ve Mabud’larını kusurdan, şerikten takdis ve nimetlerine şükür ve hamdederek, her biri ibadet-i mahsusasını yapıyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zat-ı Akdes!
Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ diyorum.
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.
Evet kalplerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zata bakan hiçbir hatırat-ı gaybiye ve ilham edici bir zata baktıran hiçbir ilhamat-ı sadıka ve hakkalyakîn suretinde sıfât-ı kudsiye ve esma-i hüsnanı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne ve enbiya ve evliyada bir Vâcibü’l-vücud’un envarını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nurani kalp ve asfiya ve sıddıkînde, bir Hâlık-ı külli şey’in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.
Ve bilhassa bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve sıddıkînin imamı ve reisi ve hülâsası olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarını tasdik eden hiçbir mu’cizat-ı bâhiresi ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-i âliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatli kitapların hülâsatü’l-hülâsası olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hiçbir âyet-i tevhidiye-i kātıası ve mesail-i imaniyeden hiçbir mesele-i kudsiyesi yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma ve sıfâtına şehadet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.
Hem nasıl ki bütün o yüz binler muhbir-i sadıklar, mu’cizatlarına ve keramatlarına ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlığına ve birliğine şehadet ederler. Öyle de her şeye muhit olan arş-ı a’zamın külliyat-ı umûrunu idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î hatıratını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden hiçbir fiil, bir fiile; bir iş, bir işe mani olmadan, en büyük bir şeyi, en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icma ile ittifak ile ilan ve ihbar ve ispat ediyorlar.
Hem nasıl ki bu kâinatı, zîruha hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatı unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihatasına ve her bir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ her bir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve her bir zîhayatta azaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takip eden hattâ insanın lisanını çok vazifeler ile tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mizancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin her bir şeye şümulüne hem bu dünyada numuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icma, bi’l-ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.
Hem yüzer mu’cizat-ı bâhiresine ve âyât-ı kātıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-ü nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalalet için cehennem bulunduğunu haber verip ilan ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal!
Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzip edip, saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaatle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve davalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve seni vaadinde tekzip etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin!
Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten, senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum! سُبْحَانَهُ وَ تَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبٖيرًا âyetini, vücudumun bütün zerratı adedince söylemek istiyorum!
Belki senin o sadık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler. Ve bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-i ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin ibadına ders veriyorlar.
Ey Rabbü’l-enbiya ve’s-sıddıkîn!
Bütün onlar; senin mülkünde, senin emrin ve kudretin ile senin irade ve tedbirin ile senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzaftırlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile küre-i arzı bir zikirhane-i a’zam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.
Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı külli şey!
Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve imana hizmet için insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve cennetü’l-firdevste mesud kıl, âmin âmin âmin!
Kur’an’dan ve münâcat-ı Nebeviye olan Cevşenü’l-Kebir’den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîm’imin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’an’ı ve Cevşenü’l-Kebir’i şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum.
On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şuâ, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.
Said Nursî
اَللهُ اَحَدٌism-i a’zamına dair yedinci nükte-i a’zam
ve altı ism-i a’zamın altı nüktesinin yedincisi
İhtar
Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşâallah. Maatteessüf ben burada kimse ile görüşemediğimden kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve’yi ve âhirdeki hâtimeyi ve hâtimeden iki sahife evvelki meseleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra, tamamını teenni ile mütalaa eyle.
***
Altı ism-i a’zamın altı nüktelerinin “Allahu Ehad”e dair yedinci nükte-i a’zamıdır
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ âyetinin bir muhteşem nüktesiyle meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latîf üç meyve-i tevhid ve üç muktezîsi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.
İşte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrar ile her zaman ferman ettiği şu وَالَّذٖى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهٖ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zat-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü mahlukatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef’alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet –cüz’î olsun küllî olsun– o muhit iktidarın, o şâmil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.
Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedî’nin (asm) ifade ettiği gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i rububiyettir. Ve bu tevhidin ispatına dair yüz belki bin bâhir bürhanlar, Siracünnur olan Risale-i Nur’da beyan edildiğinden bu hakikat-i âliyenin tafsilat ve ispatını ona havale ederek bu İkinci Şuâ’da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-i imaniyenin birinci makamında, gayet latîf ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevk eden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makam’da ise bu kudsî hakikatin üç küllî muktezîsi ve esbab-ı mûcibesi beyan edilir ve o üç muktezî üç bin muktezîlerin kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makam’da, o hakikat-i tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet, üç yüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.
Birinci Makam’ın Birinci Meyvesi
Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.
Mesela, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cemal gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.
Hem mesela, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilaçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şaşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz’î fakat alîmane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi camid ilaçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.
Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müsta’mel ve meşhur bir salavat olan
nın ehemmiyeti yüzündendir ki insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan insanı dergâh-ı İlahiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik, hastalıklar olduğu gibi; insanı, kemal-i şevk ile şükre sevk eden ve tam manasıyla minnettar edip hamdettiren tatlı nimetler ise başta şifalar ve devalar ve âfiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazen بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَ دَوَاءٍ dedikçe küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakiki’nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.
Hem mesela, dalaletin gayet müthiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan mabudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında, bir Zat-ı Kerîm ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki hakiki fiyatı ve pahası cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder.
İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde, tevhid noktasında cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler envaı ve yüz bin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur. İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan “Lâ ilahe illallah” zikrinde ve tekrarında buluyorlar.
Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ Yani “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.”
Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder. Ve Mevlana Celaleddin’in dediği gibi,
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal ne de o ulvi kemali gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.
Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sima-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki hitaba muhatap olan zatın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez.
Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki onun Sâni’i, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zatın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü imana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi manaların hem numuneleri insanda var, o numuneler ile onlara işaret eder. Çünkü mesela, gözü veren zat, hem gözü görür hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var, onlar ile o kudsî manalara şehadet eder. Hem insan, zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip yine zaafına fakrına merhamet eden ve meded veren zatın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkeza sair evsafına şehadet eder. İşte daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle bin bir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.
Bu birinci meyvenin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:
Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan zîhayat ve hususan onlardan zîşuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri, çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf bîçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi istila edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususi işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu. Hem “O çok güzel memlûklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahipleri, bir hakiki dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.
İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zat-ı Zülcelal’in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fevkinde olarak ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve her şeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve her şeyin derdini bizzat dinlemesi ve her şeyin hakiki mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz meyusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim.
Ve her bir zîhayat öyle bir Mâlik-i Zülcelal’e mensubiyeti ve memlûkiyeti cihetiyle nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesbettiler. Çünkü madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensup olduğu zatın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder; elbette nur-u iman ile bu mensubiyetin ve memlûkiyetin inkişafı suretinde, bir karınca bir Firavun’u o mensubiyet kuvvetiyle mağlup ettiği gibi (o mensubiyet şerefiyle dahi) gafil ve kendi kendine mâlik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin firavun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi Nemrut’un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılab eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip onunkini hiçe indirebilir.
İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ âyeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki her bir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu cehennem temizler.
Tevhidin İkinci Meyvesi: Birinci Meyve Hâlık-ı kâinat olan Zat-ı Akdes’e baktığı gibi, İkinci Meyve dahi kâinatın zatına ve mahiyetine bakar. Evet sırr-ı vahdetle kâinatın kemalâtı tahakkuk eder ve mevcudatın ulvi vazifeleri anlaşılır ve mahlukatın netice-i hilkatleri takarrur eder ve masnuatın kıymetleri bilinir ve bu âlemdeki makasıd-ı İlahiye vücud bulur ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatleri ve sırr-ı icadları tezahür eder ve bu dehşet-engiz tahavvülat içinde kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp sonra gittikleri bilinir.
Ve kâinat baştan başa gayet manidar bir kitab-ı Samedanî ve mevcudat ferşten arşa kadar gayet mu’cizane bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye ve mahlukatın bütün taifeleri, gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbanî ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ı Ezelî’nin gayet vazife-perver memurları olduğu bilinmesi ve her şey, âyinedarlık ve intisap cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve “Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler ve ne yapıyorlar?” diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa kâinatın bu mezkûr yüksek kemalâtları sönecek ve o ulvi ve kudsî hakikatleri zıtlarına inkılab edecek.
İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemalâtına ve ulvi hukuklarına ve kudsî hakikatlerine bir tecavüz olduğu cihetledir ki ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır ittifak edip kavm-i Nuh aleyhisselâm ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sırrıyla cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki parçalanmak derecesine geliyor. Evet şirk, kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor. Numune için binler misallerinden bir tek misale işaret edeceğiz.
Mesela, sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyratı miktarınca yüz binler diller ile Sâni’ini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi bir acayibü’l-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise bu çok acib ve tam mutî, hayattar ve cismanî melaikeyi camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hēlik, manasız, hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ sırrıyla, şirk bir tek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki cehennemde hadsiz azaba müstahak eder. Her ne ise… Siracünnur’da bu İkinci Meyve’nin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.
Bu İkinci Meyve’ye beni sevk edip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki:
Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlukatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazîn görünüp rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. “Of, yazık! Âh, yazık!” diyerek bu âhların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkıbete uğrayan hayat ise ölümden beter bir azap gördüm. Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sanatta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider.
Bu hali temaşa ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor, “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnûcuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe kemalâta meftun ve güzelliklere müptela ve kıymettar şeylere âşık olan bütün latîfelerim ve duygularım feryat edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda birden nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün “Âh!” ve “Of!”larımı “Oh!”lara ve ağlamalarımı sürurlara ve “Yazık!” demelerimi “Mâşâallah, bârekellah”lara çevirdi. “Elhamdülillahi alâ nuri’l-iman” dedirtti.
Çünkü sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki: Her bir mahluk, hususan her bir zîhayatın sırr-ı tevhid ile çok büyük neticeleri ve umumî faydaları vardır. Ezcümle:
Her bir zîhayat, mesela bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, İlahî, manzum bir kasideciktir ki hadsiz zîşuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler. Ve öyle kıymettar bir mu’cize-i kudrettir ve bir ilanname-i hikmettir ki Sâni’inin sanatını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder. Hem kendi sanatını kendisi temaşa etmek ve kendi cemal-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmasının güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelal’in nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye (Yirmi Dördüncü Mektup’ta beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi ulvi bir vazife-i fıtratıdır.
Ve böyle faydaları ve neticeleri vermekle beraber; kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu ve hadsiz hâfızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada âyinedarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp mesrurane terhis manasında bir zahirî mevt ile bir zeval perdesi altına girer; yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm, “Oh Elhamdülillah!” dedim.
Evet kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde göz ile görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemaller ve güzellikler, elbette şirkin iktiza ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor. Çünkü böyle çok esaslı bir cemal perdesi altında, böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. Eğer bulunsa o hakikatli cemal hakikatsiz, asılsız, vâhî ve vehmî olur. Demek şirkin hakikati yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümtenidir. Bu mezkûr hissî olan hakikat-i imaniye, tafsilatla ve kat’î bürhanlar ile Siracünnur’un müteaddid risalelerinde beyan edildiğinden burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
Üçüncü Meyve:Zîşuura, bilhassa insana bakar. Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nâzenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur.
Çünkü insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zat, o arzuları yerine getiremez. Mesela, insanda gayet şedit bir arzu-yu beka var. İnsanın bu maksadını öyle bir zat verebilir ki bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp diğer bir menzilin kapısını açmak gibi, kolay bir surette dünya kapısını kapayıp âhiret kapısını açabilsin. Beşerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfî ve müsbet arzuları var ki onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zat ise ancak sırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zat-ı Ehad olabilir.
Hem beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlabları ve ruhunun bekasına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksatları var ki, onları öyle bir zat verebilir ki kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt kalmaz. Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfî seslerini işitir, cevapsız bırakmaz. Hem semavat ve arzı, iki mutî nefer gibi emrine musahhar ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin.
Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Mesela, insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa o akıl, hem İlahî kudsî defineleri hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşi korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i taciz bir âlet-i bela olur.
Hem mesela insanın en latîf ve şirin bir seciyesi olan şefkat; eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkatı tam hisseder.
Hem mesela insanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlukata nâzenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse el-iyazü billah öyle bir musibet olur ki mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbublarının ebedî firakları ile bîçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nevinden zahiren hissettirmiyor.
İşte bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen vahdet, tevhid ne derece kemalât-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Siracünnur’un belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa ederiz.
Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir:
Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiçbir teselli, bir meded göremedim. Çünkü zaman-ı mazi tarafı bir mezar-ı ekber ve müstakbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm.
Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-i halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır, zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir, diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım.
Sonra zeval ve fenaya baktım, gördüm ki: Sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir. Ve esma-i hüsnanın çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır. Ve cemal-i rububiyetin hikmettarane bir tezahüratıdır ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.
Sonra altı cihete baktım, gördüm ki: Sırr-ı tevhid ile o kadar nuranidir ki göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki zaman-ı istikbale inkılab eden binler mecalis-i münevvere ve mecma-ı ahbap, binler menazır-ı nuraniye gördüm. Ve hâkeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakiki yüzlerine baktım, sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.
Bu Üçüncü Meyve’ye ait bu zevkimi ve hissimi Siracünnur’un belki kırk risalelerinde cüz’î, küllî deliller ile beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesi’nin on üç adet ricalarında o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.
***
İkinci Makam
Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti, kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icab eden ve şirki ve iştiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen deliller hadsizdirler. Onlardan yüzler, belki binler bürhanlar Risale-i Nur’da tafsilen ispat edildiğinden burada muktezîlerin üç adedine icmalen işaret edilecek.
Birincisi: Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.
Evet, bir hads-i kat’î ile bu eserlerden o Sâni’in hem rububiyet-i âmme derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hem uluhiyet-i mutlaka derecesinde kemali ve istiğnası, hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hadd ü nihayeti bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat’î bilinir, belki görünür. Hâkimiyet ve kibriya ve kemal ve istiğna ve ıtlak ve ihata ve nihayetsizlik ve hadsizlik ise vahdeti istilzam edip iştirake zıttırlar.
Amma hâkimiyet ve âmiriyetin vahdete şehadetleri ise Risale-i Nur’un çok yerlerinde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş. Hülâsatü’l-hülâsası şudur ki:
Hâkimiyetin şe’ni ve muktezası, istiklaliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Hattâ aczleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklaliyetini muhafaza etmek için bir memlekette iki padişah, bir vilayette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa herc ü merc olur, ihtilal başlar, intizam bozulur.
Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse; elbette aczden münezzeh bir Kādir-i Mutlak’ta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetle dergâhından tard eder. İşte Kur’an-ı Hakîm’in ehl-i şirk aleyhinde gayet şiddet ve hiddetle beyanatı bu mezkûr hakikatten ileri geliyor.
Amma kibriya ve azamet ve celalin vahdete şehadetleri ise o dahi Risale-i Nur’da parlak bürhanlarıyla beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar bir mealine işaret edilecek.
Mesela nasıl ki güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi öyle de kudret-i İlahiyenin azamet ve kibriyası dahi ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı hiçbir hakiki tesiri vermez. Ve bilhassa kâinattaki bütün makasıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği yeri ve medarları olan zîhayat ve zîşuurları başkalara havalesi kabil değil.
Hem hilkat-i insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların cüz’iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı yoktur. Mesela bir zîhayat, cüz’î bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenab-ı Hak’tan başkasına hakiki minnettar olmak ve başkasına perestişkârane medh ü sena etmek, rububiyetin azametine dokunur ve uluhiyetin kibriyasına ilişir ve mabudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celalini müteessir eder.
Amma kemalin sırr-ı vahdete işareti ise yine Risale-i Nur’da çok parlak bürhanlarıyla beyan edilmiştir. Gayet muhtasar bir meali şudur ki:
Semavat ve arzın hilkati, bilbedahe gayet kemalde bir kudret-i mutlakayı ister. Belki her bir zîhayatın acayip cihazatı dahi kemal-i mutlakta bir kudreti iktiza eder. Ve aczden münezzeh ve kayıttan müberra bir kudret-i mutlakadaki kemal ise elbette vahdeti istilzam eder. Yoksa kemaline nakîse ve ıtlakına kayıt konmak ve nihayetsizliğine nihayet vermek ve en kavî bir kudreti en zayıf bir acze sukut ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsiz olduğu bir vakitte, bir mütenahî ile nihayet vermek lâzım gelecek. Bu ise beş vecihle muhal içinde muhaldir.
Amma ıtlak ve ihata ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise o dahi Siracünnur Risalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar meali şudur:
Madem kâinattaki ef’alin her biri, kendi eserinin etrafa istilakârane yayılması ile her bir fiilin ihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir. Ve madem iştirak ve şirk ise o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatini ve ihatanın mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirak muhaldir, imkânı yoktur.
Evet ıtlakın mahiyeti, iştirake zıttır. Çünkü ıtlakın manası, hattâ mütenahî ve maddî ve mahdud bir şeyde dahi olsa, yine istilakârane ve istiklaldarane etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Mesela, hava ve ziya ve nur ve hararet, hattâ su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar. Madem ıtlak ciheti, cüz’îde dahi olsa, maddîleri mahdudları böyle müstevli yapıyor. Elbette küllî bir ıtlak-ı hakiki, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hudutsuz, hem kusurdan müberra olan sıfatlara öyle bir istila ve ihata verir ki şirk ve iştirakin hiçbir cihet-i imkânı ve ihtimali olamaz.
Elhasıl, kâinatta görünen binlerle ef’al-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i İlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemali, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği; vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer bürhanıdırlar.
Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istila etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de her bir fiil-i rububiyet ve her bir cilve-i esma-i uluhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki eğer hakîmiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasa idi ve onları durdurmasa idi, her biri umum mevcudatı istila edecekti. Mesela, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki onun yanında ve efradı içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdali misillü ağaçların kavağa bitişik olan cüz’î fertlerini, o kavak nevini tamamen, birden zapt eden küllî kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istila etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın?
Evet her bir nevi mahlukatta, belki her bir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki bütün kâinatı istila ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiçbir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.
Hem nasıl ki bir meyvedar ağacın sahibi, o ağaçtan en ziyade ehemmiyet verdiği ve alâkadarlık gösterdiği cihet ve madde, o ağacın meyveleri ve dallarının uçlarındaki semereleri ve tohumluk için o meyvelerin kalplerinde ve bizzat kalpleri olan çekirdekleridir. Ve onun mâliki, aklı varsa o dallardaki meyveleri başkalara daimî temlik edip boşu boşuna mâlikiyetini bozmaz. Aynen öyle de şu kâinat denilen ağacın dalları olan unsurlar ve unsurların uçlarında bulunan ve çiçekleri ve yaprakları hükmünde olan nebatat ve hayvanat ve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarısındaki meyveler olan insanlar ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri ve netice-i hilkatleri olan ubudiyetlerini ve şükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cem’iyetli çekirdekleri olan kalplerini ve zahr-ı kalp denilen kuvve-i hâfızalarını başka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptırmaz ve kaptırmakla saltanat-ı rububiyetini kırmaz ve kırmakla mabudiyetini bozmaz.
Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında makasıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden hem de mabudiyete uzanan ve mabuda bakan minnettarlıkların ve teşekküratların ve perestişliklerin menşeleri onlar olduğundan elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini iptal etmez. Ve hikmetini iptal etmekle uluhiyetini ıskat etmez. Çünkü mevcudatın icadındaki en mühim makasıd-ı Rabbaniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celbetmektir.
Bu ince sır içindir ki şükrü ve perestişi ve minnettarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rızık ve şifa ve bilhassa hidayet ve iman gibi daire-i kesretin en âhirindeki cüz’î ve küllî bu gibi fiiller ve in’amlar, doğrudan doğruya kâinat Hâlık’ının ve umum mevcudat sultanının eseri ve ihsanı ve in’amı ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan tekrar ile mesela
gibi ayetler ile rızkı ve hidayeti ve şifayı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a veriyor ve onları ihsan etmek ona mahsus ve ona münhasırdır diyor ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor. Evet ebedî bir dâr-ı saadeti kazandıran iman nimetini veren, elbette ve her halde o dâr-ı saadeti halk eden ve imanı ona anahtar yapan bir Zat-ı Zülcelal’in nimeti olabilir. Başkası bu derece büyük bir nimetin mün’imi olarak mabudiyetin en büyük penceresini kapayıp en ehemmiyetli vesilesini kapamaz ve çalamaz.
Elhasıl: Şecere-i hilkatin en müntehasındaki en cüz’î ahval ve semerat, iki cihetle tevhide ve vahdete işaret ve şehadet ederler:
Birincisi: Rububiyetin kâinattaki maksatları onlarda tecemmu ve gayeleri onlarda temerküz ve ekser esma-i hüsnanın cilveleri ve zuhurları ve taayyünleri ve hilkat-i mevcudatın neticeleri ve faydaları onlarda içtima ettiğinden, onların her birisi, bu temerküz noktasından der: “Ben bütün kâinatı halk eden zatın malıyım, fiiliyim, eseriyim.”
İkinci cihet ise: O cüz’î meyvenin kalbi, hem hadîsçe zahr-ı kalp denilen insanın hâfızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi ve bir küçük numune haritası ve şecere-i kâinatın bir manevî çekirdeği ve ekser esma-i İlahiyenin incecik bir âyinesi olduğu; hem o kalbin ve hâfızanın emsalleri ve sikkeleri bir tarzda bulunan bütün kalplerin ve hâfızaların kâinat yüzünde müstevliyane intişarları, elbette bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir zata bakar ve yalnız onun eseriyim ve onun sanatıyım derler.
Elhasıl, nasıl ki bir meyve, faydalılığı cihetiyle tamam ağacının mâlikine bakar. Ve çekirdeği cihetiyle bütün o ağacın ecza ve aza ve mahiyetine nazar eder. Ve bütün emsalinde aynı bulunan yüzündeki sikkesi cihetiyle o ağacın bütün meyvelerini temaşa eder: “Biz biriz ve bir elden çıkmışız, bir tek zatın malıyız. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu o yapar.” derler. Öyle de daire-i kesretin nihayetlerindeki zîhayat ve zîhayatın ve hususan insanın yüzündeki sikke ve kalbindeki fihristiyet ve mahiyetindeki neticelik ve meyvelik cihetiyle doğrudan doğruya bütün kâinatı kabza-i rububiyetinde tutan zata bakar ve vahdetine şehadet eder.
Vahdaniyetin ikinci muktezîsi: Vahdette vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık ve şirkte, imtina derecesinde bir suubet ve müşkülat bulunmasıdır. Bu hakikat ise İmam-ı Ali radıyallahu anhın tabirince Siracünnur’un çok risalelerinde ve bilhassa Yirminci Mektup’ta tafsilen ve Otuzuncu Lem’a’nın Dördüncü Nükte’sinde icmalen gayet kat’î ve parlak bir surette ispat ve izah edilmiş ve gayet kuvvetli bürhanlar ile gösterilmiştir ki:
Bütün eşya bir tek zata verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli ve bir baharın ibdaı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân ve hadsiz efradı bulunan bir nev’in terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülatsız olur. Eğer şirk yolunda esbab ve tabiata verilse bir ferdin icadı, bir nevi belki neviler kadar ve bir çiçeğin hayattar ibdaı ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar ve bir meyvenin inşa ve ihyası bir ağaç, belki yüz ağaç kadar ve bir ağacın icadı ve inşa ve ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkül olur.
Madem Siracünnur’da hakikat-i hal böyle ispat edilmiş ve madem bilmüşahede gözümüz önünde görüyoruz ki gayet derecede sanatlı ve kıymettarlık ile beraber nihayet derecede bir mebzuliyet var. Ve her bir zîhayat fevkalâde mu’cizane ve hârika ve çok cihazatları bulunan birer makine-i acibe olmakla beraber, sehavet-i mutlaka içinde kibrit çakar gibi bir sürat-i hârika ile gayet derecede kolaylık ve suhulet ve külfetsiz bir surette vücuda geliyorlar. Elbette bizzarure ve bilbedahe gösterir ki o mebzuliyet ve o suhulet, vahdetten ve bir tek zatın işleri olmasından ileri geliyor. Yoksa değil ucuzluk ve çokluk ve çabukluk ve kolaylık ve kıymettarlık, belki şimdi beş para ile alınan bir meyve, beş yüz lira ile alınmayacaktı; belki bulunmayacak derecede nadir olacaktı. Ve şimdi saati kurmak ve elektriğin düğmelerine dokunmakla işleyen muntazam makineler gibi vücudları, icadları kolay ve âsân olan zîhayat şeyler; imtina derecesinde suubetli, müşkülatlı olacak ve bir günde ve bir saatte ve bir dakikada bütün cihazat ve şerait-i hayatıyla vücuda gelen bir kısım hayvanlar bir senede, belki bir asırda, belki hiç gelmeyecek idi.
Siracünnur’un yüz yerinde en muannid bir münkiri dahi susturacak bir kat’iyetle ispat edilmiş ki: Bütün eşya bir tek Zat-ı Vâhid-i Ehad’e verilse bir tek şey gibi kolay ve çabuk ve ucuz olur. Eğer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse bir tek şeyin icadı bütün eşya kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalı olacak. Bu hakikatin bürhanlarını görmek istersen Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplara ve Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözlere ve tabiata dair Yirmi Üçüncü ve ism-i a’zama dair Otuzuncu Lem’alara ve bilhassa Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Ferd ve ism-i Kayyum’a dair Dördüncü ve Altıncı Nüktelerine baksan göreceksin ki iki kere iki dört eder kat’iyetinde bu hakikat ispat edilmiştir. Burada, o yüzer bürhanlarından bir tanesine işaret edilecek. Şöyle ki:
Eşyanın icadı, ya ademden olur ya terkip suretinde sair anâsırdan ve mevcudattan toplanır. Eğer bir tek zata verilse o vakit her halde o zatın her şeye muhit bir ilmi ve her şeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın âyinesindeki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Sâni’in ilminde planları ve programları ve manevî miktarları bulunan eşyayı, “Emr-i kün feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır.
Eğer inşa ve terkip suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anâsırdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa yine nasıl ki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efradlarının bir boru sadâsıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda, bütün ordu kendi kumandanının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi, aynen öyle de Sultan-ı kâinat’ın kumandası altındaki zerreler, onun kaderî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi o Sultan’ın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilatçı olarak o zerreler sevk olunup gelirler. Bir zîhayatın vücudunu teşkil etmek için ilmî, kaderî birer manevî kalıp hükmünde bir miktar-ı muayyen içine girerler, dururlar.
Eğer eşya, ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse o halde bütün ehl-i aklın ittifakıyla; hiçbir sebep hiçbir cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünkü o sebebin muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti olmadığından o adem ise yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz, belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz. Öyle ise her halde terkip edecek. Halbuki inşa ve terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini, cismini zeminin yüzünden toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müşkülatla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için –manevî ve ilmî kalıpları bulunmadığından– maddî ve tabiî bir kalıp, belki azaları adedince kalıplar lâzımdır. Tâ ki o gelen zerreler, o cism-i zîhayatı teşkil etsinler.
İşte bütün eşya bir tek zata verilmesi, vücub ve lüzum derecesinde bir kolaylık ve müteaddid esbaba verilmesi, imtina ve muhal derecesinde müşkülatlar bulunduğu gibi; her şey Zat-ı Vâhid-i Ehad’e verilse nihayet derecede ucuzluk içinde gayet derecede kıymettar ve fevkalâde sanatlı ve çok manidar ve gayet kuvvetli olur. Eğer şirk yolunda müteaddid esbaba ve tabiata havale edilse nihayet derece pahalılık içinde, gayet derecede ehemmiyetsiz, sanatsız, manasız, kuvvetsiz olur. Çünkü nasıl bir adam, askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad ettiğinden hem bir ordu onun arkasında –lüzum olursa– tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi, hem o kumandanın ve ordunun kuvveti, onun ihtiyat kuvveti olmasıyla kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddî bir kudreti, hem o ehemmiyetli kuvvetinin menabiini ve cephanesini –ordu taşıdığı için– kendisi taşımaya mecbur olmadığından fevkalâde işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından o tek nefer, düşman olan bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve eseri, hârika ve kıymettar olur. Eğer askerliği terk edip kendi kendine kalsa, o hârika kuvve-i maneviyeyi ve o fevkalâde kudreti ve o mu’cizekâr iktidarı birden kaybederek, âdi bir başıbozuk gibi kuvvet-i şahsiyesine göre cüz’î, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.
Aynen öyle de tevhid yolunda her şey Kadîr-i Zülcelal’e intisap ve istinad ettiğinden bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup ettikleri gibi; tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlât ve cihazatının menşei ve mahzeni bir tezgâh olmakla beraber, her bir zerre dahi yüz bin sanatlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri, o intisap ve istinad ile görebilir. Ve o küçücük memurların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel ve sanatlı ve kıymettar olur. Çünkü o eserleri yapan zat, Kadîr-i Zülcelal’dir. Onların ellerine vermiş, onları perde yapmış. Eğer şirk yolunda esbaba havale edilse karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin sanatı zerre kadar kıymeti kalmaz ve her şey manen sukut ettiği gibi, maddeten dahi o derece sukut edecekti ki koca dünyayı beş para ile kimse almazdı.
Madem hakikat budur. Ve madem her şey nihayet derecede hem kıymettar hem sanatlı hem manidar hem kuvvetli görünüyor, gözümüzle görüyoruz. Elbette tevhid yolundan başka yol yoktur ve olamaz. Eğer olsa, bütün mevcudatı değiştirmek ve dünyayı ademe boşaltıp yeniden ehemmiyetsiz muzahrefatla doldurmak lâzım gelecek. Tâ ki şirke yol açılabilsin.
İşte İmam-ı Ali’nin (ra) tabirince Siracünnur ve Siracüssürc olan Resaili’n-Nur’da tevhide dair beyan ve izah edilen yüzler bürhanlardan bir tek bürhanın icmalini işittin, ötekileri kıyas edebilirsin.
Tevhidin üçüncü muktezîsi: Her şeyde, hususan zîhayat masnulardaki hilkat, fevkalâde sanatkârane olmakla beraber, bir çekirdek bir meyvenin ve bir meyve bir ağacın ve bir ağaç bir nev’in ve bir nevi bir kâinatın bir küçük numunesi, bir misal-i musağğarası, bir muhtasar fihristesi, bir mücmel haritası, bir manevî çekirdeği ve ilmî düsturlar ile ve hikmet mizanları ile kâinattan süzülmüş, sağılmış, toplanmış birer câmi’ noktası ve mâyelik birer katresi olduğundan onlardan birisini icad eden zat, her halde bütün kâinatı icad eden aynı zattır. Evet bir kavun çekirdeğini halk eden zat, bilbedahe kavunu halk edendir; ondan başkası olamaz ve olması muhal ve imkânsızdır.
Evet biz bakıyoruz, görüyoruz ki kanda her bir zerre o kadar muntazam ve çok vazifeleri görüyor ki yıldızlardan geri kalmıyor. Ve kanda bulunan her bir küreyvat-ı hamra ve beyza, o derece şuurkârane ceset için muhafaza ve iaşe hususunda öyle işleri görüyor ki en mükemmel erzak memurlarından ve muhafaza askerinden daha mükemmeldir. Ve cisimdeki hüceyrelerinin her birisi, o derece muntazam muamelata ve vâridat ve sarfiyata mazhardır ki en mükemmel bir cesetten ve bir saraydan daha mükemmel idare edilir. Ve hayvanatın ve nebatatın her bir ferdi, yüzünde öyle bir sikkeyi ve içinde ve sinesinde öyle bir makineyi taşıyor ki bütün hayvanları ve nebatları icad eden bir zat, ancak o sikkeyi o yüzde ve o makineyi o sine içinde yapabilir. Ve zîhayattan her bir nevi, o derece zemin yüzünde muntazaman yayılmış ve sair nevilere münasebettarane karışmış ki bütün o envaı birden icad, idare, tedbir, terbiye etmeyen ve zemin yüzünü örten ve dört yüz bin nebatî ve hayvanî olan atkı ipleriyle dokunan gayet nakışlı ve sanatlı hayattar bir haliçeyi nesc ve icad edemeyen, o tek nev’i icad ve idare edemez. Daha bunlara başka şeyler kıyas edilse anlaşılır ki kâinat mecmuası, halk ve icad cihetinde tecezzi kabul etmez bir külldür ve tedbir ve rububiyet cihetinde inkısamı imkânsız bir küllîdir.
Bu üçüncü muktezî Siracünnur’un çok risalelerinde, hususan Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ında o kadar kat’î ve parlak izah ve ispat edilmiştir ki güneşin akisleri gibi her şeyin âyinesinde bir bürhan-ı vahdet temessül ve bir hüccet-i tevhid in’ikas ediyor. Biz o izaha iktifaen burada o uzun kıssayı kısa kestik.
***
Üçüncü Makam
Bu makam, tevhidin üç küllî alâmetini icmalen beyan edecek.
Vahdetin tahakkukuna ve vücuduna delâlet eden deliller ve alâmetler ve hüccetler hadd ü hesaba gelmez. Onlardan binler bürhanlar Siracünnur’da tafsilen beyan edildiğinden bu Üçüncü Makam’da yalnız üç küllî hüccetlerin icmalen beyanıyla iktifa edildi.
Birinci Alâmet ve Hüccet ki وَحْدَهُ kelimesi onun neticesidir. Her şeyde bir vahdet var. Vahdet ise bir vâhide delâlet ve işaret eder. Evet vâhid bir eser, bilbedahe vâhid bir sâni’den sudûr eder. Bir, elbette birden gelir. Her şeyde bir birlik bulunduğundan elbette bir tek zatın eseri ve sanatı olduğunu gösterir. Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûba-i hilkattir.
Evet kâinatın idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatı bir ve sikkesi bir, bir bir bir tâ bin bir bir birler kadar… Hem bu kâinatı çeviren isimler ve fiiller bir iken her biri kâinatı veya ekserini ihata eder. Yani, içinde işleyen hikmeti bir ve inayeti bir ve tanzimatı bir ve iaşesi bir ve muhtaçlarının imdatlarına koşan rahmet bir ve o rahmetin bir şerbetçisi olan yağmur bir ve hâkeza bir bir bir tâ binler bir birler… Hem bu kâinatın sobası olan güneş bir, lambası olan kamer bir, aşçısı olan ateş bir, levazımat deposu ve hazineli direği olan dağ bir, sakacı ve sucusu bir ve bağları sulayan süngeri bir ve hâkeza bir bir bir tâ bin bir birler kadar…
İşte âlemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri, güneş gibi zahir bir tek Vâhid-i Ehad’e işaret ve delâlet eden bir hüccet-i bâhiredir. Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin her birisi bir olmasıyla beraber, zeminin yüzünü ihata etmesi ve birbirinin içine girmesi ve münasebettarane ve belki muavenetkârane birleşmesi, elbette mâlik ve sahip ve sâni’lerinin bir olmasına bir alâmet-i zahiredir.
İkinci Alâmet ve Hüccet ki لَا شَرٖيكَ لَهُ kelimesini intac ediyor. Bütün kâinatta zerrelerden tâ yıldızlara kadar her şeyde kusursuz bir intizam-ı ekmel ve noksansız bir insicam-ı ecmel ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin bulunmasıdır. Evet kemal-i intizam, insicam-ı mizan ise yalnız vahdetle olabilir. Müteaddid eller bir tek işe karışırsa karıştırır.
Sen gel, bu intizamın haşmetine bak ki bu kâinatı gayet mükemmel öyle bir saray yapmış ki her bir taşı bir saray kadar sanatlı ve gayet muhteşem öyle bir şehir etmiş ki hadsiz olan vâridat ve sarfiyatı ve nihayetsiz kıymettar malları ve erzakı, bir perde-i gaybdan kemal-i intizamla vakti vaktine umulmadığı yerlerden geliyor. Ve gayet manidar öyle mu’cizane bir kitaba çevirmiş ki her bir harfi yüz satır ve her bir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babı yüz kitap kadar manaları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine işaret ederler.
Hem sen gel, bu intizam-ı acib içinde şu tanzimin kemaline bak ki bu koca kâinatı tertemiz medeni bir şehir, belki temizliğine gayet dikkat edilen bir güzel kasır, belki yetmiş süslü hulleleri birbiri üstüne giymiş bir huri’l-în, belki yetmiş latîf ziynetli perdelere sarılmış bir gül goncası gibi pâk ve temizdir.
Hem sen gel, bu intizam ve nezafet içindeki bu mizanın kemal-i adaletine bak ki bin derece büyütmekle ancak görülebilen küçücük ve incecik mahlukları ve huveynatı ve bin defa küre-i arzdan büyük olan yıldızları ve güneşleri, o mizanın ve o terazinin vezniyle ve ölçüsüyle tartılır ve onlara lâzım olan her şeyleri noksansız verilir. Ve o küçücük mahluklar, o fevkalâde büyük masnûlar ile beraber, o mizan-ı adalet karşısında omuz omuzadırlar. Halbuki o büyüklerden öyleleri var ki eğer bir saniye kadar muvazenesini kaybetse muvazene-i âlemi bozacak ve bir kıyameti koparacak kadar bir tesir yapabilir.
Hem sen gel, bu intizam, nezafet, mizanın içinde, bu fevkalâde cazibedar cemale ve güzelliğe bak ki bu koca kâinatı gayet güzel bir bayram ve gayet süslü bir meşher ve çiçekleri yeni açılmış bir bahar şeklini vermiş ve koca baharı gayet güzel bir saksı, bir gül destesi yapmış ki her bahara, zeminin yüzünde mevsim be-mevsim açılan yüz binler nakışlı bir muhteşem çiçek suretini vermiş. Ve o baharda her bir çiçeği çeşit çeşit ziynetlerle güzelleştirmiş. Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanın güzel cilveleriyle, kâinatın her bir nev’i, hattâ her bir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî demiş: لَيْسَ فِى الْاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî’ daha güzel yoktur.”
İşte bu muhit ve cazibedar olan hüsün ve bu umumî ve hârikulâde nezafet ve bu müstevli ve şümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalı ve her cihette mu’cizane intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır.
Bu makama ait gayet mühim iki şıklı bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevaptır.
Sualin birinci şıkkı: Bu makamda diyorsun ki kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?
Elcevap: Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi; yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir. Mesela, vâhid-i kıyasî gibi bir kubuh bulunmazsa hüsnün hakikati bir tek nevi olur, pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de cüz’î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü neticelerin çoğu güzeldir. Evet yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden ıskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez.
Amma fena ve zeval ve mevt ise Yirmi Dördüncü Mektup’ta gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafî değiller, belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem hattâ kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Sualin ikinci şıkkı:(Hâşiye: Bu ikinci şıkkın cevabı çok mühimdir, çok evhamı izale eder.)Haydi şeytana ve kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zat-ı Ganiyy-i Ale’l-ıtlak, nasıl oluyor ki bîçare cüz’î fertleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptela ediyor?
Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi halk eder.
Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hâssa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tabi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz’î neticeleriyle, hususi ihsanat ve hususi teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır.
Bu ikinci alâmet-i tevhid Siracünnur’un belki yüz yerlerinde beyan edildiğinden burada hafif bir işaretle iktifa ettik.
Üçüncü Hüccet ve Alâmet
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ ile işaret edilen hadd ü hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir. Evet her şeyin yüzünde, cüz’î olsun küllî olsun, zerrattan tâ seyyarata kadar öyle bir sikke var ki âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de o sikke âyinesi dahi Şems-i ezel ve ebed’e işaret ederek vahdetine şehadet eder. O hadsiz sikkelerden pek çokları Siracünnur’da tafsilen beyan edildiğinden burada yalnız kısa bir işaretle üç tanesine bakacağız. Şöyle ki:
Mecmu-u kâinatın yüzüne, envaın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb geniş bir sikke-i vahdet konulduğu gibi, zeminin yüzüne de dört yüz bin hayvanî ve nebatî taifelerden mürekkeb bir ordu-yu Sübhanînin ayrı ayrı erzak, esliha, elbise, talimat, terhisat cihetinde gayet intizam ile hiçbirini şaşırmayarak, vakti vaktine verilmesiyle koyduğu o sikke-i tevhid misillü insanın yüzüne de her bir yüzün umum yüzlere karşı birer alâmet-i farika bulunmasıyla koyduğu sikke-i vahdaniyet gibi her bir masnûun yüzünde –cüz’î olsun küllî olsun– birer sikke-i tevhid ve her bir mahlukun başında –büyük olsun, küçük olsun, az ve çok olsun– birer hâtem-i ehadiyet müşahede edilir. Ve bilhassa zîhayat mahlukların sikkeleri çok parlaktırlar. Belki her bir zîhayat kendisi dahi birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i samediyettirler.
Evet her bir çiçek, her bir meyve, her bir yaprak, her bir nebat, her bir hayvan; öyle birer mühr-ü ehadiyet, birer hâtem-i samediyettir ki her bir ağacı birer mektub-u Rabbanî ve her bir taife-i mahlukatı birer kitab-ı Rahmanî ve her bir bahçeyi, birer ferman-ı Sübhanî suretine çevirerek o ağaç mektubuna, çiçekleri adedince mühürler ve meyveleri sayısınca imzalar ve yaprakları miktarınca turralar basılmış ve o nevi ve taife kitabına dahi onun kâtibini göstermek, bildirmek için fertleri adedince hâtemler basılmış. Ve o bahçe fermanına, onun sultanını tanıttırmak, tarif etmek için o bağ içinde bulunan nebat, ağaç, hayvan sayısınca sikkeler basılmış.
Hattâ her bir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var:
İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi: Her bir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek (Hâşiye: Eski zamandan beri darb-ı mesel olarak umumun dilinde ve lisan-ı nâsta gezen şu “Çekirdekten yetişme” sözü bu risalenin müellifine bir işaret-i gaybiye-i örfiye denilebilir. Çünkü Risale-i Nur hâdimi olan şahıs Kur’an’ın feyziyle, çekirdek ve çiçekte tevhid için iki mi’rac-ı marifet keşfederek tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş ve çekirdekten hakikate ve nur-u marifete yetişmiş ve bu iki şeyin Risale-i Nur’da ziyade tekrarları bu hikmete binaendir.) öyle bir sandukçadır ki o ağacın programını ve fihristesini ve planını ve öyle bir tezgâhtır ki onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilatını ve öyle bir makinedir ki onun iptidadaki incecik vâridatını ve latîfane masarifini ve tanzimatını taşıyor.
Ve ism-i Âhir’le işaret edildiği gibi: Her bir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenamedir ki o ağacın eşkâlini ve ahvalini ve evsafını ve öyle bir beyannamedir ki onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hâssalarını ve öyle bir fezlekedir ki o ağacın emsalini ve ensalini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdekler ile beyan ediyor, ders veriyor.
Ve ism-i Zahir’le işaret edildiği gibi: Her ağacın giydiği suret ve şekil öyle musanna ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki o ağacın dal ve budak ve aza ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizanlı ve manidardır ki o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside suretine çevirmiştir.
Ve ism-i Bâtın ile işaret edildiği gibi: Her ağacın içinde işleyen tezgâh öyle bir fabrikadır ki o ağacın bütün ecza ve azasını teşkil ve tedvir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı azalarına lâzım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sürat ve saati kurmak gibi bir suhulet ve bir orduya “Arş!” demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor.
Elhasıl: Her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program ve âhiri, öyle bir tarifename ve numune ve zahiri, öyle bir musanna hulle ve bir münakkaş libas ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i a’zam, belki bir ism-i a’zam tezahür eder ki bilbedahe bütün kâinatı idare eden bir Sâni’-i Vâhid-i Ehad’den başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zahiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdaniyet taşıyor.
İşte bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler ism-i Evvel’in sikkesini ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i Âhir’in hâtemini ve bahar mevsimi, huri’l-în misillü birbiri üstüne giydiği sündüs-misal hulleler ve yüz bin nakışlar ile süslenmiş fıtrî libaslar ism-i Zahir’in mührünü ve baharın içinde ve zeminin batnında işleyen Samedanî fabrikalar ve kaynayan rahmanî kazanlar ve yemekleri pişirttiren rabbanî matbahlar ism-i Bâtın’ın turrasını taşıyorlar.
Hattâ her bir nevi, mesela nev-i beşer dahi bir ağaçtır. Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak hayat-ı cinsiye ve beka-yı nev’î içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi, hal-i hazır vaziyeti dahi hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü altında bir sikke-i tevhid ve zahirî karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve müşevveş ahval-i beşeriye altında mukadderat-ı hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının hükmü altında bir mühr-ü vahdaniyet taşıyor.
***
Hâtime
Sırr-ı tevhid içinde sair erkân-ı imaniyeye birer kelâmla kısacık birer işarettir.
Ey insan-ı gafil! Gel bir kere düşün ve bu risalenin üç makamında beyan edilen “Üç Meyve, Üç Muktezî, Üç Hücceti” nazara al, bak ki bu kâinatta tasarruf eden ve en cüz’î bir şifayı ve en küçük bir şükrü dahi nazara alan ve sinek kanadı gibi en az bir sanatı, başkalarına havale etmeyen ve vermeyen ve lâkayt kalmayan ve en basit bir tohuma bir ağaç kadar vazifeler ve hikmetler takan ve kendi rahmaniyetini ve rahîmiyetini ve hakîmliğini her bir sanatıyla ihsas eden ve kendini her bir vesile ile tanıttıran ve her bir nimetle sevdiren bir Sâni’-i Kadîr, Hakîm, Rahîm, Alîm hiç mümkün müdür ki ve hiçbir cihetle kabil midir ki kâinatı manen istila eden mehasin-i hakikat-i Muhammediyeye (asm) ve tesbihat-ı Ahmediyeye (asm) ve envar-ı İslâmiyeye karşı lâkayt kalsın?
Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki bütün masnuatını yaldızlayan ve bütün mahlukatını sevindiren ve kâinatı ışıklandıran ve semavat ve arzı velveleye veren ve küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini on dört asır bilâ-fâsıla saltanat-ı maddiye ve maneviyesi altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Hâlık-ı kâinat hesabına ve namına süren risalet-i Ahmediye (asm) o Sâni’in en mühim bir maksadı, bir nuru, bir âyinesi olmasın? Hem Muhammed (asm) gibi aynı hakikate hizmet eden enbiyalar dahi o Sâni’in elçileri ve dostları ve memurları olmasın? Hâşâ, mu’cizat-ı enbiya adedince hâşâ ve kellâ!
Hem hiçbir cihetle mümkün müdür ki dal ve budak gibi en cüz’î bir şeye yüz hikmetleri ve meyveleri takan ve kendi rububiyetini fevkalâde hikmetleriyle ve umumî rahmaniyetiyle tanıttırıp sevdiren bir Hâlık-ı Hakîm-i Rahîm, kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri getirmeyerek bir dâr-ı saadet, bir menzil-i beka açmayıp bütün hikmetlerini ve rahmetlerini hattâ rububiyetini ve kemalâtını inkâr etsin ve ettirsin ve çok sevdiği bütün mahbub mahluklarını ebedî bir surette idam etsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! O Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaktan yüz binler derece münezzeh ve mukaddestir.
Uzunca Bir Hâşiye:
Haşir münasebetiyle bir sual: Kur’an’da mükerreren اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ fermanları gösteriyor ki haşr-i a’zam bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan meseleyi iz’an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.
Elcevap: Haşirde, ruhların cesetlere gelmesi var. Hem cesetlerin ihyası var. Hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.
Birinci Mesele:Ruhların cesetlerine gelmesine misal ise, gayet muntazam bir ordunun efradı, istirahat için her tarafa dağılmış iken yüksek sadâlı bir boru sesiyle toplanmalarıdır. Evet, İsrafil’in borusu olan Sûr’u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken ezel canibinden gelen اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى ile cevap veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhanî ve emirber neferleri olduğunu gayet kat’î bürhanlar ile Otuzuncu Söz ispat etmiş.
İkinci Mesele:Cesetlerin ihyası misali ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, bir tek merkezden, yüz bin elektrik lambaları, âdeta zamansız, bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi bir tek merkezden yüz milyon lambalara nur vermek mümkündür. Madem Cenab-ı Hakk’ın elektrik gibi bir mahluku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlık’ından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nurani hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlahiyenin muntazam kanunları dairesinde haşr-i a’zam tarfetü’l-aynda vücuda gelebilir.
Üçüncü Mesele:Ecsadın def’aten inşasının misali ise, bahar mevsiminde birkaç gün zarfında nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların bütün yapraklarıyla beraber evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir surette inşaları; ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulatı gibi, berk gibi bir süratle icadları; hem o baharın mebdeleri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri bir emir ile def’aten “ba’sü ba’de’l-mevt” sırrına mazhariyetleri ve neşirleri; hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efradlarının gayet derecede sanatlı bir surette ihyaları; hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan gözümüz önündeki kabilenin bir senede neşrolan efradı, benî-Âdem’in Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sair kabileler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri; elbette kıyamette ecsad-ı insaniyenin inşasına bir misal değil, belki binler misaldirler.
Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezasıyla olmuş. Âhirette ise hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda ve bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder.
Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.
Amma bir dördüncü mesele olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise, bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması bu hanemizi harap edebilir. On senede yapılan bir saray, bir dakikada harap olması gibi…
Bu haşrin dört meselesinin icmali şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.
Hem hiç mümkün müdür ki kâinatın bütün hakiki ve âlî hakikatlerinin beliğ tercümanı ve Hâlık-ı kâinat’ın bütün kemalâtının mu’ciz lisanı ve bütün maksatlarının hârika mecmuası olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan o Hâlık’ın kelâmı olmasın? Hâşâ, âyâtının esrarı adedince hâşâ!
Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni’-i Hakîm, bütün zîhayat, zîşuur masnûlarını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve ef’aliyle ve in’amıyla zahir bir surette cevap versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kabil midir ve hiç ihtimali var mı?
Madem bilbedahe konuşur ve madem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatap en başta insandır. Elbette başta Kur’an olarak meşhur kütüb-ü mukaddese onun konuşmalarıdır.
Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni’-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve enva-ı ihsanatıyla zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnettarlıklarını ve şükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için; koca kâinatı envaıyla, erkânıyla, zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların çeşit çeşit, binlerce envalarının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından her bir yaprağı, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yaptığı halde; bu ziynetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın? Hâşâ, melekler ve ruhanîler adedince hâşâ ve kellâ!
Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni’-i Hakîm-i Müdebbir, en ehemmiyetsiz bir nebatın, en küçük bir ağacın mebdelerini ve müntehalarını kemal-i intizam içinde mukadderat-ı hayatiyesini çekirdeğinde ve meyvesinde kalem-i kader ile yazmakla beraber, koca baharı bir tek ağaç gibi mukaddimatını ve neticelerini kemal-i imtiyaz ve intizam ile yazsa ve en ehemmiyetsiz şeylere de lâkayt kalmazsa; fakat kâinatın neticesi ve arzın halifesi ve enva-ı mahlukatın nâzırı ve zabiti olan insanın çok ehemmiyetli bulunan ef’alini ve harekâtını yazmasın, daire-i kaderine almasın, onlara lâkayt kalsın? Hâşâ, insanların mizana girecek olan amelleri adedince hâşâ ve kellâ!
Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh ve kerremallahu vechehu Kaside-i Celcelutiye’sinde kerametkârane Risale-i Nur’dan haber verdiği yerde Risale-i Nur’u Siracünnur ve Siracüssürc namlarıyla tesmiye ederek Risale-i Nur’un üç ismine iki isim ilâve etmesi cihetiyle ve bu risalede Siracünnur namı tekrarı münasebetiyle, bu risalenin âhirinde İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim bir münâcatını iki derece tevsi ederek onun ulvi lisanıyla ve dilimizi onun bir dili hesabıyla istimal edip bu gelen münâcatı dergâh-ı Vâhid-i Ehad’e takdim ederiz.
İki acib suale karşı def’aten hatıra gelen garib cevaptır.
Birinci Sual: Denildi ki: “Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’anî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazen hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz’î bir tek hediye, ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve her birisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.”
Elcevap: Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (asm) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi öyle de okunan bir Fatiha dahi mesela umum ehl-i iman emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor.
Hem nasıl ki bir lamba yansa mukabilindeki binler âyineye, her birine tam bir lamba girer. Aynen öyle de bir Yâsin-i Şerif okunsa milyonlar ruhlara hediye edilse her birine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.
İkinci Sual: Şiddetle ve âmirane denildi ki: “Sen Risale-i Nur’un makbuliyetine dair Hazret-i Ali (ra) ve Gavs-ı A’zam (ra) gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbuki asıl söz sahibi Kur’an’dır. Risale-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin bürhanıdır. Kur’an ise sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususi ve cüz’î değildir. Belki Kur’an, umum işaratıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur, görelim o ne diyor?”
Elcevap: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o maden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek, Kur’an’ın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz.
Gelecek âyetlerin işaratına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlik ile ittiham edenlere hakkımı helâl etmem.
Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki üç saat zarfında birden Kur’an’ın âyât-ı meşhuresinden, Sözler adedince otuz üç âyetin hem manasıyla hem cifir ile Risale-i Nur’a işaretleri uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefikan Risale-i Nur’u remizleriyle gösterdiği hayal meyal görüldü.
İhtar: En evvel yirmi dördüncü âyetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek lâzımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.
İkinci bir ihtar: Tevafukla işaretler eğer münasebat-ı maneviyeye istinad etmezse ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i maneviyesi kuvvetli ise bu, onun bir ferdi, bir mâsadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakati bulunsa o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emare olur. Ve ondan o ferdin hususi bir surette dâhil olduğuna ya remiz ya işaret ya delâlet hükmünde onu gösterir.
İşte gelecek âyât-ı Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaretleri ve tevafukları ekseriyet ile kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler. Evet, bu gelecek âyât-ı meşhure müttefikan on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur’an ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve medar-ı teselli bir “Nur”dan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalalet fitnesinden gelen şübehatı izale edecek, Kur’anî bir bürhanı müjde veriyorlar.
Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek, Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur’anî olacak. Halbuki Risale-i Nur bu mezkûr noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasıyla delâlet eder ki o âyetler bilhassa Risale-i Nur’a bakıp ona işaret ediyorlar.
Birincisi
Sure-i Nur’dan Âyetü’n-Nur’dur ki Risale-i Nur’un Resaili’n-Nur ve Risalei’n-Nur ve Risaletü’n-Nur namlarıyla sebeb-i tesmiyesinin on altı sebebinden bir sebep olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir. Bu Âyetü’n-Nur:
Şu Âyet-i Nuriye’nin manaca çok tabakatı ve vücuh-u kesîresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işarî ve remzî bir vechi manaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risalei’n-Nur ve Risaletü’n-Nur’a dört beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor.
Risale-i Nur’a Bakan Birinci Cümlesi: مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ dur. Yani nur-u İlahînin veya nur-u Kur’anînin veya nur-u Muhammedînin (asm) misali, şuمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ dur. Makam-ı cifrîsi dokuz yüz doksan sekiz (998) olarak aynen Risaletü’n-Nur –şeddeli nun iki nun sayılmak cihetiyle– tam tamına tevafukla ona işaret eder.
İkinci Cümlesi:اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ dur. Yirmi Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi İmam-ı Ali (ra) Kaside-i Celcelutiye’sinde sarahat derecesinde Risalei’n-Nur’a bakarak ve ona işaret ederek demiş: اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا Ben tahmin ediyorum ki İmam-ı Ali’nin (ra) bu işareti, bu cümle-i Nuriyenin remzinden mülhemdir. Bu cümle-i âyetin makamı, beş yüz kırk altı (546) edip Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekize (548) gayet cüz’î ve sırlı iki fark ile tevafuk noktasından işaret ettiği gibi remzî bir manasıyla tam bakıyor.
Üçüncü Cümlesi: مِنْ شَجَرَةٍ dir. Eğer مِنْ شَجَرَةٍ deki ة vakıflarda gibi ه sayılsa beş yüz doksan sekiz (598) ederek tam tamına Resaili’n-Nur ve Risalei’n-Nur adedi olan beş yüz doksan sekize tevafukla beraber مِنْ فُرْقَانٍ حَكٖيمٍ in adedine yine sırlı bir tek farkla tevafuk-u remzî ile hem Resaili’n-Nur’u efradına dâhil eder hem yine Risalei’n-Nur’un şecere-i mübareği Furkan-ı Hakîm olduğunu gösterir. Eğer مِنْ شَجَرَةٍ deki ة , ت kalsa o vakit makam-ı cifrîsi dokuz yüz doksan üç (993) eder, tevafuka zarar vermeyen cüz’î ve sırlı beş farkla Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) tevafukla manasının dahi muvafakatına binaen ona işaret eder.
Dördüncü Cümlesi: نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ dir ki dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek sırlı bir tek farkla Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) tevafukla manasının kuvvetli münasebetine binaen işaret derecesinde remzeder.
Beşinci Cümlesi: مَنْ يَشَٓاءُ cümlesi gayet cüz’î bir farkla Risaletü’n-Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lakabına tevafukla manası baktığı gibi bakıyor. Eğer يَشَٓاءُ daki mukadder zamir izhar edilirse مَنْ يَشَٓائُهُ olur. Tam tamına tevafuk eder.
Bu âyet nasıl ki Risalei’n-Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de tarih-i telifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor: كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ cümlesi كَمِشْكٰوةٍ deki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılmak ve فٖى زُجَاجَةٍ vakıf yeri olduğundan ة , ه olmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek, Resaili’n-Nur’un en nurani cüzlerinin telifi hengâmı ve tekemmül zamanı olan bin üç yüz kırk dokuz tarihine tam tamına tevafukla işaret eder.
Hem اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ cümlesi bin üç yüz kırk beş (1345) ederek Resaili’n-Nur’un intişarı ve iştiharı ve parlaması tarihine tam tamına tevafuk eder. Çünkü şeddeli ر iki ر , şeddeli ن iki ن , şeddeli ز aslı itibarıyla bir ل bir ز ve birinci زُجَاجَة vakıf cihetiyle ه ; ikinci, vakıf olmadığından ت sayılır. Eğer şeddeli ز iki ز sayılsa o vakit bin üç yüz yirmi iki (1322) eder ki yine Risalei’n-Nur müellifi, mukaddimat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk eder.
Hem مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ cümlesi; ta-i evvel ت , ikinci ت ise vakıf yeri olduğundan ه olmak ve شَجَرَةٍ deki tenvin ن sayılmak cihetiyle bin üç yüz on bir (1311) eder ki o tarihte Resaili’n-Nur müellifi Risaletü’n-Nur’un mübarek şecere-i kudsiyesi olan Kur’an’ın basamakları olan ulûm-u Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk ederek remzen bakar. İşte bu kadar manidar ve müteaddid tevafukat-ı Kur’aniyenin ittifakı yalnız bir emare, bir işaret değil belki kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrik ile beraber Resaili’n-Nur’a münasebet-i maneviyesiyle bir tasrihtir.
Bu âyetin münasebet-i maneviyesinin letafetlerinden bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayb nevinden mu’cizane hem elektriğe hem Risalei’n-Nur’a işaret ettiği gibi ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarına ve hilaf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.
Mesela زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَ لَا غَرْبِيَّةٍ cümlesi der: “Nasıl ki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan ne de garptan celbedilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur.” der.
Öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.
Hem mesela يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: On üçüncü ve on dördüncü asırda semavî lambalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır yani bin iki yüz seksen (1280) tarihine yakındır.
İşte bu cümle ile nasıl ki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.
Hem işaret eder ki Resaili’n-Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.
Evet, bu cümlenin bu mu’cizane üç işaratı elektrik ve Resaili’n-Nur hakkında hak olduğu gibi müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki “İzhar” kitabından sonraki medrese usûlünce on beş sene ders almakla okunan kitapları, Resaili’n-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.
Hem nasıl ki bu cümlenin manevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letafetli işareti var, öyle de cifrî ve ebcedî tevafukuyla hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini hem Resaili’n-Nur’un meydana çıkması hem de müellifinin veladetini remzen haber veriyor. Bir lem’a-i i’caz daha gösterir. Şöyle ki:
يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ nun makamı, bin iki yüz yetmiş dokuz (1279) olup وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ kısmı ise iki tenvin iki “nun” sayılmak cihetiyle bin iki yüz seksen dört (1284) ederek hem elektriğin taammümünün kurbiyetini hem Resaili’n-Nur’un yakınlığını hem on dört sene sonra müellifinin veladetini يَكَادُ kelime-i kudsiyesiyle manen işaret ettiği gibi cifir ile de tam tamına aynı tarihe tevafukla işaret eder.
Malûmdur ki zayıf ve ince ipler içtima ettikçe kuvvetleşir, kopmaz bir halat olur. Bu sırra binaen, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyid eder. Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delâlet derecesine çıkar.
Tenbih: Ben bu âyet-i nuriyenin işaretlerini elektrik ve Resaili’n-Nur’un hatırı için beyan etmedim. Belki bu âyetin i’caz-ı manevîsinin bir şubesinden bir lem’asını göstermek istedim.
Elhasıl: Bu âyet-i kudsiye sarîh manasıyla nur-u İlahî ve nur-u Kur’anî ve nur-u Muhammedîyi (asm) ders verdiği gibi mana-yı işarîsiyle de her asra baktığı gibi on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın âhir ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münasebet-i maneviyesi bulunan ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlarını ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrik ile Resaili’n-Nur olduğundan doğrudan doğruya mana-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat’iye verdiğinden çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmiş isem Erhamü’r-Râhimîn’den rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum.
Resaili’n-Nur’un bu âyetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen zatlar, hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem’a namındaki altı esma-i İlahiyeye dair Altı Nükte Risalesi’ne, hiç olmazsa o Lem’a’dan ism-i Hay ve Kayyum’a dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere dikkatle baksa elbette tasdik eder.
Resaili’n-Nur’a İşaret Eden İkinci Âyet
فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ âyet-i meşhuresidir ki شَيَّبَتْنٖى سُورَةُ هُودٍ hadîsinin vürûduna sebep olmuş. اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَnin işareti Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi Sure-i Hud’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ ilâ âhirihî âyetinin iki kuvvetli işaret veren sahifesinin mukabilindeki gayet meşhur bir âyetidir.
Makam-ı cifrîsi bin üç yüz üç (1303) ederek hem Sure-i Şûra’nın ikinci sahifesinde وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ise bin üç yüz dokuz (1309) ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine hususan Kur’an hesabına iltifat edip istikametle emreder ki birinci tarih ise Resaili’n-Nur müellifinin Risale-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir.
Ve ikinci âyetin tarihi ise o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsulü on beş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla (Hâşiye: Bu beyanat-ı medhiye Said’e ait değildir. Belki Kur’an’ın bir tilmizini, bir hâdimini Said (ra) lisanıyla ve haliyle tarif eder. Tâ hizmetine itimat edilsin.) ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle ispat ettiği aynı tarihe, tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur’un istikametine bir işarettir.
Üçüncü Âyet-i Meşhure
وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا âyeti kuvvetli münasebet-i maneviyesiyle beraber cifirce bin üç yüz kırk dört (1344) eder ki o tarihte Risale-i Nur’un şakirdleri gibi bu âyetin manasına daha ziyade mazhar olanlar zahiren görülmüyor. Demek bu âyet, manasının müteaddid tabakalarından işarî bir tabakadan ve remzî bir perdeden Kur’an’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’a bakıyor ve en evvel nâzil olan Sure-i Alak’ta اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى âyeti gibi manasıyla ve makam-ı cifriyle ifade ediyor ki bin üç yüz kırk dörtte nev-i insan içinde firavunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak. وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا âyeti ise o tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor.
Evet, Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-i insanın hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınaya ve paraya istinad ederek firavunane bir tuğyana girdiklerinden o hususi insanlar nev-i beşeri mes’ul ediyor diye insan ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.
Eğer لَنَهْدِيَنَّهُمْ deki şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki Risaletü’n-Nur müellifinin besmele-i hayatıdır ve tarih-i veladetinin birinci senesidir.
Eğer şeddeli “lâm” iki “lâm” ve “nun” bir sayılsa o vakit bin üç yüz yirmi dörtte (1324) hürriyetin ilanı hengâmında mücahede-i maneviye ile tezahür eden Risalei’n-Nur müellifinin görünmesi tarihidir.
Dördüncü Âyet-i Meşhure
وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى âyetidir. Şu cümle Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi Kur’an’ın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-i İslâmiyet olan yedi esası, Kur’an’ın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve سَبْعَ الْمَثَانٖى nuruna mazhar bir âyinesi olan Risalei’n-Nur’a cifirce dahi işaret eder. Çünkü اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانٖى makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risalei’n-Nur’un Fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin Fatiha Suresi’yle El-Bakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üç yüz otuz beş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir.
Beşinci Âyet
اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ dir. Bu âyetin remzi latîftir. Çünkü hem kuvvetli münasebet-i maneviye ile hem cifirle efrad-ı kesîresi içinde hususi bir surette Risalei’n-Nur ve müellifine bakıyor. Şöyle ki:
مَيْتًا kelimesi tenvin “nun” sayılmak cihetiyle beş yüz (500) ederek “Saidü’n-Nursî” adedi olan beş yüze tevafukla işaret ediyor ki “Saidü’n-Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Risaletü’n-Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu.”
Evet اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا deki iki tenvin “nun”durlar. Bin üç yüz otuz dört (1334) eder ki o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said umumî harpte maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevî ve şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kur’an’ın âb-ı hayatıyla taze bir hayata girmesi tarihidir. Bu tevafuk-u manevî ve muvafakat-ı cifriye delâlet derecesinde bir işarettir.
Hem فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ de tenvin “nun” ve şeddeli “nun” iki “nun” ve بِهٖ de telaffuz edilen ى sayılmak cihetiyle bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki veladetinin ve hayatının birinci senesidir. Demek, bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de hayat-ı maneviyesine işaret eder.
Elhasıl: Bu âyet müteaddid ve çok tabakalarından bir işarî tabakadan hem Risaletü’n-Nur’a hem müellifine hem bu on dördüncü asrın iptidasına hem iptidasındaki Risaletü’n-Nur’un mebdeine, remzen belki işareten belki delâleten bakar.
âyetinin kuvvetli işaretini hem teyid hem letafetlendiren üç münasebet birden ramazanda kalbime geldi. Kat’î bir kanaat verdi ki مَيْتًا kelimesine tam münasip Said’dir. Bu âyet Risale-i Nur tercümanı olan Said’i “meyyit” unvanıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:
Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i imana çok ünsiyetli, sürurlu, nurlu bir hakikat keşfedip ispat etmiş. Ve mevt-âlûd hayat-ı fâniyede boğulan ehl-i ilhada karşı, bâkiyane hayat-âlûd muvakkat bir mevt-i zahirî ile galibane mukabele eder. كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ sırrına mazhar olan ehl-i ilhad, gayr-ı meşru müştehiyatının ibahesiyle süslendirmesine mukabil Risale-i Nur, mevti o aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve ziynetini zîr ü zeber eder. Ve der ve ispat eder ki: “Mevt ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız Kur’an ve imandır.”
İşte bunun içindir ki bu hakikat-i muazzama-i mevtiye Risale-i Nur’da gayet mühim ve geniş bir mevki almış; hattâ ekser hücumunda mevti elinde tutup ehl-i dalaletin başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.
İkincisi: Ehl-i tarîkatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e (ra) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i iman hakkında mevtin nurani ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi.
Üçüncüsü: Bu âyet cifir ve ebced hesabıyla her tarafta Said’e hücum eden üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek, âyetteki “meyyit” kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi ve cifirce onun ismi “meyyit” adedine tam tevafukla hususi işarete mazhar bir mâsadak “Saidü’n-Nursî”dir.
(Sabri’nin sadakatinin bir kerametidir.)
Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken Sıddık Süleyman’ın halefi Emin, Sabri’nin اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetine dair parçayı aldığını ve ramazanın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı Emin’e gösterdim, hayretle dedi: “Bu hem Sabri’nin hem Risale-i Nur’un bir kerametidir.”
Bu âyetteki esrarlı muvazene-i Kur’aniyeyi düşünürken Sure-i Hud’daki فَاَمَّا الَّذٖينَ شَقُوا fıkrasına karşı وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ deki muvazene hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasıl ki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risale-i Nur’un mesleğine, şakirdlerine tam tamına manen ve cifirce bakıyor. Öyle de فَاَمَّا الَّذٖينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فٖيهَا زَفٖيرٌ وَ شَهٖيقٌ âyeti dahi Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile tevafuk ile işaret eder. Şöyle ki:
يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şuâ’da yedi sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üç yüz on altı ve yedi (1316-1317) tarihi ki Kur’an’a karşı olan sû-i kasdın mebdeidir. فَاَمَّا الَّذٖينَ شَقُوا cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli “mim” iki “mim” sayılsa bin üç yüz elli yedi (1357), eğer şeddeli “lâm” iki “lâm” sayılsa bin üç yüz kırk yedi (1347) ki bu asrın tâğiyane faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli ikişer sayılsa bin üç yüz seksen yedi (1387) ki لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ dehşetli bir cereyanın müntehası tarihi olmak ihtimali var.
فَفِى النَّارِ لَهُمْ فٖيهَا زَفٖيرٌ وَ شَهٖيقٌ ise bin üç yüz altmış bir (1361), eğer فَفِى النَّارِ deki okunmayan ى sayılmazsa bin üç yüz elli bir (1351) tarihini, eğer şeddeli “nun” asıl itibarıyla bir “lâm” bir “nun” sayılsa yine bin üç yüz otuz bir (1331) tarihini ve Harb-i Umumî âfetinin feryad u fîzar içindeki yangınını göstererek cehennem ateşinde zefir ve şehîk eden ehl-i şakavetin azabını haber verip ehl-i imanı fitnelere düşüren şakîlerin hem dünyada hem âhirette cezalarına işaret eder.
Aynen öyle de bu asra da zahiren bakan, esrarlı olan Sure-i وَ السَّمَٓاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ den şu âyetin اِنَّ الَّذٖينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرٖيقِ ifadesi gibi hem İstanbul’un iki harîk-ı kebiri hem Harb-i Umumî’nin dehşetli yangınını cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.
Elhasıl: Bu âyet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati celbetmek için cifirce bu asrın üç dört devresinin tarihlerine ve hâdiselerine işaret ve manasının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle iki cereyanın keyfiyetlerine ve vaziyetlerine îma eder.
Sabri’nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun manevî tesiri ile bu âyeti ve اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risale-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kur’aniyeye ve şakirdleri bu kadar kıymetli beşaret-i Furkaniyeye ve aktabların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsî takdir ve tahsin almış.
Demek, ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüz’î ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki bu âyette işaret ve beşaret-i Kur’aniyede ifade eder ki Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet, bazı vakit olur ki bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.
İhtar: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil belki her bir âyetin mana-yı küllîsindeki cüz’iyat-ı kesîresinden bir cüz’î ferdi Risale-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i maneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti teyiden ve ona binaen hususi ona bakar demektir.
Altıncı Âyet
Sure-i Hadîd’de وَ يَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهٖ yani “Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz.” Lillahi’l-hamd Risale-i Nur bu kudsî ve küllî manasının parlak bir ferdi olduğu gibi نُورًا daki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle bin üç yüz on sekiz (1318) adediyle Resaili’n-Nur müellifi tedristen, telif vazifesine ve mücahidane seyahate başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üç yüz on altı (1316) tarihindeki mühim bir inkılab-ı fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihtir.
İşte şu nurlu âyet hem manaca hem cifirce tevafuku ise umum vücuhu ayn-ı şuur olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da elbette ittifakî ve tesadüfî olamaz.
Yedinci Âyet
وَ يُحِقُّ اللّٰهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖ şu âyet-i meşhurenin küllî manasının bu zamanda zahir bir mâsadakı Risaletü’n-Nur olduğu gibi lafzullahtaki şeddeli “lâm” bir “lâm” ve بِكَلِمَاتِهٖ deki melfuz “ya” sayılmak şartıyla dokuz yüz doksan sekiz (998) adediyle Risaletü’n-Nur’un dokuz yüz doksan sekiz adedine tam tamına tevafukla, münasebet-i maneviyeye binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi latîfleştiren ve kuvvet veren münasebetlerin birisi şudur ki:
Risaletü’n-Nur’un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arapça “kelimat”tır. Ve o kelimat ile Kur’an’ın hakaikini o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu ispat etmiş ki bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.
Sekizinci Âyet
قُلْ اِنَّنٖى هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ dir. Şu âyet-i meşhure küllî manasının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdi Risaletü’n-Nur olduğu gibi cifirle صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ kelimesi صِرَاطٍ deki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) yine iki sırlı (Hâşiye: Yani mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihraçtır.)fark ile baktığı gibi هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ cümlesinin makam-ı ebcedîsi ile bin üç yüz on altı (1316) ederek Risale-i Nur müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı adedine tam tamına tevafuk eder.
Dokuzuncu Âyet
Hem “El-Bakara” suresinde hem “Lokman” suresinde فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى cümlesidir. Yani “Allah’a iman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder.” Risale-i Nur ise iman-ı billahın Kur’anî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden bu بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى külliyetinde hususi dâhil olduğuna teyiden makam-ı cifrîsi bin üç yüz kırk yedi (1347) ederek Risaletü’n-Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu on dördüncü asırda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinden neş’et eden bir urvetü’l-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risalei’n-Nur olduğunu remzen bildirir.
âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: “Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor.” Bu üç âyetin küllî ve umumî manalarında Risale-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emare var:
Birisi şudur ki: Risale-i Nur’un müstesna bir hâssası, ism-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde ism-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.
İkinci Emare:Birinci âyet bin üç yüz yirmi iki (1322) ederek makam-ı ebcedî ile Risalei’n-Nur müellifinin doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden (اٰلِيَه ) başını kaldırıp hikmet-i Kur’aniyeye müteveccih olarak hâdimü’l-Kur’an vaziyetini aldığı tarihtir ki bir sene sonra İstanbul’a gitmiş manevî mücahedesine başlamış.
İkinci âyet ise: Makam-ı cifrîsi bin üç yüz iki (1302) ederek Risale-i Nur müellifinin Kur’an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur’an’ın bâhir bir bürhanı olan Resaili’n-Nur’a bakar.
Üçüncü âyet ise: Bin üç yüz otuz sekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur’aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalei’n-Nur müellifi “Dârülhikmeti’l-İslâmiye”de hikmet-i Kur’aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngiliz’in Başpapazı sual ettiği ve altı yüz kelime ile cevap istediği altı sualine altı kelime ile cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur’an’ın ilhamatından Risale-i Nur’un meselelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.
Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakiki tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var.
Harb-i Umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risalei’n-Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre اِلَّا اللّٰهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى nın makamı gibi bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resaili’n-Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.
Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün etrafa yayılması tarihine ve Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Söz’ün iştiharı hengâmına hem اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى adedine tam tamına tevafukla bakar.
Eğer mezheb-i selef gibi اِلَّا اللّٰهُ da vakfolsa o halde اَلرَّاسِخُونَ deki şeddeli ر iki ر sayılsa bin üç yüz altmış (1360) küsur ederek Risaletü’n-Nur şakirdlerinin bundan on beş yirmi sene sonraki râsihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi şeddeli ر asıl itibarıyla bir “lâm” bir ر sayılsa bin iki yüz on iki (1212) ederek bundan bir buçuk asır evvel Mevlana Hâlid Zülcenaheyn’in Hindistan’dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan tevilat-ı fâsideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.
İkinci âyet olan اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ şeddeli ر aslına nazaran bir “lâm” bir ر sayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz kırk dört (1344) etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususi remzen bakar. Ve ilm-i hakikatte râsihane çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üç yüz kırk dörtte Risaletü’n-Nur ve şakirdlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkül şerait içinde sebatkârane yapan zahirde görülmüyor. Demek, bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususi dâhil ediyor.
Şu âyet bu zamana dahi hitap eder. Çünkü tamam –مُبٖينًا hariç kalsa– bin üç yüz altmış (1360) küsur eder. Eğer قَدْ جَٓاءَكُمْ den sonraki olsa بُرْهَانٌ ve نُورًا kelimelerindeki tenvinler “nun” sayılsa bin üç yüz on (1310) eder. Demek bu asra da hitap eder.
Hem قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ cümlesi yalnız dört farkla فرقان adedine tevafukla sarîhan baktığı gibi o kudsî bürhan-ı İlahînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resaili’n-Nur’a dahi ikinci cümlesi olan اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا adedi, iki tenvin vakıfta iki “elif” sayılmak cihetiyle beş yüz doksan sekiz (598) ederek aynen tam tamına Resaili’n-Nur’a ve Risalei’n-Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resaili’n-Nur olduğunu remzen haber veriyor.
İhtar: Sözler’in üç ismi olan Risalei’n-Nur veya Resaili’n-Nur veya Risaleti’n-Nur’daki şeddeli “nun” iki “nun” sayılmak, cifirce ağlebî bir kaidedir. Şeddeli harf bazen bir, bazen iki sayılabilir.
On Altıncı Âyet
لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَ شِفَٓاءٌ dür. Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilacı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur’an-ı Hakîm’in tiryakî ilaçlarından, Risalei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resaili’n-Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkül olan ve zındıka hastalığına müptela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.
İşte her derde şifa olan Kur’an’ın ilaçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resaili’n-Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki:
Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk altı (1346) adedi Resaili’n-Nur’un bin üç yüz kırk altıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm namında olan risale-i hârikanın zaman-ı telifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i maneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.
On Yedinci Âyet
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ deki قُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ nün makam-ı cifrîsi şeddeli “lâm”lar birer “lâm” ve şeddeli “kâf” bir “kâf” sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dokuz (1329) ederek, Harb-i Umumî’nin başlangıcı zamanında Resaili’n-Nur’un başlangıcı olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin tarih-i telifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli “kâf” iki “kâf” sayılmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek Harb-i Umumî’nin verdiği sarsıntılar zamanında Resaili’n-Nur’un حَسْبِىَ اللّٰهُ diyerek ehl-i dünyadan hiçbir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkülat içinde envar-ı Kur’aniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, en müşkül zaman olan bu asra dahi hususi bakarlar ve o âyâtı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şakirdlerine hususi iltifat edip iltifatlarıyla teşci ederler.
Bu âyet, sâbık âyetler gibi münasebet-i maneviyesi gerçi zahiren görünmüyor fakat bir cihetle Resaili’n-Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki: On üç senedir (Hâşiye: Telif tarihine göredir. (Nâşir))bu âyet Risaletü’n-Nur müellifinin ve sonra has şakirdlerinin mağribden sonra bir vird-i hususileridir. Hem bu âyetin manasına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek حَسْبِىَ اللّٰهُ deyip mütevekkilane müşkülat-ı azîme içinde envar-ı imaniyeyi ve esrar-ı Kur’aniyeyi neşreden, ehl-i imanı meyusiyetten kurtaran başta Risaletü’n-Nur ve şakirdleridir.
On Sekizinci Âyet
اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ dir. Bu âyet mealiyle hizbullahın zahirî mağlubiyetinden gelen meyusiyeti izale için kudsî bir teselli verir ve hizbullah olan hizb-i Kur’anînin hakikatte ve âkıbette galebesini haber verir. Ve bu asırda hizb-i Kur’anînin hadsiz efradından Resaili’n-Nur şakirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî manasında hususi dâhil olmalarına bir emare olarak makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz elli (1350) adedi ile Resaili’n-Nur şakirdlerinin zahirî mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha planını akîm bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin Rumî tarihi olan bin üç yüz elli ve elli bir ve elli iki (1350-1351-1352) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârane, teselliyettarane bir remz-i Kur’anîdir.
Şu âyetin umum manasındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor. Çünkü يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا hem manaca kuvvetli münasebeti var hem cifirce bin üç yüz yirmi altı (1326) ederek o tarihteki hürriyet inkılabından neş’et eden fırtınaların hengâmında her şeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü’minler içinde, Resaili’n-Nur şakirdleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden bu âyetin efrad-ı kesîresinden bu asırda bir mâsadakı onlar olduğuna bir emaredir. وَاغْفِرْلَنَا cümlesi bin üç yüz altmışa (1360) bakıyor. Demek, bundan beş altı sene sonra istiğfar devresidir. Resaili’n-Nur şakirdleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir îmadır.
Şu âyet-i azîme sarîhan asr-ı saadette nüzul-ü Kur’an’a baktığı gibi sair asırlara dahi mana-yı işarîsiyle bakar. Ve Kur’an’ın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risaletü’n-Nur, benim çok tecrübelerimle umum manevî dertlerime şifa olduğu gibi Resaili’n-Nur şakirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resaili’n-Nur, bu âyetin bir mana-yı işarîsinde dâhildir.
Ve bu duhûlüne bir emare olarak مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَ رَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ nin makam-ı cifrîsi bin üç yüz otuz dokuz (1339) ederek aynı tarihte Kur’an’dan ilham olunan Resaili’n-Nur bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından bu âyet, ona hususi remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatimi yazdım, kanaate itiraz edilmez.
Sekiz dokuz âyetlerde “sırat-ı müstakim”e nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli yolu bulmak için daima Kur’an’ın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek Kur’an’dan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risaletü’n-Nur tezahür ettiğinden hem bu “sırat-ı müstakim” kelimesinin makam-ı cifrîsi –tenvin “nun” sayılmak cihetiyle– bin (1000) eder. Medde olmazsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek yalnız bir veya iki farkla (Hâşiye: Yani Risaletü’n-Nur’un mertebesi ikinci ve üçüncüde olduğuna işarettir. Vahiy değil ve olamaz. Belki ilham ve istihraçtır.)Risaletü’n-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekize (998) tevafukla, sekiz dokuz âyetlerde “sırat-ı müstakim” kelimeleri bu mezkûr iki âyet gibi Risaletü’n-Nur’u “sırat-ı müstakim”in efradına hususi idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret eder. Eğer صِرَاطٍ deki tenvin sayılmazsa اَلنُّورِ deki şeddeli “nun” bir “nun” sayılır, yine tevafuk eder.
Hem nasıl ki bu âyet Risalei’n-Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de onun istihzarat zamanına da bakar. Çünkü هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ in makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı (1316) ederek Risaletü’n-Nur müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını Kur’an’ın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işaratı teyid ve onunla teeyyüd ederek Risaletü’n-Nur’u daire-i harîmine remzen belki işareten dâhil ediyor.
Cây-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki Risaletü’n-Nur müellifi bin üç yüz on altı (1316) sıralarında mühim bir inkılab-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:
O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa’nın Kur’an’a karşı müthiş bir sû-i kasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz’in bir müstemlekat nâzırı demiş:
“Bu Kur’an, İslâm elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız.” dediğini işitti, gayrete geldi. Birden makam-ı cifrîsi bin üç yüz on altı (1316) olan فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’an’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’an bildi. Ve Kur’an’ın i’caz-ı manevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı arızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra Harb-i Umumî’nin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir canlandı, bi’l-kuvveden bilfiile çıkmaya başladı.
İşte hem ona hem Risaletü’n-Nur’a çok alâkası bulunan bu bin üç yüz on altı (1316) tarihine çok âyetler müttefikan bakarlar. Mesela, nasıl ki هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ âyeti tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de bir âyet-i meşhure olan اِنَّ رَبّٖى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ makam-ı cifrîsi şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa ve tenvin sayılmazsa bin üç yüz on altı ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder.
Hem nasıl ki yedi sekiz surelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen “sırat-ı müstakim” cümleleri Risaletü’n-Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkûr iki âyet gibi bir kısmı Risaletü’n-Nur telifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle de yedi adet surelerin başlarında yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ cümle-i kudsiyesi makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz on altı veya yedi (1316-1317) ederek aynen tam tamına o bin üç yüz on altı tarihine tevafukla işaret ettiği gibi طٰسٓ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ âyeti dahi aynen bin üç yüz on altı ederek o bin üç yüz on altı tarihine tevafukla işaret eder. Güya nasıl ki asr-ı saadette Kur’an’daki iman hakikatlerine alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübin’in davalarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrar ile تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ۞ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ۞ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ fermanlarıyla Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ilanat yapıyor. Öyle de bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarîsiyle o âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlerinin hüccetleri ve hak kelâmullah olduğuna delilleri olan Resaili’n-Nur’a mana-yı işarîsiyle alâmet ve bürhan ve emare ve delil manasıyla âyâtın âyetleri diye tekrar ile تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kur’an hesabına bu asra ve bu asırdaki Resaili’n-Nur’a çeviriyor itikad ediyorum.
Evet, her bir cihet ile ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur’aniyenin böyle yirmi vecihle ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatime iştirak etmeyen bu ittifaka ne diyecek ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar?
Resaili’n-Nur bu asra gelen işarat-ı Kur’aniyeye hususi bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa Kur’an’ın kırk vecihle mu’cizesini ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Söz’ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.
Yirmi İkinci Âyet ve Âyetler
Hem Yunus hem Yusuf hem Ra’d hem Hicr hem Şuara hem Kasas hem Lokman Surelerinin başlarında bulunan تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ilan-ı kudsîsidir. Yirmi Birinci âyetin hâtimesinde bunun münasebet-i maneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise bu âyette üç ت bin iki yüz eder ve iki ك iki ل yüz eder, yekûnü bin üç yüz. Bir ى bir ب dört veya beş ا mecmuu bin üç yüz on altı veya on yedi (1316-1317) ederek Resaili’n-Nur müellifi bir inkılab-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur’an’ın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:
O tevafuk remzeder ki: Bu asırda Resaili’n-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani hakaikinin alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve تِلْكَ kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zahir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir diye remzen Resaili’n-Nur’u bir işarî manasının küllî dairesine hususi ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dâhil ediyor.
Elhasıl: Nasıl ki bu âyette bulunan işarî mana yedi surede yedi işaret hükmünde olup delâlet belki sarahat derecesine çıkıyor. Aynen öyle de صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ deki remiz dahi yedi sekiz surelerde bulunmakla yedi sekiz remiz hükmünde olarak o remzi işaret belki delâlet belki sarahat derecesine çıkarıyor.
İhtar: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat kaydedildi. Tekellüfe girmemek için işaretli otuz üç âyetin çok işaratı kaydedilmedi.
Yirmi Üçüncü Âyet
عَسٰى رَبُّنَٓا اَنْ يُبْدِلَنَا خَيْرًا Şu âyet her asra baktığı gibi bu asra da bakıyor ve bu asırda kâbuslu bir rüya gibi musibetlere düşen ve Rabb-i Rahîm’inden onu hayra tebdil etmesini rica edenler içinde Resaili’n-Nur şakirdlerine hususi remzettiğine bir emaresi şudur ki:
Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk beşte (1345) ehemmiyetli risaleler telif ile beraber, fevkalâde hâdiseler vukua gelmeye hazırlandılar. Ve o Resaili’n-Nur’un merkez-i intişarı olan Barla karyesinde ziyade sıkıntı müellifine verildi. Ve hususan küçük mescidine ilişildiği zaman Resaili’n-Nur şakirdleri kuvvetli bir rica ile dergâh-ı İlahiyeye iltica edip “Yâ Rab! Bu müthiş rüyayı hayra tebdil eyle!” deyip yalvardılar. Herkesin meyusiyetlerine mukabil pek kuvvetli bir ümit ve rica ile Müslümanların kuvve-i maneviyelerini takviye ettiler.
Bu âyetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf olmasın diye kısa kestim.
Yirmi Dördüncü Âyet ve Âyetler
Hem Sure-i Zümer hem Sure-i Câsiye hem Sure-i Ahkaf’ın başlarında bulunan تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ âyât-ı azîmeleridir. Şu âyetler dahi yirmi ikincideki âyetler gibi Risaletü’n-Nur’un ismine ve zatına hem telif ve intişarına bir mana-yı remziyle bakıyorlar.
İzahtan evvel mühim bir ihtar
(Lüzumlu dört beş nokta beyan edilecek.)
Birinci Nokta: Hadîste vârid olduğu gibi “Her bir âyetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttala’ı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin (hadîsçe “şücûn ve gusûn” tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır.” mealindeki hadîsin hükmüyle, Kur’an hakkında nâzil olan bu âyet-i kudsiye, fer’î bir tabakadan ve bir mana-yı işarîsiyle de Kur’an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine bir nakîse değil. Belki o lisanü’l-gaybdaki i’caz-ı manevîsinin muktezasıdır.
İkinci Nokta: Bir tabakanın mana-yı işarîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletü’n-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet ben, Risaletü’n-Nur’un has şakirdlerini işhad ederek derim:
Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazi yok, Kur’an’dan başka üstadı yok, Kur’an’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.
Üçüncü Nokta: Resaili’n-Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîm’in mazharı olduğundan bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahman ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki:
تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarîh bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin’in nüzulü olduğu gibi mana-yı işarîsiyle de her asırda o Kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyiz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin bürhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususi iltifat ile alıyor.
Dördüncü Nokta: İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bi’l-ittifak tekellüfsüz, manaca ve cifirce Resaili’n-Nur’un başına parmak basmaları ve başta Âyeti’n-Nur on parmakla ona işaret etmesi; eskiden beri ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medar-ı istihracat ve hattâ hususi tarihlerde ve mezar taşlarında ediblerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun’î ve kasdî yapılsa yalnız bir letafet, bir zarafet, bir cezalet olur.
Evet, edibler hususi ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kur’an’ın bu kadar âyât-ı meşhuresi icma ile ve ittifakla Risalei’n-Nur’a işaret ve tevafukları sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirdlerine bir beşarettir.
Beşinci Nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört beş tanesini numune için beyan edeceğiz:
Birincisi: Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberîde surelerin başlarındaki الٓمٓ ۞ كٓهٰيٰعٓصٓ gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: “Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular.
İkincisi: Hazret-i Ali radıyallahu anhın en meşhur Kaside-i Celcelutiye’si, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Cafer-i Sadık radıyallahu anh ve Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için, iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken sun’î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en latîf düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış.
Mesela, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri hattâ hüceyratları, mesamatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni’-i Hakîm-i Zülcemal’in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrası ve lisanü’l-gayb olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi işaratında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.
İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
Sure-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ olan âyetler, sâbık ihtarın ikinci noktasında, münasebet-i maneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyan edeceğiz.
Şöyle ki: İki ت sekiz yüz, iki ن yüz, iki م seksen, iki ك kırk, üç ز yirmi bir, üç ى otuz, bir ب bir ح on “lafzullah” altmış yedi, bir ع yetmiş, dört ل dört ا yüz yirmi dört olup yekûnü bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’an’ın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor.
Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletü’n-Nur’un en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını ispat eden Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’yle haşre dair Onuncu Söz’ün ikisinin kırk ikide intişarları ve kırk altıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki bu âyet ona hususi bir iltifatı var.
Hem nasıl ki bu âyetler telif ve intişarına işaret ederler, öyle de yalnız تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ kelimesi Risaletü’n-Nur’un ismine –şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle– gayet cüz’î bir farkla tevafuk edip remzen bakar, kendine kabul eder. Çünkü تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ kelimesi dokuz yüz elli bir (951) ederek Risaletü’n-Nur’un makamı olan dokuz yüz kırk sekize (948) sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar.
Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil belki ekseriyetle Kur’an’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’aniyedir.
Cây-ı dikkattir ki birinci حٰمٓ olan Sure-i Mü’min’de تَنْزٖيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ makam-ı cifrîsi, bazı mühim âyetler gibi bin üç yüz yetmişe (1370) bakıyor. Acaba on beş yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur’an zuhur mu edecek, yahut Resaili’n-Nur’un bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı mı olacak bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.
Yirmi Beşinci Âyet
حٰمٓ ۞ تَنْزٖيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ âyet-i kudsiyesidir. Bu âyetin mana-yı işarîsi, Resaili’n-Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. Bir ciheti şudur ki Risaletü’n-Nur’un ve şakirdlerinin mesleği, dört esas üzerine gidiyor.
Birincisi tefekkürdür, Hakîm ismine bakıyor.
Biri de şefkattir, hadsiz olan fakrını hissetmektir ki Rahman ve Rahîm isimlerine bakıyor.
Hem şu âyet nasıl ki Resaili’n-Nur’un telif ve tekemmül tarihine tevafukla parmak basıyor, öyle de تَنْزٖيلٌ kelimesiyle –vakıf mahalli olmadığından tenvin “nun” sayılmak cihetiyle– makamı beş yüz kırk yedi (547) olarak Sözler’in ikinci ve üçüncü ismi olan Resaili’n-Nur ve Risale-i Nur’un adedi olan beş yüz kırk sekiz veya kırk dokuza (548-549) şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle pek cüz’î ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen ona bakar, dairesine alır.
Hem حٰمٓ ۞ تَنْزٖيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in makam-ı cifrîsi, bir vecihle, yani tenvin “nun” sayılsa ve şeddeli iki “ra”daki lâm-ı aslî hesap edilse حٰمٓ , حَامٖيمْ telaffuzda olduğu gibi olsa bin üç yüz elli dört veya beş (1354-1355) eder. Ve diğer bir vecihte, yani tenvin sayılmazsa bin üç yüz dört (1304) eder. Üçüncü vecihte, yani telaffuzda bulunmayan iki “lâm” hesaba girmezse bin iki yüz doksan dört (1294) eder.
Birinci vecihte, tam tamına Resaili’n-Nur’un telifçe bir derece tekemmülü ve fevkalâde ehemmiyet kesbetmesi ve fırtınalara tutulması ve şakirdleri kudsî bir teselliye muhtaç oldukları Arabî tarihiyle şu bin üç yüz elli beş ve elli dört tarihine, hem otuz bir adet Lem’alardan ibaret olan Otuz Birinci Mektup’un telif zamanına, hem o mektubun Otuz Birinci Lem’a’sının vakt-i zuhuruna ve o Lem’a’dan Birinci Şuâ’nın telifine ve o Şuâ’nın yirmi dokuz makamında otuz üç adet âyâtın Risale-i Nur’a işaretleri istihraç edildiği hengâmına ve yirmi beşinci âyetin Risale-i Nur’a îmaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise Kur’an’ın i’caz-ı manevîsine yakışıyor. Gayet latîf ve müjdeli bir tevafuktur.
İkinci vecihte, yani bin üç yüz dört (1304) makamıyla Risale-i Nur’un tercümanı, Risale-i Nur’un basamakları olan mebâdi-i ulûma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede besmelesini çektiği ve fatiha-i hayat-ı ilmiyede “Bismillahirrahmanirrahîm” okuduğu zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor, arkasını sıvatıyor “Haydi git, selâmetle çalış!” remzen diyor.
Üçüncü vecihte, yani bin iki yüz doksan üç veya dört (1293-1294) olan makam-ı cifrîsiyle o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin iptidasına tam tamına tevafuk sırrıyla îma eder ki onun hayatı çok dehşetli dağdağaları ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber daima Rahman ve Rahîm isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen mün’imane haber veriyor. Bu suretle Kur’an’ın manevî i’cazından ihbar-ı gaybî nevinin bir şuâını gösteriyor.
Yirmi Altıncı Âyet
Sure-i Hud’da فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetinin iki satır sonra gelen وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ âyetidir. Şu âyetin şeddeli “mim” ve şeddeli “lâm” ve şeddeli “nun” ikişer sayılmak ve اَلْجَنَّةِ deki ة vakıfta olduğundan ه olmak cihetiyle makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli iki (1352) olmakla tam tamına Resaili’n-Nur şakirdlerinin en meyusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üç yüz elli iki tarihine tam tamına tevafukla o acınacak hallerinde kudsî ve semavî bir teselli, bir beşarettir. Ve âyetin münasebet-i maneviyesi bir iki risalede, yani Keramat-ı Aleviye’de ve Gavsiye’de beyan edilmiştir. وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا deki سُعِدُوا kelimesi فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ deki سَعٖيدٌ kelimesine Kur’an sahifesinde tam muvazi ve mukabil gelmesi, bu tevafuka bir letafet daha katar. Bu âyetin küllî ve çok geniş mana-yı kudsîsinin cüz’iyatından Risale-i Nur şakirdleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüz’îsi bu asırda bin üç yüz elli ikide bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.
Eğer فَفِى الْجَنَّةِ kelimesinde vakfedilmezse ve خَالِدٖينَ kelimesiyle rabtedilse o vakit ة , ه olmaz. Fakat daha latîf tesellikâr bir tevafuk olur. Çünkü وَاَمَّا الَّذٖينَ سُعِدُوا kaide-i nahviyece mübtedadır. فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدٖينَ onun haberidir. Bu haber ise makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) adediyle, bin üç yüz kırk dokuz tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur’an hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı cennet ve ehl-i saadet olduğunu mana-yı işarîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder. Ve bu tarihte Risale-i Nur şakirdleri Kur’an hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin telifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzaratı tezahür ettiğinden elbette bu tarihe müteveccih ve işarî, tesellikâr bir beşaret-i Kur’aniye en evvel onlara baktığını gösterir.
Evet فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدٖينَ de şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle ت dört yüz, خ altı yüz, bin eder. İki ن yüz, bir ى iki ف bir ل iki yüz; diğer ل otuz, ikinci ى on, iki elif iki, bir ج üç, bir د dört, kırk dokuz eder ki yekûnü bin üç yüz kırk dokuz (1349) eder.
Bu müjde-i Kur’aniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. Şöyle ki: Isparta’da başımıza gelen bu hâdiseden bir ay evvel bir zata rüyada (ona) deniliyor ki:
“Resaili’n-Nur şakirdleri, iman ile kabre girecekler, imansız vefat etmezler.”
Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur’aniyenin bir müjdecisi imiş. (Hâşiye: Cihan saltanatından daha ziyade kıymettar bir müjde-i Kur’aniye, bir beşaret-i semaviye bu sahifede vardır.)
Yirmi Yedinci Âyet
Sure-i Saf’ta يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ dur. Bu âyetteki نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ cümlesinin makam-ı cifrîsi, bin üç yüz on altı veya yedidir (1316-1317). Ve bu tarih ise sâbıkan yirmi birinci âyetin hâtimesinde zikredilen inkılab-ı fikrî sadedinde; Avrupa’nın bir müstemlekat nâzırı, Kur’an’ın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resaili’n-Nur müellifi dahi ona karşı o inkılab-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe hem yedi surede yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ aynı tarihe hem طٰسٓ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ dahi aynı tarihe hem هَدٰينٖى رَبّٖٓى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ dahi aynı tarihe hem اِنَّ رَبّٖى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ dahi şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak ve tenvin sayılmamak cihetiyle aynı tarihe hem فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanı dahi aynı tarihe hem نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ dahi aynı tarihe bi’l-ittifak muvafakatları elbette remizden, işaretten, delâletten ziyade bir sarahattir ki Risale-i Nur o Nur-u İlahînin bir lem’ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mana-yı işarîsiyle müjdeliyor.
Hem bu cifrî ve müteaddid ve manidar tevafuklar ise kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler. Evet, Resaili’n-Nur’un yüz yirmi dokuz risaleleri, yüz yirmi dokuz elektrik lambalarının şişeleri misillü Kur’an nur-u a’zamından uzanan tellerin başlarına takılıp o nuru neşrettikleri meydandadır. Risale-i Nur’un yarı ismi iki defa bu cümle-i âyette bulunmasıyla o münasebeti pek letafetlendiriyor.
Yirmi Sekizinci Âyet
Sure-i Tevbe’de يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ âyetindeki نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i maneviyesiyle beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (1324) ederek, Avrupa zalimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir sû-i kasd planı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyet-perverleri, hürriyeti yirmi dörtte ilanıyla o planı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf altı yedi sene sonra, Harb-i Umumî neticesinde yine o sû-i kasd niyetiyle Sevr Muahede’sinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan planlarını akîm bırakmak için Türk milliyet-perverleri cumhuriyeti ilanla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dörde, tâ otuz dörde, tâ elli dörde tam tamına tevafukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resaili’n-Nur müellifi yirmi dörtte (1324) ve Resaili’n-Nur’un mukaddimatı otuz dörtte (1334) ve Resaili’n-Nur’un nurani cüzleri ve fedakâr şakirdleri elli dörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telaşa sevk ettiler ve bu itfa sû-i kasdına karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’an’a muhalif haletlerin ekserisi, o sû-i kasdların ve Sevr Muahedesi gibi gaddarane muahedelerin vahim neticeleridir.
Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli “lâmlar” gibi bir sayılsa o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksan üç (1293) muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki eğer şeddeli “lâmlar” ve “mim” ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nurani nükteleri var. اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.
Yirmi Dokuzuncu Âyet
Sure-i İbrahim’in başında الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer.
Birincisi: اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kur’an’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal ve hususan nur lafzı, Resaili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi makam-ı cifrîsi şeddeli “nun” iki “nun” olmak üzere bin üç yüz otuz sekiz veya dokuz (1338-1339) ederek Harb-i Umumî zulümatında telif edilen Resaili’n-Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur’daki Nur lafzına îma ile bakıyor.
İkincisi:اِلٰى صِرَاطِ الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ cümlesi evvelki cümledeki Nur’u tarif ederek der: O Nur Cenab-ı Hakk’ın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi beş yüz kırk sekiz veya elli (548-550) olarak Resaili’n-Nur’un şeddeli “nun” bir “nun” olmak üzere adedi olan beş yüz kırk sekize tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki “elif” sayılsa mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı teyid eden hem letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki:
Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.
Hem sâbık âyetlerde ise Resaili’n-Nur’un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgu ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra hem bu asra îmaları içindir ki Hazret-i Ali (ra) Ercuze’sinde ve Gavs-ı A’zam (ra) Kaside’sinde Resaili’n-Nur’a kerametkârane işaret ettikleri vakit hem o asra hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.
Üçüncüsü:مِنَ الظُّلُمَاتِ kelimesindeki الظُّلُمَاتِ ın adedi bin üç yüz yetmiş iki (1372) ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir Nur daima tenvire çalışacağına îma ile Risale-i Nur’un tenvirine remzen bakar.
Dördüncüsü:لِتُخْرِجَ النَّاسَ cümlesi diyor ki: “Bin üç yüz kırk beşte (1345) Kur’an’dan gelen bir Nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meal ise bin üç yüz kırk beşte fevkalâde tenvire başlayan Resaili’n-Nur’a tam tamına cifirce hem mealce muvafık ve mutabık olmakla Risale-i Nur’un makbuliyetine îma belki remzediyor.
Beşincisi: الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ deki اِلَيْكَ kelimesi Kur’an’a has baktığı için hariç kalmak üzere, الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ cümlesinin makamı Risaletü’n-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi Risaletü’n-Nur’un, Kitab-ı Münzel’in tam bir tefsiri ve manası olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünkü الٓرٰ üç yüz seksen iki, كِتَابٌ dört yüz yirmi üç, اَنْزَلْنَاهُ yüz kırk dört, yekûnü dokuz yüz kırk dokuz (949); eğer tenvin “nun” sayılsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek Risaletü’n-Nur’un –eğer şeddeli “nun” bir “nun” sayılsa– adedi olan dokuz yüz kırk sekize (948), eğer şeddeli “nun” iki “nun” olsa dokuz yüz doksan sekize (998) sırlı (yani vahiy olmadığını ifade için) bir tek farkla tevafuk edip ona îma eder.
Elhasıl: Bu bir tek âyette mezkûr beş cümlenin münasebet-i maneviyeyi gözeterek beş adet îmaları bir kuvvetli işaret belki bir delâlet hükmüne geçebilir kanaati, bana bunu yazdırdı. Hata etmişsem Kitab-ı Mübin’i şefaatçi edip Erhamü’r-Râhimîn’den kusurumun affını niyaz ederim.
Küçük bir sehivden kuvvetli bir işaret-i gaybiye gördüm. Ondan bildim ki o sehiv bunun içinmiş. Şöyle ki:
Birinci Şuâ olan İşarat-ı Kur’aniyenin yirmi dokuzuncu âyet Sure-i İbrahim’in başında, الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ içinde اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesine, makam-ı cifrîsi sehven bin üç yüz otuz dört (1334) ederek Risale-i Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin zuhuru ve tabı tarihine tevafukla bakar denilmiş. Halbuki melfuz harflerinin makamı, bin üç yüz otuz dokuz (1339) olup o tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dârülhikmet tarafından ekser müftülere gönderilen nüshalar, müteaddid ve maddî ve manevî inkılabların sarsıntılarından vikaye noktasında –çok emareler ve müftülerin itirafıyla– birer kale ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılınç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla takdirkârane bakar. Okunmayan iki “elif” sayılsa bin üç yüz kırk bir (1341) edip Risale-i Nur’un mebde-i zuhuruna tam tamına tevafukla bakar.
Bu küçük sehiv şöyle bir manayı birden kuvvetli ihtar etti ki: O Sure-i İbrahim’in (as) başındaki âyetin Risale-i Nur’a remzen bakan yalnız onun dört cümlesi değil belki o birinci sahife âhirine kadar münasebat-ı maneviye cihetinde bir mana-yı remziyle –efrad-ı kesîresi içinde– Risale-i Nur’a gizli bir hususiyet ile îma eder, remzen bakar. Ben şimdilik o hakikat-i remziyeyi beyan edemem. Yalnız kısa bir işaret edilecek.
Evet, Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (as) hususi meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu surede daha ziyade Risale-i Nur’u kucağına alıyor. Baştaki âyet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kur’an’dan çıkan bir nura parmak bastığı gibi en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nur’un cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.
Bu dahi üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar.
Ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın –imanları beraber olduğu halde– ve bir kısım ehl-i ilmin –âhireti tam bildikleri halde– onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.”
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesiolan وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adâvetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olanوَ يَبْغُونَهَا عِوَجًاile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki kâinatı idare eden İlahî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”
İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mana-yı işarîsiyle çok efradı içinde hususi baktığı gibi tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor. Evet, evvelki cümle olan اَلَّذٖينَ يَسْتَحِبُّونَ nin makamı bin üç yüz yirmi yedi (1327); eğer şeddeli “lâm” ve “be” ikişer sayılsa Arabî tarihiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) edip o tuğyanlı taifenin savletli zamanını göstererek tam tevafukla bakar. وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا in makamı, tenvin “nun” olmak cihetiyle bin iki yüz dokuz (1209) ederek şeriat-ı İslâmiyeye sû-i kasd olarak ecnebi kanunlarını adliyeye sokmak fikri ve teşebbüsü tarihine tam tamına tevafukla bakar.
Ve bu emareler gibi çok îmalar ile baştaki âyetin kuvvetli işaret ettiği Risale-i Nur’un muarızlarına zahir bir surette baktığı gibi mefhum-u muhalifi delâletiyle dahi Risale-i Nur’a tam bakar. Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı şarkiyede Risale-i Nur imdatlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseler ve âyette بِاَيَّامِ اللّٰهِ tabir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mana-yı işarî ve remzî ile emrediyor.
Bu âhirki ehemmiyetli işareti beyan etmeme şimdilik izin olmadığından yalnız her birinin bir tek remzi gayet kısa beyan edilecek. Şöyle ki:
Dördüncü Âyetin وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهٖ لِيُبَيِّنَ لَهُمْcümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle ve risalet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında nâibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mana-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyeti tam yapan Risale-i Nur’u efradı içine hususi bir iltifatla dâhil edip lisan-ı Kur’an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.
Evet, bunun makamı رَسُولٍ deki tenvin “nun” sayılmak ve şeddeli “lâm” bir sayılsa bin üç yüz otuz sekiz (1338) ve şeddeli “lâm” iki sayılsa ve şeddeli “ye” bir sayılsa bin üç yüz elli sekiz (1358), her ikisi birer sayılsa bin üç yüz yirmi sekiz (1328); şeddeliler iki sayılsa tenvin sayılmazsa bin üç yüz on sekiz (1318) hem tenvin hem şeddeliler sayılsa bin üç yüz altmış sekiz (1368) ederek Risale-i Nur’un beş devresine ve beş vaziyetine remzen ve îmaen bakar.
اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِ cümlesinde makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üç yüz elli bir (1351) ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i Kur’aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı maneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebat-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar.
Daha yazılacak çok gaybî işaretler var fakat izin verilmedi, şimdilik kaldı.